- Öyle gizemli ki bu söylediklerin, üzerinde biraz düşünmem gerek. Ama en son söylediğini sevdim.
- Felsefe dünya tininin aynasıdır, demiştim.
- Bu çok güzel bir laf! Sence bunun bizim pirinç kaplamalı aynayla bir ilişkisi var mıdır?
- Madem ki sordun, evet.
- Nasıl peki?
- Sürekli gündeme geldiği için bu "pirinç kaplamalı ayna"da bir şey olmalı.
- Peki ne bu sence?
- Benim bu konuda bîr fikrim yok, ama devamlı gündeme geldiğine göre Hilde'yle babası için özel bir anlamı olmalı diye tahmin ediyorum. Bu anlamın ne olduğunu ancak Hilde söyleyebilir.
- "Romantik ironi" mi bu yaptığın?
- Yersiz bir soru bu, Sofi.
- Nedenmiş?
- Romantik ironi yapacak olan bizler değiliz. Biz bu tür bir ironinin savunmasız kurbanlarıyız olsak olsak! Bir çocuk kağıda bir şeyler çizdiğinde, kağıda sormaz insan çizimin ne anlama geldiğini!
- Beni korkutuyorsun.
420
KİERKEGAARD
... iflasın eşiğinde bir Avrupa...
Hilde saatine baktı. Saat dördü çeyrek geçiyordu. Dosyayı masanın üzerine bırakıp koşararak mutfağa indi. Annesinin sabrını taşırmak istemiyorsa bir an önce yiyecek birşeyler hazırlamalıydı. Odasından çıkarken pirinç kaplamalı aynaya bir göz atmayı ihmal etmemişti.
Çaydanlığı ateşe koyup hızla sandviç hazırlamaya girişti.
Gününü gösterecekti tabii ki babasına! Kendisini gitgide daha çok Sofi ve Alberto'nun saflarında hissediyordu. Babasına oynayacağı oyun Kopenhag'da başlayacaktı...
Kısa bir süre sonra elinde tepsiyle kayıkhanedeydi:
- İşte öğle yemeğimiz hazır, dedi.
Annesinin elinde zımpara kâğıdına sanlı bir tuğla vardı. Önüne düşen saçlarını arkaya attı. Zımpara kâğıdının tozlan saçlanna da bulaşmıştı birazcık.
- Akşam yemeğimiz desek daha doğru olur! İskeleye oturup yemek yemeye koyuldular. Bir süre sonra Hilde:
- Babam ne zaman geliyordu? diye sordu.
- Cumartesi günü geliyor ya, unuttun mu?
- Tamam ama ne zaman? Kopenhag'da aktarma yapacak demiştin, değil mi?
- Evet...
Annesi ciğer ezmeli ve salatalık turşulu sandviçinden bir lokma ısırdı.
-... Kopenhag'a saat beş sıralannda geliyor. Buradan Kris-tiansand'a uçağı sekizi çeyrek geçe kalkıyor. Dokuz buçuğa
421
I
SOFİ'NİN DÜNYASI
doğru da Kjevik'e varmış olur herhalde.
- Öyleyse Kristiansand Havaalanı Kastrup'da birkaç saat geçirmesi gerekecek...
- Neden sordun?
- Hiç... Yalnızca merak ettim.
Yemeklerini yemeye devam ettiler. Hilde kısa bir sürenin geçmesini bekledikten sonra:
- Anne ile Ole'den bir haber var mı? diye sordu.
- Ara sıra telefon ediyorlar. Temmuzda bir zaman tatile gelecekler.
- Daha önce değil yani, öyle mi?
- Hayır, sanmıyorum.
- Öyleyse bu hafta hâlâ Kopenhag'dalar demektir...
- Nedir tüm bu sorular Hilde?
- Hiiiç... Laf olsun, beri gelsin diye konuşuyorum işte.
- İyi de iki kez Kopenhag'dan söz ettin.
- A, sahi mi?
- Babanın Kopenhag'da aktarma yapacağını söylemiştik...
- Ah, o halde Anne ile öle oradan aklıma gelmiş olmalı. Yemeklerini bitirir bitirmez Hilde tabakları ve çatal bıçağı tepsiye toplayıp:
- Okumaya devam etmem gerek anne, dedi.
- Eh, hadi bakalım...
Bu sözlerde hafif bir hayal kırıklığı mı gizliydi ne? Daha önce, babası gelmeden motoru beraberce tamir edeceklerini konuşmuşlardı çünkü.
- Babama kitabı o gelmeden bitireceğime dair söz vermiş
gibiyim bir bakıma.
- Bak işte buna kızdım. Evden uzakta olduğu yetmiyormuş gibi, bir de kalkmış bizi oralardan idare etmeye kalkıyor!
- Ah, onun daha neleri idare ettiğini bir bilsen! dedi Hilde esrarengiz bir tavırla. - Üstelik bundan müthiş zevk de alıyor!
422
KİERKEGAARD
Sonra odasına çıktı ve okumayı sürdürdü.
Sofi bir anda kapının çalındığını duydu. Bunun üzerine Alberto sert bir bakışla:
- Kimsenin konuşmamızı bölmesine izin vermemeliyiz, dedi. Kapı daha hızlı çalınmaya başladı. Alberto:
- Hegel'in felsefesine son derece kızan Danimarkalı bir filozoftan söz edeceğim şimdi, dedi.
Kapı yerinde sarsılacak kadar hızlı çalınmaya başlamıştı.
- Bu da Binbaşının bizi tongaya düşürüp düşüremeyeceğini anlamak için gönderdiği uydurma şahıslardan biri elbette, diye devam etti Alberto. - Bu numaralarla hiçbir şey kaybettiği yok nasılsa!
- Ama kapıyı açmazsak evi başımıza yıkar ve bununla da hiçbir şey kaybetmez!
- Haklısın galiba. Açalım bakalım.
Kapıya gittiler. Kapının çalmışından Sofi karşısında güçlü kuvvetli birini bulacağını sanıyordu. Oysa kapıda duran, uzun sarı saçlı, çiçekli bir elbise giymiş küçük bir kızdı. Elinde de iki küçük şişe tutuyordu. Şişelerden biri kırmızı, diğeriyse maviydi.
- Buyrun, dedi Sofi. - Siz kimsiniz? Kız reverans yaparak:
- Benim adım Alice, dedi.
- Tam tahmin ettiğim gibi, dedi Alberto. - Alice Harikalar Diyarında!
- Peki ama burayı nereden bulmuş olabilir? Bu soruya Alice'in kendisi karşılık verdi:
- Harikalar Diyarı tam anlamıyla sınırsız bir ülkedir. Yani Harikalar Diyarı her yerdedir. Tıpkı Birleşmiş Milletler gibi! Bu yüzden ülkemizin BM'in şeref üyesi olması gerekir aslında. Ayrıca her komisyonda da elçilerimiz olmalı. Ne de olsa BM de insanların hayallerinin bir ürünü.
Alberto:
423
SOFfNlN DÜNYASI
- Âh, bu Binbaşı! diye homurdanırken Sofi:
- Peki burada işin ne? diye sordu.
- Sofi'ye bu felsefe şişelerini vermeye geldim.
Şişeleri Sofi'ye uzattı. Aslında beyaz camdan yapılmış olan bu küçük şişelerden birinin içinde kırmızı, diğerinin içindeyse mavi bir sıvı olduğu için göze renkli görünüyorlardı. Kırmızı şişenin üzerinde "BENİ İÇ!", mavi şişenin üzerinde "BENİ DE İÇ!" yazılıydı.
Aynı anda kulübenin yanında koşar adım yürüyen beyaz bir tavşan belirdi. İki ayağının üzerinde yürüyen tavşan yelek ve ceket de giyinmişti üstelik. Cebinden köstekli saatini çıkarmış:
- Geç kaldım, geç kaldım... diye söyleniyor, bir yandan da son hızla yürüyordu. Alice tavşanın ardından koşmaya koyulmadan önce yine bir reverans yaparak: '
- Gitmek zorundayız ne yazık ki! dedi. Sofi Alice'in ardından:
- Dina ile Kraliçe'ye benden çok selam söyle! diye seslendi. Alice gözden kaybolduktan sonra Alberto ile Sofi merdivenlere oturup şişeleri incelediler bir süre.
- BENİ İÇ ve BENİ DE İÇ, diye okudu Sofi.
- İçsem mi acaba? Ya zehirliyse? Alberto omzunu silkti.
- Bu Binbaşıdan gelen bir şey. Binbaşıdan gelen herşey gerçekte değil yalnızca akılda varolan şeyler olduğuna göre, bu da aslında varolmayan bir su.
Sofi kırmızı şişenin tıpasını açıp dikkatle ağzına götürdü. Biraz tatlı, tuhaf bir suydu bu. Ama bundan da önemlisi, suyu içer içmez etrafında tuhaf şeyler olmaya başladı.
Göl, orman ve kulübe birbirine karışmaya başlamıştı sanki. Çok geçmeden her şey sanki tek bir kişi haline gelmiş, bu kişi de Sofi'nin ta kendisi olmuştu. Alberto'ya bir baktı, ama sanki o da Sofi'nin ruhunun bir parçası olmuştu.
- Çok garip, diye söylendi Sofi. - Herşey eskisi gibi, ama sanki
424
KİERKEGAARD
her şeyin birbiriyle ilişkisi var. Her şey tek bir düşüncenin parçası.
Alberto başını salladı. Ama sanki başını sallayan Sofi'nin kendisiydi.
- Bu Tümtanrıcılık veya bir başka deyişle Teklik felsefesi, dedi Alberto. - Bu Romantiklerin evrensel ruhu. Romantikler herşeyi bir büyük "ben"in parçası olarak algılıyorlardı. Hegel de öyle. O da tek başına bireye eleştirel bakıyor, herşeyi tek bir evrensel aklın dilege-lişi olarak görüyordu.
- Öbür şişedeki suyu da içeyim mi?
- Şişesinde yazdığına göre içmek gerek.
Sofi mavi şişenin de tıpasını açtı ve sudan koca bir yudum aldı. Bunun tadı diğerine göre daha ekşiydi. Ama bunu içince de etrafındaki şeyler hızla değişmeye başladı.
Bir iki saniye içerisinde kırmızı suyun etkisi yokoldu. Şeyler yeniden eski hallerini aldılar. Alberto yine Alberto, ormandaki ağaçlar yine kendileri, göl yine kendisi olmuştu.
Ama bu durum yalnızca bir saniye sürdü. Çok geçmeden şeyler birbirinden ayrılmaya başladılar. Orman ormanlığını kaybetmişti; her bir ağaç kendi başına bir dünya gibi yükseliyordu ortada. Her bir dal, hakkında binlerce öykü yazılacak bir masaldı sanki.
Küçük göl sonsuz bir okyanusa dönüşmüş gibiydi - büyüklük ya da derinlik bakımından değil de içerdiği binlerce ayrıntı, oya gibi işlenmiş çırpıntıları bakımından. Sofi, bu gölü en ince ayrıntısına kadar anlayabilmek için bir ömrün bile yetmeyeceğini, insanın bu eşsiz sırrı hiçbir zaman tümüyle kavrayamayacağını anladı.
Gözü bir ağacın tepesine ilişti. Üç küçük serçe ağacın tepesinde oynaşıyordu. Sofi kırmızı şişedeki suyu içtiği sırada da kuşların burada olduğunun farkındaydı bir bakıma ama o zaman onları tam olarak görememişti. Kırmızı su şeylerin arasındaki tüm zıtlıkları ve farklılıkları yok etmişti.
Üzerinde durdukları büyük taştan inip çimene eğildi. O an karşısına yepyeni bir dünya çıktı. Hani insan deniz dibine ilk kez dalıp göz-
425 '
SOFI'NİN DÜNYASI
lerini denizin altında ilk kez açtığı zaman karşısına çıkan o yeni dünya gibi. Çimenlerin arasındaki ince otlarla yapraklar arasında yaşayan binlerce ayrıntı vardı. Bir yosun parçasının üzerinde kararlı ve dikkatli adımlarla ilerleyen bir örümceği, bir otun üzerinde bir aşağı bir yukarı yürüyen bir ot bitini ve elbirliğiyle çalışan koca bir karınca ordusunu seyretti. Koca bir ordu olsalar da her bir karıncanın ayak atış biçimi diğerinkinden başkaydı.
Başını kaldırıp Alberto'ya baktığında ise onun yerini almış bambaşka biriydi gördüğü. Bu kişi sanki başka bir gezegenden gelmiş veya bir masal kitabından fırlamıştı. Öte yandan kendisini de bambaşka ve hiçbir benzeri olmayan bir kişi olarak görmeye başlamıştı. O, Sofi Amundsen'di ve ondan başka bir Sofi Amundsen yoktu.
- Neler görüyorsun? diye sordu Alberto.
- Seni çok acayip biri gibi görüyorum.
- Deme!
- Bir başkası olmanın ne demek olduğunu hiçbir zaman anlayamayacağım sanırım. İnsanlar biribirinden öyle farklılar ki!
- Ya ormanı nasıl görüyorsun?
- Orman bütünlüğünü kaybetmiş durumda. Binlerce masaldan
oluşan bir evren sanki.
- Tahmin etmiştim. Mavi şişe bireycilik. Bunun içine Sören Kierkegaard'in Romantizmin Teklik felsefesinin eleştirisi girmekte örneğin. Bu şişe aynı zamanda Kierkegaard'la aynı dönemde yaşayan bir başka Danimarkalıyı, meşhur masal yazarı H.C. Andersen'i de temsil ediyor. Andersen doğadaki sayısız ayrıntıyı görebilen bir bakışa sahipti. Ondan yüz yıl kadar önce yaşamış, Alman filozof Leibniz de böyleydi. Sören Kierkegaard'in Hegel'i eleştirisi gibi o da Spino-za'nın Teklik felsefesini eleştirmişti.
- Söylediklerini işitiyorum ama sesin öyle komik ki içimden gülmek geliyor.
- Anlıyorum. Kırmızı şişeden bir yudum daha al. Sonra da şu
426
KİERKEGAARD
merdivenlere oturup Kierkegaard'dan bahsedelim.
Sofi merdivenlere, Alberto'nun yanına oturdu. Kırmızı şişeden bir yudum almasıyla şeyler yine bir araya gelmeye başladılar. Ama biraz fazla içmiş olmalıydı ki bu sefer yine şeylerin arasındaki farklar ortadan kaybolmaya, her şey aynı gibi olmaya başladı. Bu yüzden tekrar mavi şişeden çok küçük bir yudum almak zorunda kaldı. Sonunda her şey Alice'in elinde iki küçük şişeyle ortaya çıkmasından önceki haline geldi.
- Peki ama hangisi doğru ? diye sordu Sofi. - Gerçeği olduğu gibi yansıtan kırmızı mı yoksa mavi şişe mi?
- Her ikisi de Sofi. Romantiklerin yanıldığını söyleyemeyiz, çünkü gerçekten tek bir gerçeklik var. Ama biraz tek yanlı olduklarını söyleyebiliriz belki.
- Ya mavi şişe?
- Kierkegaard'ın bu şişeden fazlasıyla içmiş olduğunu söyleyebiliriz. Bunu bireye verdiği önemden anlamak mümkün. Ona göre bizler yalnızca "çağımızın insanı" olmakla kalmayıp, dünyaya yalnızca bir kez gelen özgün bireylerdik.
- Oysa Hegel işin bu yanıyla pek ilgilenmiyordu, değil mi?
- Hayır. Hegel için tarihin büyük çizgileriydi önemli olan. Kierkegaard da tam da buna karşı çıkıyordu. Kierkegaard'a göre Romantiklerin teklik felsefesi de, Hegel'in "tarihçiliği" de bireylerin kendi hayatlarına karşı sorumluluk duymaları gerektiğini gözardı eden felsefelerdi. Bu yüzden Kierkegaard Hegel ile Romantikleri aynı kefeye koyuyordu.
- Anlıyorum.
- Sören Kierkegaard 1813 yılında doğdu ve babasının sert disiplini altında büyüdü. Dindar ve melankolik yanını da babasından aldı.
- Yazık olmuş!
- Tam da bu melankolik yanı yüzünden nişanını bozmak durumunda hissetti kendini. Kopenhag burjuvazisi bu olaya pek sıcak
427
SOFÎ'NİN DÜNYASI
bakmadı ve onu dışına itti. Zamanla o da buna yanıt vermeyi öğrendi ve İbsen'in "halk düşmanı" dediği türden birisi haline geldi.
- Tüm bunlar bir nişan bozmak yüzünden mi oldu?
- Hayır, yalnızca bu yüzden değil. Özellikle yaşamının son yıllarına doğru toplumu acımasızca eleştiriyordu. "Tüm Avrupa iflasın eşiğinde," diyordu. Güçlü istekler ve azmin olmadığı bir toplumda yaşıyor olmaktan şikayetçiydi. Kilisenin mülayimliğini de eleştiriyordu. "Pazar günü Hıristiyanlığı" konusunda Kiliseyi eleştiri yağmuruna tutuyordu.
-Günümüzde de "Kiliseye üye olma merasimi Hıristiyanlı-ğf'ndan söz etmek mümkün. Bir çokları bu merasimi yalnızca alacakları hediyeleri düşündükleri için yapıyor.
- Evet, konuyu anladığın belli oluyor. Kierkegaard'a göre Hıristiyanlık öyle güçlü ve öyle akıl dışı bir şeydi ki insan ya dindar olmak ya da olmamak durumundaydı. "Birazcık" ya da "bir dereceye kadar" Hıristiyan olmak diye bir şey söz konusu olamazdı. İsa Paskal-ya'da ya gökyüzüne yükselmiş ya da yükselmemişti. Ve eğer gerçekten öldükten sonra dirilmişse ve gerçekten bizim günahlarımız uğruna ölmüşse, bu öylesine önemli bir şeydi ki tüm hayatımızı belirlemesi gerekirdi.
- Anlıyorum.
- Ancak Kierkegaard hem kilisenin hem de insanların bu tip dinsel konulara akılcı birtakım yorumlarla yaklaştıklarını görüyordu. Oysa Kierkegaard'a göre din ile akıl ateşle su gibiydi. Hıristiyanlığın "doğru" olduğuna inanmak yeterli değildi. Gerçek Hıristiyanlık İsa'nın yolundan gitmekti.
- Bunların Hegel'le ne ilgisi var?
- Haklısın, yok. Konuya yanlış tarafından girdik galiba.
- Öyleyse arabayı geri vitese takalım ve konuya doğru tarafından girelim.
- Henüz 17 yaşındayken teoloji okumaya başlayan Kierkegaard, giderek daha çok felsefi konularla ilgilenmeye başladı. 27 yaşın-
428
KİERKEGAARD
dayken "İroni Kavramı Hakkında" adlı teziyle master derecesini aldı. Kierkegaard tezinde Romantik ironi ve Romantiklerin yanılsamayla diledikleri gibi oynayışlarını eleştirir. İroninin bu türüne karşı "Sok-ratesçi İroni"yi savunur. Sokrates de yöntem olarak ironiyi kullanıyor, ama bunu yaparken en ciddi konulara bir aydınlık getirmeyi planlıyordu. Romantiklerin tersine Sokrates Kierkegaard için "Varoluşçu bir düşünür"dü. Bu deyimle, tüm varlığını felsefi düşüncelerine katan bir düşünürü kastediyordu.
- Sonra?
-1841'de nişanını bozduktan sonra Berlin'e giden Kierkegaard, burada Schelling'in verdiği dersleri izledi.
- Hegel'le de tanıştı mı?
- Hayır, Hegel bundan on yıl önce ölmüştü ama Berlin'de ve Avrupa'nın pek çok yerinde geçerli olan hâlâ Hegel'in felsefesiydi. He-gel'in "yöntem"i her türlü soruya genel bir yanıt bulmada kullanılıyordu. Kierkegaard ise, Hegelciielsefenin ele aldığı tüm bu "nesnel doğrular"ın, tek bir bireyin varoluşunda hiçbir önemi olmadığını vurguluyordu.
- Ne tür doğrular önemliydi ona göre?
- Kierkegaard'a göre büyük harf D ile yazılan "Ooğru"lardan çok, insanların yaşamları için önemli olan doğrulara ulaşmaktı önemli olan. "Benim için doğru" olanı bulmaktı. Kierkegaard böylece bireyi ya da tek olan insanı "sistem"in karşısına koymuş oluyordu. Ona göre Hegel kendisinin de bir insan olduğunu unutmuştu. Kierkegaard Hegelci profesör tipi üzerine şunları yazıyordu: "Kafasında binlerce kurguyla Sayın Bay Profesör yaşamın tüm sırlarını ifşa
'eder ama bu arada kendi adını unutmuştur; bir paragrafın olağanüstü 3/8' i değil, insan, evet yalnızca bir insan olduğunu unutmuştur."
- Peki Kierkegaard'a göre kimdir bir insan?
- Bunu bir çırpıda, genel olarak yanıtlamak mümkün değil. Zaten insan doğasının ya da insan denen "varlık"ın genel bir tanımı son derece gereksiz bir şeydi Kierkegaard'a göre. Önemli olan tek bir in-
429
SOFİ'NİN DÜNYASI
sanın varoluşu idi. Ve insan varoluşunu bir masanın ardında ger-çekleştirmez. Eyleme geçtiğimizde ve özellikle bir seçim yaptığımızda varoluşumuzla ilişkiye girebiliriz. Kierkegaard'ın burada ne demek istediğini Buddha hakkında anlatılan bir öyküyle açıklayabiliriz.
- Buddha hakkında mı?
- Evet, çünkü Buddha'nın felsefesi de çıkış noktası olarak insanın varoluşunu alır. Bir gün bir rahip Buddha'dan kendisine dünyanın ve insanın ne olduğunu en açık biçimiyle anlatmasını ister. Buddha da zehirli bir okla yaralanan bir adamı örnek gösterir. Yaralanan adam salt kuramsal bir yaklaşımla okun ne tür bir maddeden yapıldığını, üzerindeki zehirin ne tür bir zehir olduğunu veya okun kaç derecelik bir açı yaparak kendisine saplandığını mı sorar?
- Öncelikle birinin kendisine yardım edip oku çıkarmasını ister
herhalde.
-Tabii ya! Onun için varoluşsal önemi olan konu budur. Buddha gibi Kierkegaard da dünya üzerinde çok kısa bir süre için varolduğunu duyumsuyordu. Bu kısa ömrü de bir yazı masasının arkasına geçip dünya tininin doğası hakkında fikir yürüterek geçirecek değildi ya insan!
- Anlıyorum.
- Kierkegaard doğrunun "öznel" olduğunu da iddia ediyordu. Bu, doğru yanlış demeden her istediğimizi yapabileceğimiz anlamına gelmiyordu elbette. Bununla demek istediği, insan için gerçekten bir önemi olan doğruların kişisel doğrular olduğuydu. Yalnızca bu tür doğrulardı "benim için doğru olan" doğrular!
- Böyle bir öznel doğruya bir örnek verebilir misin?
- Hıristiyanlığın doğru olup olmadığı böyle bir sorudur örneğin. Bu, insanın kuramsal ya da akademik bir biçimde yaklaşabileceği bir konu değildir. "Varoluşunun bilincinde olan" birisi için bu bir ölüm kalım konusudur. Yani bu oturup sırf tartışmış olmak için tartışılacak bir konu değildir. İnsanın ancak büyük bir istek ve içtenlikle yak-
430
KİERKEGAARD
laşabileceği bir konudur.
- Anlıyorum.
- Suya düşecek olsan boğulup boğulmamakla kuramsal bir ilişki halinde olmazsın. Ne de suda timsah olup olmadığı "ilginç" ya da "ilginç olmayan" bir durum oluşturur senin için o anda. Bu senin için bir ölüm kalım meselesidir.
- Evet, tabii ki de.
- Yani felsefi sorunun kendisiyle bireyin aynı soruya yaklaşımı iki ayrı şeydir. Bu tür sorular karşısında birey tek basınadır. Üstelik bu tür önemli sorulara ancak inançia yaklaşabiliriz. Aklımızla yanıtını bulabildiğimiz sorular hiçbir önem taşımaz Kierkegaard için.
- Bunu biraz açıklaman gerekecek.
-8 + 4=12, Sofi. Bunu kesin olarak bilebiliriz. Bu, Descartes'dan beri tüm filozofların bahsettiği "mantıksal doğrular'a bir örnektir. Peki akşam duasında bir işimize yarar mı bu? Ölüm anında aklımızın meşgul olacağı konu bu mudur? Hayır. Tüm bu doğrular istedikleri kadar "nesnel" ve "genel" olsun, tek bir bireyin varoluşu için fazla anlam taşımazlar.
- Ya inanç?
- Kötü bir davranışta bulunduğun bir insanın seni affedip affetmediğini bilemezsin. Tam da bu yüzden bu konu senin için yaşamsal bir öneme sahip olur. Bu senin etinde kemiğinde duyduğun bir olaydır. Bir insanın seni sevip sevmediğini de bilemezsin. Tek yapabileceğin böyle olduğuna inanmak ve bunu ummaktır. Ve de bu, senin için, üçgeninin iç açılarının toplamının daima 180 derece etmesinden çok daha önemli bir şeydir. Ne de "nedensellik yasası" veya "sezi biçimleri"dir ilk öpücüğünü verirken gelen aklına!
- Böylesi çok komik olurdu doğrusu!
- İnanç öncelikle dini konularda önemli bir yer tutar. Kierkegaard bu konuda şunları yazıyor: "Tanrı'yı nesnel bir biçimde kavrayabilir miyim, bilmiyorum ve işte tam bu nedenle buna inanmak durumundayım. Ve bu inancımı korumak için nesnel bilinemezliğe sıkı
431
SOFÎ'NİN DÜNYASI
sıkı sarılmak zorundayım; 70.000 fersah derinininde de olsam denizin, inancımı korumalıyım."
- Oldukça zor anlaşılır bir ifade bu.
- Kierkegaard'dan önce pek çokları Tanrı'nın varlığını kanıtlamaya ya da en azından Tanrı'yı akıl yoluyla kavramaya çalıştılar. Oysa insan bu tür kanıtlara ya da mantıksal tezlere ulaştığını sandığında inancını ve inançla birlikte dinsel içtenliğini yitirir. Çünkü önemli olan Hıristiyanlığın doğru olup olmadığı değil, benim için doğru olup olmadığıdır. Ortaçağda aynı düşünce, "credo quia absürdüm" sözleriyle dile getiriliyordu.
- Yapma ya, demek öyle!
- Bu sözler, "saçma olduğu için inanıyorum" anlamına geliyor. Hıristiyanlık başka yönlerimize değil de aklımıza hitap etseydi, bir inanç konusu olmaktan çıkardı.
- Artık bunu anlamış bulunuyorum.
- Dolayısıyla Kierkegaard'ın "varoluş", "öznel doğru" ve "i-nanç"la ne demek istediğini görmüş bulunuyoruz. Bu üç kavram, Kierkegaard'ın kendinden önceki felsefe geleneğini ve özel olarak da Hegel'i eleştirisinden kaynaklanıyordu. Bunun içine tüm bir "uygarlık eleştirisi" de giriyordu. Ona göre modern toplumda insan "topluluk" ya da "kamu" haline dönüşmüş durumdaydı ve bu topluluğun en belirleyici özelliği, hiçbir bağlayıcı yanı olmayan "laf yapma" işiydi. Kierkegaard bugün yaşasaydı belki bu durum için "uzlaşmacılık" deyimini kullanırdı. Bununla da içten bir istekle bağlı olmadan herkesin aynı şeyi "demesini" ve aynı şeyi "savunmasını" kastederdi.
- Kierkegaard Jorün'ün anne ve babası hakkında ne derdi acaba?
- Kierkegaard'ın oldukça keskin ve alaycı bir dili vardı. Örneğin "topluluk yalandır" ya da "doğru her zaman azınlıktadır" gibi deyişler kullanırdı. Bir çok insanın yaşamı bir oyun gibi görmesini de eleştirirdi.
- Barbi bebeklerini toplamak neyse de, insanın kendisinin bir
432
KİERKEGAARD
garbi bebeği olup çıkması iyice felaket bir şey...
- Bu bizi Kierkegaard'ın "yaşamın üç aşaması" dediği şeye getiriyor.
- Efendim?
- Kierkegaard'a göre üç tür yaşam biçimi mevcuttur. Kendisi bunlar için aşama deyimini kullanır. Bunlar, "estetik aşama", "etik aşama" ve "dinsel aşama"dır. Burada "aşama" sözcüğünü, insanın ilk iki durumda bulunduktan sonra ani bir sıçramayla daha yüksek bir duruma geçebileceğini vurgulamak için kullanır. Ancak pek çok kişi tüm yaşamı boyunca aynı aşamada kalır.
- Tüm bunları biraz daha açarak anlatacaksın umarım. Hem de kendimin hangi aşamada olduğunu merak ediyorum doğrusu.
-Estetik aş amada bulunan biri günü gününe yaşar ve her anından zevk almaya çalışır. Güzel olan ve keyif veren her şey iyidir bu kişilere göre. Bu aşamadaki bir insan duyularının dünyasına hapsol-muş bir şekilde yaşar. Can sıkan her şeyde olumsuz ve kötüdür.
- Bu davranışı iyi biliyorum sanırım.
- Bu açıdan bakılınca tipik bir Romantik, tipik bir Estetikçidir. Çünkü estetik yalnızca duyular yoluyla zevk almakla olmaz. Gerçekliği ya da sanatı, felsefeyi veya yaptığı işi ciddiye almamak da estetik aşamada kalmak anlamına gelir. İnsan acıya ve ızdıraba bile estetik ya da "yorumlayıcı" biracıdan bakabilir çünkü. Dizginleri gösteriş ele almıştır. İbsen, Peer Gynt ile böyle bir Estetikçinin portresini çizmiştir.
- Ne demek istediğini anlıyorum sanırım.
- Sen de bu aşamada mısın sence?
- Sanmıyorum. Ama bu söylediklerin bana Binbaşıyı hatırlatıyor.
- Kimbilir, belki de Sofi... Ama senin bu sözlerin yine yapış yapış Romantik bir ironiye alet oldu. Ağzına acı biber sürmeli senin.
- Neler söylüyorsun?
- Neyse, boşver! Ne de olsa senin suçun değil!
433
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
- Devam edelim lütfen.
- Estetik aşamada yaşamakta olan biri çok geçmeden bunaltıya ve bir boşluk duygusuna kapılabilir. Ama insan bu duyguları yaşı-yorsa, yine de ümit var demektir. Kierkegaard'a göre bunaltı neredeyse olumlu bir şeydir. Bunaltı duymak "varoluşsal bir durunV'a gelmiş olmanın bir ifadesidir. Estetikçi bu aşamada daha yüksek bir aşamaya "sıçramayı" seçebilir. Ama bu ya gerçekleşir ya da gerçekleşemez. Tüm anlamıyla "sıçramadıktan" sonra bunun hiçbir anlamı yoktur. Ya olur ya da olmaz; ikisinin arası olamaz. Ve bu sıçramayı senin için başkası yapamaz. Seçimi senin yapman gerekir.
- Bu bana sigarayı ya da uyuşturucuyu bırakmayı hatırlattı.
- Evet, belki. Kierkegaard'ın bu "karar kategorisi", Sokrates'in en gerçek sezgilerin insanın içinden geldiğini söyleyişini hatırlatır. İnsanın estetik bir yaşam biçiminden etik ya da dinsel yaşam biçimine geçme kararı da içten gelmelidir. İbsen bu konuyu "Peer Gynf'de ele alır. Bu varoluşsal seçimin şiddetli çaresizlik ve kararsızlık duygularının sonucunda nasıl patlayarak ortaya çıktığını usta yazar Dostoyevskide, Raskolnikof'u anlattığı Suç ve Ceza romanında anlatır.