ASHÂB-ÜŞ-ŞİMÂL Amel defterleri sol taraflarından verilecek olan cehennemlik kimseler. Solcular.
ASHÂB-I ŞUHÛD (Bak: Ehl-i Şuhûd)
ASHÂB-I TAHRİC (Bak: Tahric)
ASHÂB-I UHDÛD Cenab-ı Hakka imân ve itâat edenleri çukurlara doldurup yakan veya sopa ile döven, fir'avn gibi zâlim kimseler.
ASHÂB-I YEMİN Ahid ve yeminlerinde sebât edenler. Kendi kazançlarından ziyâde Cenab-ı Hakk'ın lütuf ve ikrâmına kavuşacakları ümid edilenler. Allah'a itâatleri ve amelleri iyi olup ahirette amel defterleri sağ taraftan verilecek olanlar. Sağcılar. Mukaddesatçılar. Kur'an ve İmân yolunda Allah (C.C.) için çalışanlar ve bunlara taraftar olanlar. Sağlam ve helâl dâiresinde çalışan kimseler. Cennetlik olanlar.
ASHAME Peygamberimizin zamanında Müslümanlığı kabul eden Habeş Necaşisinin ismi.
ASHAR Saçı kızıl adam. Kırmızı tüylü hayvan.
ASHAR (Sıhr. C.) Evlenme neticesinde akraba olan erkekler. (Kayınbiraderler, kayınpederler, güveyler.)
ASHEB Tüyünün üstü kızıl, içi beyaz olan deve.
ASIF(E) (C.: Asıfât) Şiddetli rüzgâr, sert fırtına. (Bak: Asf)
ASIFAT (Asf. C.) şiddetli rüzgârlar.
ASIL (Bak: Asl)
ASIM Kendisini günahlardan men'edip pâk ve ismetli tutan, koruyan, men'eden.
ASIMA Medine şehrinin diğer bir ismi.
ASIR (Bak: Asr)
ASİ Uygun, elverişli.
ASİ Çok isyan eden, çok isyancı.
ÂSİ İsyan eden. Emirlere itâat etmeyen. * Günah işleyen. * Meşru idâreyi tanımayıp baş kaldıran.
ÂSÎ Hurma salkımı.
ÂSİ Doktor, cerrah, tabib. * f. Kederli, hüzünlü.
ASİB Dolmuş bağırsak. * Katı nesne, şedid. * Şiddetli sıcak, çok sıcaklık. * Talihsizlik.
ASİB Dağ, cebel. * Kuyruğun bittiği yere "asib-ü zeneb" derler.
ÂSİB f. Musibet, belâ, âfet, felâket. * Çarpışma.
ASİB-İ RÜZGAR Zamanın belâsı.
ASİB-RESAN f. Zarar veren, musibete atan, belâya düşüren, felâkete sevkeden.
ASİD Başında bir zahmet olup boynunu döndüremeyen ve eğilemeyen, burnundan sümüğü akan deve.
ASİDE Bulamaç adı verilen yemek.
ASİF (C.: Usefâ) Para ile tutulan işçi, yevmiyeci, gündelikçi.
ASİFE Buğday ve arpa başağını örten yapraklar.
ÂSİL (C.: Avâsil-Usûl) Kovandan bal alan kişi. * Yürürken aceleden yele yele yürüyen kimse.
ASİL Esas. Yedek olmayan. * Köklü. * Edebli, soylu. * Fık: Muamelâtta kendi nâmına hareket eden. * Akşam vakti. * Ölüm, mevt.
ASİLÂNE f. Asil olanlara yakışır şekilde. Asil ve neseb sahibine lâyık.
ASİLE (C.: Asâil) Bir şeyin tamamı, bütünü. * Öğleden sonranın son kısmı, akşam üzeri. * Ölüm, mevt.
ASİL-ZADE f. Sülâlesi ve ailesi görgülü, temiz ve asil olan.
ASİL-ZÂDEGÂN (Asil-zâde. C.) Asilzâdeler, soylu kişiler.
ASİM Engel, mâni, muhafaza eden.
ASİM Günahkâr. Günah işleyen.
ASİME f. Akılsız, şaşkın, sersem.
ASİME-GÎ f. Akılsızlık, şaşkınlık, sersemlik.
ASİME-SÂR f. Kafası karışık.
ÂSİN Pis kokulu. Bozulup kokan su.
ÂSİR Bir efsaneyi rivayet eden.
ASÎR Üsâre. Özsu. * Bir maddenin sıkılmış suyu. * Suyu alınmak için sıkılmış şey.
ÂSİR Ayağı kayan.
ASİR Ağır. Zor. Güç. Müşkül. Düşvâr.
ASİR Karmakarışık. * Bitişik komşu.
ASİR(E) Üzüm ve benzeri şeyleri şıra yapmak veya yağını almak için sıkan.
ASİRE Üzerine bir yıl geçtiği hâlde hâmile olmayan dişi deve.
ASİRE (C.: Asirât) Hayvanın ayağının arasına takılan köstek.
ASÎRE Cibre, posa.
ASİSTAN Fr. Profesör veya hekim yardımcısı.
ASİT Fr. Terkibindeki hidrojenin yerine element alarak tuz meydana gelmesine sebep olan ve mavi turnusolü kırmızıya çevirmek hâsiyetinde hidrojenli birleşik hamız.
ÂSİTAN f. Kapı eşiği. * Dergâh. * Tekke.
ÂSİVEN f. Şaşkın, sersem, aklı dağınık.
ÂSİYÂ f. Su değirmeni.
ASİYÂ-BÂN f. Değirmenci, değirmen sahibi.
ASİYÂ-GER f. Değirmen yapan, değirmenci.
ASİYÂ-SENG f. Değirmentaşı.
ÂSİYE Kederli, hüzünlü kadın. * Sütun, kolon, direk. * Hz. Musa'yı (A.S.) Nil nehrinden çıkararak büyütüp yetiştiren kadın. Firavunun zevcesinin ismi.
ASK Lâzım olmak, lüzumlu olmak.
ASKA' Atların ve kuşların başının ortasında beyazlık olanı. * Kanarya kuşu.
ASKÂ' (Suk. C.) Çeşme duvarlarının bölmeleri.* Bölgeler.
ASKABE Küçük salkım.
ASKALÂN Şam diyârında bir şehrin adı. ("Arûs-üş Şam" da derler.)
ASKALE Serap fazla olmak.
ASKAR Üzüm şırası.
ASKAT (Uydurukça kelimedir.) (Bak: Vâhid-i kıyasî)
ASKER (C.: Asakir) Devlet ve memleketin muhafazası için ücretli veya ücretsiz olarak veya kur'a ile toplanarak hazır bulundurulan ve resmi elbise giyen silahlı adamlar topluluğu. Er, leşker, nefer.
ASKER f. Devredici, seyyar.
ASKERE Şiddet. * Asker hazırlamak.
ASKER-GÂH f. Asker kampı, askeriyeye ait kamp.
ASKERÎ Askere veya askerliğe ait, askere mahsus.
ASKUL (C.: Asâkil) Beyaz, büyük mantar.
ASL Yelmek. Seğirtmek.
ASL Temel, esas, kök. Bidâyet. Mebde', dip, hakikat. Hâlis, sâfi. Haseb ve neseb. Soy sop. Zâten, en ziyâde.
ASL-I MEYYİT Huk: Ölen kimsenin babası, babasının babası ve ilh...
ASLA' Başının tepesinde ve önünde kıl olmayan. * Küçük başlı.
ASLA Hiçbir zaman.
ASLÂB (Sulb. C.) Sulbler, beller.
ASLÂD Sert, katı ve düz. (Çakmak taşı hakkında). Ateşsiz. * Cimri, hasis, pinti.
ASLAH Kulağı hiç işitmeyen.
ASLAH En sâlih. Daha sâlih.
ASLAHAKELLAH Allah seni ıslâh etsin (meâlinde duâ).
ASLAH TARİK En selâmetli tarz. En salih usul, yol.
ASLAT Koyu, sahin.
ASLEKA Serabın fazla olması.
ASLEM Kulağı kesik olan, kesik kulaklı.
ASLEN Kök veya soy bakımından, aslında, esasında; temelden, kökten.
ASLÎ Asla aid ve müteallik.
ASLİYYET Asl'ın hususiyeti ve hâli. Hususilik, mümtaziyet, seçkinlik. * Başka şeyler karışmamış olan bir şeyin ilk hali.
ASL Ü ESAS Gerçek, doğru.
ASM Sargı. * Kırılmış kemiğe bağlanan ağaç.
ASMÂ Ön ayağı beyaz olan dişi koyun.
ASMA' Küçük kulaklı. * Zeki kimse.
ASMA Elleri veya bacakları eğri olan.
ASMA' Uyanık ve gözü açık (adam) * Keskin (kılınç).
ASMAH Çok cesur, pek kahraman.
ASMAÎ Arapların şöhret bulmuş şairi.
ASMAN f. Gökyüzü, sema.
ASMANE f. Dam, tavan, kubbe.
ASMAN-GÛN f. Gök mavisi.
ASMANÎ (C.: Asmâniyân) f. Gökyüzüne, aya, güneşe mensub. * Açık mavi.
ASMANÎ ÂHEN f. Yıldırım.
ASMAR f. Mersin ağacı.
ASMENDE Şaşkın, alık, dalgın. Hile ile kandıran, hileci.
ASMIHA (Sımah. C.) Kulak kanalları.
ASNIM (Sanem. C.) Putlar. * Sevgililer.
ASPİRATÖR Fr. Hava emme cihazı.
ASR Muttali olmak. Gözcülük etmek.
ASR (C.: Evâsır) Kırmak. * Hapsetmek.
ASR (Asır) Bir devrelik zaman. * İkindi vakti. * Zamanın bir cüz'ü. * Konuşan kimselerin başkaları ile beraber yaşadığı müddet. * Yüz yıl. * Eskiden bazılarınca kırk, elli veya altmış yıllık müddet. * İnsanın ortalama yaşayış zamanı. * Gece ve gündüzden her biri. * Birisinin aşireti. * Men'etmek. * Suyunu çıkarmak için bir şeyi sıkmak.
ASR-I ÂHİR Son asır, son devir.
ASR-I CAHİLİYYET Cahiliyyet asrı. Cahiliyyet devresi. * Arabistan'da İslâmiyet'ten önceki putperestlik ve vahşet devri.
ASR-I EHÎR Son asır.
ASR-I EVVEL İlk asır. * Ist: Fey-i zevâle ilâveten, herşeyin gölgesi kendisinin bir misli daha uzadığı zamandan başlayıp, iki misli uzayıncaya kadar süren ikindi vaktidir. (Fey-i zevâl; güneş tam ortada iken, gölgenin uzunluğudur.)
ASR-I HÂZIR Şimdiki asır, yeni zaman.
ASR-I SAÂDET Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) peygamber olarak dünyada bulunduğu devir. (Bu sıdk ve kizb; küfür ve iman kadar birbirinden uzak. Asr-ı Saadet'te sıdk vâsıtasıyla Muhammed'in (A.S.M.) âlâ-yı illiyyine çıkması ve o sıdk anahtarıyla hakaik-ı imaniye ve hakaik-ı kâinat hazinesi açılması sırrıyla, içtimaiyat-ı beşeriye çarşısında sıdk, en revaçlı bir mal ve satın alınacak en kıymetli bir meta' hükmüne geçmiş. Ve kizb vasıtasıyla Müseylime-i Kezzâbın emsâli, esfel-i sâfiline sukut etmiş. Ve kizb o zamanda küfriyat ve hurafatın anahtarı olduğunu o inkılâb-ı azîm gösterdiğinden, kâinat çarşısında en fena, en pis bir mal olup; o malı satın almak değil; herkes nefret etmesi hükmüne geçen kizb ve yalana, elbette o inkılâb-ı azîmin saff-ı evveli olan ve fıtratlarında en revaçlı ve medâr-ı iftihar şeyleri almak ve en kıymetli ve revaçlı mallara müşteri olmak fıtratında bulunan Sahabeler; elbette şüphesiz bilerek ellerini yalana uzatmazlar. Kizb ile kendilerini mülevves etmezler. Müseylime-i Kezzâb'a kendilerini benzetemezler. Belki, bütün kuvvetleriyle ve meyl-i fıtriyeleriyle en revaçlı mal ve en kıymettar meta' ve hakikatların anahtarı Muhammed'in (A.S.M.) âlâ-yı illiyyîne çıkmasının basamağı olan sıdk ve doğruluğa müşteri olup, mümkün olduğu kadar sıdktan ayrılmamağa çalıştıklarından, ilm-i Hadisce ve ulema-i şeriat içinde bir kaide-i mukarrere olan "Sahabeler, daima doğru söylerler. Onlardaki rivâyet, tezkiyeye muhtaç değil. Peygamberden (A.S.M.) rivayet ettikleri Hadisler bütün sahihtir." diye ehl-i şeriat ve ehl-i hadisin ittifakına kat'î hüccet bu mezkûr hakikattır. H.)
ASR-I SÂNİ İkinci asır. * Ist: Fey-i zevâle ilâveten, herşeyin gölgesi kendi boyunun iki misli daha uzadığı zamandan başlayan ikindi vaktidir. (Fey-i zevâl; güneş tam ortada iken, gölgenin uzunluğudur.)
SURET-ÜL ASR Kur'an-ı Kerim'in yüzüçüncü suresi.
ASRA' Zor olan şey. Güç nesne. * Kanatlarının uçlarında beyazlıklar olan tavşancıl kuşu.
ASRAF (Sarf. C.) Masraflar. * Değişiklikler.
ASRAM (Sırm. C.) İnsan toplulukları, insan kümeleri. * Çadır grupları.
ASRAN (Asaran) İki devir. Gece ve gündüz. * İki asır. * Gündüzün zamanı.
ASRE (C.: Aserât) Ayak kayma, sürçme, yanılma.
ASREM Kulağı sakat, hasta. * Ailesini geçindirmek için sıkıntı çeken (kimse). * Bölük bölük.
ASREMAN Gece, gündüz.
ASRÎ Devre, modaya ve israflı fantaziyelere uyan. Taklitçi. Zamana uygun. Bir devreye, asra âit ve müteallik.
ASRİS f. At koşturulan meydan, hipodrom.
ASS Her nesnenin aslı, her şeyin esası.
ASS Gece gezip dolaşmak.
ASS Katı ve sağlam olmak, berk olmak.
ASSÂB İplikçi.
ASSÂL Kovandan bal çıkaran, bal satan, balcı.
ASSALE Arı, bal arısı. * Arı kovanı, kovan. * Petek, bal peteği.
ASSUBAY Ask: Çavuş, üst çavuş ve başçavuş diye rütbeleri olan, ücret alan ve resmi elbise giyen askerdir.
AST Alt. * Birinin emri altında olan kimse, mâdun. * Askerlikte rütbe veya kıdemce küçük olan asker.
ASTAN f. Eşik, atebe. * Dergâh, tekye.
ASTANE f. Eşik, atebe. * Paytaht. * Mânevi büyüklerin kabri. * Büyük tekke. * Merkez. (Osmanlı İmparatorluğunun merkezi olması münasebetiyle İstanbul manasına da gelir.)
ASTÂNE-İ SAÂDET Saadet eşiği. Sultan sarayı, İstanbul.
ASTAR (Satr. C.) Yazı satırları.
ASTİN f. Esvap kolu, yen.
ASTİN-BERÇİDE f. Hazırlanan veya hazırlanmış (adam).
ASTİNE f. Yumurta.
ASTİN-EFŞAN f. Yen silken. * Mc: Vazgeçen.
ASTİN-MALİDE f. Hazırlanmış, hazırlanan (adam).
ASTRONOM yun. Kozmoğrafya âlimi, felekiyat ile uğraşan, gök cisimleri hakkında bilgi edinmeye çalışan.
ASTRONOMİ yun. Kozmoğrafya. Gök ilmi. Felekiyat.Astronomi ilmi dünyanın birgün hareketinin duracağını; coğrafya, karaların alçalarak dünyanın sularla kaplanacağını, iklimin değişerek canlılar için yaşanmaz hâle geleceğini; fizik, güneşin birgün söneceğini, kâinattaki enerjinin artık kullanılamaz, işe yaramaz hâle geleceğini, kâinatın öleceğini açıklamaktadır. İnsanların yaşanmaz hâle gelecek dünya ve güneş sisteminden başka sistemlere göç edeceklerini hayâl etsek bile, kâinatın genel çöküşü karşısında kaçacak yer bulamıyacaklardır. Sonunda kıyamet kopması muhakkaktır ve Allah'ın vaadi olan âhiret, şüphesiz gelecektir.
ASTRONOT yun. Feza yolculuğu yapan vasıtaları kullanan kişi. (Amerikada ve batıda astronot; Rusyada ve komünist ülkelerde kozmonot tâbiri kullanılmaktadır.)
ASÛB Bey, başbuğ. Hakan. * Arı beyi. (Bak: Ya'sub)
ASÛDE f. Rahat, huzur içinde. Dinç. Müsterih. Sâkin. * Bir cins helva adı.
ASÛDE-DİL f. Başı dinç, huzuru yerinde, gönlü rahat.
ASÛDE-DİLÎ f. Gönül rahatlığı.
ASÛDE-GÎ f. Huzur, rahat, asayiş.
ASÛDE-HÂL f. Hâli rahat, sıkıntısı olmayan.
ASÛDE-NİŞİN f. Rahatça oturan. İstirahat eden.
ASUF Hızlı ve çabuk yürüyen. * Çok şiddetli rüzgar.
ASUF (Asf. dan) Çok zulüm eden. Çok zâlim.
ASUL Gururlu, mütekebbir, zâlim kimse.
ASUM Geçim derdi için çok çalışan kimse.
ASUM Obur, açgözlü, arsız.
ASUMAN f. Gökyüzü. Semâ. * Felek.
ASUMANÎ Beşerî olmayan. Semavî olan. Göğe âit ve müteallik.
ÂSÛN (Asi. C.) İsyan edenler. Günahkârlar.
ÂSÛR (C.: Avâsir) Tuzak, ağ. * Şer. * Şiddet.
ASÛR Zorluk. Güçlük.
ASÛR Eğri boyunlu.
ASÛS Yalnız yürüyüp, otlayan deve. * Yanından insanlar uzaklaşmayınca kendini sağdırmayan deve. * Av arayan kimse.
ASÜD (Esed. C.) Arslanlar. * Yiğitler.
ASÜFTE (Asügde) f. Ateşle islenmiş. * Hazırlanmış, hazır.
ASVA Sırtlan. * Yaşlı kadın.
ASVAD (C.: Asâvid) Büyük emir.
ASVAT (Savt. C.) Sesler.
ASVEB (Sâib. den) En doğru ve iyisi. Çok isabetli.
ASVEB-İ AKVÂL Kavillerin en muhkemi, sözlerin en doğrusu.
ASVİNE (Sunvân. C.) Elbise koymaya yarayan dolaplar. Gardroplar.
ASY Yaşamak. * Kocamak, ihtiyarlamak.
ASY İsyan, itaatsizlik.
ASYA Dünyadaki kıt'aların en büyüğü. * f. Değirmen. (Bak: As)
ASYAF (Sayf. C.) Yaz mevsimleri.
ASYAR Dayanmak. * Sürçmek.
AŞ f. Muharrem ayında pişirilen aşure. * Yemek, taam.
AŞA (C.: A'şiye) Akşam yemeği.
A'ŞA Gözleri dumanlı olan adam. * Çeşitli yüzyıllarda yaşamış olan birkaç Arap şairinin adı. * Gece vakti gözleri görmeyen kimse.
AŞA (C.: Aşâ-Aşvâ) Gece gözlerin görmeyip gündüz görmesi.
A'ŞAB (Aşb. C.) Tâze otlar.
AŞABE Yaş otun çok olması.
AŞAİR (Aşiret. C.) Aşiretler. Kabileler.
AŞAK Sarmaşık.
AŞAM f. Yiyecek ve içecek. * İçen, içici manasına birleşik kelimeler yapılır.
AŞAMİDENÎ f. İçilebilen veya yenilebilen.
A'ŞAR (Öşür. C.) Öşürler. Arazi mahsüllerinden alınan onda bir nisbetindeki vergiler. * Mahsül alan zengin müslümanların zekâtları.
A'ŞARÎ Ondalığa âit. Öşür hesapları nev'inden. On sayıları. Ondalık.
AŞAVET Gündüz görüp, gece görmeyen ve tavukkarası adı verilen göz hastalığı.
AŞAYA (Aşi. C.) Akşamlar, mağribler.
AŞB (C.: A'şâb) Yaş ot.
AŞEBE Zayıflığından gövdesi kurumuş olan yaşlı kimse. * Büyük azı dişi. * Küçük adam.
AŞEM Kuru ekmek.
AŞEME Kuru ekmek parçası. * Büyük azı dişi.
AŞEN Her nesnenin aslı ve kökü. * Sözü kendi kanaatine göre söylemek.
AŞENNET (C.: Aşânit) Yaramaz huylu kimse.
AŞENZER Katı, sağlam nesne.
AŞERAT (Aşere. C.) On sayıları.
AŞERE On. On rakamı.
AŞERE-İ MÜBEŞŞERE Hz. Peygamber'in (A.S.M.) kendilerine Cennetlik olduklarını müjdelediği sahabelerdir. Bu kişiler Allah'ın emirlerine bağlılıkta ve din hizmetindeki fedailikte Allah'ın rızasını tam kazanmışlardır. Bu zatlar şunlardır: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Abdurrahman bin Avf, Hz. Ubeyde bin Cerrah, Hz. Said, Hz. Sa'd bin Ebi Vakkas, Hz. Talha, Hz. Zübeyr İbn-ül Avvam (R.Anhüm).
AŞEVÎ Akşam, akşam vaktine dair.
AŞEVİ Yoksullara parasız olarak yemek yedirilen veya dağıtılan yer, aşhane. * Para ile yemek yenilen yer, lokanta. * Düğün gibi toplantılarda, yemekleri hazırlamak için iğreti mutfak olarak kullanılan yer. * Bazı tekkelerde yemek pişirilen yer.
AŞEVSEC Büyük karınlı iri deve.
AŞEVZEN(E) Galiz, katı nesne.
AŞ-HANE f. Aşevi, mutfak.
AŞI Birşeyden alınıp diğer birşeye aktarılan madde. * Çeşitli tehlikeli hastalıkların önünü almak için aşılanan madde. * Yabani veya cinsi âdi bir ağaca, cinsine yakın diğer iyi bir ağaçtan vurulan kalem veya yaprak aşısı.
ÂŞIK Çok fazla seven. Mübtelâ. Birisine tutkun. * Saz şairi. * (Cümledeki yerine göre) : Ahbab, hazret, ma'hut, seninki gibi mânâlara gelir. (Müennesi: Aşıka)
ÂŞIK-I DİDÂR-I PÂK Temiz yüzün âşıkı. * Edb: Evvelce ordularda, kışlalarda, köy odalarında ve mahalle kahvelerinde gerek kendinin, gerek başkalarının sözlerini sazla dile getiren kimse; halk şâiri.
ÂŞIKAN (Âşık C.) f. Âşıklar, tutkunlar.
AŞİ (C.: Avâş) Kastedici.
AŞİ Akşam. * Akşam yemeği. * Tavuk karasına tutulan kimse.
AŞİHE f. Kişneme.
AŞÎK Fazla âşık, çok tutkun.
AŞİKÂR(E) f. Belli, meydanda, açık. Bedihi.
AŞİNA f. Mâlumatlı, haberli olan. Arif. Bilgili. Mâlik. Tanıdık. Yabancı olmayan. * Yüzücü.
AŞİNE f. Yumurta.
AŞİR Onuncu. * Eskiden öşür toplayan vergi memuru. (Bak: Amil)
AŞİR Onda bir. On kısma taksim edilen bir şeyin herbir parçası. * Kur'an-ı Kerimin on cüz'ünden herbiri veya on âyetlik bir parçası. * Dost, yardımcı, yardak. * Koca. * Kabile. * Kötülükte yardımcılık eden. * Sahip. * Toz. (Bak: Aşr)
AŞİRE Onuncu. Tâsia'nın altmışta biri.
AŞİREN Onuncu olarak, onuncu derecede.
AŞİRET Kabile, oymak, göçebe halinde yaşıyan ekseri bir soydan gelen cemaat. Yakın akraba, âile.
AŞİRET-İ GALİB Galip gelen aşiret. * Aşiretin ekseriyeti, çokluğu.
AŞİYAN (E) f. Kuş yuvası. * Mc: İkâmetgâh. Ev, mesken.
AŞİYAN-I HARÂB Yıkılmış yuva, tahrib edilmiş mesken.
AŞİYAN-SÂZ f. Yuva kuran, mesken yapan.
AŞİYY Akşam, akşam üzeri.
AŞK (Işk) Çok ziyâde sevgi. Şiddetli muhabbet. Sevdâ. Candan sevme. * İttibâ'. Alâka.(İnsanın mahiyeti ulviye; fıtratı, câmia olduğundan; binler envâ-ı hâcât ile binbir esmâ-i İlâhiyyeye herbir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır. Ruhun tekemmülâtına göre merâtib-i muhabbet, meratib-i esmâya göre inkişaf eder. Bütün esmâya muhabbet dahi -çünki o esmâ Zât-ı Zülcelâl'in ünvanları ve cilveleri olduğundan- muhabbet-i zâtiyyeye döner. S.)
AŞK-I EFLÂTUNÎ Maddeci olmayan aşk.
AŞK-I HAKİKÎ Hakiki aşk. Allah için sevmek. Allah sevgisi.
AŞK-I KİMYEVÎ Fıtrî meyil ve alâka. Kimyevî unsurlar arasında birbirlerine karşı olan cazibe ve birleşme meyelanları ki; birer İlâhi emir ve kanunlardır.Fransızcası: Affinite (afinite) dir. (Sani-i Hakîm, havada iki unsur halk etmiştir. Biri azot, biri müvellid-ül humuza. Müvellid-ül humuza ise: Nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvis eden karbon unsur-u kesifini kehribar gibi kendine çeker. İkisi imtizac eder. Buharî hâmız-ı karbon denilen (semli havâi) bir maddeye inkılâb ettirir. Hem hararet-i gariziyeyi te'min eder, hem kanı tasfiye eder. Çünki: Sani-i Hakîm, fenn-i kimyada, aşk-ı kimyevî tabir edilen bir münasebet-i şedideyi, müvellid-ül humuza ile karbona vermiş ki: O iki unsur, birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u İlâhî ile, o iki unsur imtizac ederler. Fennen sabittir ki: İmtizacdan hararet hâsıl olur. Çünki imtizac, bir nevi ihtiraktır. Şu sırrın hikmeti şudur ki: O iki unsurun, her birisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var. İmtizac vaktinde her iki zerre, yani onun zerresi, bunun zerresiyle imtizac eder, bir tek hareketle hareket eder. Bir hareket muallâk kalır. Çünkü: İmtizacdan evvel iki hareket idi. Şimdi iki zerre, bir oldu. Her iki zerre, bir zerre hükmünde bir hareket aldı. Diğer hareket, Sani-i Hakîm'in bir kanunu ile hararete inkılâb eder. Zaten "Hareket, harareti tevlid eder" bir kanun-u mukarreredir. İşte bu sırra binaen beden-i insanîdeki hararet-i gariziye, bu imtizac-ı kimyeviyye ile te'min edildiği gibi, kandaki karbon alındığı için kan dahi sâfi olur. İşte nefes dâhile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor. Hem nâr-ı hayatı iş'al ediyor. Çıktığı vakit, ağızda, mu'cizât-ı kudret-i İlâhiye olan kelime meyvelerini veriyor. S.)
AŞK-I LÂHÛTÎ Cenab-ı Hakk'a olan sevgi ve muhabbet. Aşk-ı İlâhî, aşk-ı hakikî, aşk-ı mânevî gibi tâbirler Cenab-ı Vacib-ül Vücud'a dâir şiddetli muhabbet ve sevgiyi ifâde eder.
AŞK-I MECAZÎ Fâni şeylere olan aşk. Nefis ve şehvet arzusuna dayanan aşk. * Tas: Kâmil bir zâtın Cenab-ı Hakk'a dâir şiddetli muhabbetinden evvel fani, dünyevî şeylere dair olan aşkı.(Mahbublara olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikiye inkılâb ettiği gibi, acaba ekser nasda bulunan dünyaya karşı olan aşk-ı mecazî dahi bir aşk-ı hakikiye inkılâb edebilir mi?Elcevab: Evet, dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık, o yüzün üstündeki zeval ve fena çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, bâki bir mahbub arasa, dünyanın pek güzel ve âyine-i esmâ-i İlâhiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmağa muvaffak olursa, o gayr-i meşru mecazî aşk, o vakit aşk-ı hakikiye inkılâba yüz tutar. Fakat bir şart ile ki, kendinin zâil ve hayatiyle bağlı kararsız dünyasını, haricî dünyaya iltibas etmemektir. Eğer ehl-i dalâlet ve gaflet gibi kendini unutup, âfaka dalıp, umumi dünyayı hususi dünyası zannedip ona âşık olsa, tabiat bataklığına düşer boğulur. Meğer ki hârika olarak bir dest-i inayet onu kurtarsın. Şu hakikatı tenvir için şu temsile bak. Meselâ:Şu güzel zinetli odanın dört duvarında, dördümüze ait dört endam âyinesi bulunsa, o vakit beş oda olur. Biri hakiki ve umumi, dördü misâli ve hususi... Herbirimiz kendi âyinemiz vasıtasiyle, hususi odamızın şeklini, hey'etini, rengini değiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak, kırmızı; yeşil boyasak, yeşil gösterir. Ve hâkezâ... âyinede tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz; çirkinleştirir, güzelleştirir, çok şekillere koyabiliriz. Fakat hârici ve umumi odayı ise kolaylıkla tasarruf ve tağyir edemeyiz. Hususi oda ile umumi oda hakikatta birbirinin aynı iken, ahkâmda ayrıdırlar. Sen bir parmak ile odanı harab edebilirsin, ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın.İşte dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı, bir endam âyinesidir. Şu dünyadan her birimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o hususi dünyamız ve âlemimiz, bir sahifedir. Hayatımız bir kalem... onunla sahife-i a'mâlimize geçecek çok şeyler yazılıyor. Eğer dünyamızı sevdikse, sonra gördük ki: Dünyamız hayatımız üstünde bina edildiği için, hayatımız gibi zâil, fâni, kararsızdır, hissedip bildik. Ona ait muhabbetimiz, o hususi dünyamız âyine olduğu ve temsil ettiği güzel nukuş-u esma-i İlâhiyeye döner; ondan, cilve-i esmâya intikal eder. Hem o hususi dünyamız, âhiret ve Cennet'in muvakkat bir fidanlığı olduğunu derkedip, ona karşı şedit hırs ve taleb ve muhabbet gibi hissiyatımızı onun neticesi ve semeresi ve sünbülü olan uhrevî fevâidine çevirsek, o vakit o mecazî aşk, hakikî aşka inkılâb eder. Yoksa $ sırrına mazhar olup, nefsini unutup, hayatın zevâlini düşünmeyerek, hususi, kararsız dünyasını, aynı umumi dünya gibi sabit bilip kendini lâyemut farzederek dünyaya saplansa, şedit hissiyat ile ona sarılsa, onda boğulur gider. O muhabbet onun için hadsiz bela ve azaptır. Çünki, o muhabbetten yetimâne bir şefkat, meyusâne bir rikkat tevellüd eder. Bütün zihayatlara acır; hatta güzel ve zevâle mâruz bütün mahlukata bir rikkat ve bir firkat hisseder; elinden bir şey gelmez, ye's-i mutlak içinde elem çeker. Fakat gafletten kurtulan evvelki adam, o şedit şefkatin elemine karşı ulvi bir tiryak bulur ki: Acıdığı bütün zihayatların mevt ve zevâlinde bir Zât-ı Bâki'nin bâki esmâsının dâimi cilvelerini temsil eden âyine-i ervahları bâki görür; şefkatı, bir sürura inkılâb eder. Hem zeval ve fenâya mâruz bütün güzel mahlukatın arkasında bir cemâl-i münezzeh ve hüsn-ü mukaddes ihsas eden bir nakş ve tahsin ve san'at ve tezyin ve ihsan ve tenvir-i dâimîyi görür. O zeval ve fenâyı, tezyid-i hüsn ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i san'at için bir tazelendirmek şeklinde görüp, lezzetini ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir. M.)
AŞKAR Koyu kırmızı. * Kırmızı saçlı adam. * Doru at.
AŞ-KÂRE f. Aşçı.
AŞKBAZÎ f. Aşk oyunu. Sever görünmek. Aşk-ı kâzib.
AŞKNÜMA f. Aşkını bildiren. Aşkını gösteren.
AŞKÛ f. Tavan; kat, tabaka. * Gökyüzü. Gök.
AŞNA f. Yüzücü. * Yüzme. * Tanıyan, yabancı olmayan. (Bak: Aşina)
AŞNAGER f. Yüzücü. Yüzgeç.
AŞNAGERÎ f. Yüzme, yüzücülük.
Dostları ilə paylaş: |