Jostein Gaarder Sofi'nin Dünyası



Yüklə 2,32 Mb.
səhifə30/40
tarix17.11.2018
ölçüsü2,32 Mb.
#83161
1   ...   26   27   28   29   30   31   32   33   ...   40
- Demek ki insanın yapabileceği en iyi iş, başka bir yaşam biçimi
seçmek.
- Böylece insan etik aşamada yaşamaya başlayabilir. Bu aşamaya damgasını vuran, ciddiyet ve etik ölçülerin ışığında alınan tutarlı kararlardır. Bu aşama bir parça Kant'in görev ahlakını hatırlatır. İnsan ahlak yasasının ışığında yaşamaya çalışır. Kant gibi Kierke-gaard da öncelikle insanın duygularını ön plana çıkartır. Önemli olan insanın doğru ya da yanlış olarak neyi seçtiği değildir. Önemli olan insanın içinde bunu seçmek yolunda bir istek olmasıdır. Estetikçiler içinse neyin "gırgır" ve neyin "can sıkıcı" olduğudur önemli olan.
- Böyle yaşayan insan biraz fazla ciddi olmaz mı?
- Olabilir. Kierkegaard'a göre "etik aşama" da tam olarak tatmin edici bir aşama değildir. Yalnızca görev aşkıyla yanıp tutuşan biri de
434
KİERKEGAARD
sonunda bundan yorgun düşer. Pek çok insan hayatlarının sonuna yaklaştıklarında böyle bir yorgunluk duyarlar. Kimisi bunun sonucunda tekrar estetik aşamaya dönebilir. Ancak kimisi de dinsel aşamaya sıçrar. Bunu yapmak inancın "70.000 fersah derinlikteki sularına atlamaya cesaret etmek demektir. Bu kişiler inancı, estetik hazza ve aklın görev emrine tercih etmişlerdir. Ve Kierkegaard'ın deyişiyle "yaşayan Tanrı'nın ellerine düşmek korkunç bir şey" olsa da, insan ancak bu aşamada kendisiyle ödeşir.
- Yani Hıristiyanlıkla.
- Evet, Kierkegaard için "dinsel aşama" Hıristiyanlıktı. Ancak onun Hıristiyan olmayan düşünürler üzerinde de etkisi büyük oldu. 20. yüzyılda bu Danimarkalı düşünürden esinlenerek geniş çaplı bir "Varoluşçuluk felsefesi" oluştu.
Sofi saatine baktı.
- Saat neredeyse yedi. Eve gitmeliyim yoksa annem meraktan ölür. Sonra felsefe öğretmenine el sallayarak koşarak uzaklaştı. Gölün kenarına indi ve kayığa bindi.
435
MARX
...Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor.,
Hilde yatağından kalkıp koya bakan pencereye gitti. Cumartesi gününü Sofi'nin 15. yaşgününü okuyarak geçirmişti. Bunun bir gün öncesi de kendi yaşgünüydü.
Babası, dün Sofi'nin yaşgününe dek okumuş olacağını san-mışsa yanılmıştı. Hem de dün bütün gün okumasına rağmen! Ama babası, geriye tek bir yaşgünü kutlaması kaldığını söylemekle haklı olduğunu göstermişti. Alberto ile Sofi'nin "Happy birthday to you!" diye şarkı söyledikleri anı kastetmiş olmalıydı. Hilde utanmıştı biraz bu durumdan.
Ve de Sofi tam da babasının Lübnan'dan geleceği gün düzenliyordu "felsefe partisini". Hilde bu günde, ne babasının ne de kendisinin tahmin bile edemeyeceği, çok önemli bir şey olacağını çok iyi biliyordu.
Ama en azından şurası belliydi ki babası Bjerkely'e gelmeden önce hayatının şokunu yaşayacaktı. Hilde hiç değilse bu kadarını borçluydu Alberto ile Sofiye. Yardım istemişlerdi üstelik kendisinden...
Annesi hâlâ kayıkhanedeydi. Hilde aşağıya inip telefonun yanına geldi ve Kopenhag'daki Anne ile Ole'nun telefon numarasını çevirdi.
- Anne Kvamsdal.
- Merhaba Anne! Ben Hilde.
- A, merhaba! Ne iyi ettin de aradın. Lillesand'da ne var ne yok?
- İyilik, sağlık. Yaz tatili filan işte... Babamın Lübnan'dan dönmesine de bir hafta kaldı.
436
MARX
- Kimbilir ne seviniyorsundur.
- Tabii, çok seviniyorum. Ha, bu arada, seni aramamın nedeni...
- Evet?
- Babam ayın 23'ü, Cumartesi günü saat 5 sıralarında Kas-trup Havaalanı'na iniyor. Siz o günlerde Kopenhag'dasınız, değil mi?
- Evet?
- Sizden bir şey rica edecektim de...
- Tabii, ne olsa yaparız.
- Ama ... şey... bu biraz özel bir durum aslında...
- Anlatsana yahu, meraktan çatlayacağım.
Hilde bunun üzerine herşeyi, dosyayı, Alberto ve Sofiyi anlatmaya koyuldu. Gülmekten birbirlerinin lafını kese kese konuştular ve telefon kapandığında Hilde'nin planı uygulanmaya konmuştu bile.
Bu arada kendisinin de yapması gereken birkaç şey vardı. Neyse henüz pek acelesi yoktu nasıl olsa...
O öğleden sonrası ve akşamını annesiyle birlikte geçirdi. Akşam arabayla Kristiansand'a gidip film seyrettiler. Dün doğru dürüst geçiremedikleri yaşgününün acısını çıkarmış oldular böylece. Kjevik Havaalanı'na ayrılan kavşaktan geçerlerken, Hilde'nin kafasında planının son parçaları da yerini almış bulunuyordu.
Gece yatmadan önce, dosyasından birkaç sayfa daha okudu. Sofi sürünerek Geçit'e girdiğinde saat neredeyse sekizdi. Annesi girişteki çiçeklerle uğraşıyordu.
- Nereden geldin sen? diye sordu annesi.
- Çitten geçerek.
- Çitten geçerek mi?
- Çitin öbür tarafında bir patika var, bilmiyor musun?
437
SOFİNİN DÜNYASI
- Peki ama nerdeydin sen Sofi? Kaç oldu bu bir haber bile vermeden akşam yemeğinden önce eve gelmeyisin!
Annesi ayağa kalkmış Sofi'ye bakıyordu.
- Yoksa yine şu filozofla mı beraberdin?
- Ha, evet. Onun da ormanda yürüyüş yapmaktan hoşlandığını söylemiştim ya.
- Partiye geliyor ama, değil mi?
- Evet, hem de memnuniyetle.
- Ah, ben de memnuniyetle günleri sayıyorum Sofi.
Annesi iğneli bir şekilde mi söylemişti bunları? Garanti olsun diye Sofi:
- İyi ki Jorün'ün annesiyle babasını da çağırmışım. Biraz acayip
kaçardı yoksa.
- Hmmm... ama ne olursa olsun şu Alberto'yla başbaşa bir çift laf
edeceğim.
- İstersen benim odamda konuşun. Hem ben ondan hoşlanacağından eminim.
- Ha, bir şey daha. Sana yine mektup var...
- Öyle mi?
- Mektup "BM Taburu" damgalı.
- Ha, o zaman Alberto'nun kardeşinden olmalı.
- Yeter artık ama Sofi!
Sofi'nin aklı son hızla çalışmaya başladı. Birden aklına şahane bir yalan geldi. Görünmeyen bir kuvvet ona yardım ediyordu sanki.
- Alberto'ya ender rastlanan pulları topladığımı söylemiştim. 0 da bundan kardeşine bahsetmiş olmalı. Hem kardeşler ne güne duruyor zaten, değil mi ya!
Bu cevap annesini rahatlatmıştı. Sesinin tonunda birazcık bir
yumuşamayla:
- Yemeğin buzdolabında duruyor, dedi.
- Mektup nerede?
- Buzdolabının üzerinde.
438
MARX
Sofi içeriye girdi. Pul 15.6.1990 tarihinde damgalanmıştı. Zarfı açtı ve içinde küçük bir not yazılı olduğunu gördü:
Neden ki bu amaçsız yaratılış Yokolacaksa bir gün her yaratılmış ?
Bu soruya Sofi'nin verecek cevabı ne yazık ki yoktu. Yemek yemek için aşağıya inmeden önce bu notu da son haftalarda edindiği diğer ıvır zıvırın durduğu dolaba koydu. Nasıl olsa zamanı gelince bu sorunun anlamını da öğrenecekti. Ertesi gün sabah Jorün geldi. Biraz badminton oynadıktan sonra partinin ayrıntılarını planlamaya de-, vam ettiler. Partinin temposunun düşmesi ihtimalini göze alıp yedekte birkaç sürpriz bulundurmalıydılar.
Annesi eve geldiğinde hâlâ partiden bahsediyorlardı. Annesi ikide bir "merak etmeyin, paradan sakınmanıza hiç gerek yok!" diyordu. Bunu dalga geçmek için de söylemiyordu üstelik! Son haftalarda olup bitenden sonra Sofi'nin ayaklarının tekrar yere basması için çok şey bekliyor gibiydi bu partiden.
O akşam, parti için ne tür pasta yapılacağından Japon fenerlerine, felsefe yarışmasında kazanana ödül olarak verecekleri felsefe kitabına dek herşeyi planladılar. Aslında böyle bir kitap bulunup bulunmadığından pek emin değildi Sofi.
21 Haziran Perşembe günü • yani 24 Hazirana üç gün kala Alber-to aradı.
- Buyrun, ben Sofi.
- Ben de Alberto.
- Ne var ne yok?
- İyilik, hem de çok iyilik! Sanırım bir çıkış yolu buldum.
- Neden çıkış yolu bu?
- Biliyorsun ya canım! İçinde fazlasıyla yaşamak durumunda kaldığımız bu duygusal hapislikten.
- Ha, o mu...
439
SOPt'NtN DÜNYASI
- Ama uygulamaya geçmeden önce bunun hakkında hiçbir şey
söyleyemem.
- Ama geç kalmış olmaz mıyız o zaman? Ne tür bir planda rol oy. nayacağımı benim de bilmem gerekmez mi?
- Saf olma. Konuştuklarımızın tümü dinleniyor. Bu yüzden en akıllıcası bir şey söylememek.
- Bu kadar ciddi mi gerçekten?
- Elbette çocuğum. En önemli şeyler biz konuşmazken olmak zorunda.
- Ya...
- Biz uzun bir anlatıdaki sözcüklerin arkasındaki yapay bir gerçeklikte yaşıyoruz. Bu sözcüklerin her bir harfi Binbaşının ucuz seyahat daktilosundan çıkmakta. Bu yüzden basılı hiçbir şey Binbaşının gözünden kaçamaz.
- Tamam bunu anlıyorum ama ondan gizlenmeyi nasıl başaracağız?
-Hişş! -Ne oldu?
- Bu işin satır araları da var. İşte ben tüm gücümü kullanıp bu satır aralarından yararlanacağım.
- Anlıyorum.
- Ancak bugün ve yarın birlikte olmamız gerek. Cumartesi gü-nüyse olan olacak! Şimdi hemen gelebilir misin?
- Hemen geliyorum.
Sofi kuşlarla balıkların yemini verdi, Govinda'nın önüne koca bir salata yaprağı koydu ve Şerekan'a bir kutu kedi maması açtı. Giderken yemek kabını dışarı, merdivenlerin üzerine koydu.
Sonra çitten geçip, çitin öbür tarafındaki patikaya girdi. Bir süre gittikten sonra, karşısına bir süpürgeotu çalılığının tam ortasında kocaman bir masa çıktı. Masanın gerisinde yaşlı bir adam oturuyordu. Adam bir takım hesaplar yapıyor gibiydi. Sofi adamın yanına
440
MARX
gidip ismini sordu.
Adam lütfeder gibi bir bakış fırlattıktan sonra:
- Benim adım Scrooge, dedi ve sonra yine kâğıtlarının üzerine eğildi.
- Benim adım da Sofi. İş adamısınız galiba? Adam başını salladı.
- Ve de korkunç zenginim. Tek bir kuruş bile havaya gitmemeli. Bu yüzden hesaplarımı iyice kontrol etmeliyim.
- Aman ne sıkıcı iş!
Böyle dedikten sonra Sofi adama elini salladı ve yoluna devam etti. Ancak birkaç metre ya gitmiş ya gitmemişti ki yüksek ağaçların birinin dibinde tek başına oturan bir kız çıktı karşısına. Yırtık pırtık elbiseleri içindeki kızın yüzü solgun ve hastalıklı görünüyordu. Sofi yanına geldiğinde kız elindeki torbadan bir kibrit kutusu çıkarıp So-fi'ye uzattı ve:
- Kibrit satın almak ister misiniz? diye sordu.
Sofi ceplerini karıştırdı ve şansına cebinde bir kron buldu.
- Kaça?
- Bir kron.
Sofi kıza bir kron verdi ve kibriti aldı.
- Yüz yıldır benden kibrit alan olmamıştı. Bazen açlıktan öldüm, bazen soğuktan donarak. Sofi kızın ormanın ta içinde kibritlerine elbette alıcı bulamayacağını düşündü. Ama sonra aklına biraz ötedeki iş adamı geldi. Adamın o kadar çok parası vardı ki nasıl olsa birazını kıza verir, o da artık açlıktan ölmezdi.
- Gel benimle, dedi Sofi.
Sofi kızın elinden tutup zengin adamın yanına gitti.
- Bu kıza yardım etmelisin, dedi Sofi adama. Adam kâğıtlardan başını kaldırıp:
- Bu tip işler para ister ve de demin de söylediğim gibi benim havaya atacak tek kuruşum yok, dedi.
- Ama bu kız ne kadar yoksul! O böyle yoksulken senin bu' kadar
441
SOFfNtN DÜNYASI

zengin olman çok büyük bir eşitsizlik! diye üsteledi Sofi.


- Saçmalık! Eşitlik yalnızca birbirinin dengi insanlar arasında geçerli olan bir şeydir.
- Ne demek bu?
- Ben bu halime çok çalışarak geldim. İnsan çalışmasının karşılığını mutlaka alır. Buna da ilerleme denir.
- Ama bu kadarı da fazla doğrusu!
- Bana yardım etmezseniz ölürüm, dedi yoksul kız.
İş adamı başını tekrar hesaplarından kaldırdı. Sonra da kalemini masanın üzerine şiddetle çarparak:
- Sen benim hesaplarımın içinde yoksun! Hadi, hadi çek git bakalım fakirhaneye!
- Eğer sen bana yardım etmiyorsan ben de ormanı yakarım, dedi bu kez yoksul kız.
Bunu deyince adam masanın arkasındaki yerinden ayağa fırladı, ama kız çoktan kibriti çakmıştı bile. Kibriti kuru otlara uzatmasıy-la otların ateş alması bir oldu.
Zengin iş adamı ellerini uzatmış:
- Yardım, yardım edin bana! diye bağırıyordu. - Kızıl horoz azdı! Kızın yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi ve:
- Komünist olacağımı hiç tahmin etmemiştin, değil mi? dedi. Hemen ardından kız, iş adamı ve yazı masası bir anda yokoldu.
Sofi giderek daha hızla yanan otların arasında kalakaimıştı. Ateşin üzerinde epeyce bir süre tepindikten sonra, nihayet söndürmeyi başardı.
Çok şükür! Sofi kararmış otlara baktı. Elinde hâlâ bir kibrit kutusu tutuyordu.
Yoksa ateşi yakan kendisi mi olmuştu?
Kulübenin önünde Alberto'yu gördüğünde, tüm olup bitenleri ona anlattı.
- Scrooge, Charles Dickens'\n "Bir Yılbaşı Öyküsü" adlı
442
MARX
eserinde yer alan pinti bir kapitalisttir. Kibritçi kızı ise H.C. Ander-sen'in masalından hatırlamışsındır herhalde.
- Her ikisinin de burada, ormanda karşıma çıkması çok acayip değil mi sence?
- Hiç de değil. Bu başka ormanlara benzemeyen bir orman, bugün söz edeceğimiz kişi ise Kari Man. Bu açıdan senin de önceki yüzyılda, sınıflar arasındaki korkunç uçurumu anlatan bir örnek görmen iyi olmuş. Ama gel şimdi içeri girelim. Ne de olsa içeride Binbaşının müdahalelerinden biraz daha iyi korunabiliyoruz.
Yine göle bakan pencerenin kenarındaki masaya oturdular. Bu küçük gölün mavi şişeyi içtikten sonra ne hale geldiği Sofi'nin aklından hâlâ gitmiyordu.
Kırmızı ve mavi şişeler şöminenin üzerinde duruyordu. Masanın üzerinde bir Yunan tapınağının küçük bir kopyası vardı. Sofi:
- Bu ne? diye sordu.
- Her şeyin bir sırası var çocuğum. Sonra Alberto Marx'ı anlatmaya başladı:
- Kierkegaard 1841'de Berlin'e geldiğinde, belki de Kari Marx'la beraber oturup Schelling'in derslerini dinlemişti. Kierkegaard, Sok-rates hakkında bir master tezi yazmıştı. Öte yandan Manc'ın doktora tezinin konusu da Demokritos ve Epikuros, yani Antik Çağ Materyalizmiydi. Buradan yola çıkarak sonra her ikisi de kendi felsefesini oluşturdu.
- Kierkegaard Varoluşçu, Marx da Materyalist oldu, değil mi? -
- Marx'a Tarihsel Materyalist diyoruz. Bunun ne anlama geldiğine az sonra değineceğiz.
- Devam edelim öyleyse.
- Hem Kierkegaard hem de Marx'ın felsefesinin çıkış noktasında Hegel vardır. Her ikisi de Hegelci düşünce yöntemini benimsemekle beraber, Hegel'in "dünya tini"ne ya da bir başka deyişle onun İdealizmine katılmazlar.
- Hegel onlara biraz fazla uçuk geliyordu belki de.
443
SOFfNtN DÜNYASI
- Herhalde. Genel olarak Hegel'den sonra büyük felsefe sistemlerinin sona erdiğini söylemek mümkün. Hegel'den sonra felsefe yepyeni bir yola girmiştir ve büyük kurgusal sistemlerin yerini "Varoluşçu" ya da "Eylemci" felsefeler almıştır. "Amaç dünyayı anlamak değil, onu değiştirmektir" derken Manc'ın kastettiği de budur. İşte onun bu sözleri felsefe tarihinde çok önemli bir değişimi simgelemektedir.
- Scrooge'la Kibritçi Kız'ı gördükten sonra onun bu sözlerininin ne anlama geldiğini anlamak hiç de güç değil!
- Demek oluyor ki Marx'ın düşüncesinin pratik ve politik bir yanı vardır. Ayrıca onun yalnızca bir filozof değil, aynı zamanda bir tarihçi, bir sosyolog ve bir ekonomist olduğunu da belirtmek gerek.
- Ve tüm bu alanlarda da büyük yenilikler getirdi, öyle mi?
- Böyle diyebiliriz belki de. En azından, uygulamalı politika alanında ondan daha etkili bir başka filozofun varolmadığını söyleyebiliriz. Öte yandan "Marksizm" deyince akla gelen herşeyi Manc'ın kendi düşünceleriyle eş tutmak doğru olmaz. Marx'ın 1840 yıllarında "Marksist" olduğu, ama bundan sonra kendisinin "Marksist" olmadığını söyleme ihtiyacı hissettiği söylenir.
- Marx dindar mıydı?
- Bu da tartışılabilir kuşkusuz.
- Yani?
- Marx'ın arkadaşı ve meslekdaşı Friedrich Engels başından beri sonradan "Marksizm" diye adlandırılan bu harekete katkıda bulunmuş bir kişidir. Bu yüzyılda da Lenin, Stalin ve Mao Marksizm ya da "Marksizm-LeninizırTe katkıda bulunmuşlardır.
- Bence Marx'ın kendisiyle yetinsek olur. Manc'a "Tarihsel Materyalist" mi demiştin biraz önce?
- Evet, o, Antik Çağ Atomcuları gibi "Felsefi Materyalist" ya da 17. ve 18. yüzyılın Mekanik Materyalistleri gibi değildi. Ona göre insanların düşünce biçimlerini belirleyen, toplumda geçerli olan maddi ilişkilerdi. Bu tür maddi ilişkiler tarihin gidişini de belirlemekteydi
444
MARX
aynı zamanda.
Bu, Hegel'in "dünya tinf'nden farklı bir şey...
- Hegel'e göre tarihsel gelişimi karşıt kutuplar arasında oluşan ve sonra ani bir değişimle çözülen gerilimler belirliyordu. Marx bu düşünceyi daha da ileri götürmüştür ama Hegel'in tepetaklak durduğunu da bilerek.
- Umarım Hegel tüm hayatı boyunca böyle durmamıştır.
- Hegel, tarihi ilerleten şeyin "dünya tini" ya da "dünya aklı" olduğunu öne sürüyordu. Marx'ın tepetaklak bulduğu şey de buydu. Ona göre esas.belirleyici olan şey maddi değişimlerdi. Yani maddi değişimleri yaratan şey "tinsel değişimler" değil, gerçek bunun tam tersiydi. Maddi değişimlerdi düşünsel değişimleri yaratan. Marx özel olarak da toplumda değişim yaratıp tarihi ilerleten şeyin ekonomik güçler olduğunu söylüyordu.
- Bir örnek veremez misin?
- Antik Çağ felsefesinin ve biliminin salt kuramsal bir amacı vardı. Bilgiyi uygulamaya geçirip faydalı bir şey yapmak gibi bir derdi yoktu.
- Evet?
- Bu düşünce biçimi gündelik ekonomik hayatın düzenlenme biçimiyle yakından ilgiliydi. Üretim büyük ölçüde köle işçiliğine dayandığı için zengin vatandaşların yeni pratik buluşlar yapıp üretimi iyileştirme gibi bir dertleri yoktu. Bu, maddi ilişkilerin felsefi düşünceyi nasıl etkilediğine bir örnektir.
- Anlıyorum.
- Marx, toplumda geçerli olan bu tür maddi, ekonomik ve sosyal ilişkileri altyapı diye adlandırıyordu. Bir toplumda insanların nasıl düşündüklerine, ne tür politik kurumları, hangi yasaları olduğuna, hangi dine inanıp ne tür bir ahlak, sanat, felsefe ve bilime sahip olduklarına da Marx o toplumun üstyapısı diyordu.
- Altyapı ve üstyapı ha...
- İşte şimdi şu Yunan tapınağını uzatabilirsin bana belki.
445
SOFl'NlN DÜNYASI
- Buyur.
- Bu, Akropolis'deki eski Parthenon tapınağının küçük bir kopyası. Gerçeğini de görmüştün ya hani.
- Videosunu demek istiyorsun herhalde.
- Gördüğün gibi binanın çatısı son derece güzel ve gösterişli. Binanın en önce göze çarpan yanı da bu belki. İşte buna "üstyapı" diyebiliriz. Ama bu çatı tek başına ayakta duramaz, değil mi?
- Hayır, onu ayakta tutan şey sütunlar.
- Binanın herşeyden önce sağlam bir temeli ya da bir "altyapısı" var. Marx da aynı şekilde, toplumda geçerli olan tüm düşünce ve fikirlerin maddi temeller üzerinde oluştuğunu söylüyordu. Toplumun üstyapısı, altyapısının bir yansımasıydı.
- Platon'un idea öğretisi, saksı üretimiyle üzüm yetiştiriciliğinin bir yansıması mıydı yan!?
- Hayır, bu kadar basit değil. Böyle olmadığını Manc'ın kendisi de söyler zaten. Ona göre toplumun altyapısıyla üstyapısı arasında karşılıklı bir ilişki vardır. Marx bu tür bir karşılıklığı reddetmiş olsaydı, "Mekanik Materyalist" olmuş olurdu. Oysa o alt ve üstyapı arasında karşılıklı ya da diyalektik bir ilişki olduğunu savunduğu için, onun Diyalektik Materyalist olduğunu söylüyoruz. Ayrıca belirtmek isterim ki Platon ne saksı yapımıyla ne de bağcılıkla uğraşmıştır.
- Anlıyorum. Tapınak hakkında başka şeyler de söyleyecek misin?
- Evet. Tapınağın temelini biraz incelersen bana bu konuda neler
söyleyebilirsin?
- Sütunlar, üç seviye ya da üç basamaktan oluşmuş bir temelin
üzerinde duruyor.
- Aynı şekilde toplumun temelinde de üç aşama görülebilir. Bunların içinde en "temel" olanı "üretim koşulları" diyebileceğimiz şeydir. Bu, iklim koşulları ya da hammaddeler gibi toplumun elinde bulunan doğal koşullar ya da doğal kaynaklardır. Bu koşullar bir toplumun betondan temelini oluşturur ve toplumda nasıl bir üretimin
446
MARX
varolabileceğini belirler. Dolayısıyla da nasıl bir toplum ve nasıl bir kültürün mümkün olabileceğini belirler.
- Ne Sahra'da balıkçılık yapılabilir, ne de Norveç'in kuzeyinde hurma yetiştirilebilir...
- Evet, demek ki anlamışsın. Ayrıca göçebe bir toplumun düşünce biçimiyle, örneğin bir Kuzey-Norveç balıkçı köyündeki insanların düşünce biçimleri arasında da önemli farklılıklar vardır. Bundan sonraki aşama, toplumda ne tür "üretim güçleri" olduğu aşamasıdır. Manc'ın bununla kastettiği, insanların sahip olduğu araç, gereç ve makinelerdir.
- Eskiden balıkçı tekneleriyle balığa çıkılırdı, günümüzde ise bu iş için koca ağlarla balık avlanan büyük gemiler kullanılıyor.
- İşte böylelikle üçüncü aşamaya temas etmiş oluyorsun ki bu da üretim araçlarını kimin elinde bulundurduğudur. İşin düzenlenişini, yani toplumdaki iş bölümü ve sahiplik ilişkilerini de Marx "üretim ilişkisi" diye adlandırıyordu.
- Anlıyorum.
- Buraya kadar söylediklerinden şöyle bir sonuca varabiliriz ki bir toplumda geçerli olan politik ve ideolojik ilişkileri belirleyen şey üretim biçimidir. Eskinin feodal toplumlarından daha farklı düşünmemizin, daha farklı ahlaki değerlere sahip olmamızın nedeni budur.
- O zaman Marx tarihin her zamanında geçerli olan bir takım doğal doğrular olduğuna inanmıyordu...
- Hayır. Manc'a göre ahlaksal doğrular toplumun altyapısının bir ürünüydü. Eskiden köylü toplumlarda insanın evleneceği kişiyi ailesinin belirlemesi tesadüfen böyle olmuş bir şey değildir. Bunun, toprağın mirasının kime kalacağıyla yakın bir ilişkisi vardı. Günümüzün modern şehirlerindeyse bambaşka sosyal ilişkiler geçerli. Burada insan beraber olacağı kişiyi bir eğlencede ya da bir diskotekte bulup, o kişiyi yeterince sevdiğine inandığı andan itibaren onunla birlikte yaşamaya başlıyor.
- Evleneceğim kişiyi ailemin seçmesine hiç gelemem doğrusu!
447
SOFİ'NÎN DÜNYASI
- Tabii çünkü sen de kendi zamanının çocuğusun. Marx ayrıca neyin doğru neyin yanlış olduğunu toplumu yöneten sınıfların belirlediğini söyler. Çünkü tüm tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir. Yani, tarih herşeyden önce üretim araçlarına kimin sahip olacağı meselesidir.
- İnsanların düşünce ve fikirleri de tarihin değişmesinde bir rol
oynamaz mı?
- Hem evet, hem hayır. Marx toplumun üstyapısının da altyapısını etkileyeceğini gözardı etmemekle beraber, üstyapının bağımsız bir tarihi olduğu görüşünü reddediyordu. Tarihi, Antik Çağın köle toplumundan bugünün endüstri toplumuna getiren şey, herşeyden önce toplumun altyapısındaki değişimlerdi. '
- Evet, bunu daha önce de söylemiştin.
- Tarihin her döneminde, diyordu Marx, toplumun iki egemen sınıfı arasında bir karşıtlık olagelmiştir. Bu karşıtlık Antik Çağın köle toplumunda özgür yurttaşlarla köleler arasında, Ortaçağın feodal toplumunda feodal beylerle seriler ve daha sonra da aristokrasiyle yurttaşlar arasındaki karşıtlık olarak kendini göstermiştir. Marx'ın içinde yaşadığı çağda ve burjuva ya da kapitalist toplum diye adlandırdığı toplumda ise bu karşıtlık öncelikle kapitalistle işçi ya da proleter arasındadır. Yani bu, üretim araçlarına sahip olanlarla olmayanlar arasındaki bir karşıtlıktır. Ve de "üst sınıflar" bu güçlerinden hiçbir zaman kendiliğinden vazgeçmeyeceği için değişim ancak bir devrimle gerçekleşebilir.
- Ya komünist toplum?
- Marx kapitalist toplumdan komünist topluma geçiş konusunun özellikle üzerinde duruyordu. Bu bağlamda kapitalist üretim biçiminin ayrıntılı bir analizini de yapmıştı. Ama şimdi bu konuya geçmeden önce Manc'ın insan emeğiyle ilgili görüşlerinden bahsedelim.
- Haydi anlat.
- Komünist olmadan önceki döneminde genç Marx, insanın çalışırken ki durumuyla ilgileniyordu. Bu konuyu Hegel de incelemişti.
448
MARX
Hege''e Sore insanla doğa arasında karşılıklı ya da "diyalektik" bir ilişki vardı. İnsan doğayı işledikçe kendisi de işlenirdi. Veya başka bir deyişle, insan çalışırken doğayı değiştirir, onda kendinden izler bırakırdı. Ancak bu süreçte doğa da insanı değiştirir, insan bilincinde bir takım izler bırakırdı.
- Bana işini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.
- Marx'ın da demek istediği kısaca budur. Çalışma biçimimiz düşüncelerimizi, düşüncelerimiz de çalışma biçimimizi belirler. İnsanın "eli'yle "aklı" arasında karşılıklı bir ilişki vardır da diyebiliriz buna. İnsan bilgisi de aynı şekilde insanın emeğiyle yakından ilgilidir.
- İşsiz olmak da epey korkunç bir şey olsa gerek.
- Evet, işsiz insan bir anlamda boş kalmış bir insan demektir. Hegel de bu konuyu ele almıştır. Hegel de Marx da işi olumlu bir şey olarak görüyor, çalışmanın insan olmayla ilgili olduğunu söylüyorlardı.
- O zaman işçi olmak da olumlu bir şey olmalı...
- Evet, aslında öyle. Ancak Marx tam bu noktada kapitalist üretim biçimini dehşetli bir şekilde eleştirir.
- Neden?
- Kapitalist düzende işçi bir başkası için çalışır. Böylelikle iş kendisinin dışında, ona ait olmayan bir şey olur. İşçi kendi işine yabancı kalır, dolayısıyla kendine de yabancı kalmış olur. Kendi insani gerçekliğini yitirir. Hegel'in deyimiyle işçi yabancılaştırılmış olur.

Yüklə 2,32 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   26   27   28   29   30   31   32   33   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin