Jostein Gaarder Sofi'nin Dünyası



Yüklə 2,32 Mb.
səhifə24/40
tarix17.11.2018
ölçüsü2,32 Mb.
#83161
1   ...   20   21   22   23   24   25   26   27   ...   40
Alberto Berkeley'i anlatmaya başladığında Hilde de Sofi
346
AYDINLANMA ÇAĞI
kadar heyecanlıydı. Ne olacaktı şimdi? Babası hep, insan aklının dışında maddesel bir dünya olduğunu reddeden bu filozofa gelindiğinde önemli bir şeyler olacağını sezdirmişti. Hilde ansiklopediye baktığı iç in önceden bir şeyler öğrenmişti, Berkeley hakkında.
Bölüm, Sofi ile Alberto'nun pencere kenarında dururlarken, ardında yaşgünü tebriği mesajı taşıyan uçağı görmeleriyle başlıyordu. O sırada da "kara bulutlar tüm şehri kaplıyordu".
Yani tüm soru "olmak ya da olmamak" değildir. Soru aynı zamanda ne olduğumuzdur. Gerçekten et ve kemikten oluşmuş insanlar mıyız? Dünyamız gerçek şeylerden mi oluşuyor, yoksa akıl mı bizi çevreleyen?
Sofi'nin tırnak yemeye başlamasında şaşacak bir şey yoktu. Kendisinin böyle bir huyu olmasa da, onun da kendini pek iyi hissettiği söylenemezdi.
Ve sonra bir gün gelir anlardı insan:"... bizim içinse "herşe-yin kendinde nedeni" olan bu "ruh" Hilde'nin babası olabilir."
- Demek o bizim için bir tür Tanrı, öyle mi?
- Dürüst olmam gerekirse, evet. Ama bundan ötürü utanması gerek o ahlaksızın!
-Ya Hilde?
- O bir melek, Sofi.
- Melek mi?
- Hilde bu "ruh"un göründüğü kimse.
Bundan sonra Sofi Alberto'dan ayrılıyor, kendini sokakta, yağmur fırtınanın ortasında buluyordu. Sofi'nin şehri koşarak geçmesinden birkaç saat sonra Bjerkeley'i de etkisi altına alan aynı kötü hava olmasındı bu?
347
SOFÎ'NİN DÜNYASI
AYDINLANMA ÇAĞI
Yarın yaşgünüm, diye düşünüyordu. Tam on beşinci yaşına basarken hayatın yalnızca bir rüya olduğunu anlamak ne kadar acıklıydı! Sanki bir milyon kazanmış, tam ödülü alacakken bunun aslında bir rüya olduğunu anlamış gibiydi.
Sofi ıslak stadyumu da koşarak geçti. Çok geçmeden kendisine doğru birinin koştuğunu farketti. Annesiydi bu. Bu arada gökyüzün-de art arda şimşekler çakıyordu.
Nefes nefese sarılmıştı şimdi annnesi Sofi'ye.
- Neler oluyor bize yavrum? diyordu annesi.
- Bilmiyorum, derken ağlıyordu Sofi. - Sanki herşey kötü bir rüya gibi!
Hilde de gözlerinin dolduğunu hissediyordu. "Olmak ya da olmamak - işte bütün mesele bu."
Dosyayı elinden yatağa atıp ayağa kalktı. Bir ileri bir geri odayı arşınlamaya koyuldu. Sonunda annesi gelip onu yemeğe çağırana dek pirinç aynanın karşısında kendini seyretti. Annesi kapıyı çaldığında aynanın karşısında ne kadar zamandır durduğunu bilmiyordu. Ama bildiği bir şey varsa, o da aynadaki görüntüsünün kendisine iki gözünü birden kırpmış olduğuydu.
Yemek boyunca yaşgünü için kendisine yapılanlara teşekkür borçlu, iyi bir aile kızı gibi davranmaya çalıştı. Aslında kafası sürekli Alberto ve Sofi'yle meşguldü.
Herşeyin ardında Hilde'nin babasının olduğunu anlamışlardı artık. Peki şimdi neler olacaktı? Aslında anlamışlardı demek de ne demekti? Herşey kurmacaydı nasıl olsa. Onların bir şey anlamasını sağlayan babası değil miydi? Ne olursa olsun ortada bir sorun vardı: Sofı'yle Alberto herşeyi "anladıklarına" göre yolun sonuna gelinmiş demekti.
Aynı durumun belki kendi dünyası için de geçerli olduğu aklına geldiğinde, bir patates cipsi neredeyse boğazında kah-
348
yordu. İnsanlar doğanın kurallarını birbiri ardına keşfedip duruyorlardı. Tarih böyle, felsefe ve bilimde tüm bilinemeyenler çözülüp dururken sonsuza dek sürecek miydi? Yoksa insanlık, tarihinin sonuna mı yaklaşmıştı? Çünkü bir yandan gittikçe ilerleyen düşünce ve bilim ile incelen ozon tabakası ve yakılarak yokedilen tropik ormanlar arasında bir ilişki yok muydu? Belki de insanların bilgiye susuzluğuydu "ilk günahları"?
Bu konu öyle büyük ve öyle ürkütücüydü ki, Hilde hemen başka şeyler düşünmeye çalıştı. Üstelik babasının yaşgünü hediyesini okumaya devam ederse, bir sürü şeyi daha anlardı kuşkusuz.
- "Dile benden ne dilersen..." diye bir başka yaşgünü şarkısı söylüyordu annesi italyan çilekleriyle dondurmalarını yerlerken. - Şimdi sen ne istersen onu yapacağız.
- Biraz garip gelecek ama şu an tüm istediğim babamın armağanını okumaya devam etmek.
- Pekâlâ, ama dikkat et de kendini fazla kaptırma!
- Yok canım.
- Belki sonra pizzalanmızı alıp televizyondaki şu dedektif dizisini seyrederiz...
- Belki.
Hilde'nin aklına Sofi'nin annesiyle konuşmaları geldi. Babası Sofi'nin annesini kendi annesinden esinlenerek mi yaratmıştı acaba? Ne olur ne olmaz diye annesine hiç değilse bugün evrenin silindir şapkasından çıkarılan tavşanlardan söz etmemeye karar verdi.
- Aklıma gelmişken, dedi ayağa kalkarken. -Evet?
- Altın haçlı kolyemi bulamıyorum. Annesi anlamlı anlamlı baktı.
- Kolyeni haftalarca önce iskelenin ucunda buldum. Orada düşürmüşsün, seni dağınık seni!
349
SOFÎ'NİN DÜNYASI
- Bunu babama anlattın mı?
- Bilmem. Ha evet, galiba anlattım...
- Peki şimdi nerede?
Annesi kalkıp kendi takı kutusuna bakmaya gitti. Sonra yatak odasından hayret dolu bir ses geldi. Oturma odasına geri gelen annesi:
- Hay Allah! Şu an için ben de bulamıyorum, dedi.
- Biliyordum zaten.
Annesine bir sarılıp, yukarı kendi odasına koştu. Nihayet tekrar Sofi ve Alberto'nun başına gelenleri okuyabilecekti. Yine yatağına oturup, koca dosyayı kucağına açtı.
Sofi ertesi sabah annesinin odasına girmesiyle uyandı. Elinde içi hediye paketi dolu bir tepsi taşıyordu. Boş bir gazoz şişesine bayrağı koymuştu.
- Yaşgünûn kutlu olsun Sofi!
Sofi gözlerini ovuşturarak kendine gelmeye çalıştı. Dün olanları hatırlamaya çalıştı. Ama herşey bir bulmacanın parçalarını andırıyordu. Bulmacanın bir karesinde Alberto, bir diğerinde Hilde ve Binbaşı vardı. Bir başka karede Berkeley, diğerinde Bjerkely yer alıyordu. Karelerin en siyahı o korkunç havaydı. Sofi bir sinir krizi geçirmişti neredeyse bu havada. Sonra annesi onu havluyla kurulamış, ballı sıcak süt içirip "yatırmıştı". Sofi yatar yatmaz uyumuştu.
- Hâlâ hayattayım galiba, dedi Sofi kısık bir sesle. -Tabii hayattasın! Üstelik bugün 15 yaşına giriyorsun.
- Emin misin?
- Ne demek emin miyim? Bir anne bir tanecik kızının ne zaman doğduğundan emin olmaz mı? 15 Haziran 1975... saat bir buçuk. Hiç kuşkusuz hayatımın en mutlu günü.
- Herşeyin yalnızca bir rüya olmadığından emin misin?
- Öyle de olsa, gözünü açıp karşında çörekler, gazoz ve yaşgü-nü hediyeleri bulduğun bir rüya fena bir rüya sayılmaz herhalde!
350
AYDINLANMA ÇAĞI
Annesi elindeki tepsiyi bir sandalyeye bırakıp kısa bir süre için yokoldu. Tekrar odaya geldiğinde elinde bir başka tepsi vardı. İçinde çörekler ve gazoz olan bu tepsiyi Sofi'nin yatağının dibine bıraktı.
Bundan sonrası her zamanki yaşgünü sabahları gibi geçti. Sofi hediyelerini açtı; annesi ta on beş yıl öncesine, doğum sancılarına varana dek anılarından bahsetti. Annesinin hediyesi bir tenis raketiydi. Şimdiye dek hiç tenis oynamamıştı ama Yonca Sokağı'ndan üç beş dakika ötede isterse oynayabileceği bir tenis sahası vardı. Babası FM-radyolu bir mini televizyon göndermişti. Televizyonun ekranı bir fotoğraf yüzeyi kadar ya vardı, ya yoktu. Sonra ailenin başka fertlerinden ve aile dostlarından hediyeler vardı.
Bir süre sonra annesi:
- Bugün işten izin alayım mı sence? diye sordu.
- Hayır. Neden?
- Dün gerçekten kendinde değildin. Böyle devam ederse seni bir psikologa göstersek diyordum. "
- Gerekmez.
- Dünkü hava mıydı seni böyle etkileyen yoksa şu meşhur Alberto mu?
- Ya sana ne demeli? Dün "Neler oluyor bize yavrum?" diyen sen değil miydin?
- Bir takım acayip insanlarla buluşmak için şehirde oraya buraya gitmeni düşünerek söyledim. Bunda belki benim de suçum var diye...
- Boş zamanlarımda birazcık felsefe dersi almamda kimsenin "suçu" yok. İşine gidebilirsin. Zaten 10'da okulda olacağız. Ders yok. Karne alıp biraz eğleneceğiz o kadar.
- Karnen nasıl dersin?
- Bilmem ama birinci dönemden daha çok pekiyi olacağı kesin. Annesi gideli pek az olmuştu ki telefon çaldı.
- Alo, ben Sofi Amundsen.
- Merhaba. Benim, Alberto.
351
SOFÎ'NİN DÜNYASI
-Aa?
- Binbaşı yapacağını yaptı yine.
- Ne demek istiyorsun?
- Dünkü havayı kastediyorum Sofi.
- Neye inanacağımı bilemiyorum.
- İşte bir filozofu filozof yapan da budur. Bu kadar kısa zamanda böyle çok şey öğrenmenden gurur duymuyorum desem yalan olur.
- Hiçbir şeyin gerçek olmamasından korkuyorum.
- Buna varoluşsal endişe denir ki bu çoğu zaman yeni bir hayatın eşiğinde olduğunu gösterir.
- Derslere biraz ara versek iyi olacak galiba.
- Bahçende çok kurbağa var şu sıralar anlaşılan! Sofi gülmeye başladı. Alberto sözlerini sürdürdü:
- Bence devam etmeliyiz. Ha sahi yaşgünün kutlu olsun! Dersleri 24 Hazirandan önce bitirmeye çalışmalıyız. Zaten son ümidimiz de
bu.
- Ne için son ümidimiz?
- Şöyle bir oturup arkana yaslan. Bugünkü dersimiz biraz zaman
alabilir.
- Rahatım yerinde.
- Descartes'ı hatırlıyor musun?
- "Düşünüyorum, öyleyse varım."
- Şu an kendi yöntemsel kuşkumuz içinde zor bir durumdayız. Düşünüp düşünmediğimizden bile emin değiliz. Belki de biz bir düşünceden başka bir şey değiliz ki bu da insanın kendinin düşünmesinden oldukça farklı bir şey. Lillesand'daki kızının yaşgünü eğlencesi olalım diye Hilde'nin babası tarafından yaratılmış karakterler olduğumuza inanacak yeterli kanıt var elimizde. Öyle değil mi?
- Evet...
- Ama bu durum da içinde bir çelişki barındırıyor. Eğer yaratılmış karakterlersek, kendi başımıza hiçbir şeye "inanmaya" hakkımız olamazdı. Örneğin tüm bu telefon konuşması bir hayalden baş-
352
AYDINLANMA ÇAĞI
ka bir şey olmazdı.
- O zaman bizim özgür bir irademiz olmazdı. Tüm söyleyip yaptıklarımıza Binbaşı karar veriyor olurdu. O zaman en iyisi bu telefon Konuşmasına hemen şu an son vermek olurdu.
- Hayır, hayır. Konuyu basite indirgiyorsun!
- Niyeymiş anlat o zaman!
- İnsanın rüyalarını planladığı söylenebilir mi? Hilde'nin babası her yaptığımızın farkında olabilir. Bundan kaçınmak insanın kendi gölgesinden kaçması kadar olanaksız olabilir. Ama Binbaşının bundan sonra olacakları her türlü ayrıntısına kadar planlamış olduğu -ki ben de tam bu noktada bir plan kurmaya başladım- pek öyle kesin olmayabilir. Belki de olacaklara tam son anda yani yaratıcılık anında karar veriyordur. İşte tam böyle anlarda inisiyatifi ele alıp kendi söyleyip yapacaklarımıza kendimiz karar verebiliriz belki. Tabii bizim bu zayıf çıkışlarımız Binbaşınınkilerle karşılaştırılamayacak kadar güçsüz olacaktır. Onun konuşan köpekleri, uçağın arkasına taktığı pankartları, muzla yolladığı haberler ve fırtınalı havaları karşısında yapacak pek bir şeyimiz yok. Ama ne olursa olsun bizim de bir irademiz olduğunu unutmamak gerek.
- Nasıl başaracağız bu dediğini?
- Binbaşı bizim dünyamızda olup biten herşeyin farkında, ama bu onun herşeye kadir olduğu anlamına gelmiyor. En azından bizim hayatımızı onun herşeye kadir olmadığını varsayarak yaşamamız gerekiyor.
- Anlıyorum sanırım.
- Mesele, onun haberi olmadan araya sızıp sırf kendi başımıza bir şey yapabilmekte. Bu Binbaşının asla farkedemeyeceği bir şey olmalı.
- Biz aslında var değilsek nasıl mümkün olacak bu?
- Varolmadığımızı kim söyledi? Mesele varolup olmadığımız değil) ne olduğumuz ve kim olduğumuz. Binbaşının bölük pörçük usunda varolan kıvılcımlar olsak da bu bizim kendi çapımızdaki varlı-
353
SOFI'NÎN DÜNYASI
AYDINLANMA ÇAĞI
ğımızı engellemez.
- Özgür irademizi de mi engellemez?
- Buna da bir çare bulacağım elbet Sofi.
- Ama Hilde'nin babası "buna bir çare bulacağını" da biliyor.
- Olabilir. Ama planımın ayrıntılarını bilmiyor. Ve ben de bir Ark-himedes noktası bulmaya çalışıyorum.
- Arkhimedes noktası mı?
- Arkhimedes Helenistik çağın meşhur bir bilginiydi. "Bana sabit bir nokta verin, dünyayı yerinden oynatayım" diyordu. Bizim de Binbaşının iç evreninden dışarıya sıçrayabilmek için böyle sabit bir noktaya ihtiyacımız var.
- Epey uğraştıracağa benzer bizi bu.
- Ama bunun için ilk önce felsefe kursumuzu tamamlamamız gerek. O zamana dek Binbaşının üzerimizdeki hakimiyeti sürmek durumunda. Seni yüzyılların içinden geçirip çağımıza dek getirmeme karar vermiş anlaşılan. Öte yandan Ortadoğu'da bir yerlerden bir uçağa binip buraya gelmesine de sadece birkaç gün kaldı. Bjerkely'e varmadan kendimizi onun yapış yapış hayal gücünden kurtaramazsak bu iş bitti demektir.
- Beni korkutuyorsun...
- Öncelikle sana Fransız Aydınlanma Çağıyla ilgili en önemli bilgileri vermeliyim. Sonra Kant'ı ele alıp Romantik Çağa geçebiliriz. Sonra Hegel en azından bizim için önemli bir adım oluşturacak. On-
. dan bahsedince Kierkegaard'ın Hegel felsefesiyle ateşli hesaplaşmasından söz etmemek olmaz. Sonra Marx, Darvvin ve Freud'dan da bahsetmeliyiz. Elimizi çabuk tutup Sartre ve Varoluşçuluğu de ele alabilirsek, bundan sonra planımızı uygulayabiliriz.
- Bir hafta için oldukça yüklü bir program.
- O yüzden hemen başlamalıyız. Şimdi gelebilir misin?
- Okula gitmem gerek. Karne alıp biraz eğleneceğiz bugün.
- Boşver! Eğer yalnızca bir bilinçte varolduğumuz doğruysa, eğlence saatinde içilen gazozlarla yenen ıvır zıvırın tadı da yalnızca
354
hayalimizde olan bir şeydir nasılsa!
- Ama karne...
- Sofi! Ya yüz milyarlarca galaksiden birindeki bir gezegenin ufacık bir parçasındakİ akıl almaz bir evrende yaşamaktasın, ya da bir Binbaşının usundaki elektromanyetik dürtülerde. Sense tutmuş "karne"den bahsediyorsun. Utan, utan!
- Özür dilerim.
- Ama yine de okula bir uğrasan iyi edersin. Son gün okulu kırman Hilde'nin üzerinde olumsuz etki yapabilir. Yaşgünü olmasına rağmen o okula gidiyordur mutlaka. Ne de olsa bir melek o!
- Tamam öyleyse. Okuldan sonra hemen geliyorum.
- Binbaşının Evinde buluşabiliriz.
- Binbaşının Evinde mi?
- Klikk...
Hilde dosyayı bıraktı. İşte babası son gün okulu kırdığı için vicdan azabı duymasını da sağlamıştı. Ne adamdı yahu!
Bir süre oturup Alberto'nun ne tür bir kurtulma planı-yaptığını düşündü. Dosyanın son sayfasına baksa mıydı acaba? Yok, ayıp etmiş olurdu o zaman. En iyisi kitabı bir an önce bitirmeye çalışmaktı.
Önemli bir noktada Alberto'ya katılıyordu. Babası Sofi'yle Alberto'nun başına gelecekleri biliyordu ama oturup yazarken her türlü ayrıntıyı da önceden düşünemezdi. Kimi zaman içinden gelenleri bir hızla yazıyor, ne yazdığının ise ancak sonradan farkına varıyor olmalıydı. İşte tam bu noktalarda Sofi'yle Alberto'nun bir tür özgürlüğü olabilirdi.
Hilde tekrar Sofi'yle Alberto'nun gerçekten varoldukları duygusuna kapıldı. Denizin yüzü kıpırtısız olsa da bu, denizin derinlerinde bir hareket olmadığı anlamına gelmez, diye düşündü.
Şimdi niye düşünmüştü bunu?
355
SOFl'NlN DÜNYASI
Niye düşündüyse düşünsün hiç de denizin yüzünde sayılmayacak bir düşünceydi bu!
Sofi okulda tam anlamıyla bir yaşgünü yaşadı. Herkes okulun son günü olduğu için zaten tam bir eğlence havası içinde olduğundan kendi yaşgünü de fazladan gürültülü bir biçimde kutlanmış oldu.
Öğretmen son olarak iyi tatiller dileyip serbest olduklarını söyler söylemez Sofi dışarı fırladı. Jorün'ün kendisini beklemesi çağrısına da hemen yapması gereken bir şey olduğunu söyleyerek karşılık verdi.
Posta kutusunda Lübnan'dan gelen iki kartpostal duruyordu. Her ikisinde de "HAPPY BIRTHDAY -15 YEARS" diye yazılıydı. Hazır yaşgünü kartlarındandı bunlar.
Kartın birisi "Hilde Möller Knag, Sofi Amundsen eliyle..." adresli, diğeriyse Sofi'nin kendineydi. Her iki kart da "BM taburu" damgalıydı.
Sofi önce kendisine yollanmış olan kartı okudu:
Sevgili Sofi Amundsen! Bugün senin yaşgünün olduğu için pek çok kutlanmaya layıksın. Ve ben de senin yaşgününü candan kutlarım. Şimdiye dek Hilde için yapmış oldukların için sağol! İçten selamlar. Binbaşı Al bert Knag.
Sofi Hilde'nin babasının sonunda kendisine de bir kart göndermiş olmasına ne tepki duyacağını bilemiyordu. Bir bakıma oldukça dokunaklı bir şeydi bu.
Hilde'ye gelen kartta ise şunlar yazılıydı:
Sevgili Hildeciğim! Şu an Lillesand'da günlerden ne, saat kaç bilmiyorum. Ama zaten pek de önemli değil bu. Seni yanlış tanı-1 mamışsam, bu sana gönderdiğim son ya da sondan bir önceki yaşgünü tebriği olacak. Ama kitabı bitireceğim diye uykusuz
356
AYDINLANMA ÇAĞI
kalmanı da istemem! Alberto birazdan Fransız Aydınlanma düşüncelerini anlatacak ve özellikle yedi önemli nokta üzerinde duracak. Bunlar:
1. Otoriteye karşı çıkış
2. Usçuluk
3. Aydınlanma düşüncesi
4. Kültür iyimserliği
5. Doğaya dönüş
6. İnsancıllaştırılmış Hıristiyanlık
7. İnsan hakları
Binbaşının gözünün hâlâ üzerlerinde olduğu belli oluyordu.
Sofi eve girip pekiyilerle dolu karnesini mutfak masasının üzerine bıraktı. Sonra çiti geçip ormana daldı.
Gölü yine kayıkla geçti. Alberto kapının eşiğinde oturuyordu. Eliyle Sofi'nin yanına oturmasını işaret etti.
Hava oldukça güzeldi ama küçük gölün üzerinden etrafa serin bir hava dalgası yayılıyordu. Fırtınalı havanın etkisi henüz geçmemiş gibiydi.
- Hemen konumuza geçelim, diye söze başladı Alberto. - Hu-me'dan sonra gelen en önemli sistem yaratıcısı Kant idi. Ancak 18. yüzyılda Fransa'da da meşhur filozoflar yaşadı. 18. yüzyılın ilk yarısında felsefenin ağırlıklı olarak İngiltere'de, 18. yüzyılın ortalarında Fransa'da, yüzyılın sonundaysa Almanya'da hissedildiğini söylemek yanlış olmaz.
- Batıdan doğuya bir geçiş yani...
- Evet. Pek çok Fransız Aydınlanmacı düşünürün ortak bir takım fikirlerine kısaca değinmek istiyorum. Bunlar arasında Montes-quieu, Voltaire, Rousseau ve daha birçokları gelir. Bu fikirleri yedi ana başlıkta toplayacağım.
- Teşekkürler, ne yazık ki bundan haberim var!
Sofi Hilde'nin babasından gelen kartı gösterdi. Alberto derin bir
357
SOFfNtN DÜNYASI
iç çekti.
- Buna hiç gerek yoktu bence... Evet, ilk nokta otoriteye karşı ç;-kış. Fransız Aydınlanma filzoflarından bir çoğu, o sıralar Fransa'dan daha açık bir ülke olan İngiltere'de bulunmuşlardı. Burada İngiliz doğa biliminden, özellikle Nevvton ve onun evrensel fiziğinden çok etkilenmişlerdi. Ancak bunun yanında İngiliz felsefesi, özellikle Locke ve onun politik felsefesi de onlara bir esin kaynağı oluşturmuştu. Daha sonra bu filozoflar Fransa'da varolan otoritelere karşı mücadeleye giriştiler. Bizden öncekilerden devraldığımız tüm doğrulara karşı eleştirel bir tutum takınmalıyız, dediler. Tüm sorulara bireyin kendisi bir cevap bulmalıydı. Bu noktada Descartes geleneği onlara ışık tutuyordu.
- Çünkü Descartes herşeyi temelden kurmaktan yanaydı değil
mi?
- Evet. Otoriteye karşı çıkış kilisenin, kralın ve soyluların gücüne karşı koymayı da içeriyordu. Bu kurumlar 18. yüzyılda Fransa'da İngiltere'dekinden çok daha güçlüydüler.
- Ve sonra devrim oldu.
- Evet, 1789'da. Ancak yeni fikirler bundan daha önce ortaya çıkmıştı. İkinci nokta Usçuluk.
• Usçuluğun Hume'la birlikte ortadan yokolduğunu sanmıştım.
- Hume 1776'da öldü. Bu Montesquieu'nün ölümünden yirmi yıl sonrası, 1778'de ölen Voltaire ve Rousseau'nun ölümünden yalnızca iki yıl öncesiydi. Ve bu üç filozof da İngiltere'de bulunmuş, Locke'un felsefesiyle iyice tanışmışlardı. Locke'un yüzde yüz bir Empirist olmadığını hatırlıyorsundur belki. Locke Tanrı'ya inancın ve belli bazı ahlaki normların insan aklında varolduğuna inanıyordu. Aydınlanma felsefesinin temelini de bu düşünce oluşturur.
- Fransızların İngilizlerden hep biraz daha fazla Usçu olduklarını
da söylemiştin.
- Evet ve bu farkın kökleri ta Ortaçağa uzanır. İngilizlerin "com-mon sense" dedikleri şeye Fransızlar "evidence" der. İngilizce bu
358
AYDINLANMA ÇAĞI
terim "herkesin bildiği şey" diye çevrilebilirken, Fransızca bu sözcük "(usun) açık seçik gördüğü şey" şeklinde tercüme edilebilir.
- Anlıyorum.
- Aydınlanma filozoflarının çoğu, Sokrates ve Stoacılar gibi Antik Çağ Hümanistleriyle aynı doğrultuda olarak insan usuna sonsuz ölçüde güveniyorlardı. Bu öyle önemli bir noktaydı ki, bu yüzden Fransız Aydınlanma Çağına "Usçuluk Çağı" dendiği de olur. Yeni doğa bilimi doğanın akla uygun bir biçimde varolduğunu göstermişti. Aydınlanma Çağı filozofları da kendi üstlerine düşen görevin ahlak ve dinde insan aklına uygun sarsılmaz bir temel oluşturmak olduğuna inanıyorlardı. Bu da Aydınlanma düşüncesine yol açmıştır.
- Ve bu da üçüncü noktaydı.
- Artık geniş halk tabakaları "aydınlatılmalıydı". Daha iyi bir toplumun ön koşulu buydu. Zorluk ve baskıların nedeni bigisizlik ve bo-şinandı. Bu yüzden çocukların ve halkın eğitimine büyük önem verilmeliydi. Eğitimin bir bilim olarak gelişmeye başlamasının Aydınlanma Çağına rastlaması da bir rastlantı değildir bu yüzden.
- Okul Ortaçağa, eğitbilim de Aydınlanma Çağına uzanıyor demek ki...
- Evet, böyle denebilir. Aydınlanma düşüncesinin anıtı da dev bir ansiklopedi oldu. Encyclopedie adıyla bilinen ve 1751 -1772 yılları arasında 28 cilt halinde hazırlanan bu esere en büyük Aydınlanma filozofları katkıda bulundu. "Burada herşey var," denildi, "iğne yapımından top dökümüne kadar herşeyi bulmak mümkün."
- Bundan sonra kültür iyimserliğigeliyor.
- Ben konuşurken şu kartı bir kenara bırakabilir misin lütfen!
- Özür dilerim.
- Akıl ve bilgi bir yayılmaya görsün, o zaman insanlık büyük hamleler gerçekleştirebilir, diyordu Aydınlanma filozofları. Akılsızlık ve bilgisizliğin "aydınlanmış" insanlığın yolundan yokolması bir an meselesiydi. Bu düşünce Batı Avrupa'da bundan birkaç on yıl öncesine kadar tümüyle geçerli olan bir düşünceydi. Bugünse her türlü
359
SOFİNİN DÜNYASI
AYDINLANMA ÇAĞI
"gelişme"nin gerçekten iyiye yönelik olup olmadığından o kadar emin değiliz. Ancak Fransız Aydınlanma filozofları bu tür bir "uygar, lığa" karşı eleştirilerini daha o zamanlar dile getirmişlerdi.
- Onları dinlemeliymişiz demek ki.
- Bazıları için ana slogan doğaya dönmek olmuştu. Aydınlanma filozoflarının "doğa" ile kastettikleri "us"la hemen hemen aynı şey. di. Çünkü insan usu, kilise ve "uygarlığın" tersine, doğa tarafından verilmiş bir şeydi. "Doğa insanlarının Avrupalılardan daha sağlıklı ve daha mutlu olduğuna işaret edilirdi çoğu zaman, çünkü onlar "uygar" değillerdi. "Doğaya dönmeliyiz" sözünün sahibi ise Rousseau idi. Çünkü doğa iyiydi, insan da "doğası gereği" iyi bir varlıktı. Kötülüğün kaynağıysa toplumdu. Rousseau çocukların çocukluklarını "doğal" saflıkları içinde mümkün olduğunca uzun bir süre yaşamalarını öngörüyordu. Çocukluğun değerinin kavranmasının Aydınlanma Çağında başladığını söyleyebiliriz. Bundan önceyse çocukluk yetişkinliğe bir hazırlık olarak görülürdü. Oysa Dünya üzerinde yaşayan birer insanız hepimiz -çocukken çocuk olarak, yetişkinken de yetişkin.
- Bence de.
- Ve tabii dinin de "doğallaştırılması" gerekiyordu.
- Bununla ne demek istiyorlardı?
- Din de insanın "doğal" sağduyusuyla uyumlu bir hale getirilmeliydi. Bu çağda pek çokları insancıllaştırılmış bir Hıristiyanlık anlayışı için mücadele ettiler ki listemizdeki altıncı nokta da bu. Öz-dekçi ve Tanrı'ya inanmayan dolayısıyla tanrıtanımaz bir tutum takınanlar vardı ama Aydınlanma filozoflarının çoğu Tanrı'sız bir dünyanın insan aklına uygun olmadığını savunuyorlardı. Dünya fazlasıyla rasyoneldi bunun için. Örneğin Nevvton da bu görüşteydi. Aynı şekilde ruhun ölümsüzlüğüne inanmanın da akla uygun olduğu düşünülüyordu. Örneğin Descartes için ruhun ölümsüzlüğü bir inanç meselesinden çok bir akıl meselesiydi.
- Bu nokta biraz tuhaf geldi bana. Bence bu akıldan çok bir inanç
360
meselesidir tam da.
- Ama 18. yüzyılda yaşamıyorsun sen. O dönemin Aydınlanma filozoflarına göre Hıristiyanlık, kilise tarihi boyunca İsa'nın basit öğretilerine eklendikçe eklenen dogma ve öğretilerden temizlenip özüne döndürülmeliydi.
- Ha o zaman başka!
- Pek çokları da Deizmi benimsiyordu.
- O da ne?
- "DeiznV'e göre Tanrı dünyayı çok, çok eskiden yaratmış ancak ondan sonra kendini vahiy yoluyla insanlara bilinir kılmamıştır. Böylelikle Tanrı, kendini insanlara bir takım "doğaüstü" yollarla değil, doğa ve onun yasaları aracılığıyla duyuran "en yüce varlık" konumuna indirgenmiştir. Böyle bir "felsefi Tanrı"ya Aristoteles'te de rastlarız. Onun için de Tanrı evrenin "ilk nedeni" ya da "ilk devindiri-cisi" idi.

Yüklə 2,32 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   20   21   22   23   24   25   26   27   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin