MUBEND f. Saç bağı.
MUBİD Zerdüşt. Mecusi din adamı. * Tedbirli, akıllı adam.
MUBİK (C.: Mubikat) Helâk edici. * İsyan. * Büyük günah.
MUBİKAT (Vebk. den) Helâk edici şeyler. Mühlik.
MUBİKAT-I SEB'A İnsanı felâkete götüren yedi kebâir, yedi büyük günah: Katil, zinâ, şarab içmek, ukuk-ı vâlideyn (yâni; sılâ-yı rahmi terk), kumar oynamak, yalan şâhidliği, dine zarar verecek bid'alara tarafdarlık. (Bak: Kebâir)
MU'BİLE (C.: Meâbil) Yassı, uzun ok temreni.
MU'BİR Terkolunmuş, bırakılmış, terkedilmiş.
MUBSIR Görücü, gösterici, görünen, bilici, bildirici, vazıh ve âşikâr. * Mantık. Kelâm ve seyrin mutediline denir.
MUBSIRÂT (Mubsır. C.) Görünenler, görünen âlem.
MUBTAL İptal edilmiş.
MUBTIL İptal eden.
MUCEB İcâb etmiş, lâzım gelmiş. Bir söz veya emrin icâb ettiği şey, netice. * Büyük bir memurun, kendisine sunulan evrakı tasdik için ettiği işaret.
MU'CEM İ'câm edilmiş, noktalanmış, noktalı. * Hadis şeyhlerinin herbirisi. * Harf-ı heca sırasına konularak, her birisinin tarikından müellife kadar gelen rivayetleri toplayan kitaba denir.
MUCER (Ecr. den) Kiraya verilmiş olan şey.
MUCEZ (İcaz. dan) İcaz yoluyla. Muhtasar ve mücmel bir tarzda. Kısaca.
MUCÎ (Vecâ. dan) Acıtan, ağrıtan.
MUCİ' (Vecâ'. dan) Elem ve acı veren.
MU'CİB (Aceb. den) Taaccübe, hayrete düşüren. Şaşkınlık veren.
MUCİB (Mucibe) İcâb eden, lâzım gelen. * Bir şeyin peydâ olmasına vesile ve sebep olan. Gereken. Gerektiren, lâzım gelen.
MUCİB-İ BİZZAT İster istemez kendisi işi yapmaya mecbur olan. Serbest ve istediği gibi hareket edemeyen. (Meselâ: Güneş ışığının, güneşin kendi zâtının zaruri neticesi olması gibi.)
MUCİB-İ İSTİKRAH Nefrete, sevmemeye sebeb olan.
MUCİB-İ TEYAKKUZ Teyakkuzu, yâni uyanıklığı icâb ettiren.
MUCİBE-İ KÜLLİYE Man: Müsbet ve umumi (şumüllü) olan kaziye.
MUCÎB (Cevab. dan) İcabet eden, uyan. Kendisinden istenilen iş ve suali cevaplandıran.
MUCİBAT (Mucib. C.) Sebepler.
MU'CİBE Taaccüb edilecek, şaşılacak şey.
MUCİD Yeni bir şey icad eden, meydana getiren, bulan. * Yaratan. Yoktan var eden.(Ve keza, bu fâni dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise, aziz olarak çıkmaya çalış. Vücudunu Mucidine fedâ et. Mukabilinde büyük bir fiat alacaksın!.. M.N.)
MUCİD-İ HAKİKÎ İcad etme iktidarının yegâne sahibi mânasında olarak (Allah) hakkında kullanılır.
MUCİR (Ecir. den) İcar eden, kiraya veren. (Bak: Mücir)
MU'CİR Bir çeşit kadın başörtüsü. Eşarp.
MUCİZ Kısa. Muhtasar. Özlü. Az sözün çok mânâ ifâde edeni.
MUCÎZ İcâzet veren, izin veren.
MU'CİZ İnsanı âciz bırakan iş. Aynısını yapmakta başkalarını acze düşüren, kudretsiz kılan, kimsenin yapamıyacağı yolda olan.
MU'CİZ-ÜL BEYAN Beyanı herkesi âciz bırakan.
MU'CİZAT Mu'cizeler. Allah tarafından verilip, yalnız peygamberlerin gösterebilecekleri büyük harika işler.
MU'CİZAT-I AHMEDİYE (A.S.M.) Hz. Muhammed'in (A.S.M.) mu'cizeleri. (Bak: Mu'cize)
MU'CİZAT-I SEB'A Yedi meşhur mu'cize, yedi külli i'caz esasları.
MU'CİZBEYAN f. Anlatış tavrı herkese benzemeyen. Tarz-ı beyanı mu'cize olan. Kur'an-ı Kerim.
MU'CİZE İnsanların, yapmasında âciz kaldıkları ve ancak Allah tarafından peygamberlere nasib olan hârika. Kerametten yüksek, fevkalâde hâdise. * Mu'cize, Halik-ı Kâinat tarafından peygamberlerin hakkaniyetine ait bir tasdiktir. Sahih hadislerle mu'cizeler haber verilmiş ve tesbit edilmiştir.(... Mu'cize davâ-yı nübüvvetin isbatı için münkirleri ikna etmek içindir. İcbâr için değildir. Öyle ise davâ-yı Nübüvveti işitenler için ikna edecek bir derecede mu'cize göstermek lâzımdır... S.)
MU'CİZ-EDA f. Mu'cize gösteren. Başkalarının yapamıyacağı kadar mu'cize derecesinde iş ortaya koyan. Edası mu'ciz olan.
MU'CİZEGU(Y) f. Mu'cize gibi söz söyleyen.
MU'CİZEKÂR f. Mu'cizeli, mu'cize hâlinde, başkalarını âciz bırakan.
MU'CİZNÜMA f. Mu'cize gösteren.
MUÇİNE f. Cımbız.
MUDA' Fık: Emâneten kendine bir şey bırakılan kimse. * Serkeş ve oynak olmayıp, mazlum ve sâkin olan at.
MU'DAL (Mu'dıl) Güç, içinden çıkılmaz, girift.
MUDAREBAT (Mudarabe. C.) Mudarebeler, döğüşmeler, vuruşmalar.
MUDAREBE (Darb. dan) Döğüşme, vuruşma. * Bir taraftan sermaye diğer taraftan emek ile kurulan ticaret şirketi. (O.L.)
MUDARİB (Darb. dan) Döğüşen. Birbirlerine vuran.
MUDCER (Ducret. den) Sıkıntılı olan. Sıkılmış.
MUDCİR (Ducret. den) Sıkıntı veren, sıkan, gamlandıran.
MU'DEM Bir şeyi yitiren, kaybeden.
MUDGA Et parçası, bir çiğnem et.
MUDHAK Kendisine gülünen. Soytarı. Gülünç hâle düşen.
MUDHİK Güldürücü, güldüren, maskaralık ederek halkı güldüren.
MUDHİKÂT (Mudhike. C.) (Dıhk. den) Gülünecek şeyler. Mudhikeler.
MUDHİKE Gülünç şey, gülünecek hâl. Komedya.
MUDİ' Fık: Malının muhâfazasını başkasına emânet ve havâle eden.
MUDÎ Işık verici, parlak ve ruşen olan.
MU'DÎ Sirâyet edici, bulaşıcı, sâri.
MUDÎK (Bak: Muzîk)
MU'DİL(E) (C.: Mu'dilât) Zor, güç ve çetin.
MU'DİLAT (Mu'dal. C.) Büyük, ağır, çetin ve zor işler.
MUDİLL İdlâl edici, yoldan çıkaran, eğri yola teşvik edici.
MUDİLLE (Dalâlet. den) Baştan çıkaran, azdıran, doğru yoldan saptıran.
MU'DİM Öldüren, idam eden.
MUDİYYEN Giderek, geçerek.
MUFAD (Bak: Müfad)
MUFADALA (Bak: Mufâzala)
MUFADDEL Faziletlendirilmiş, diğerlerinden ayrıca fazilet itibarıyla temayüz etmiş, yükselmiş.
MUFADDIL Faziletlendiren, iyilik eden ve nimet veren.
MUFADDILÎN Faziletliler. Yüksek ve büyük zatlar.
MUFAHHAM Büyüklük kazanmış, kerem sahibi, itibarlı, azim, büyük.
MUFAHHAM (Fahm. dan) Kömürleşmiş, kömür halini almış.
MUFARAKAT Ayrılık, ayrılmak.
MUFARRİT (Fart. dan) Kusur yapan, eksik işleyen. Aşırı giden.
MUFASALA Ayrılma.
MUFASSAL Tafsilli, tafsilâtlı, izahlı. Geniş mâlumatlı, kısımlara ayrılıp anlatılmış.
MUFASSALAN Geniş, izahlı olarak. Tafsilâtlıca. Kısımlara ayrılıp anlatılmış olan.
MUFASSIL Kısımlara ayrılan, fasıl fasıl ayıran, adalet eden.
MUFAVVAZ Yapılması ısmarlanmış.
MUFAVVİZ Bir kimseye bir vazifeyi veren. Yapmasını ısmarlıyan.
MUFAZ Çok, bol. Bereketli, feyizli.
MUFAZALA Fazilet ve meziyetle birbiri ile yarışma.
MUFAZZAL (Fazl. dan) Başkalarına üstün tutulmuş. Tafdil edilmiş.
MUFAZZAZ Gümüş kaplamalı, gümüşlü.
MUFAZZİH Rezil eden.
MUFÎ İfa eden, ödeyen, yerine getiren.
MUFSİH Fesâhetle ve düzgün olarak konuşan.
MUFTIR (Fıtr. dan) Oruç açan, iftar eden.
MUG (C.: Mugan) Mecusi. Ateşperest. Ateşe tapan. Zerdüşt dininde olan.
MUGABBER Tozlu nesne.
MUGABENE (Gabn. dan) İki taraf birbirini aldatma.
MUGABESE Karıştırmak.
MUGADDÎ (Mugazzi) Gıdalı, besleyici, gıdası çok, faydalı.
MUGADERE (Mugaderet) Bırakmak, salıvermek.
MUGAFAZA Ansızdan tutmak.
MUGALAKA Diğerleri karışmayarak iki kişinin atlarıyla yarışması.
MUGALATA (Galat. dan) Karşısındakini yanıltmak için söz söylemek. Doğruya benzer yanlış sözler. Safsata. Hatalı ve yanlış söz. Demagoji. * Man: Vehimlerden terekküb eden kıyastır.
MUGALATAT (Mugalata. C.) Safsatalar. Demagojiler. Mugalâtalar.
MUGALAZA Düşmanlık, husumet, adâvet.
MUGALEBE Üstün olmağa, galib gelmeyeğe çalışmak. Birisine galib gelmek.
MUGALGAL Haber.
MUGALLAT(A) (Galat. dan) Yanlış telâffuz edilmiş.
MUGALLEB Defâlarca mağlup olan kişi.
MUGALLÎ (Galeyân. dan) İyice kaynatılmış. * Ihlamur, papatya gibi çiçeklerin kaynatılmış suyu.
MUGAMERE (Ga, uzun okunur) Nefsini zorluğa ve şiddete zorlama.
MUGAMESE Suya daldırışmak, birbirini suya daldırmak.
MUGAMEZE Birini göz işaretiyle zemmetme.
MUGAMİR Nefsini tehlikeye koyan kişi.
MUGAMMED (Gamd. dan) Örtülü, kılıflı. Kınına konmuş.
MUGAMMER İşten anlamıyan bön kimse.
MUGAN (Mug. C.) f. Mecusiler, ateşe tapanlar. Zerdüştler.
MUGANE Ateşe tapan mecusilerin âyini.
MUGANNÎ Nağmeli ve çeşitli sesle okuyan, ahenkle okuyucu. * Hoş sesle öten.
MUGANNİYE Şarkıcı kadın.
MUGAR Düşman üzerine hücum etmek.
MUGARRAK (Gark. dan) Suya daldırılmış. * Gümüşle süslü.
MUGARRİD Pek güzel öten kuş. * Yüksek sesle nefse hoş gelen şarkılar söyliyen.
MUGAS Yaban narının kökü.
MUGASMER Kaba dokunmuş kötü bez.
MUGASSAS Kalıba dökülmüş.
MUGAŞŞÎ (Gaşy. den) Bayıltıcı, bayıltan.
MUGATTÎ Perdelenmiş, örtülmüş. Üstü örtülü.
MUGAVELE Bir kimseyi azdırıp yoldan çıkarmak. * Helâk etmek.
MUGAVERE Yağma, çapul.
MUGAYEBE Kaybolma. * Bir kimseyi arkasından zemmetme. Gıybet etme.
MUGAYERET (Gayr. den) Aykırılık. Uymazlık. Başka türlü olma.
MUGAYİR Aykırı. Uymaz. Zıd. Başka türlü.
MUGAYLAN Çölde yetişen bir nevi dikenli çalı. Deve dikeni.
MUGAYLANGÂH f. Dünya.
MUGAYLANZAR f. Dünya. * Deve dikeni biten yer, dikenlik.
MUGAYYEB (C.: Mugayyebât) (Gayb. dan) Kayıp. Kaybedilmiş.
MUGAYYEBAT (Magibât) Zâhir duygularla bilinmeyen, bizce gaip olan, bilinmeyen şeyler.
MUGAYYEBÂT-I HAMSE Beş bilinmeyen. Bizce gaib olan beş şey:1- Kıyamet vakti, 2- Yağmurun ne zaman yağacağı, 3- Ana rahmindeki çocuğun mahiyeti ve ceninin isti'dadı ve mânevi simasının ne olduğu, 4- Yarın insan hayr ve şer olarak ne kazanacağını, 5- İnsanın nerede öleceğini Allah bildirmedikçe kimse bilemez. Bunlara mefâtih-ül gayb da denir.("Mugayyebât-ı Hamse"ye dair Sure-i Lokman'ın âhirindeki âyetin hakkında mühim sualinize gayet mühim bir cevap isterken, maatteessüf şimdiki hâlet-i ruhiyem ve ahvâl-i maddiyem o cevaba müsaid değildir. Yalnız sualinizin temas ettiği bir iki noktaya gayet mücmel işaret edeceğiz. Şu sualinizin meâli gösteriyor ki, ehl-i ilhad tarafından tenkid suretinde mugayyebât-ı hamseden yağmurun gelmek vaktine ve rahm-i mâderdeki ceninin keyfiyetine itiraz edilmiş. Demişler ki: "Rasathânelerde bir âletle yağmurun vakt-i nüzulü keşfediliyor. Onu da Allah'dan başkası da biliyor. Hem röntgen şuâiyle rahm-i maderdeki ceninin müzekker, müennes olduğu anlaşılıyor. Demek mugayyebat-ı hamseye ıttıla' kabildir"?Elcevap: Yağmurun vakt-i nüzulü bir kaideye merbut olmadığı için, doğrudan doğruya meşiet-i hâssa-i İlâhiyye ile bağlı ve hazine-i rahmetten hususi iradeye tâbi olduğunun, bir sırr-ı hikmeti şudur ki: Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymetdar mahiyet, nur, vücud ve hayat ve rahmettir ki, bu dört şey; perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya Kudret-i İlâhiyye ve meşiet-i hassa-i İlâhiyyeye bakar. Sair masnuatta zahiri esbab; kudretin tasarrufuna perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete hicab oluyor. Fakat vücud, hayat ve nur ve rahmette o perdeler konulmamış. Çünki; perdelerin sırr-ı hikmeti o işte cereyan etmiyor. Madem vücudda en mühim hakikat rahmet ve hayattır; yağmur, hayata menşe ve medâr-ı rahmet, belki ayn-ı rahmettir. Elbette vesait perde olmıyacak. Kaide ve yeknesaklık dahi, meşiet-i hassa-i İlâhiyyeyi setretmiyecek; tâ ki, her vakit herkes herşeyde şükür ve ubudiyete ve sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir kaide dahilinde olsaydı, o kaideye güvenip şükür ve rica kapısı kapanırdı. Güneşin tuluunda ne kadar menfaatler olduğu mâlumdur. Halbuki muttarid bir kaideye tabi olduğundan, Güneşin çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî, o kaidenin yoluyla yarın Güneşin çıkacağını bildiği için, gaibden sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz'iyatı bir kaideye tâbi olmadığı için, her vakit insanlar rica ve dua ile dergâh-ı İlâhiyyeye ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî, vakt-i nüzulünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir nimet-i hassa telâkki edip hakiki şükrediyorlar.İşte bu âyet, bu nokta-i nazardan yağmurun vakt-i nüzulünü, Mugayyebat-ı Hamse'ye idhal ediyor. Rasadhanelerdeki âletle, bir yağmurun mukaddematını hissedip vaktini tayin etmek, gaibi bilmek değil, belki gaibden çıkıp âlem-i şehadete takarrubu vaktinde bazı mukaddematına ıttıla' suretinde bilmektir. Nasıl, en hafi umur-u gaybiye vukua geldikte veyahud vukua yakın olduktan sonra hiss-i kabl-el-vukuun bir nev'iyle bilinir. O, gaybı bilmek değil; belki o, mevcudu veya mukarreb-ül-vücudu bilmektir. Hatta ben kendi âsâbımda bir hassasiyet cihetiyle yirmi dört saat evvel, gelecek yağmuru bazen hissediyorum. Demek yağmurun mukaddematı, mebâdileri var. O mebâdiler, rutubet nev'inden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hal, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin gaibden çıkıp daha şehadete girmiyen umura vüsule bir vesile olur. Fakat daha âlem-i şehadete ayak basmayan ve meşiet-i hassa ile rahmet-i hassadan çıkmıyan yağmurun vakt-i nüzulünü bilmek, ilm-i Allâm-ül-Guyub'a mahsustur.Kaldı İkinci Mes'ele: Röntgen şuâiyle rahm-ı mâderdeki çocuğun erkek ve dişisini bilmek ile $ âyetinin meâl-i gaybîsine münafi olamaz. Çünki: Âyet yalnız zükuret ve ünuset keyfiyetine değil, belki o çocuğun acib istidad-ı hususisi ve istikbalde kesbedeceği vaziyetine medar olan mukadderat-ı hayatiyesinin mebâdileri, hatta simasındaki gayet acib olan sikke-i Samediyet muraddır ki, çocuğun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâm-ül-Guyub'a mahsustur. Yüzbin röntgen-misal fikr-i beşerî birleşse, yine o çocuğun umum efrâd-ı beşeriyeye karşı birer alâmet-i fârikası bulunan yalnız hakiki sima-yı vechiyesini keşfedemez. Nerede kaldı ki sima-yı veçhisinden yüz defa daha harika olan istidadındaki sima-yı mâneviyi keşfedebilsin. Başta dedik ki: Vücud ve hayat ve rahmet, bu kâinatta en mühim hakikatlardır ve en mühim makam onlarındır. İşte onun için o câmi hakikat-ı hayatiye, bütün incelikleriyle ve dekaikiyle irade-i hassaya ve rahmet-i hassaya ve meşiet-i hassaya bakmalarının bir sırrı şudur ki; hayat, bütün cihazatiyle ve cihâtiyle şükür ve ubudiyet ve tesbihin menşe' ve medârı olduğundandır ki, irade-i hassaya hicab olan yeknesaklık ve kaidelik ve rahmet-i hassaya perde olan vesâit-i zahiriye konulmamıştır. Cenab-ı Hakkın rahm-ı mâderdeki çocukların sima-yı maddî ve mânevîlerinde iki cilvesi var:Birisi : Vahdetini ve Ehadiyetini ve Samediyetini gösterir ki, o çocuk âzâ-yı esasîde ve cihazat-ı insaniyenin envâında sair insanlarla muvafık ve mutabık olduğu cihetle, Hâlık ve Sâniinin vahdetine şehadet ediyor. O cenin bu lisan ile bağırıyor ki: "Bana bu sima ve âzâyı veren kim ise, bütün esasat-ı âzâda bana benzeyen bütün insanların sânii dahi O'dur. Ve hem bütün zihayatın sânii O'dur."İşte rahm-i mâderdeki ceninin bu lisanı, gaybî değil, kaideye ve ıttırada ve nev'ine tâbi olduğu için mâlumdur, bilinebilir. Âlem-i şehadetten âlem-i gayba girmiş bir daldır ve bir dildir.İkinci Cihet : Sima-yı istidadiye-i hususiyesi ve sima-yı veçhiye-i şahsiyesi lisaniyle Sâniinin ihtiyarını, iradesini ve meşietini ve rahmet-i hassasını ve hiçbir kayd altında olmadığını, bağırıp gösteriyor. Fakat bu lisan, gayb-ül-gaybdan geliyor. İlm-i ezeliden başkası, kabl-el-vücud bunu göremiyor ve ihata edemiyor. Rahm-i mâderde iken bu simanın binde bir cihazatı görünmekle, bilinmiyor!Elhasıl: Ceninin sima-yı istidadîsinde ve sima-yı veçhiyesinde hem delil-i vahdaniyet var, hem ihtiyar ve irade-i İlâhiyyenin hücceti vardır. L.)
MUGAYYEBE Gizli şey. Görünmeyen ve saklı olan nesne.
MUGAYYER (Gayr. dan) Değiştirilmiş, başkalaştırılmış. Tağyir edilmiş.
MUGAYYİR Tağyir eden, değiştiren.
MUGAZANE Gözün yanlarında olan büklüm.
MUGAZEBE Karşılıklı olarak birbirini kızdırıp gazaba getirme.
MUGAZELE (Ga, uzun okunur) Aşıkane şakalaşma, lâtifeleşme.
MUGAZIB Gadap etmek, kızmak, hiddetlenmek.
MUGBEÇE (C.: Mugbeçegân) f. Meyhaneci çırağı. * Mecusi çocuğu.
MUG-BEÇEGÂN (Mugbeçe. C.) f. Mecusi çocukları. * Meyhâne çırakları.
MUGBER (Gubar. dan) Gücenmiş, darılmış, küskün. * Tozlanmış, tozlu.
MUGBERR-ÜL HÂTIR Hatırı kalmış, gücenmiş.
MUGBİR Gücenmiş. İğbirar sahibi. * Toz koparan.
MUGF Uyuyan.
MUGFEL (Guful. den) Aldatılmış, iğfâl olunmuş. Kandırılmış.
MUGFİL Aldatan, iğfal eden.
MUGİDD Gadap edici, kızgın, hiddetlenici.
MUGÎS Yardım eden, yardıma koşan. Medet edici. Muin.
MUGİŞŞ Birisini fenalığa bırakan, aldatan.
MUG-KEDE f. Meyhane. * Ateşe tapanların ibadethanesi.
MUGLAK (Galak. den) Kapalı, kilitli. * Anlaşılmaz, çapraşık söz.
MUĞLAKAT (Muğlak. C.) Kapalı ve anlaşılması zor olan şeyler.
MUĞLAKİYYET Muğlak olma hali. Anlaşılmazlık.
MUGLİYY Kaynamış çiçek, papatya veya ıhlamur suyu.
MUGNAT İhtiyaç.
MUGNÎ Def'edici, kovan. * Zengin eden, müstağni kılan. * Doyuran gönlünü tok eden.
MUGRAK (Gark. dan) Batmış veya batırılmış (suya). Gark edilmiş.
MUGRE Bulanıklık.
MUGREM Âşık, tutkun.
MUGREMUN Ağır borca uğratılmış olanlar.
MUGRİB Anka kuşu.
MUGRÎL şişmiş maktul.
MUGŞA (Gaşy. den) Bürünmüş, örtülmüş.
MUGTAB Gıybet söyleyici, gıybet eden.
MUGTANEM Ganimet olarak alınmış olan, alınan.
MUGTASIB Gasb eden, zorla alan.
MUGTEBIT Gıbta olunmuş, hâli iyi olan kimse.
MUGTEDÎ (Gıda. dan) Gıda alan, gıdalanan. Beslenen.
MUGTELİM Hırs ve şehveti çok olan.
MUGTEMİZ Gammazlıyan.
MUGTENEM (Ganimet. den) Ganimet olarak alınmış.
MUGTENİM Ganimet olarak alan. Bedava alan. Ganimet bilen.
MUGTERİB (Gurub. dan) Batan, gurub eden. * Gurub. * (Gurbet. den) Gurbete giden. Gurbete çıkan.
MUGTERİF Elini daldırarak avucuyla su alan.
MUGTERİK Batan, suda boğulan, garkolan.
MUGTESİL (Gusl. den) Yıkanan, gusleden.
MUGVE (C: Mugveyât) Canavarı düşürüp yakalamak için kazıp ağzını örttükleri kuyu.
MUGZİB (Gazab. dan) Gazaba getiren, kızdıran.
MUHAB Kendisinden ürkülüp korkulan.
MUHABA Korku, perva, havf, çekingenlik.
MUHABBET Sevgi, sevme. * Sohbet. Ruhun, kendisinden lezzet duyduğu şeye meyletmesi. (Zıddı: Buğzetme ve adavettir.)(Eğer denilse: Al-i Beyt'e muhabbeti, Kur'an emrediyor. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm çok teşvik etmiş. O muhabbet, Şialar için belki bir özür teşkil eder. Çünki ehl-i muhabbet, bir derece ehl-i sekirdir. Ne için Şialar hususan Râfızîler, o muhabbetten istifade etmiyorlar; belki, işâret-i Nebeviye ile o fart-ı muhabbetten mahkûmdurlar.Elcevab: Muhabbet iki kısımdır:Biri : Mâna-yı harfiyle, yâni; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hesabına, Cenab-ı Hak nâmına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyt'i sevmektir. Şu muhabbet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın muhabbetini ziyadeleştirir. Cenab-ı Hakk'ın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adavetini iktiza etmez.İkincisi : Mâna-yı ismiyle muhabbettir. Yâni: Bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ı düşünmeden Hazret-i Ali'nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah'ı bilmese de, Peygamber'i tanımasa da yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın muhabbetine ve Cenab-ı Hakk'ın muhabbetine sebebiyet vermez; hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adavetini iktiza eder.İşte işaret-i Nebeviye ile, Hazret-i Ali hakkında ziyade muhabbetlerinde, Hazret-i Ebu Bekir-is Sıddık ile Hazret-i Ömer'den teberri ettiklerinden hasârete düşmüşler. Ve o menfi muhabbet, sebeb-i hasârettir. M.)
MUHABBETDARANE Muhabbete yakışır şekilde.
MUHABBETKÂR Muhabbetli, sevgi gösteren.
MUHABBETNAME f. Sevgisini bildiren yazılı kâğıt. Aşkını bildiren yazı.
MUHABBETULLAH Cenab-ı Hakk'a karşı beslenen ihlâslı sevgi.(...Sende, senin nefsine olan şedid muhabbetin O'nun zâtına karşı muhabbet-i zâtiyedir ki, sen su-i istimal edip kendi zâtına sarfediyorsun. Öyle ise, nefsindeki eneyi yırt, hüveyi göster. Ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin, O'nun esmâ ve sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir. Sen su-i istimal etmişsin, cezasını da çekiyorsun. Çünkü yerinde sarfolunmayan bir muhabbet-i gayr-i meşruanın cezası, merhametsiz bir musibettir. Rahman-ür-Rahim ismiyle hurilerle müzeyyen Cennet gibi senin bütün arzularına câmi' bir meskeni, senin cismani hevesatına ihzar eden ve sair esmâsiyle senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sair letâifin arzularını tatmin edecek ebedi ihsanatını, o cennette sana müheyya eden ve her bir isminde mânevi çok hazine-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelinin, elbette bir zerre muhabbeti, kâinata bedel olabilir. Kâinat O'nun bir cüz'i tecelli-i muhabbetine bedel olamaz. S.)(Velâyet yollarının ve tarikat şubelerinin en mühim esası ihlâsdır. Çünkü, ihlâs ile hafi şirklerden halâs olur. İhlâsı kazanmıyan, o yollarda gezemez ve o yolların en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet muhabbet; mahbubunda bahaneler aramaz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemâline delâlet eden zayıf emâreleri, kavi hüccetler hükmünde görür. Dâima mahbubuna tarafdardır.İşte bu sırra binaendir ki, muhabbet ayağı ile marifetullaha teveccüh eden zâtlar şübehata ve itirâzata kulak vermezler, ucuz kurtulurlar. Binler şeytan toplansa, onların mahbub-u hakikisinin kemâline işaret eden bir emareyi, onların nazarında ibtal edemez. Eğer muhabbet olmazsa, o vakit kendi nefsi ve şeytanı ve harici şeytanların ettikleri itirazât içinde çok çırpınacak. Kahramancasına bir metanet ve kuvvet-i imân ve dikkat-ı nazar lâzımdır ki, kendisini kurtarsın.İşte bu sırra binaendir ki, umum meratib-i velâyette, mârifetullahtan gelen muhabbet, en mühim mâye ve iksirdir. Fakat muhabbetin bir vartası var ki, ubudiyyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten, naza ve dâvaya atlar, mizansız hareket eder. Mâsiva-yı İlâhiyeye teveccühü hengâmında, mâna-yı harfîden mâna-yı ismîye geçmesi ile, tiryak iken zehir olur. Yâni gayrullahı sevdiği vakit Cenab-ı Hak hesabına ve onun nâmına, onun bir âyine-i esmâsı olmak ciheti ile rabt-ı kalb etmek lâzım iken; bazan o zâtı o zât hesabına kendi kemâlât-ı şahsiyesi ve cemâl-i zâtîsi nâmına düşünüp, mâna-yı ismîyle sever. Allah'ı ve Peygamber'i düşünmeden yine onları sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile değil, perde oluyor. Mâna-yı harfî ile olsa, muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir. M.)( $ âyetinde i'cazlı bir îcaz vardır. Çünki çok cümleler, bu üç cümlenin içinde dercedilmiştir. Şöyleki: Şu âyet diyor ki: "Allah'a (Celle Celâluhu) imanınız varsa elbette Allah'ı seveceksiniz. Mâdem Allah'ı seversiniz, Allah'ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah'ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz. Allah da sizi sevecek. Zâten siz Allah'ı seversiniz, tâ ki, Allah da sizi sevsin". L.)
MUHABERAT Muhabereler. Haberleşmeler. Haberleşme yapan dâireler.
MUHABERE Haberleşme. Karşılıklı birbirine haber verme.
MUHABERE MEMURU Telgrafçı.
MUHABİR Haber veren, haberci. * Gazeteye havadis gönderen kimse.
MUHACAT (Hecv. den) Birbirini hicvetme. Karşılıklı olarak birbirlerini yerme.
MUHACAT Bilmece hususunda birbiriyle zekâ yarışına çıkma.
MUHACCE (Hüccet. den) İddiâ edip münakaşa ederek deliller ve hüccetler gösterme. İsbatlar gösterme.
MUHACCEB Perdelenmiş, tecrid edilmiş. Perde ile ayrılmış.
MUHACCEL Ayağı sekili, beyazlı at. * Gerdeğe konulmuş.
MUHACERE Birbirini men'etmek, birbirine engel olmak.
MUHACCİL (Haclet. den) Utandıran, tahcil eden.
MUHACEMAT Hücumlar, üşüşmeler. Her taraftan ve birden hücum etmeler.
MUHACEME Hücum etme, saldırma.
MUHACERAT Göç etmeler, hicretler. Muhacirlik.
MUHACERET (Hicret. den) Hicret etme, göç etme, göçme.
MUHACET (Hecv. den) Karşılıklı olarak birbirini hicvetme, yerme.
MUHACEZE Fısıldamak.
MUHACİM Hücum eden, saldıran.
MUHACİMÎN (Muhâcim. C.) Hücum edip saldıranlar, üşüşenler.
MUHACİR Göç eden, bir memleketten kalkıp, başka bir yere yerleşen. * Mc: Allah'ın yasak ettiğinden uzaklaşan.
MUHACİRÎN Göç edenler, hicret edenler. İslâmiyetin ilk zuhurunda İslâm olanlardan Mekke'den Medine'ye hicret eden sahâbeler. (Bak: Ensar)
MUHADAA(T) (Had'. dan) Aldatma, hile yapma, oyun etme.
MUHADAT Hediyeleşmek. Karşılıklı olarak hediyeler vermek.
MUHADDA' Aldana aldana bilgi ve tecrübe sâhibi olan.
Dostları ilə paylaş: |