Tedbili mekânda ferahlık vardır


GENE SAKİNE VE RECMETMEK HAKKINDA…



Yüklə 1,02 Mb.
səhifə14/19
tarix27.10.2017
ölçüsü1,02 Mb.
#15591
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   19

GENE SAKİNE VE RECMETMEK HAKKINDA…

Bendeki nüshası, Elmalı Tefsiridir… Kur’an-ı Kerim’den bahsediyorum. Birkaç defa okudum. İncil de var, birkaç değişik yorum… Onları da okudum. Tevrat’tan da bihaber değilim. Recm hepsinde de var. Ama Hz. İsa’nın “ilk taşı hiç günahı olmayan atsın” demesinden, onun da bu işi yokuşa sürmeye yatkın olduğu görülüyor.

Kur’an-ı Kerim’deki ayetler, geliş zamanları ile ele alınarak yorumlanırlar. Ayetin hangi zaman, hangi olay üstüne geldiği önemlidir. Herhangi bir ayet, mutlak olarak, kelimeleri ile değil, onların yanında geldiği günün koşulları ile yorumlanarak değerlendirilir.

Kur’an’daki erken ayetlerden birinde, zina eden kadının recmedilmesi, evet vardır. Taşlanarak öldürülmesi yani… Ama geç ayetlerden birinde de zina’nın kesinlik kazanması için, “duhul”ün, dört değişik yönden, dört farklı tanık tarafından görülmesi koşulu vardır. Çarşının ortasında yapmazsanız, ispat etmek imkânsızdır özetle! Hadi ispat ettiniz, o zaman da deniyor ki:” yatağınızı ayırın, olmazsa hafifçe dövün, gene rahat durmazsa, boşayın.” Her kademede dört tanığı nasıl bulup da ispat edeceğiniz de size kalmış bir şeydir. Taşlanacak mı? Yatak mı ayrılacak? Teolog değilim, bilemem… Ama önce “taşlayın” dendiği, sonra da bunun yumuşatıldığı da ortada!

Günümüzde, İslâm’da kadının aşağılandığını ileri sürmek, çok kolay. Oysa her tarihsel veri, kendi koşullarında değerlendirilirse anlam kazanır. İslâm öncesi Arap toplumunda, ki şimdi biz ona Cahiliye Dönemi diyoruz, insanlar doğan bebekleri erkek değilse, yeni doğan bebeği çöle götürüp, kuma gömmek özgürlüğüne sahiptiler. Bir kızınız oldu, eyvallah… Bir daha oldu, hadi katlanalım… Bir daha mı oldu? E, elverir… Ne bu? Çöle götürür, kuma gömer, döner çadırınıza gelir, şerbete yumulabilirdiniz… Bu bakımdan şimdi bize çok yetersiz gibi görünen kadın hakları, o dönem için nerdeyse bir devrim niteliğinde idi, insancıllık açısından…

Ama bugünden bakınca, kadın zina ederse, taşlanır, dövülür falan… Peki erkeğin bu durumdaki hakları ne? Dört eş ünlüdür, bilinir… Ama “besleyebildiğin kadar odalık ve cariye” gözden kaçar nedense! Onlar da helâldir oysa… Ve üstelik, zina da ederse, hiçbir sorumluluğu yoktur. Ne taşlanır ne dövülür ne birinin yatağını ayırması önerilir… O da ayrı bir haktır sanki de… Keyfi bilir… Bir de “kudreti”!

Ramazan gününde, dine lâf söyleyecek halimiz yok! İnanan, inandığı gibi yaşar, bize ne? Ama özellikle Türkler arasında, hali vakti yerinde olsa da bu dört eş, besleyebildiğin kadar cariye ve odalık, yetmezse de önüne gelene dalmak geleneğinin, ta başından beri çok tutulmadığı da bir gerçek, çünkü kadim Türk toplumu, Şamanizm’den İslâmiyet’e geçerken de bırakın tek eşliliği, nerede ise daha anaerkildi. Halâ da öyle değil mi? Geçenlerde bir arkadaşımın oğlu anlatıyordu:

“Bizim evde son lâfı daima babam söyler: Peki karıcığım…”

Peki ama erkeğe bu geniş özgürlük, kadına da recm uygulamak, kuralın “geldiği” çağın koşulları ne olursa olsun, (ki o da yukarıda anlatıldığı gibidir) bugün acaba, Tanrı’nın adaletine sığar mı? Dünyadan bakılınca zaten her dinde olan hoş görü ruhundan ayrı, dar bir püritenizm olarak, Hasan Sabbah, Haşhaşinler veya modern versiyonları Usame bin Ladin, El Kaide ile algılanan İslâm’a; ne gibi bir katkısı olacaktır bir kadını öldürmenin?

İran İslâm Cumhuriyeti’ndeki Sakine olayını ben böyle de ele almanın belki de yararı olacağına inanmaktayım. Türkçe bildiğini iyi bildiğim sayın İran büyükelçisi, acaba bizi duyar mı? Duyduklarını Tahran’a yansıtır mı? Yansıtsa bir faydası olur mu?



HALKLARI KÜLTÜRÜ YAŞATIR VEYA YOK EDER…

Bir süreden beridir, ADA TV için Kültür Miraslarımız başlıklı bir belgesel yapıyorum. Henüz yayına girmedi ama şimdiden elimizde önemli bir arşiv oluşuyor. Öncelikle Kuzey Kıbrıs’ta çalışıp, burası bitince, güneyde de devam etmeyi düşünüyoruz. Ancak, bugünkü sınırın dışında da kalmış olsa, kültürel kalıtlarımızla ilgili araştırma çalışmasını sürdürdüğümüz de bir gerçek. Elinizde yeterli bilgi olmadan gidip tarihsel bir yapının, türbenin, ağacın ya da kişinin filmini çekmenin bir anlamı yok elbette…

Güney Kıbrıs’taki kültürel miras deyince, aklınıza ilk gelen nedir? Benim, önce Lefkoşa Surları’nın güneydeki kesimi geldi aklıma, sonra da Bayraktar Camii… Hani şu 1962 yılı Mart ayında bir gece bombalanıp, nedeyse yer ile yeksan edilen, Osmanlı ordusunun şehre girdiği noktadaki camii ve türbe! Aslında o türbe, 1. Bayraktar diye anılır, biliyor muydunuz? Elinde bayrakla o noktaya çıkan ilk asker öldürüldükten sonra, onun elinden bayrağı kapan 2. Bayraktar da camiinin bahçesine denk gelen bir yerde düşmüş! Sonra 3. Bayraktar ve daha da ileride 4. Bayraktar’ın da kabirleri vardı… Lefkoşa sokaklarında bugüne kadar gelen “şehida” mezarları, Costanza Burcu’ndan kente giren Osmanlı askerinin, Sarayönü’ndeki hükümet konağına gelene kadar, yolda sürdürdüğü savaştan arda kalmıştır. Ölen, öldüğü yere gömülmüş. Özellikle Ayasofya ve saray etrafındaki yoğunlaşmanın sebebi budur. Bayraktar mezarlarının akıbetini, bilmiyorum ne yazık ki… O bombadan sonra oraya gitmek imkânı yoktu. Aradan geçen elli yılda da Allah bilir neler değişti! Gidip, bakacağız çaresiz…

Bütün bu bilgiyi toplarken, öncelikle başvurduğum iki kaynak var. Lefkoşa’nın en eski ailelerinden gelen iki eski Lefkoşa beyefendisinin, şehir ile ilgili yazdıkları kitaplar. Haşmet Muzaffer Gürkan’ın Eski ve Bugünkü Lefkoşa isimli eseriyle, Hizber Hikmet(ağalar)’ın, Lefkoşa Eski Semtler ve Anılar isimli çalışması. Haşmet Gürkan, zaten Kıbrıs Tarihi ile ilgili pek çok bilginin kaynağıdır biliyorsunuz. Rahmetli Hizber Hikmet de hayatı boyunca Kıbrıslı Türkler’in geçmişini bugüne yansıtmakla uğraşmıştır. Allah her ikisini de rahmet eylesin, Haşmet hocamız, biraz sola yatkın dururdu! Hizber hoca ise ailesinden gelen bir saikle olsa gerek, (çünkü dedesi Karababa Türbesi’nin son türbedarı, Kadiri mi Rüfai mi bilmem ama bir tasavvuf ehli idi), dinsel yanı güçlü bir kişilik olarak yazardı. Ancak, siyasi duruşları bir yana, ikisinin yazdıkları, yalnız eski Lefkoşa’yı değil, Bayraktar Camii’ni de bugüne taşıyan başlıca eserleri oluşturur.

Bayraktar Camii ile ilgili bilgileri günümüze taşımamıza neden olan bu iki yazarın, camii ile yakınlıkları, bundan ibaret değil! Camii’nin yıkılmasından sonra, “Bunu bizimkiler yaptı” diyen ve bir aya varmadan öldürülen iki avukatı herkes bilir: Ayhan Hikmet ve Ahmet Muzaffer Gürkan! Biri Hizber Hoca’nın kardeşi idi, öteki de Haşmet üstadımın…

Ayni günlerde, birileri de Baf Kapısı’ndaki Markos Dragos Heykeli’ne bomba atmış, Rumlar “Türkler Kahramanlarımıza saldırıyor” diye mitingler tertiplemişlerdi. Bir süre önce, eski bir EOKA’cı kahramanlarının heykeline bombayı kendilerinin koyduğunu açıkladı! Şimdi de paşa ikrar etti…

Günahı yapanın boynuna… Hazret ağzından kaçırdı, şimdi inkâr ediyor! Rauf bey de bu yaşında halâ kazı çevirmekle meşgul! Mesel anlatıyor… “İnananın da Allah cezasını versin” demiş! Bunların her dediğine inanmayı, sizden öğrendik sevgili Denktaş! “Yorgaci”ye inanmadık! Paşa’ya da mı inanmayalım? Olur! Artık inanmayız her dediklerine…

Kıbrıs Türk kültürünün ve adadaki Türk varlığının sonsuza kadar yaşaması açısından bakınca, camii yıkmak mı önce gelir, yitirilen kardeşlere rağmen, o kültürü kuşaktan kuşağa aktarmak mı?

Siz takdir edin…

İSTANBUL’DA BAYRAM

İstanbul’a gider gitmez dört arkadaş Şişli’de bir daireye yerleşmiştik. Bizden bir yıl önce gitmiş olan bir arkadaşımızın evinden üç arkadaşı ayrılmış, o da ısmarlama gibi bizi yanına almıştı. Deyim yerinde ise “sokakta” kalmışlığım bir tek gecedir ki Şehzadebaşı’nda bir otelde geçirilmiştir. O zamanlar Çevre Yolu yok, Ermeni Mezarlığı’nın arkasından yürüyerek Mecidiyeköy’e gitmiş, yatak döşek, yorgan morgan ne ihtiyacımız varsa alıp, sırtımıza vurarak eve getirmiş, ilk akşamdan yerleşmiştik.

1974’te esir kampına düştüğümde, bir ara öğrencilerin erken serbest bırakılması gibi bir durum hasıl olmuştu. On sekiz elli yaş arası herkes öğrenci olduğunu ileri sürünce, Urum, bir komite kurup, gerçek öğrencileri tespit etmeye kalkıştı. Her kim ki “öğrenciyim” der, sorguya alındı. Sıra bana geldiğinde, komitede bulunan rahmetli Taşkent Atasayan sordu:” İstanbul’da nerde oturuyorsun?” Sokağın adını söylediğimde yüzü değişti… “Bu sokak, parke mi, asfalt mı?” dedi… Yanıtladım: “ Kasaba kadar parke, kasaptan sonra asfalt…” Gülmeye başladı… Öğrenciliğinde o da o sokakta oturmuş meğer… Kızılhaç görevlisine döndü, “Bu kesin öğrencidir, İstanbul’daki bir sokağın ayrıntılarını anlatıyor. Ben de o sokakta oturmuştum. Ben kefilim buna…” dedi… Bayram günü Allah rahmet eylesin, çok erken gitti…

Evet… Biz o sokakta hayatımıza başladık. Kimse bize selâm vermiyor… Apartmanda vebalıyız sanki! Oysa son derecede mazbut çocuklarız daha… Eve kız arkadaşlarımız bile gelmiyor, çevre rahatsız olur diye… Bir tek ihtiyar var alt katlardan birinde, “Benli Nail” diyorlar… O bazen apartmana girer çıkarken rastlaşırsak, büyük bir neşe ile bizi durdurup, hal hatır soruyor, neşe içinde bir şeyler anlatıyor! Söylediğine göre, Yassıada’da Celâl Bayar’ın avukatlarından biriymiş. Askere, falan değil, Süleyman Demirel’e sövüyor… Ev arkadaşlarımın politika ile ilgisi yok, ben de hayretten hayrete düşerek, anlattıklarını dinliyorum rast geldikçe, o kadar… Bir de bizim alt katımızda bir Ermeni aile var! Annenin adı Alice… O kadıncağızla merdivende karşılaştığımızda, sabahları bir tek o bize “günaydın” diyor… Başka bir Allahın kulunun yüzünü görmüş, değilim… Apartmanda kim var, kim yok? Tanrı bilir… Merdiveni iner ya da çıkarken, bir kapı aralıksa, ayak sesimizi duyar duymaz, “küt” diye kapatılıveriyor.

Zaten biz de sabahın köründe yollara düşüp üniversiteye gidiyor, akşamın karanlığında geri dönüyoruz. O zamanlar İstanbul’un iklimi de mi farklıydı ne? İnce bir yağmur, siyim siyim yağıyor… Hava hep kapalı. Hüzünlü bir ruh haliyle, dört arkadaş kendi kendimize yaşıyoruz… Okula git, eve dön, ders çalış, gene okula git, gene eve dön, gene… Hafta sonları, cuma gecesi pasaj; cumartesi hamam, pazar günü sinema… Pazar öğle yemeklerinde de özel bir menümüz var: Ciğer kuvuruyoruz… Eğlencemiz bu kadar… Tiyatroyu, konseri, sergileri falan keşfetmemiz çok sonradır.

Nihayet, ramazan geldi… Geldiği gibi de geçti… Tamam, on bir ayın sultanı ama bize ne? Bayram sabahı kalktık, çayımızı demledik, sigaramızı yaktık, oturduk ders çalışmaya… Öpülecek elimiz, gidilecek ziyaretimiz yok ki! O zaman telefon falan da hak getire… Evlerimizi aramamız falan bile, söz konusu değil… Birer transistörlü radyocuğumuz var… Açtık birini, ders çalışmaya ara verdik salonda sohbet ediyoruz! Zil çaldı… Allah Allah, bayram sabahı bizim kapımızı kim çalar İstanbul gibi yerde? Kapıyı açtık… Elinde bir tepsi baklavayla, alt kattaki Ermeni!

“Çocuklar” dedi, “siz gurbette, kimsesizsiniz. Ablanız size baklava açtı. Tatlı tatlı yiyin… Bayramınız mübarek olsun!”

Bayramınız mübarek olsun… Alex abinin, Alice ablanın da…



EKONOMİ’NİN YASALARINI SİYASET BELİRLEYEMEZ! AMA…

Geçen hafta yayınlanan “Bugün eylem var” başlıklı yazıda, ta başından bizim ekonomik yaşamımızın, sürdürülebilir olmadığını anlatmıştım. Bu kadar küçük bir toprak parçasını, bu kadar küçük bir nüfusla, “dünyadan kopararak” hiçbir ekonomik düzende gönendiremezdiniz. Anahtar kelime, “dünyadan koparmak”tır… Kimse, Luxemburg şu bu diye örnek göstermeye kalkmasın, onların varlığının esası, etraftan izole olmak değil, tam tersine bütün komşularına entegre olmalarıdır. Politik sebeplerle, buradaki ekonominin hep tekleyeceği, eksiğini de her zaman Türkiye’den ikame edileceği varsayılmıştı. Herkesin bildiği bir sırdı bu… Batacağı aşikâr olan gemi, battı…

Eğer biri çıkar da “yok öyle hesaplamamıştık” derse, hiç kusura bakılmasın ama ne ekonominin “e”sinden, ne de politikanın “p”sinden haberi olmadığını söylerim. Ürettiğini satamayan bir Sanayii Holding, ulaşım sağlamadan turizm, iletişimi olmayan bir adada Off Shore bankacılık, ABAD Kararına itiraz etmeye bile lüzum görmeden tarımsal ürün ihracatı, dünya finans mekanizmalarının dışında ticaret ile kalkınıp, yaşamımızı sürdüreceğimizi var saydı iseydi eğer biri, akıldan yoksun olmalıydı! Politik bir tercihle, bizim dünyanın dışında kalmamız ve bundan dolayı uğrayacağımız zararın da Türkiye tarafından ikame edilmesi öngörülmüştü. En üst düzeyde yıllarca bulunan bir TC yetkilisinin ağzından işittim bir zamanlar: “Sizin masrafınız, orta boy bir otelin masrafı kadardır. Bayrağı dik tutun, biz size bakarız…” Rahmetli Özal da burada buna benzer sözler etmemiş miydi? Bu, politik bir tercihti…

Şimdi görülüyor ki öyle ya da böyle, Türkiye politik durumumuzdan dolayı ekonomimizin verdiği açığı, artık ikame etmek istememektedir. Oysa düzen buna göre kurulmuştu ve üstelik kuran da biz değildik. Ve bir daha vurgulayalım, bunun nedeni, politik tercihti!

Geçen hafta içerisinde, yalnız bu satırların yazarı değil, pek çok köşe yazarı da bu konuyu ele aldı. Bence en dikkate değer yorum, hemşerimiz Milliyet gazetesi yazarı Metin Münir tarafından yapılan bir yorumdur. Bu konuda bir dizi yazan Münir, Cuma günkü yazısında diyor ki: “KKTC, bu haliyle, Türkiye için kusursuz bir çıkmazdır. KKTC ne terk edilebilir, ne ilhak edebilir, ne bir anlaşmaya bağlanabilir. Ne de tanınabilir.”

Bu ne demektir? Metin Münir’in tespiti, aslında uğrunda bu çarpık ve yaşayamayacağı aşikâr ekonomik düzenin kurulduğu politik tercihin de iflas etmiş olduğunun, kanıtıdır.

Meseleyi bizim tembelliğimiz, memurumuzun açgözlülüğü, özel sektörümüzün beceriksizliği, ya da Türkiye’yi yönetenlerin bizi sevmemesi, Cemil Çiçek’in bizi kıskanması, düzeyinde ele alırsak, anlayamayız. Bence sorun, gerçekçilikten yoksun; uluslar arası hukuktan habersiz bir takım insanların, Türkiye halkına yaptıkları gibi bize de ulaşılması olanaksız, anormal politik hedefler gösterip, ona uygun ekonomik sistemler kurmalarından başka bir şey değildir.

1974’te Limasol’da Esir Kampı’ndaydım… Adanın tarımsal arazilerinin nerdeyse 2/3’ü, turizm kapasitesinin %60’ı, sanayi tesislerinin de %50’den fazlası bizim elimize geçmişti. O günlerde Kliridis’in kendi halkına yaptığı bir açıklamayı, bunca yıldır hiç unutmadım. “Merak etmeyin” demişti, “Türkler bu kadar şeyi yönetemez, hepsini de batırır, eninde sonunda, bize gelirler. ‘Aman alın, siz yönetin. Bizi bu belâdan kurtarın’ derler.”!

“KKTC ne terk edilebilir, ne ilhak edebilir, ne bir anlaşmaya bağlanabilir. Ne de tanınabilir.”

Politik tercihin vardığı nokta bu… Ekonominin hali ise meydanda… İkisi de iflas etti… Buyrun…

Hristofyas’a ne kızıyoruz? Reşme’yi boynumuza geçirdik, gittik karşısında oturuyoruz… Niye kabul etsin? O zamanın toplum mühendisleri, eserlerinden utanmalıdırlar… Ama halâ konuşup saçmalamaya devam ediyorlar… Tilmizleri de cabası…

MÜDÜR BEYİN YEŞİL KÜRKÜ

Kıbrıs köylülüğünün felâket yılları, 1930’lardan başlayarak, 2. Dünya Savaşı başlarına kadar geçen süredir. Adanın her zaman devam eden kuraklık belâsı, o yıllarda fakr-ü zaruretin, açlık düzeyine varmasına neden olmaktaydı. Öte yandan, kuraklık ve açlık kadar önemli bir başka belânın elinde, köylülük dinine falan bakmaksızın inim inim inlemekteydi: Tefecilik…

Köylü, tohumluk şu bu ihtiyacını da karşılayan bir miktar insandan, borcunu hasatta ödemek üzere nakit para da alıyor, sene kurak geçince, bir sene sonraki hasatta ödemeye gittiğinde, aldığı üç kuruş borcun faizi ile bin kuruş olduğunu, tarlayı satsa o borcu ödeyemeyeceğini görüyor ve tarladan da oluyordu. Ünlü İngiliz diplomat Sir Ronald Storrs, o dönemde Kıbrıs Valisi idi… Anılarında, bu durumu anlatırken, meclisin çoğunluğunun da bu tefecilerden oluştuğunu aktarır. Adanın en büyük “müksüzleşme” dönemidir bu… Küçük ve orta boy tarımsal işletmelerin çoğu, bu dönemde el değiştirmiştir. Elbette Türk köylünün de bundan hali kalması, düşünülemez. Bizim mülksüzleşmemizin tarihi budur… Hani şimdi dilimize pelesenk ettik ya! Bir zamanlar toprağın çoğu da bize aitti, Rumlar elimizden aldı, diye… Ha işte o “alma” böyle oldu… Benim kuşağımdan herkes, nenesinden, dedesinden bu şekilde elinden alınmış bir tarla hikâyesi dinlemiştir. Örneğin bizim Elye köyünde, tarlaların çoğu, bu şekilde komşu Rum köyü, Petre’deki tefeci Kameno’nun eline geçmiştir. Türk olsun, Rum olsun, adadan göçün yolu da o dönemde açılmıştır.

Sömürge yönetiminin valisi, bu mülksüzleşme ve fakirleşme sürecini kendine dert etmiştir. Tefecilerin meclisin çoğunluğunu da ele geçirmiş olmalarına karşın, İngiliz Vali, halkı onların elinden kurtarmak için, köylüyü kooperatifleşmeye hem teşvik etmiş, ve hem de köy kooperatiflerine, kâr amacı gütmeden köylüyü borçlandırıp, uygun şartlarda borcu hasatta ödenmeleri için, büyük oranda yardımcı olmuştur. Bu meyanda, tarımsal girdilerin de tüccarlar tarafından değil, bu köy kooperatifleri tarafından ithal edilip, çok ucuza köylüye satılmasını sağlamak üzere, kaynaklar yaratmıştır.

Sömürge Valisi’nin bu girişimini, her zaman olduğu gibi, önce Rumlar anlayarak kooperatifleşmeye girişmişler, onların başarılarını gören Türk köylüler de 1940’ların başından itibaren, kendi köy kooperatiflerini kurmaya başlamışlardır. Her köyün bir “kooperatif kredi şirketi”, onun bir yönetim kurulu ve adı “şirket”le özdeşleşen bir kooperatif kâtibi vardı uzun yıllar! Bir yandan Rum köylünün ama öte taraftan da Türk köylünün mülksüzleşme, toprağını hepsi de Rum olan tefecilere kaptırma süreci, böylece son bulmuştur.

Yanlış hatırlamıyorsam, 1940’ların ortalarından itibaren de bir yandan Rum; öte yandan da Türk kooperatifleri, birbirlerinden bağımsız, birleşmeye, bütünleşmeye girişirler. Bizim tarafta, “Kıbrıs Türk Kooperatif Merkez Bankası” oluşturularak, köylerdeki küçük “kooperatif kredi şirket”lerinin, ekonominin içinde yutulmaması sağlanır. Eğer elimizdeki toprağı, 1974’e kadar tutabilmiş, hepsini de Rum tefecilere kaptırmamışsak, bu sayede tuttuk, bunun için kaptırmadık…

Geçen dönem mecliste iken, önemli bir Türkiye yetkilisinden, “bütçenizin kara deliklerinden biri de Kooperatif Merkez Bankası’dır” denildiğini işittiğimde, bunları anlatacak zaman ve koşulları bulamamıştım. O banka, İngiliz Sömürge döneminde, kâr etsin diye değil; köylünün topraksızlaşmasını önlesin diye, sömürge bütçesinin de desteği ile kurulmuş bir bankadır. Kuruluş amacı budur, yapısı budur… Şimdi bize ağır mı geliyor? Eğrisi varsa, ki bana göre de vardır; düzeltelim ama bizim için bu anlamda tarihsel bir değeri olan bir kurumu, ne bizi ne de tarihimizi bilmeden, yıpratmayalım. Ronald Storrs kadar olsun, dersimizi çalışalım. Storrs, savaş boyunca, şu ünlü Lawrence’in komutanı idi… Hani Arabistan’ı elimizden alan! Adamı döve döve sömürgeleştirmezler…

MECLİS’İN KAPISINDA OLANLAR?

Köşe yazısı yazmanın bir zorluğu da yazınızı bir önceki gün belli bir saate kadar, gazeteye ulaştırma zorunluluğudur. Bu bakımdan burada okuduğunuz yazı, bazen nerede ise iki gün önce yazılmıştır. Kimi zamansa, akla geldikçe kaleme alınan konular, “soğuk yazı” şeklinde depolanır, haber sıkıntısı olan gün servise sunulur.

Dün bu köşede okuduğunuz futbol yazısı, aslında işte o bahsedilen “soğuk” yazılardan biriydi. Oysa bir gün önce, meclis önünde yapılan eylem, orada olup bitenler, çoğu tanıdığım, önemli bir kısmı da arkadaşım olan 24 sendikacının tutuklanması, bir polis memurunun (Fırtına Sadrazam) ciddi biçimde yaralanması, göstericiler arasında da ciddi yaralanmaların oluşması, üzerinde durulmadan geçiştirilecek bir olay değil! Fakat yazının yetiştirilmesi gereken saate kadar gelen haberler, yorum yapacak açıklıktan yoksun olduğu için, servise bir “soğuk yazı” verildi.

Oysa dün, ele alınacak iki konudan biri, kaçınılmaz olarak meclis önündeki eylem olmalıydı zira orada bazı ilkler yaşandı ki son derecede tehlikeli ilkler bunlar. Meclis Güvenlik Amir Yardımcısı Fırtına Sadrazam’ın yaralanması, bana göre çok önemli bir gelişme! Çünkü bizde polis, klâsik devletin baskı aygıtı olmanın ötesinde, çoğumuzun akrabası, kardeşi, yeğeni; aslında bu memurun hak mücadelesini için için benimseyen, işsizlik yüzünden, başka seçenek bulamadığı için bu mesleğe intisap etmiş halk çocuklarından oluşur çoğunlukla. O fakir aile çocukları, orada ekmek paralarını kazanırken, çoğunlukla mesleklerinin izin verdiği en yumuşak tavırlarla muhatap olurlar sizinle. Doğrusu, al-kan içinde kalmayı haketikleri, hiç de söylenemez. Bu aslında kendileri de emekçi olan bu insanlarla, diğer emekçi kesimler arasındaki söylenmeyen dayanışmayı ortadan kaldıracak bir gelişme, tatsız bir durum. Mutlaka bir kazadır ama bir daha asla tekrarlanmaması için de azami gayret gösterilmelidir… Ancak bu dikkatin karşılıklı olmasında da büyük yararlar vardır…

Ama öte yandan, göstericilere reva görülen muameleyi de ele almamız lâzımdır. Elbette ki dünyanın hiçbir meclisine, halkın kitle halinde doluşmasına izin verilmez. Meclis halkındır elbette ama “temsili demokrasi” diye de bir şey vardır. Gerekçesi ne olursa olsun, her ciddi meselede kitlelerin meclise dolmasını talep edeceğimize, ondan vaz geçer, Atatürk Stadı’nı biraz daha büyütür, eski Atina’nın “doğrudan demokrasi”sine geçeriz, olur biter… Zaten etimiz ne? Budumuz ne? Ancak… Görünen de o ki, talep zaten bu değildi! Bazı sendika liderlerinin, sözcü olarak meclise girip, yetkililere endişe ve taleplerini iletmeleriydi istenen… Reddedilen, havayı bozan da buydu!

Geçmişte bu yazının sahibi, geçen gün birkaç sendikacının içeri girip taleplerini iletme isteğini reddeden anlayışın, meclis bahçesine “eşek” atılırken, eşeği atanları alkışladıklarını, meclis penceresinden seyretme bahtsızlığına uğramıştır. Hükümette ben değilsem, meclise eşek atılmasını alkışlarım, bensem kapıdan içeri girmelerine izin vermem mantığı, hiç de etik değil… Kusura bakılmasın… Siyaseten çok farklı çizgilerde olmamıza rağmen, gerekli saygıyı bir gün esirgediğimi söyleyecek durumda olmayan günümüzün Başbakan’ı, o eski yılları hatırlatırcasına, “amaçları siyasi” deyiverdi dün gene… Say ki öyle! Siyaset yapma özgürlüğü, sadece iktidar milletvekillerine verilmiş bir hak mıdır? Onların amacından çok hükümet edenlerin amacı değil midir, demokrasilerde ortamı belirleyen? Ve gerçekten de meclis önüne gelenlerin amacı siyasi olsa bile, hükümet sadece taraftarlarının mı hükümetidir, yoksa ülkenin mi? Oraya gelenlerin de hükümeti değil mi “İrsen Abi”nin başında bulunduğu hükümet? Hükümetin görevi, ülkeyi yönetmek midir? Vehmettiği amaçlara cevap vererek, kaosa sürüklemek mi?

Günün belki de daha da önemli gelişmesi, Alexandr Downer’in açıklamalarıydı… Ona da yarın değinelim…

BİZ DÜNYAYI BAYDIK…

2008 yılının Şubat ayında, Kuala Lumpur’da yapılan İslam Konferansı Örgütü, Parlementolar Arası Birlik toplantısında, Kıbrıs Türk Devleti’ne de konferansa kısa bir hitap yapması için söz hakkı verilmesi kararlaştırılmıştı. Heyet başkanı bendim ve kürsüye çıktım… Daha orada bulunan meclis başkanlarını selamlamadan, önlerde bir yerde oturan Filistin Heyeti’nin, yüzlerinde bir usanmışlık ifadesi ile “gene mi bunlar?” der gibi bazı jestler içine girdikleri, dikkatimi çekti. Belki de kendi durumlarını bizimki ile kıyaslayınca biz, çok daha iyi koşullara sahiptik ama duramadım ve onlara yöneldim. Kürsüden:

“ Filistinliler ile Kıbrıslı Türkler, ortak bir kaderi paylaşıyoruz. En yakın komşularız nerdeyse… Kız aldık, kız verdik… Ortak ailelerimiz var… Hem Kıbrıslı Türk olarak mücahit, hem de Filistinli olarak El Fetih askerliği yapmışlarımız var. En büyük dayanışma aslında bizim aramızda olmalıdır…” gibi birkaç cümle söyleyiverdim. Yüzleri, birden çok değişti. Şaşkınlıkla bana bakmaya başladılar. Belli ki hiç duymamışlardı bunları… Ama bizden artık usanç duyduklarını da gizleyemiyorlardı…

İslam Konferansı’na ondan önce de gittim, ondan sonra da… Ama o konferansta farkına vardığım bir gerçekti aslında… Biz ya derdimizi hiç anlatmamış veya anlatamamıştık. İnsanlar bize, Türkiye’nin hatırına katlanmaktaydılar ve bizle hiç de ilgili değillerdi. Herkesin kendi sorunu vardı! Kamerun, Nijer ile sorun yaşamaktaydı ortak sınırlarında, Orta Doğu’da Filistin Sorunu vardı, Sudan’da Darfur, Fas’ta Moritenya, Cezayir’de köktenci terör, Pakistan’da itip bitmeyen Keşmir sorunu vardı… İran’ın dünya ile meselesi vardı. Ve her biri, milyonlarca insanı ilgilendirmekteydi. Onların gözünde biz, küçük bir ayrıntıdan ibarettik. Mısır’lı bir diplomata, “neden her zaman bize karşı çıkıyorsunuz?” dediğimde, verdiği cevap da tarihe geçecek nitelikteydi: “Kahire’ye her gün birkaç Kıbrıs Rum heyeti iniyor… Siz kaç defa geldiniz? Tenezzül edip bize sorunlarınızı anlatmaya gayret bile etmiyorsunuz… Destekleyelim de neyi destekleyelim?”

Geçen gün Downer’e ait olduğu söylenen o açıklama metnini okurken, bunları düşündüm. Rumlar gerçi propaganda açısından daha başarılı ama Türk olsun, Rum olsun; biz Kıbrıslılar, dünyayı bıktırıyoruz farkında mısınız? Karşılıklı olarak, tarihten gelen önyargılara dayalı akıl dışı iddialar… Anlaşmayı karşı tarafı teslim almak olarak algılayan, diplomasi dışı bir inatçılık… Bizden başka kimsenin anlayamadığı, anlamsız bir ip çekişme… Her iki tarafında bir türlü, aslında ne istediğini söylememesi… Beş metre genişliğinde bir cadde için, koca bir metni kaldırıp çöpe atmalar, AB’a girene kadar evetci, girdikten sonra hayırcı kesilmeler… Hiç bir şey bulamazsan, “belki de denizin dibinde petrol vardır” diyerek, varlığı olmayan şey üzerinde kavgaya tutuşmalar… Her iki tarafın, “elimde tuttuğum benimdir, öteki tarafın da hiç değilse yarısı benimdir” dayatmaları… 1968’den beridir, şiş kebapları, bulgur köfteleri, patlıcan musakkaları, humuslar eşliğinde gelsin zivaniyalar, gitsin şaraplar oldu mu kardelen gibi göğeren ahbaplık gösterilerinden sonra, herkes kendi yoluna söylenmeleri; first lady’lerin kayıp kardeşler üzerine beraber ağıt yakıp; iş “bir daha kimse kaybolmasın”a gelince, herkesin basiretinin bağlanması! Sadece bizim anlayabildiğimiz, kimsenin anlam veremediği, bize ait bir acaiplik! Huysuz çocuk kaprisi sanki de…

Alexandr Downer de diyor ki: İşte hendek, işte deve! “Ya bu yıl sonuna kadar, normal insan olur anlaşırsınız; ya da bize ne kardeşim sizin akıl dışı kavganızdan? Kosova’dan sonra artık ayrılıkçılığa da başka türlü bakılıyor! BM, Barış Gücü’nü, ilgisini de toparlayıp gidiyor. Ne haliniz varsa görün… İster ayrılın, ister beraber kalın, ister birbirinizi boğazlayın. O kadar…”

Meğer sadece Filistinliler’i değil, dünyanın bütünün “baymışız”…


Yüklə 1,02 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   19




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin