Sevilcan Başak Ünal fatih Fen Lisesi eskiŞEHİr derecesi : 1



Yüklə 159,82 Kb.
səhifə3/3
tarix29.07.2018
ölçüsü159,82 Kb.
#62106
1   2   3

Cem Mert DALLI

İstanbul Lisesi İSTANBUL

Derece : 8
Dünya görüşleri bir bütün olarak dünyayı açıklama iddiasındadırlar. Ama insanın bir bütün olarak dünyayı epistemolojik anlamda nesne edinmesi olanaklı değildir.”

  Abdullah Kaygı, “Felsefe Eğitimi ve Felsefenin Geleceği”,



Dünya Felsefe Günü  2007, s. 126.  


AKLIN ELEŞTİRİSİ ve RADİKAL İKİRCİKLİLİK
Çağdaş Türk Edebiyatı’nın önemli isimlerinden Hasan Ali Topbaş, “Bilginin kendisi değil, buharı muteberdir” der kendisi ile yapılan bir söyleşide. Bilginin ve bilmenin değerini böcek seviyesine indirmeden, hermeneutiğin ön planda yer aldığı bir “yeniden düşünme” süreciyle ortaya çıkan yansımaların (ve yanılsamaların) keşfine yolculuktur. Topbaş’ın kastettiği düşünmek ve var olanı sorgulamak bu yolda üstüne bindiğimiz uçan halımızsa, gölgemiz kimi zaman Gregor Samsa’nın bir böcek olarak uyanışı ile yakaladığı farkındalıkta, kimi zamansa Oğuz Atay’ın kaleminden “Babama –Mektup” olarak dökülürken karşılaştığımız eski-yeni çatışmasında görürüz.
Var olanı sorgularken sorgularken yüzleştiğimiz iç çelişkilerimiz ve bilmenin imkanlılığı sorusu zaman zaman karamsarlığa kapılmamıza neden olsa da bu çarpışma yolculuğun devamı için engel değildir; Gorgias’ın haykırışına şahit olurken, Platon’un ideler alemini keşfe çağrısına yöneliriz. Düşünmenin derin dehlizlerinde sınır olarak belirlediklerimizin, sonluluk olmadığını ve duvarın öbür tarafına geçtiğimizde sınırların da ortadan kalktığını görürüz. Görünen gerçek olmadığını ve yanılsamaların ardındaki hakikati aramanın gerekliliğine bir kez daha ikna oluruz. Platon’un öğretisi hakikatin keşfine ulaşılsa dahi bunun aktarılamayacağını vurgulamayı ihmal etmez; nitekim uçan halıdan indiğimizde seyahatnamemizin inandırıcılığı sorgulanırken, “irrasyonel” olduğu iddia edilecektir.
Tam da bu noktada ele almamız gereken düşünürlerden biri kuşkusuz Foucault’dur. Foucault bilginin iktidarından söz ederken bilgi kavramı üzerinden yeniden inşa edilen iktidarın düşünceleri belirli bir enterval içerisinde sınırlandırdığının üzerinde durur. Okullar, tımarhaneler ve hapishaneler bu büyük kapatılmaya şahit olur: Tekdüze ve dar bakışa sahip eğitim kurumları, norm dışı kalanın deli ilan edilerek toplumdan tecrit edildiği yer olarak tımarhaneler ve ezberi kırmanın “ceza”sının verildiği hapishaneler. İktidarın olumlayıcı yanları ise pragmatizm ile kol kola yürür, adeta hayvanların satılıp kesilmesini bekleyen çoban gibi…
Abdullah Kaygı’nın sorguladığı dünya görüşlerinin bütün dünyayı açıklamasının imkanlılığı da bu temeller üzerinden şekillenmektedir. Dünya görüşlerinin dünya dinamiklerini bütün nedenselliği ile beraber açıklama ve hakikate ulaşma çabası gerek iktidarın ve Nietzsche’nin üzerinde durduğu güç istencini kısıtlayan saikler gerekse Platon’un üzerinde durduğu aslolan-görünen ikilemiyle olanaksızlaşmaktadır.
Beri yandan, Ortega y Gasset’in “Avcılık Üstüne” adlı metninde kullandığı avcı metaforu da bu epistemolojik temellendirmenin zorluğuna dikkat çekmektedir. Bir turist gözlemlediği bölgenin tüm özelliklerine hakim olamaz, sadece ayrıntılarda gizli olanın farkına varamaz. Avlanmak için ormana giren ve baktığı yerdeki ayrıntıyı görmeyi bilmeyen avcı da turistten farksızdır. Bu nokta üzerinde yoğunlaşan avcı ise bütün ormana hakim olamaz ve sırtını döndüğü tarafı ihmal eder. Gasset’in bu metaforu üzerinden yola çıktığımızda, Abdullah Kaygı’nın ortaya koyduğu iddiada olduğu gibi, tek başına bir dünya görüşünün bütün olarak dünyayı anlaması ve yargıları temellendirmesi oldukça güçtür. Düşüncenin sistemleşmesi boyutunda, uçan halının bir noktaya sahiplenmesi ve temellendirmelerinin kendi çarkları içerisinde sıkışması beraberinde fikirlerin esnekliğinin azalarak adeta kemikleşmesine zemin hazırlamaktadır.
Mesafeli bir bakışın ve özeleştirinin yoksunluğuna modern çağın bilimciliğinde sıklıkla rastlarız. Kemikleşen bilimcilik ve akıl fetişizmi Horkheimer tarafından “akıl tutulması” olarak nitelendirilir. İnanç değerlerini somut veriler ve nicel nesnellikler üzerinden inşa eden modern aklın diyalektik süreçten kopmasına ve akılcılığın kara baharına vurgu yapan Horkheimer, modern aklın normlarına uymayan “şeylerin” irrasyonel ilanına isyanın sesidir. Postmodern söylem, Foucault ve Horkheimer’da can bulurken, dünyayı bütünsel olarak anlama iddiasında olmasa da katkıları ve eleştirisel bakışıyla bu çabanın en temel taşlarından biri olmuştur.
İtalyan sosyalist hareketinin önderlerinden Antonio Gramsci, 1917 yılında yazdığı “Bizim Marx” adlı yazıda, bir dünya görüşü olarak Marksizmi ele alır. Marx’ın baştan aşağıya yepyeni şeyler söylediğine ancak var olan fikirlerin onda olgunlaştığına, geçmişin mirasını tarihsel bağlamda ele alarak yeniden yorumladığını vurgular. Bu nedenlerden ötürü Marx’ın Marksist olmayanlar tarafından da sıklıkla okunmasını ve herkes için önem taşıdığına dikkat çeker. Gerçekten de Marx; Hegel, Fenerbach, Ricardo ve Locke gibi düşünürlerin öğretilerinden beslenmiş ve kapsayarak dönüştürme (aufhalang) yoluyla kendi tezlerini ortaya koymuştur. Batı Marksistleri başta olmak üzere 20. yüzyıl boyunca Marksizm defalarca yorumlanmış ve bir dünya görüşü olarak önemli bir yer edinmiştir. Tüm bunlara rağmen Marksist teori tekil olarak dünyayı açıklama iddiasını mevcut koşullar içerisinde başarmış değildir. Liberalizm, pozitivizm ve feminist teori gibi dünya algılarıyla olan diyalektik ilişkileriyle gelişimini sürdürmekte ve dünyayı açıklama uğraşındadır.
İnterdisipliner ve farklı kaynaklardan beslenen, kemikleşen kesin yargılardan kaçınan ve çarkının içinde kendini öğütmeyen bir dünya algısı, dünyayı bütün olarak epistemolojik anlamda önemli adımlar atma olanağına sahip olabilir. Bülent Somay’ın “radikal ikirciklilik” olarak adlandırdığı esnek ve eleştirel bakmanın sürekliliği, filozofun uçan halısında avını ararken yanında bulundurduğu silah olabilir.

Ekin İNCE

TED İstanbul Koleji İSTANBUL

Derece : 9
Adalet amaçların ölçütü ise, araçların ölçütü de hukuka uygunluktur.”

Walter Benjamin, “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”, Şiddetin Eleştirisi Üzerine,

Hazırlayan Aykut Çelebi, Metis Yayınları, İstanbul 2010, s. 20. 


ARAÇ, AMAÇTAN : HUKUK, ADALETTEN DOĞDU
Adalet, bireyin ahlâk algısı ile ilgili soyut bir kavramdır. Bu kavram hukukta vücut bulur, somutlaşır. Adalet kimi zaman bir duygu olarak dahi adlandırılabilirken; hukuk, adaletin varlığını devamlı kılmak ve adaletin toplum içindeki işleyişini denetleyebilmek amacı ile oluşmuş, nesnel, kurallar bütünüdür. Dolayısıyla adalet bireyin denetim mekanizmasının bir parçasıyken, hukuk toplumun denetim mekanizmasının parçasıdır. İşte bu nedendir ki, adalet, tarihin ilk çağlarında dahi var olmuş, hukuk ise bireylerin bir araya gelip toplumları oluşturması ile yavaş yavaş oluşmuş ve gelişmiştir.
Adalet, hukuk arasındaki ayrımın bir benzeri de amaç ve araç kavramları arasında vardır. Amaç, bireye özgü ve yalnızca bireyi etkileyen soyut bir kavramken; araç, bu bağlamda bireyden doğan ancak başkalarını da etkileyen eylemler anlamını kazanmıştır. Dolayısıyla Walter Benjamin’in sözünü ettiği amaç, bireyin düşündüğü ancak eyleme geçirmediği niyetleri; araç ise bireyin amaçları doğrultusunda oluşan eylemleri, davranışlarıdır. Bir insanın hırsızlık yapma niyeti bir amaçken, hırsızlık eylemini gerçekleştirmesi araçtır. Bireyin amaçlarının ve bunlar doğrultusunda oluşan eylemlerin yani; araçlarının varlığı kesindir. O halde insanın sosyal bir varlık olmasından yola çıkarak, bu amaç ve eylemlerin denetiminin mutlak olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Peki; amaçlar, araçlar ve bunların etkileri böylesine farklıyken bunları aynı denetim mekanizması ile denetlemek doğru mudur? Walter Benjamin bunun doğru olmayacağını düşünmüş olacak ki amaçların denetimini adalete, araçların denetimini ise hukuka vermiştir. O halde, sorulması gereken asıl soru, neden amaçların adaletin denetiminde, araçların ise hukukun denetiminde olduğunu söylüyor. Dolayısıyla önce neden amaçların ölçütünün adalet olduğunu açıklamalıyız.
Tanımlamalar sırasında adaletin bireylerin iç denetim mekanizmasının bir parçası olduğunu, amaç kavramının ise bireyden doğan, ona özgü ve yalnızca onu etkileyen niyetleri anlamına geldiğini söylemiştim. Bu tanımlardan da anlaşıldığı gibi kişinin amaçları yalnızca kendisini etkilediğinden, yalnızca kendisi tarafından denetlenebilir. Kişinin iç denetim mekanizmasının adalet olduğu bilinciyle, kişinin amaçlarının adalet ile denetlenebileceğini yani; adaletin, amaçların ölçütü olduğunu söyleyebiliriz. Walter Benjamin; adalet amaç ilişkisinin kabul edilmesi halinde, aynı ilişkinin hukuk, araç arasında da kurulabileceğini belirtmiştir. Bunu da yine tanımlar üzerinden açıklamak mümkündür. Hukuk kavramını adaletin varlığını devamlı kılmak ve işleyişini denetleyebilmek amacı ile bireylerin topluluklar halinde yaşamaya başlamalarından sonra oluşturulmuş kurallar bütünü şeklinde tanımlamış, ardından araç kavramını bireyin amaçları doğrultusunda oluşan eylemler anlamında geldiğini belirtmiştim. Bu tanımların yol göstericiliğinde hukuk, araç ilişkisini çözmeye yöneldiğimizde ortaya aslında adalet, amaç ilişkisinden çok da farklı olmayan bir tablo çıkıyor. Amacın kişiye özgü oluşunun ve etki alanının birey ile sınırlı olmasının, denetiminin adalet olmasını sağlaması gibi; aracın kişiden doğması ancak etki alanına başka insanları da alıyor oluşu devreye denetleyici olarak bireyi değil toplumu kapsayan hukuku sokuyor. Kısacası; araç başkalarını da etkilediği için hukuk yani; toplumu denetleyici bir mekanizmayı ortaya çıkarıyor.
Kavramlar arası ilişkinin bir diğer boyutu ise “amaç-araç”, “adalet-hukuk” olarak görülebilir. Amaç aracı; adalet hukuku doğuruyor ve bu değişimin temelinde insanın sosyal bir varlık olması yatıyor. Bireyin kişiselliği amacın araca dönüşmesiyle yok oluyor ve devreye başka insanların girmesiyle bu dönüşüm yeni bir denetim mekanizması yaratıyor. İlkçağlarda insanlar tek başlarına yaşarlarken de var olan adalet, bireyin sosyalleşmesi ile hukuka can verip, onda vücut buluyor. Amaç, bireyin sosyalleşmesi sürecinde aracı doğururken; adalet, hukuku doğuruyor.
Tanımlamalar ve prensipler üzerinde durduktan sonra, sözü edilen durumun pratiğe yansımalarına yoğunlaşmak Walter Benjamin’i ve sözünü anlamamızı kolaylaştıracaktır. Yazının buraya kadarki bölümünde kavramlar arasındaki ilişkiyi açıklayacak neden adaletin amaçları; hukukun ise araçları denetlediği belirttim. Artık pratiğe yoğunlaşmak doğru olacaktır. Bir bireyin, birtakım sosyo-ekonomik nedenlerle ya da kışkırtmalar ile hırsızlık yapma niyetinde olması amaçtır, bunun sadece bir niyet olması hukukun buraya ulaşmasını ve denetlemesini engeller. Hukuk, niyetleri değil eylemleri denetler. İşte hukukun ulaşamadığı bu noktaya adalet, yani kişinin iç denetim mekanizması el atar. Kişi, kendi içinde bu niyetinin adi mi yoksa adil mi olduğuna karar verir. Adaletin işi ve yetkisi kişinin, niyetin muhakemesini yapması ile sona erer. Yani; kişi hırsızlık yapmanın adi ya da adil olduğuna karar verdiği anda adaletin denetiminden çıkar. Bireyin; niyetini eyleme dökmesi ile hukukun görevi başlar. Yani birey hırsızlık yaptığında artık hukukun denetimine girmiştir. Çünkü artık başkaları devreye girmiş, amaç etki alanının genişlemesi ile araca dönüşmüştür.
Amaçlar bireye özgüdür, adalet iç denetim mekanizmasıdır. Araçlar bireyden doğar, başkalarını da etkiler; hukuk toplumun denetim mekanizmasıdır. Adalet amaçların ölçüsü ise, araçların ölçütü de hukuka uygunluktur.

Büşra ÇALIŞKAN

Lütfi Ege Anadolu Öğretmen Lisesi DENİZLİ

Derece : 10

Kültürün ataerkil oluşumu, cinsiyetler arasındaki ilişkilerin evriminde ortaya çıkar. Ayrıca dilin derin kullanımında kendini gösterir.”



Luce Irigaray, Ben, Sen, Biz-Farklılık Kültürüne Doğru, Çev. Sabri Büyükdüvenci-Nilgün Tufal, İmge Yayınları, Ankara 2006, s. 17.  

KADININ TARİHSEL KONUMLANIŞI
İnsan ekonomik temelli süreçlerin sonuçlarını tarihin her noktasında farklı şiddetle hissetmiştir. Kısacası insan oluşan ve kendi oluşturduğu süreçlerin sonuçlarını yaşamaktadır. Şüphesiz ki bugünün toplumsal yapısını incelerken, tarihin sınıf savaşımlarını da incelemek durumundayız. “Tarih, sınıf savaşları tarihidir” der Marks. Tarih sınıf savaşımları tarihidir. Savaşımlarda sınıfların birbirine sağladıkları üstünlük, kadının, erkeğin toplumsal konumlanışına en büyük etkiyi yapmıştır. Üretim ilişkilerinde yaşanan farklılıklar, günümüze kadar uzanan tarihsel çizginin erkeğin egemenliğini kümülatif bir şekilde arttırmasıyla sonuçlanır. Ama bizler biliyoruz ki tarihin ezen ve ezilen sınıf arasındaki mücadelesinde kadının ve erkeğin toplumsal statülerinin emeğe ve üretime bağlı olarak değişimi söz konusudur.
Tarih tekerrürden ibaret değildir. Dünden bugüne pek çok şey değişmiştir. Ataerkil toplum yapısının, erkeğin bu denli baskın oluşunun altında yatan temellerin felsefi, sosyolojik faktörlerle temellenişi bizim günümüz toplum yapısının daimi olmadığı ve olmayacağı konusundaki tezlerimizi bir kez daha haklı kılmaktadır.
O günkü dünyanın üç kıtasına yayılmış olan ilk insan Homo-erectus, yaşadığı ortamın onu, toplumsal konumlanışını ve üretim ilişkilerini etkilemesine mani olmamıştır. Nitekim, felsefi tartışmaların değişmez konularından olan bilinç ve çevrenin oluşum yönünden etkileşimlerinde, bilincin çevreyi yarattığı savını çürüterek, çevrenin bilinci ve insan ilişkilerini şekillendirişinin en büyük örneğini tarihsel süreç içerisinde insan konumlanışıyla vermiştir.
Dünya buzullarla kaplıyken ve insanlar devasa büyüklükte olan mamutlarla mücadele ederken, kolektif bilince sahip olmuşlardır. Öyle ki, mamutla mücadele ederken toplu şekilde hareket edilmiş ve ortak tüketim gerçekleştirilmiştir. İnsan koşulların şekillendirişi ve insanın bu koşullar etrafında hayatını sürdürmesi kaçınılmazdır. Darwin’in doğal seleksiyonda bahsettiği gerçekliğin bu kaçınılmazlığı temellendirişi ortadadır. Ortama uyum sağlayamayan elenir ve insan o günün şartlarıyla ortama uyum sağlamak için birlikte avlanmak ve birlikte tüketmek zorundadır. Bu da ilk üretimsel sürecin oluşumunun, yani ilkel komünal toplumun başlangıcı sayılır. Bu toplum yapısında kadın ve erkek eşittir. Daha sonra kadının emek gücünden doğan farklılıklar ve üstlendiği görevlerle kadın, klanlara öncülük etmiştir. Bu mezolitik dönemin sonuna kadar devam eder. Anaerkil toplum yapısında kadının liderliği, günümüz ataerkil toplum yapısında erkeğin liderliğiyle kıyaslanamayacak şekilde farklılık gösterir. Anaerkil toplumda kadın, hiçbir zaman baskı unsuru olmamıştır. O ilkel demokrasinin benimsendiği bir tarihi döneme öncülük etmemiştir. Nitekim yine üretim ilişkilerinin evrimi, kadın ve erkeğin toplumsal evrimine neden olmuştur. Kadın ve erkek emek gücü farklılığından kaynaklı bu değişim ataerkil toplumun mimarlığını yapmıştır. Süreçler birbirini izlemiş, ilkel komünal toplum yerini köleci topluma, köleci toplum yerini feodal topluma ve feodal toplum da yerini kapitalist topluma bırakmıştır. Ve kadın egemenliğinin sönümlenişi, günümüz kapitalist toplumuna kadar devam etmektedir. Pervin Erbil, Kibele’den Pandora’ya “Kadının Tarihsel Yenilgisi” adlı kitabında ana hukukunda baba hukukuna, kadın egemenliğinden erkek egemenliğine ve bereket saçan Ana Tanrıça’dan, kötülük saçan Pandora’ya toplumdaki kadın algısının değişimine ve tarihsel yenilgisine yine bir kadın olarak ses getirmiştir.
Luce Irigaray “Kültürün ataerkil oluşumu cinsiyetler arasındaki ilişkilerin evriminde ortaya çıkar. Ayrıca dilin derin kullanımında kendini gösterir” derken ataerkil toplumda kültürel anlamda yıllara varan bir değişimle erkeğin üstünlüğü, kadının ve erkeğin cinsiyetler arasındaki evriminde ortaya çıkar der. Ve bu üstünlükle hiç şüphesiz dil gibi tarihe kültür taşıyıcılığı misyonu üstlenmiş bir olgunun derin kullanımında kendini gösterir. Türkçe’de de rastlayacağımız üzere, kadın bedeninin aşağılanışı ve küfürlerin kadın bedeni üzerinden şekillenişi, atasözleri ve deyimler, günlük kullanışlar dilin derin kullanımında ve sözcüklerin taşıdığı gerçeklikte, yaşadığımız ataerkil toplumun izlerini taşır. “Kızını dövmeyen dizini döver” atasözüyle bile toplumdaki erkek egemen yapıyı hissedebiliriz.
Toplumun dünya görüşü izlerini taşıyan dil faktörünün yanı sıra, toplumu şekillendirmek ve mevcut sistemin devamlılığını sağlamak misyonunu üstlenmiş olan din, toplumun tarihsel ilerleyişindeki farklılığı ve cinsiyetler arasındaki evrimi içinde barındırır. Nitekim, Ana Tanrıça Kibele bir kadındır ve o günün şartlarında bu Tanrıça temsil ettiği bereket sembolüyle kadının toplumda egemen olduğunun ve bereketi temsil ettiğinin kanıtıdır. Yine aynı kadın, yıllara varan bir evrim sürecinin sonucu olarak kötülük saçan Pandora’ya dönüşmüştür.Bu değişim kadının mevcut sistemdeki konumlanışıyla ilintilidir. Tek tanrılı dinlerin yaratılış efsanelerinde kadını ikincileştiren bir olay örgüsünün bulunması da mevcut sistemin egemenlerinin kadını ikincilleştirerek nemalandığının kanıtıdır. Havva bugün de dinsel olarak kabul gören bir algıyla Adem’in kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Yani kadının varlığı erkeğe bağlıdır. Ayrıca kadın yasak ağaçtan elma yedirten, Adem’in aklını çelen ve cennetten kovulmaya sebep olan bir kötülük sembolüdür. Günümüzde kadına, hemcinsleri tarafından bile böyle bakılmaktadır. Şüphesiz bunda dinin, toplumu şekillendirmesi de etkilidir.
Nazım Hikmet dizelerinde “Sanki hiç yaşamamış gibi ölen ve sofrada yeri öküzümüzden sonra gelen” der kadın için… Kadın bu konumlanışı yıkacak dinamikleri de içinde barındırır. O yine Nazım’ın dizelerindeki gelecek güzel günlere inancını mücadelesiyle çelikleştirir.
Tarih kadının egemenliğinden erkeğin egemenliğine geçişte erkeğin yarattığı sistemin kölesi olduğu gerçeğini, başta kral olmak üzere düzenin egemenlerine köle olanın yine erkek olduğunu gözler önüne sererken, sınıf farkının cinsiyet farkına baskınlığını da gözler önüne sermiştir. Bizler biliyoruz ki tarih başta kadın ve erkek olmak üzere, bütün sınıfları eşitleyecek, sınıfsız bir dünya düzenine gebedir. Bu dünyanın mimarı kadın ve erkek olacaktır. Bu günlere olan inancımı çelikleştiren hak mücadeleleridir. Kadın sanayi devrimiyle toplumsal konumlanışın köklü değişimi ve üretim sürecine olan etkinliği yine evrimlerin sonucunda büyük devrimlere yeni ve köklü değişikliklere ev sahipliği yapacak, kadının maruz kaldığı toplumsal baskı ve şiddeti, kültürün ataerkil oluşumunu tarihin sayfalarına gömecektir.
Yüklə 159,82 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin