Tbmm tutanak Hizmetleri Başkanlığı



Yüklə 327,35 Kb.
səhifə5/7
tarix01.08.2018
ölçüsü327,35 Kb.
#64729
1   2   3   4   5   6   7

Bu çerçevede, bu aidiyet duygusunu yaratacak olan olguların başında da ana dil kavramı geliyor. Bu ana dil kavramından ne anlıyoruz? Şimdi, bakın arkadaşlar, bunu Mecliste de görüyoruz, milletvekilleri düzeyinde görüyoruz. Aslında genel olarak biz bu sorunu hep yaşıyoruz, terminoloji sorunu, arkadaşlarımız bir şekilde ifade ettiler. Kavram kargaşası dediğimiz sorunu gene burada da görüyoruz, Mecliste de görüyoruz. Burada meramımızın daha iyi anlaşılabilmesi, birbirimizi daha iyi anlayabilmemiz ve bunun da ötesinde kamuoyunu doğru bilgilendirebilmemiz için bu kavramlara ben izninizle kısaca temas etmek isterim.

Şimdi, ana dili, bildiğiniz gibi, çocuğun doğduğu andan itibaren çocukla iletişim kurmak için ailesinin, arkadaşlarının ve yakın çevresindeki herkesin kullandığı dildir. Çekirdek dildir ana dili.

Şimdi, ana dili eğitimi, öğretimi… Müfredat ayrı bir olay, ana dili eğitimi, öğretimi ayrı bir olay. Müfredat, onu biraz sonra ifade edeceğim, toplumda egemen olan bir dille işlenirken, ana dilinin dil dersi olarak verilmesi… Sadece dil dersi değil, biraz daha açayım. İnsanlar, ana dilleriyle kültürlerini de öğrenmelidir, tarihini de öğrenmelidir, toplumsal yapılarını da öğrenmelidir, gramerini de öğrenmelidir. Ana dilinde eğitim ise, ana dilde eğitim ise, öğrencinin tüm derslerinin ana dilinde işlendiği sistemdir, müfredattır ana dilde eğitim. Tekrar ifade edeyim, çok genel değerlendirme yapıyorum, hiç kimse üstüne alınmasın. Gerçekten, Genel Kurulda görüyoruz, ana dilde eğitimle ana dili eğitimi, ana dili öğretimi birbirine karıştırılıyor ve o karışıklık üzerinden tartışmalar başlıyor, gruplaşmalar başlıyor, iç içe giriyor o kavramlar, onun üzerinden bir kaos yaşanıyor.

Şimdi, bunun devamında çift dilde eğitim… Gündelik yaşamında iki dil kullanan çocuğa verilen eğitimde iki dilin de eşit ya da farklı ağırlıklarda kullanılması, böyle bir yöntem var bazı ülkelerde. Farklı çift dilde eğitim modellerinin ortak temeli, çocuğun her iki dilinin de kabulü ve iki dilin birbirine bağlantılı ve karşılaştırılmalı öğretilmesi. Esas olan bu ilke var.

Şimdi, resmî dil, bütün bunların devamında resmî dil, bir ülke tarafından kamu idaresi ve kurumlarında kullanılması benimsenen dil. Belirli bir grubun ana dilinde eğitim alması, bu dilin o ülkenin resmî dili anlamına gelmesi anlamını taşımaz, ana dilinde eğitim alması.

FARUK BAL (Konya) – Öğrenmesi mi, alması mı?

ATİLLA KART (Konya) – Ana dilinde öğretim-eğitim, bu ikisi birbiriyle… Aslında o sınırı koyamazsınız zaten. Bakın, ana dilinde öğretim-eğitim, ana dilde eğitim, aradaki temel fark oradan kaynaklanıyor. Şimdi, tabii, burada ana dilinde eğitim kavramı yanında şunu da görmek gerekiyor: Kültürel kimlik hakkı kavramı, ana dilini kullanma hakkı kavramı. Bunların hepsinin belirli içerikleri var. Bunların hepsi de, kabul etmek gerekir ki, sonuçta yasa koyma anlamında, yasa koyma sürecinde göz önüne alınması gereken kavramlardır, değerlerdir. Bir genel bilgi olarak bunu ifade ediyorum.

Şimdi, bunun devamında değerli arkadaşlarım, bir makale okumak istiyorum. Makalenin kime ait olduğunu da söyleyeceğim elbette. Bu makaleyi ben kayıtlara geçirmek istiyorum.

AHMET İYİMAYA (Ankara) – Kaç sayfa?

ATİLLA KART (Konya) – İki sayfa kadar bir makale, yani onu tümüyle değil.

Bakın, ne diyor? Dil konusunda iki temel yaklaşımdan söz ediyor makaleyi yazan hocamız. Şunu diyor: “Birincisi, çoğu liberal, demokrat ve düşünürlerin de desteklediği…”

Belli bazı böyle ideolojik kavramları özellikle atlıyorum ki, burada bir tartışmaya yol açmak istemiyorum. Burada bir şeyler üretilsin istiyorum, o anlayışın içindeyim, bu gayretin içindeyim.

Şunu diyor: “…liberal demokrat yazar ve düşünürlerin de desteklediği ‘anadilde eğitim’ yaklaşımıdır. Bunun ayrıntılı içeriği açıklanmamakla beraber, öyle görünüyor ki, kastedilen okul-öncesi eğitimden üniversite mezuniyetine kadar Kürtçenin hâkim olduğu bir eğitimdir. Gene anlaşılmaktadır ki, bu sistemde Türkçeye ancak ikinci dil olarak sınırlı ölçüde yer verilecektir. İkinci görüş ise, Kürtçenin ve talep olduğu takdirde Türkiye’de konuşulan diğer anadillerin seçimlik ders olarak öğretilmesidir. Bu sadece dil öğretimini değil, gene seçimlik olmak şartıyla, Kürt edebiyatı, Kürt toplum yapısı, Kürtlerin tarihi gibi konuları da kapsayacak genişlikte düzenlenebilir.

Aslında rasyonel tartışmalara açık olması gereken bu konu, zaman zaman, Türkiye’nin birçok sorununda olduğu gibi, ideolojik şablonlarla ‘ya hep, ya hiç’ mantığıyla ele alınmaktadır. Oysa sorunun elbette ideolojik ve kimliksel yönleri olduğu kadar, sosyolojik, psikolojik ve pedagojik yönleri de vardır. Anadilde eğitimi sınırsız ve mutlak bir hak olarak gören siyasetçiler ve yazarlar, konunun tartışılacak ve müzakere edilecek yönünün bulunmadığı görüşündedir. Bu görüşe göre sınırsız bir anadilde eğitim hakkı talebi, Kürt kimliğinin korunması bakımından zorunludur ve Türkler yönünden bu talebi kabul etmek, sadece siyasi değil, aynı zamanda ahlaki bir yükümlülüktür. Tabii haklar tartışma ve müzakere konusu olamaz. Bu hakkın mutlak anlamıyla tanınmaması, dolaylı yoldan da olsa asimilasyonist bir yaklaşımı çağrıştırmaktadır.

Oysa burada sorun, bir tabii hakkın tanınmasının reddedilmesi değil, okul öncesi eğitimden başlayıp, üniversite çağı da dahil olmak üzere, bütün öğrenim hayatında Kürtçenin hâkim dil olarak kullanılmasının, toplumda birbirlerini anlamayan, birbirleriyle iletişim kuramayan iki grubun varlığına yol açıp açamayacağı sorunudur.”

FARUK BAL (Konya) – 37 grup veya 16 grup olacak.

ATİLLA KART (Konya) – “Burada dile getirilen endişe, böyle bir sistemin, zaten mevcut olan ayrışmayı daha da derinleştireceği ve belki sonunda tam bir ayrılıkla sonuçlanabileceği yönündedir. Ayrıca bu yaklaşımın, Kürt gençleri bakımından istihdam sorunları…” vesaire.

“Aslında, anadilde eğitimi savunanlarla, anadilin öğretimini savunanlar arasındaki fark abartıldığı ölçüde büyük değildir. Buna rağmen, anadilin öğretilmesini savunanların, Kürt dilini, kültürünü, hatta Kürtlerin varlığını reddeden inkârcı ve asimilasyonist zihniyetlerle neredeyse aynı kaba konulmak istenilmesi son derece haksız bir tutumdur.”

Bir kez daha okumak istiyorum bu cümleyi: “…anadilin öğretilmesini savunanların, Kürt dilini, kültürünü, hatta Kürtlerin varlığını reddeden inkârcı ve asimilasyonist zihniyetlerle aynı kaba konulmak istenilmesi haksız bir tutumdur.”

“Kürtçenin hâkim dil olduğu bir ‘anadilde eğitim’ yaklaşımına, yabancı kolejler ve ağırlıklı olarak bir Batı dilinde eğitim veren devlet okulları da örnek gösterilemez. Çünkü bu okullarda öğrenim gören öğrenciler, Türkçeyi anadilleri olarak ana-babalarından, arkadaşlarından, çevrelerinden, televizyondan öğrenebildikleri hâlde, Kürt çocukları bu imkânların pek çoğundan yoksun durumdadırlar.

Nihayet, bir hususu ilke olarak benimsemek, onun uygulanma şeklinin asla ‘müzakere’ edilemeyeceği anlamına gelmez. Meşhur deyişle, ‘şeytan ayrıntılarda saklıdır.’ Kürtçe ve diğer ana dillerin öğretimi ilke olarak kabul edildikten sonra, onun kapsamının ve şekillerinin tartışma ve müzakereler yoluyla belirlenmesi, sadece meşru değil, aynı zamanda gereklidir de. Bu tartışmada elbette, salt ideolojik değil, sosyolojik ve pedagojik veriler de dikkate alınmalıdır. Burada özellikle kaçınılması gereken bir tutum, reddiyeci ve inkârcı bir zihniyetle, ana dil öğretimine kapıları açmaktan kaçınmaktır. Mevcut durum, temel insan haklarına aykırı olduğu gibi –Türkiye’deki mevcut durum temel insan haklarına aykırı olduğu gibi- okula yeni başlayan Kürt öğrenciler bakımından da ağır psikolojik ve pedagojik sorunlara yol açmakta, birdenbire bilmedikleri veya pek az bildikleri bir dilde öğrenime başlamak zorunda kalan bu çocuklar, ciddi sıkıntılar çekmekte, öğrenimdeki başarıları çok olumsuz bir şekilde etkilenmektedir.

Talep üzerine seçimlik ders olarak ana dil öğretimine başlanabilmesi için, aslında anayasa değişikliğine de gerek yoktur. Yürürlükteki Anayasa’nın, bazılarınca buna engel olarak gösterilen 42’nci maddesi, aslında böyle bir engel oluşturmamaktadır. Bu maddeye göre, ‘Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.’”

“Yeni anayasa yapımı sırasında mevcut 42’nci madde, elbette daha demokratik yönde değiştirilmelidir. Burada ifade etmek istediğim, böyle bir uygulamanın, bu değişikliği beklemeksizin başlatılmasının mümkün olduğudur. Nihayet, ana dilin öğretimi ve eğitimi konusunda makul bir çözüm arayışına ışık tutması gereken milletlerarası sözleşmelerden de azami ölçüde yararlanılmalıdır. Bunlar arasında, özellikle, kuruluşundan beri üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi çerçevesinde kabul edilmiş olan ‘Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme’ ve ‘Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartı’ birinci derecede önem taşımaktadır.” diyor.

İkisi de imzalanmadı, o konuda zaten gerekli değerlendirmeyi Sayın Türmen yaptı. O sözleşmelere temas etmek gereğini duymuyorum.

Şimdi, “Bütün bu hükümler, taraf devletlere, azınlık dillerinin eğitim ve öğretimi prensibinin özüne halel gelmemek şartıyla, oldukça geniş bir hareket serbestisi tanımaktadır. Yukarıda alıntılanan hükümlerde geçen, ‘yeterli talep varsa,’ ‘mümkün olduğu ölçüde', ‘azınlık dilinin öğretilmesi ya da bu dilde eğitim görme’, ‘resmî dilin eğitim ve öğretimine halel gelmemesi’ gibi ifadeler, taraf devletlere tanınan takdir serbestisi alanını göstermektedir. Dolayısıyla, ana dilin öğretimi ilkesini hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde kabul etmek şartıyla, bu eğitim ve öğretimin şeklini, kapsamını ve resmî dil olan Türkçe ile ilişkisini, yapıcı ve rasyonel şekilde tartışmak, söz konusu milletlerarası sözleşmeler çerçevesinde de tamamen meşrudur. Türkiye’nin şimdiye kadar imzalamadığı bu iki sözleşmeyi imzalaması, konunun Avrupa standartları çerçevesinde tartışılmasını kolaylaştıracak bir adım olacaktır.”

Değerli arkadaşlarım, bu, Ergun Özbudun’un 23 Ocak 2012 tarihli Star gazetesindeki makalesi, oradaki makalesi. Hatta burada, konunun başında da şunu ifade eder: “Seçimlik ders olarak ana dil öğretimine başlanabilmesi için, bir anayasa değişikliğini beklemeye de gerek yoktur. Yürürlükteki 42’nci maddede kastedilen, Türkçeden başka bir dilin hiçbir şekilde okutulamayacağı ve öğretilemeyeceği değil, hâkim eğitim dili olarak okutulamayacağı ve öğretilemeyeceğidir.” diyor.

Şimdi, bunun devamında bir hususa daha temas etmek istiyorum. Ondan sonra kendi görüşümü de ayrıca ifade edeceğim.

Değerli arkadaşlarım, cumhuriyetin azınlık politikasının, tabii, Lozan Anlaşması’ndan kaynaklandığı hep bilinir, ifade edilir. Bunu arkadaşlarımız da ifade ettiler. Aslında bu kurucu anlaşma, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu anlaşması, dinî azınlıkların varlığını kabul ederken, bakıyorsunuz, etnik veya ulusal grupları tanımamış. Gayrimüslim azınlıklara tanınan kültürel haklar, görünürde -esasta değil, görünürde- asli unsur olan Kürtlere… Konumuz Kürtler olduğu için o vurguyu yapıyorum ağırlıklı olarak. Tekrar ifade ediyorum: Gayrimüslim azınlıklara tanınan kültürel haklar, görünürde asli unsur olan Kürtlere bürokrasi ve yönetimler tarafından tanınmamıştır. Bu yönüyle Lozan Anlaşması aslında Türkiye Cumhuriyeti yönetimleri tarafından özüne ve amacına uygun bir şekilde bugüne kadar uygulanmamıştır bu konuda, özüne ve amacına aykırı bir şekilde uygulanmıştır. Biraz daha açayım: Bakın, 39’uncu madde ne diyor? “Herhangi bir Türk uyruğunun…” “Herhangi bir Türk uyruğu”nun anlamı çok açıktır. “Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın faaliyetinde veya açık toplantılarında, dilediği bir dil kullanmasına karşı hiç bir kısıtlama konulmayacaktır. Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır.”

Savunma hakkı meselesi, son cümlede o, tabii, kastediliyor.

Cumhuriyeti kuranlar, bakın, o dönemde bile savunma hakkının ana dilde yapılması noktasına temas etmek gereğini görüyorlar. Böylesine gerçekçi bir değerlendirme yapıyorlar.

FARUK BAL (Konya) – Sulandırmadan tabii. Zaten Ceza Muhakemesi Kanunu…

ATİLLA KART (Konya) – Yani bir ilkeyi söylüyorum, bir çerçeveyi söylüyorum. Bakın, bunun öncesinde ne diyor? “Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde…” Yani bakın, siyasi propaganda yapıyorsunuz. Gidiyorsunuz, bir Kürt vatandaş grubuna karşı… Ben kendi bölgemde yaşıyorum. Ben beceremiyorum konuşmayı, ayrı bir konu, Kürtçe konuşmayı beceremiyorum, o da benim eksiğimdir, ayrı bir konu. Ama nedir? Ben şunun eksikliğini yaşıyorum: O insanlara, karşımdaki, o Kürtçeden başka dil anlamakta zorlanan o insanlara Kürtçe konuşamamaktan dolayı ben meramımı, siyasi meramımı yeterince anlatamıyorum ve bunu seçim mevzuatında engelledik. Hâlen varlığını koruyor, değil mi 298’de ve yani bakın, buradan hareketle yıllardır milletvekilleri yargılanıyor ve buradan hareketle yıllardır toplum neyin çatışmasını yaşıyor? Siyasi propagandada sen Kürtçe konuşmayı yaptığın zaman: “Vay efendim! Ülke bölündü!” Bunun üzerinden tartışma yaşıyoruz, bunun üzerinden bir kutuplaşmayı yaşıyoruz.

Yani burada şudur: Türk etnik kökeninden olmayan vatandaşlar da dâhil olmak üzere, herhangi bir Türk uyruğunun kendi dilini kullanma hakkına saygı gösterilmesine yönelik olan taahhüt bugüne kadar sistematik olarak ihmal edilmiştir. Bu bir gerçek. Sistematik olarak bu hakkın kullanılması engellendi. Ana dilini kullanma hakkı olarak bunu değerlendirebilirsiniz. Bu ihlal için gösterilen gerekçe ise Anayasa’nın 3’üncü maddesi olmuştur. Bu maddeyle bağlantılı olarak 13’üncü madde de zaman zaman gerekçe olarak kullanılmıştır.

BENGİ YILDIZ (Batman) – Dün kabul ettiğiniz madde Sayın Kart.

ATİLLA KART (Konya) – Oysa 3 ve 13’üncü maddedeki düzenlemeler…

Hayır, engel değil. Bakın, ona cevap veriyorum Bengi Hocam, tam da ona cevap veriyorum.

Oysa 3 ve 13’üncü maddedeki düzenlemeler, Sevgili Bengi Hocam, temel hak ve özgürlüklerle ilgili olan konulara, kavramlara ve kazanımlara sınırlama getirecek içerikte değildir şu yaptığım açıklama çerçevesinde. Şimdi, burada ne oluyor, yönetimler bir tabuyu yaratıyor, o tabu üzerinden bir sınır yaratıyorlar, o sınırlar üzerinden toplum, tartışan bir toplum olmadığı için, özgür bir toplum olmadığı için, o çerçeve içinde dokunulamaz alanlar yaratıyor. O dokunulamaz alanlar üzerinden de ayrışıp gidiyoruz.

Şimdi, geldiğimiz noktada tabii şunu ifade etmek istiyorum: Burada ben gene şunu çok açık olarak ifade ediyorum, benim kişisel olarak özlemim odur ki, hayalim odur ki keşke Türkiye o gelişmişliği yakalayabilse de çift dilli ana dilde eğitimi yakalayabilsek, keşke bunu yakalayabilsek.

BENGİ YILDIZ (Batman) – Bugün, Sayın Başkan, Martin Luther King’in “Bir hayalim var.” dediği ve yürüyüş…

ATİLLA KART (Konya) – Ellinci yılı, onu diyorsunuz.

BENGİ YILDIZ (Batman) – “Bir hayalim” dediniz, bunun tam ortasındayız.

ATİLLA KART (Konya) – Yani bu, en samimi özlemimdir, bu duygumu paylaşmak gereğini duyarım.

Biraz uzattım ama yeri geldiği için bunları anlatmak gereğini duyuyorum Değerli Başkanım. Burada, bakın, bir özelimi gene paylaşmak istiyorum. Bu gerçekten benim tarzım değil ama dil konusu olduğu zaman kendime hâkim olamıyorum. Beni lütfen o noktada hoş görün, o noktada anlayışla karşılayın şu masanın özelliği gereği.

Ben ilkokul 1’i köyde okudum, kasabada okudum, oradan ilçe merkezine geldik. İhtilal olmuş, 27 Mayıs ihtilali, kaymakam aynı zamanda garnizon komutanı, onun eşi İsmet Hocam da benim için çok saygıdeğer bir insan, o da öğretmenimiz, gerçekten bir cumhuriyet öğretmeni. Gelmişim ben, Türkçeyi bilmiyorum, anlamıyorum, konuşamıyorum, çok az biliyorum. Ama ne yapıyor? Benim Türkçemi geliştirmek için Bahar’ı görevlendiriyor. Bahar kim? Bir bürokratın kızı. Bahar ideal bizim için yani ulaşılmaz bir insan.

AHMET İYİMAYA (Ankara) – Prototip. (Gülüşmeler)

ATİLLA KART (Konya) – Yani bir duyguyu anlatıyorum, bir psikolojiyi anlatıyorum. Bu nedir? Bu, tabii, aynı zamanda aslında nedir? O uygulayıcının önemini ifade için söylüyorum bunu: Orada inanıyorum ki o öğretmenin yaklaşımı daha katı, daha şabloncu olsaydı olay çok daha farklı gelişirdi.

AHMET İYİMAYA (Ankara) – Şimdi Atilla yoktu.

BENGİ YILDIZ (Batman) – Bol miktarda dayak yerdiniz.

ATİLLA KART (Konya) – Ama öğretmenin o yaklaşımıdır ki, öğretmenin o anlayışıdır ki bazı o travmatik süreçleri daha rahat aşabiliyorsunuz, daha kolay aşabiliyorsunuz.

Şimdi, Türkiye’de bu noktada kabul etmek gerekir ki ben bunu belki olumlu bir örnek olarak yaşadım ama pek çok olumsuz örnek de vermek mümkün. Bunları burada tekrarlamak istemiyorum. Burada geldiğimiz noktada bu genel çerçeveyi bu aşamada ifade etmekle yetiniyorum. Gene ilerleyen aşamalarda ayrıca değerlendirmeler elbette yapacağız.

AHMET İYİMAYA (Ankara) – Çok teşekkür ediyorum.

Bahar’la ilgili…

ATİLLA KART (Konya) – Bahar benim için bir ütopyaydı. (Gülüşmeler)

RIZA TÜRMEN (İzmir) – Sayın Başkan, burada Atilla Bey’i dinlediniz, aynı hikâyelerin benzerini Bengi Bey de size anlatabilir. Yani bunlar bu sorunun ne kadar gerçek olduğunu gösteriyor. Ben size başka bir şey okuyayım.

ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Evet, Süheyl Hocam, öyle “Travmaya inanmıyorum.” diye olmuyor bu iş yani, çocuklar anlatıyor.

RIZA TÜRMEN (İzmir) – Yani hayır, sorunun ne kadar gerçek olduğunu anlamak bakımından bunlar önemli. Burada yaşanmış hikâyeler…

ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Ben size şundan bir tane hediye edeceğim, burada anlatıyorlar yani.

RIZA TÜRMEN (İzmir) – Bakın, Ruşen ne diyor: “İlkokula ilk başladığım zaman Türkçe konuşmayı bilmediğim için ağlamaya başlamıştım.”

FARUK BAL (Konya) – Kim bu, hangi Ruşen?

RIZA TÜRMEN (İzmir) – Küçük bir kız. Öğretmen Türkçe konuşuyor ve hiçbir şey anlamıyorsun ve ağlamaya başlıyorsun. Yani binlerce böyle hikâye…

OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Bir hikâyemi de ben anlatayım: Ben öğretmen okuluna kayıt yaptırdım. 32 kişilik bir sınıfımız vardı bizim. Kapıdan girişte birinci sırada oturuyordum. 1.33 santimetre boyunda küçük bir çocuktum. Türkçe hocamız değişti, yeni bir hoca geldi. Öğretmenler masasının oradan çocuklara bir Türkçe parça okuttu. Şimdi, sınıfımızda da bizim Erzurum’un ilçelerinden çocuklar var, Karadeniz’den var, Kars’tan var. İlk parçayı okuttuğu çocuk Tortum’dandı. Köyünden getirdiği lehçeyle okudu, kafasına bir vurdu, “geç” dedi. Yanındaki çocuk da Maçkalıydı. Ona okuttu, onun da kafasına cetvelle vurdu, “geç” dedi. Bana gelinceye kadar hepimiz bir işkenceden geçtik ama hiçbirimiz Kürt değildik. Bana gelince, ben daha önce Nadir Nadi’nin Cumhuriyet gazetesindeki makalelerini bir büyüğümüzün tavsiyesiyle bağıra bağıra okurdum. Bu, dilin düzelmesi noktasında önemli bir hususmuş. Herkes bir cümle okudu, dayağı yedi. Ben de bir cümle okudum, durdum, bekliyorum cetvel benim de kafama gelecek diye. “Devam et.” dedi. Bir cümle daha okudum, tekrar durdum yani çünkü 32’nci kişiyim ben yani…

FARUK BAL (Konya) – Cetvel hakkını almak için.

OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Tabii, yani öyle.

3’üncü cümlede de durduktan sonra bana dedi ki: “Sonuna kadar oku.” Ben parçayı sonuna kadar okudum. Şimdi şuna getirmek istiyorum: Çok önemli bir meseleyi konuşuyoruz. Burada ortaya koyduğumuz, haklılığımızı ifade edebilecek yaşanmışlıklar hepimizin hayatında var.

Bir de Atilla Bey’den bir şey rica edeyim. 34’üncü maddeyi okudunuz değil mi, Lozan 34?

ATİLLA KART (Konya) – 39.

OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Ama yani orada bir şeyi de üstüne basa basa söyleyelim, 37’nci maddeyle 45’inci maddelerin başlığında “Ekaliyetler” yazar.

ATİLLA KART (Konya) – Tamam, onu da açıklayayım, düşüncemi ifade edeyim.

Orada, tabii yorum başlıyor. Şöyle yani nedir, başlık odur ama içerik de budur.

AHMET İYİMAYA (Ankara) – Neyse o anlaşıldı Atilla Bey, o biliniyor.

OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Evet yani “Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk vatandaşlığı” diye başlıyor da.

ATİLLA KART (Konya) – 39’uncu maddede “herhangi bir Türk uyruğu” diyor.

AHMET İYİMAYA (Ankara) – Evet, değerli arkadaşlar, saygılar sunarak sözlerime başlıyorum.

Evet, Oktay’cığım, aslında on günlük, elli günlük, yüz günlük falan bir talebi veya sorunu veya yapay sorunu -her neyse, ne derseniz deyin- değil, asırlık bir problemi tartışıyoruz. Ben anayasa yapımı sebebiyle bu problemin anayasayla ilgisi nedir, anayasaya yansıma derecesi nedir, yansıma türü ne olmalıdır sorusuna cevap vermek istiyorum.

Teşhis ve tespit doğrudur. Sorunun 3 boyutu vardır. Daha fazla boyutları olabilir ama genellikle analitik olarak 3 boyutta değerlendirilebilir: Birincisi, normatif boyut, hukuki boyut. Bunu kolayca hocalarımız oturur, inşa ederler anlaşıldıktan sonra. İkinci boyut, pedagojik boyut. Hiçbir hukuk devleti pedagojinin bilimselleşmiş postulatlarını görmezlikten gelemez. Nedir bilmiyorum, alanım değil. Hoca diyor ki: “O da benim alanım değil.” Pedagojiyle Hasan Hoca kısmen meşgul olmuş, Özgür Hanım kısmen meşgul olmuş. Bir de egemenlik boyutu var yani bu da önemli. Zaten bizi yoran boyut, bu boyut. Böyle bir boyut olmasa pedagojik boyut tamam, hukuki boyut tamam.

Bir defa şunu ifade edeyim: Bir temel hak düzenlenirken, Faruk Bey’in de işaret ettiği gibi, arkadaşların işaret ettikleri gibi, mukayeseli hukuktan, mukayeseli verilerden yararlanabiliriz ama kurucu iktidar yetkisinin kullanımında birinci kaynak toplum sosyolojisidir, toplumun kendisidir. Uluslararası hukukun tanıdığı veya düzenlediği marjlar, o toplum için asgari marjlardır. Toplum, koşulları elveriyorsa, o marjların üstüne çıkabilir. Burada önemli olan, Türkiye'nin bu talebi değerlendirmesi, dönüştürmesi, anayasa normuna müşterek bir iradeyle yansıtabilmesi kapasitesidir.

Sorunu burada Türk evrimi bakımından, bizim sistem evrimi bakımından ele almak lazım. Sistem başta, Türkçenin dışındaki diller bakımından iç hukukumuzda yasama organına kullanım yasağı getirme ekseninde düzenlenmiştir. Bakın, Anayasa’nın 26’ncı maddesi. 2001 yılında, üyesi bulunduğum Komisyonda bu dönüşümü sağladık yani Türk evrimi bakımından. Örnek veriyorum, düşüncelerin açıklaması ve yayılmasında kanunla yasaklınmış olan herhangi bir dil kullanılamaz, mutlak bir kullanım yasağı var. Kurucu iktidar, bu yasama organına böyle bir yasak delegasyonunu kabul etmedi ve kurucu iktidar kendi yetkisinden feragat etti, 26’ncı maddeyi 2001 yılında, şu anda üyesi bulunduğumuz Parlamento dönüştürdü. Bütün sorun şu: Egemenlik sorunu, egemenliğin bölünmesi, dil hakları yoluyla gelişen bilincin yeni devlete veya bölünmüş devlete yol açma riski konusunda bir algı var, bir partimizin de mutlak duruşu var burada. O zaman, buradaki bu haklar 2 şekilde tanınabilir: Bir, Özgür Hanım’ın dediği gibi, ki Huntington onu söyler, “torn town” der Türkiye için devrimleri tanımlarken, “kopuk ülke”, “değerleriyle arası koparılmış ülke” der. İşte, biz de kopuş yapalım, anayasayla sorunu çözelim.

Bunun için bir defa herhangi bir partinin “yapalım” demesi mümkün değil, siyasal mutabakat lazım, kurumsal mutabakat lazım ama gidiş ne, evrimin gidişi ne? Şu anda bile bütün partilerin müşterekleri var:

1) Dili öğrenme hakkı mutlak bir insan hakkıdır, anayasada düzenlenmelidir ve yasada düzenlenmelidir.

2) Dili kullanma hakkı yönünde sadece Lozan’da değil, iç hukukta da, işte televizyonlarda, resmî televizyonlarda yayın yapılması -Atilla müşahede etti, Bengi Bey de şey yaptı- sözlü propaganda, en son Başkanlığımda gerçekleşen, savunma hakkında kendisini en iyi ifade ettiği dili kullanma hakkı, bunlar, gidişin yönü bu hakları evrimle ve bir egemenlik krizi algısına yol açmadan dönüşümle gerçekleştirilmesi yönündeki sistemin eğilimidir. Belki bunu bir şeye yapamadık ama bakın, parça parça okuduğumuz zaman bu sonuca varıyoruz, böyle bir eğilim var.

Tabii mutlak bir katılık tehlikeli olduğu gibi… Parçalanıyor çünkü, baskı sonunda patlıyor, parçalanıyor, farklı, sosyoloji bunu şey yapar. Mesela, çok enteresan Farukçuğum, bu meşhur Sartori’nin çok iyi tespiti var Hocam anayasa mühendisliğinde, “Demografi önemlidir burada.” diyor. “Tabii 50 kişilik, 100 kişilik, 60 kişilik bir azınlık için böyle bir kamu hizmetini inşa etmek, ihdas etmek mümkün değil ama demografi yüzde 10’un üzerine çıktığı zaman o ülke, heterojen ülkeler, hakkı tanımazsanız, dönüştürmezseniz ‘zor ülke’ olur, yüzde 20’yi aştığı zaman ‘imkânsız ülke’ hâline gelir.” diyor. Bütün bunları şey ediyoruz. Benim bireysel görüşüm yani vicdani görüşüm -bizim partimizin şeyi de o noktada- bu konuda elbette ki toplum geliştikçe, sosyoloji geliştikçe, talep kapasitesi artıp karşıtlık azaldıkça bunlar kendiliğinden ön şey… 2001 yılında yaptık, 26’ncı maddede yaptık bunu biz.


Yüklə 327,35 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin