Tedbili mekânda ferahlık vardır



Yüklə 1,02 Mb.
səhifə12/19
tarix27.10.2017
ölçüsü1,02 Mb.
#15591
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   19

AYIP EDEN KIBRISLILAR

Yeni Düzen ve internet haber portalı Kıbrıs Postası’nda bir yazım, birkaç defa yayınlandı. Kıbrıslılar Tembel… Her yayınlandığında, tiraj patlattı…

Yazıda anlatılan, 1878’den beri Kıbrıslı Türkler’in hayatına atılabilmek, iş yapabilmek için, bir gün istikrarı yakalayamamış olması ki. Burada, sürekli bir bekleme halindeyiz! Normal bir memlekette iş yapanlarımızın doruklara çıkmayı başarması, Kıbrıs dışında yaşayan profesyonellerimizin mesleklerinin en üst aşamalarına varabilmeleri de bunun kanıtı… Ertesi gün ne olacağını öngöremediğiniz bir ülkede, iş mi olur? Bunca yıldır Türkiye sermayesinin, buraya doğru dürüst yatırım yapmamasının altında da bu yatmıyor mu?

Ama beri yandan, Kıbrıs ilginç bir memlekettir. Hristiyanlık öncesi Akdeniz havzasının tümünde de en etkili düşünce ekolü olan Stoacılık, bir Kıbrıslı’nın, Citiumlu Zenon’un(Lârnaka) beyninden çıkmış, o zamanın dünyasını işgal etmişti. Dünya Zenon’a Yunan düşünürü der… Yunanlılar, Kıbrıslı… Kıbrıs’ta da bu adama Fenikeli derlerdi! Harry Luke, onu şöyle değerlendirir: “ Ülkesi gibi bir düşünürdü. Ne batılı, ne doğulu… Hem batılı, hem de doğulu… İlginçliği de bundan gelmekteydi.” Kelimelendirme değişik olabilir ama ana fikir buydu… Ve bence haklı, çünkü bu adanın bir efsunu olduğu kesin…

Kıbrıslı Türklere dönersek, burada galiba sıcak beynimizi uyuşturuyor ama dışarı çıkınca acaip işler yapıyoruz. Örneğin Osmanlı başkentindeki ünlü 31 Mart Ayaklanması’nı çıkaran, biliyorsunuz bir Kıbrıslı’dır: Derviş Vahdeti… Türkiye’deki güncel dinsel tutuculuğun bayraktarlığı, tarihsel olarak Vahdeti’nin ellerinde yükseldi. Buyrun…

Beri yandan, Türkiye sol hareketinin Kurtuluş Savaşı yıllarındaki legal örgütlenmesi olan Halk İştirakiyyun Fırkası’nın kurucularının başında Tokat mebusu Nazım Bey gelir ama ikinci sıradaki adam da İzmit milletvekili Sırrı Bey’dir… Kendisi ilk TBMM hükümetinin programını da yazan ilk İktisad Bakanı’dır. Sırrı Bellioğlu! O da Kıbrıslı…

Bir sağdan bir de soldan mı dedik? Eksik kalır…

Rahmetli Alpaslan Türkeş’i n’apalım? Devri iktidarında, tarihçi Cemal Kutay’ı arayıp, Sırrı Bey’in hayatı ve akıbeti ile ilgili bir çalışma istemiş. Kutay’a göre, çalışmayı okurken gözleri yaşararak, “Ne adamlardı bunlar hoca” demiş… “Şimdi benzerleri kalmadı…” Türk milliyetçiliğinin bayrağı da onun elinde idi? Komünist hemşerisi için gözleri doluyor…

Derken aklıma geldi, hayır… Türk milliyetçiliğinin manifestosu sayılan Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesinin yayınlandığı Kahire’deki Türk dergisinin yazı kurulunda bulunduğu gibi, sonradan önce Tiflis, sonra da Bakû’da yayınlanarak Türk ulusçuluğunun teorisini yapan Füyuzat Dergisi’nin yazı kurulunda da yer alan bir de Lefkoşa’lı düşünür vardı: Ahmet Raik Çağlar… Azerbaycan Türkiyat Enstitüsü’nden, neler yazdığını daha şimdi öğreniyoruz. Tevhidi Tedrisat’ı önermiş meselâ… Lâtin alfabesini önermiş. Yıl: 1912… Akçura’yı, Ahmet Agayev’i, Fethali Ahundov’u, İsmail Gaspıralı’yı; herkes tanır ama Ahmet Raik Efendi, sessiz sedasız katkısını yaptı gitti… Tevazuu çok iyi değil galiba! Dr. Bülent Ali Rıza’nın, büyük amcasıydı.

Türk tiyatrosunun büyük ismi Haldun Dormen’in babası, Kıbrıslı Sait Dormen’dir ama usta bunu unutmuş gibi durur! Zeki Alasya ise soyadında adanın antik ismini yaşatır ve her fırsatta söyler Kıbrıslı olduğunu… Ünlü cerrah, büyük besteci Süleyman Dırvana, Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa’nın torunu ama Kıbrıslılar Yalısı’nda büyüdüğü halde, bu meseleyi anmaktan pek hoşlanmadı sanırım hayatı boyunca… Romancı Selim İleri de… Kıbrıslı bir babanın oğlu olduğundan pek dem vurmuyor! Türkiye’ye modern Ortopedi’yi getiren Prof. Derviş Manizade, hiç susmamıştı oysa…

Kıbrıslı aydın, belki de Napolyon’un Korsikalı olduğunun söylenmesini hazzetmemesi gibi, hep anakaralı rolü oynadığından, aslında kendi toprağına zarar verdi.

Ayıp etti…

KIBRIS’TA CAMİİ YAKTIK BİZ”

Emekli general Sabri Yirmibeşoğlu, demiş ki:

““Eğer bir yerde halkın galeyana gelmesini bir mukavemet hareketini göstermesini arzu ederseniz sizin saygın değerlerinize düşmanın, karşı tarafın bir şey yaptığını, küçültücü hareket yaptığını gösterirseniz, halkı galeyana getirirsiniz. Özel Harp’te bir kural vardır; halkın mukavemetini artırmak için düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Bir cami yakılır. Kıbrıs’ta cami yaktık biz…”

Paşa, TMT’nin örgütleyicileri arasında, müstesna bir yere sahip… İstanbul’daki 6-7 Eylül Olayları’nı düzenleyen adam olduğunu da bir süre önce kabul etmişti. Oysa Yassaada’da rahmetli başbakan Menderes o kırımla suçlanarak, asıldı!

Paşa’nın ağzından kaçırdığı itiraf, bizim burada da o cenahın bilinen isimlerinden Hasan Keskin’e sorulmuş. Keskin demiş ki: “,”Paşam öyle diyorsa öyledir herhalde… Özel Harekat Dairesi böyle bir şey yapmış mı yapmamış bilemiyorum ama TMT’nin böyle bir olayla ilgili hiçbir bilgisi yoktur.” Hasan, akrabamdır… Sözü edilen yıllarda, olsa olsa 16-19 yaş arasında bir delikanlı… TMT üyesi olmuş bile olsa, böyle gizli kararlardan haberdar olacak bir durumda olması, düşünülemez… Çünkü yaşı tutmaz… Paşa, o yıllarda burada görevli imiş baksanıza! TMT’de değil de herhalde Regis Dondurma fabrikasında çalışıyor değildi…

Paşa, bu günlerde eski cumhurbaşkanı Özal’a suikast düzenlemekle de suçlanıyor!

Düşündüm düşündüm, paşanın burada görevli olduğu yıllarda, öyle halkın infialine neden olacak; insanları “milli dava” doğrultusunda kışkırtacak önemde bir camiinin ne zaman “yakıldığını”, hatırlayamadım ben… Peki, o dönem böyle toplumsal başkaldırıya neden olabilecek, bir camii meselesi yaşandı mı? Evet, yaşandı…

1962 yılında, Bayraktar Camii, bombalandı… Osmanlı ordusunun şehre girdiği yer olan Costanza Burcu üstünde yer alan ve efsaneye göre, ordunun sancağını taşıyan askerin vurulup öldürüldüğü yere gömülmesi ile ortaya çıkan bu türbe ve camii, Kıbrıslı Türkler’e göre, kutsiyetini sonuna korumuştur. Yanlış hatırlamıyorsam, 1962 yılı Mart ayı sonları veya Nisan ayı başlarında, bir gece Lefkoşa’yı sarsan bir patlama ile, camii harabeye çevrildi. Hemen yanı başındaki Tahtakale semti, Rum fanatikler ile milliyetçi Türk esnafın sürekli çekişmesi ile ünlü olduğundan, tam da ses getirecek bir hedefti… Filozof Necmi Bodamyalızade, olay yerine ilk yetişen kişi olup, yıkılan türbe sandukasında, o güne kadar bilinmeyen el yazması bir de Kur’an-ı Kerim bulmuştu. Yanlış anlaşılmasın, Filozof’un işle bir alâkası yok!

Bayraktar Camii’nin bombalanması ile adada yer yerinden oynadı… O dönem, Ankara’da iktidarda olan MBK Hükümeti ve adadaki büyükelçisi, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamından yanaydılar. Bu bombalanma olayı, toplumlararası barışın köküne kibrit suyu dökeceği için, herkes bundan rahatsız oldu. Elçi de dahil... O zamanlar egemenlerimiz Ankara’da hükümette olan DP ile içli dışlıydılar. Onlara karşı olanlarımız da CHP’ye yakın. 27 Mayıs Darbesi, bizimkiler tarafından çok sevilmedi. Hükümeti de… Karşıt olanlarımız ise, hemen onlara yaklaştılar. MBK Hükümeti ve büyükelçi o bakımdan bizim muhalif çevrelerimize yakındı. Onlar da Ankara hükümetinin politikasına uygun olarak, cumhuriyetin devamını savunmaktaydılar… Milliyetçi Türk gazeteleri, “Rumlar mabedlerimize saldırıyorlar “diye ortalığı birbirine katarken, elçiye yakınlığı ile bilinen zamanın Cumhuriyet gazetesinde, camii’nin Türkler tarafından bombalandığı iddiası ileri sürüldü. Ortalık toz duman oldu…

Nisan ayı çıkmadan, o gazetenin iki yazarı, Ayhan Hikmet ve Ahmet Muzaffer Gürkan, öldürüldüler… Aynı gece…

Şimdi elli yıl sonra, TMT’nin örgütleyicilerinin başında olan biri ansızın ağzından kaçırıyor:

“ Biz Kıbrıs’ta camii yaktık…” Paşa karıştırmış! Yakmadılar, ama yıktı birileri…

Avukatlar, doğru söylemişler! Zamanın elçisi, boşuna bağırıp çağırmamış…

BEN NE DEDİM?

Geçtiğimiz cumartesi günü YDÜ Kütüphanesi, 4. Salon’da, düzenlenen bir panelde, CTP’nin 40.Yıl Tezleri Taslağı’nda yer alan bir ifadenin anlamı konusunda tartıştık.

Panel CTP’nin TV kanalı tarafından filme de çekildi, her halde yayınlanacak da… Ama ertesi günkü Yeni Düzen’de, panelistlerin görüşlerinin aktarıldığı haberde, benim görüşlerimin bir kısmı doğru, bir kısmı yanlış aksettirildi. Günahına girmeyeyim, gazetenin genel yayın yönetmeni, haberi kaleme almadan önce bütün panelistler gibi beni de aramış ama “telefon engelli” olduğum için, Cenk’le konuşamadım. O da muhabirinin anladığı kadarını yazdırmak zorunda kaldı. Önce yanlıştan başlayalım:

Ben o konuşmada, “ekonomi Marxist ilkelere göre yönetilmelidir”, demedim… Marx’tan bahsettim, evet… Ama şunu dedim: “ Sovyet deneyiminin çökmesi, Marx’ın kapitalizm eleştirisinin hiçbir ögesini yalanlamış değildir. Ne Değer Teorisi, Ne Ücret Teorisi, ne Artı Değer Teorisi, ne kapitalizmin dönemsel kaçınılmaz bunalımları ile ilgili tespiti, yalanlanmış değildir. Hepsi de gerçek olarak ortada duruyor. Bu bakımdan Marx’ın yanlış anlaşılmasına dayalı olan Sovyet ekonomisinin çöküşü, Marx’ın karşıtı olan Adam Smith’in haklı çıkması olarak ele alınıp, tek yol liberalizm diye algılanamaz!” O gün tartışılmakta olan şey, “Kapitalizm koşullarında bir sosyalist parti hükümete geldiğinde, nasıl bir ekonomi politikası uygulamalıdır? Sosyal Pazar Ekonomisi nedir?” olduğu için, “ekonomiyi marxist kurallara göre yönetmeyi” önermek, ya bir dinazor aklı olurdu, yahut da Müslüman mahallesinde salyangoz satmak… İlgisi yok! Ama böyle bir teorik konuyu belki de hiç dinlememiş olan muhabir arkadaşımız, söylediklerimden o anlamı çıkarmış, biz de telefonu açmayarak, haberin o şekilde çıkmasına vesile olmuşuz.

Doğruya gelince:

Sektörel Asgari Ücret önerisine şiddetle karşı çıktığım doğrudur. Neden?

Önce asgari geçim koşullarını tespit edip, her çalışmaya başlayana o ücreti vermek ve ondan sonra da çalışanın üretkenliğine, işinin gerektirdiği kalifikasyona, işin gerektirdiği emeğin yoğunluğuna bağlı olarak, bunun üzerinde her sektör için ayrı ayrı kriterler saptayıp, ücretleri yukarı doğru düzenlemek diye de ifade edilebilecek bir “sektörel asgari ücret”e karşı çıkmak için akıldan yoksun olmak gerekir. Ama “gizli gündem”, bu değil! Bu lâftan, yabancı işçileri, daha doğrusu “göçmen işçileri” murat eden, geniş bir çevre var ve bunun kulisini yapanlar da onlar. Deniliyor ki:

“ Adamın asgari geçim düzeyi, bizim yerli işçimiz kadar değil ki! Bizimki 1200 lira ile geçinemezken, o 600 lira ile geçinip, geriye kalan 1200 lirayı da memleketine gönderip, orada ev yaptırıyor! Hem 600 lira yurt dışına kaçırılmış oluyor ve hem de daha çok göçmen işçinin gelmesi özendirilmiş oluyor! Herkesin kendi memleketinde asgari ücret neyse, biz de burada ona bunu verelim!”

Bu softa şaşırtmacası, o gün kürsüden inince bana bile söylendi! Asıl niyet de budur…

Vietnamlı’ya başka, Pakistanlı’ya başka, Nijeryalı’ya başka, Türkiyeli’ye başka, KKTC’liye de başka asgari ücret! Bunu açıkça söylenmesinin ne anlama geleceği bilindiğinden de “sektörel” diye bir kılıf uydurmak! Nasılsa Vietnamlılar’ın evlerde, Türkiyeliler’in inşaatlarda, Afrikalılar’ın lokantalarda çalıştığını herkes biliyor ama dışarıdan bilmeyenlere, yuttururuz. Hele AB’ye… Çünkü bunu söyleyenler, bir yandan da AB’ci… Bilindiği gibi “Şükran Sektörü” şimdilik gücünü yitirdi, şimdi herkes “AB Sektörü”nden ekmek yemekte. Onları da ürkütmemek lâzım.

Bu istek, her şeyden önce ırkçılıktır… Ondan sonra, yüz yıllık eşit işe eşit ücret ilkesinin ortadan kaldırılmasıdır. Daha sonra, emekçilerin ulusal kimliklerine göre bölünmesidir. Daha daha sonra, 18. Yy vahşi kapitalizmi’nin hortlatılması girişimidir. İnsanlığa bile aykırıdır.

Evet, buna karşıyım ve karşı olmaya da devam edeceğim…



BEYTAMBAL KALSIN HALILARIMIZ…

“ Halılar kayboldu…” Tunus’a mı uçmuş ne? İlgilenmedim… Bu memlekette neler kayboldu bilir misiniz?

Osmanlı bir ülkeyi fethettiğinde, o zamanın usulü gereğince, bütün başkentlere bir elçi gönderir, fetih haberini bizzat verirdi. Ülke içindeyse ilk Cuma hutbesinde, camii imamları fethi duyurur ve hem onu hem de fethi sağlayan padişahı kutsarlardı. Fethedilen ülkeye de sultan, bir adet kılıcını gönderirdi, egemenliğinin sembolü olarak. O kılıç, o memleketin en merkezi camii’nde sergilenir, Cuma hutbelerini imamlar o kılıcı kuşanarak verirlerdi. Kıbrıs’a gönderilen kılıç da o zamanki adıyla Aya Sofya Camii’nde (Selimiye adı 1954’te verilmiştir) durur, her Cuma hutbesinde halka sergilenerek memleketin egemeninin kim olduğu hatırlatılırdı. İngiliz adayı 1914’te ilhak ettiğini ilân etti ama bunun meşruiyet kazanması, Lozan’da ilhak ve sonuçlarının kabul edilmesinden sonradır. Nitekim adanın bir Taç Kolonisi haline gelmesi, 1925’tedir. Kılıç da o güne kadar kuşanılmıştır. İngiliz döneminde, cumaları Sultan II. Selim’in kılıcı kuşanılıyor muydu bilmem! Cumhuriyet döneminde de… Ama kılıç, Selimiye Camii’ndeki yerinde, duruyordu… Teşkilât döneminde de kılıç yerindeydi, KTFD döneminde de… Ama biz özgürlüğümüze kavuşup, kendi devletimizi kurunca, ne olduysa oldu! Bir gün Sultan Selim’in, egemenliğinin sembolü olan ve 400 yıl yerinde duran kılıç, sırra kadem bastı… Katoloğu yoktu, belgelenmiş değildi, bir tek fotoğrafı bile yoktu ki hiç değilse interpola haber verilip, aranılabilsin… Gitti gider… Görevli imam bir sorguya tabi tutuldu. O da “Yıllardır zaten kuşanılmıyor. Ne zamandan beri yerinde değil, farkında değilim.” Dedi, bitti! O kadar… Eski bir kılıç canım, cana gelmesin de varsın mala gelsin… Gönül mü kıracağız? Unuttuk… Hatırlayanınız var mı? Hem padişah mı kaldı? Gericiliğin lûzumu yok! Yâni… Ayıptır…

Ya Kanakarya Kilisesi? Karpaz’da Bizans döneminden kalma antik kilisenin tavanı, bir gece ansızın ayaklandı… “Kalk gidelim” oldu… Yürüdü gitti… Hep bitti eski kiliselerle mi uğraşacağız? “Zaten kaç yüz yıllık bina… Çökmüştür zaar… Biri de süpürüvermiştir, akıbet…” diyecektik ki bu “gahbanalı” Urum, rahat durmadı… Kilisenin tavanını, Avrupa’da eski eser kaçakçılarının elinde bulup, mahkemeye başvurdu! Hem de “Türkler bunların değerini anlayacak uygarlık düzeyinde olmadığından, kilisemizin tavanını bize iade edin” diye… Bak, bak… İşte bu olamazdı! Ne demekti? Karpaz bizim değil miydi? Versinlerdi “kilisemizin” tavanını geri bize… Biz kan dökerek aldıydık! Davaya müdahale ettik. Etmez olaydık! Bu “gahbanalı” Urum Yunan İkilisi’nde oyun çok! Mahkemede kilise tavanının bizim başbakanın yazılı izniyle adadan çıkarıldığını ortaya koydular, onlara iade edildi! Maksat, Türk hayır etmesin… Tabii ki KKTC’yi sonsuza kadar yaşayacak… “En güzel kilise, bizim kilise…”

Ya 1960’larda bir ayağı Kıbrıs’ta yaşayan o İstanbul’lu gazeteci? Hani Cemaat Meclisi’ne danışman yaptıydık da ölümünden sonra mirasçıları İstanbul sahaflarını, Kıbrıs arşivlerinden apartılmış tarihsel belgelerle doldurdulardı? Allahtan İstanbul’daki Başbakanlık Osmanlı Arşivi yerinde duruyor yoksa bize kalsaydı, şimdiye tam “basdarda” sayılacaktık. Arşiv gitti… “Dâvâ”yı Türkiye’de duyurmanın karşılığınında, birkaç eski yazı, kimsenin anlamadığı kâğıt parçasının lâfı mı olurdu? Helâli hoş olsundu… “Efsanevi TMT’yi unutturmayacağız” dı… O kadar…

Meğer yıllarca, bunlar da eski el dokuması halıları, “eskidi, bize yakışmaz” diye bir Ermeni’ye verip, yerine makine halısı alıp sermemişler mi yerlere? Son dördü de birinin hizmetine mukabil verilmiştir gene… Bu memleketin polisi ne yapıyor? Bu da hırsızlık değilse, hırsızlık nedir? Tavuri’ye de yazık değil mi?

Halıları boş verin, bizim ruhumuz gitti, farkında değiliz.

BİR RAMAZAN HİKÂYESİ

Ramazan geldi… Ramazan ayları, gazeteler için nimettir. Ramazan köşeleri, yazı işlerini rahatlatır. İmsak ve iftar saatlerinin tabloları, hadisler ve Kuran-ı Kerim tefsirleri, iftarlık tavsiyeleri, her ramazanın olmazsa olmaz soruları, oruç ve cinsellik şu bu… Sayfaları kurtarırlar.

Bizim delikanlılığımızda, Osmanlı’dan miras köşe yazarları vardı… Ramazanda doruk yapan, eski gösteri sanatlarını anlatırlardı: Karagöz, meddah, orta oyunu… Karagöz’ün yerini tv, meddah’ın yerini “stand up”, orta oyununun yerini de tiyatro aldı şimdilerde ve üstelik izlemek için de ramazanı beklemek gerekmiyor. Ama ben ne yalan söyleyeyim, kırk yılı bulan yazarlık macerama rağmen, her ramazan halâ, Burhan Felek’in Direklerarası’nı anlatan ramazan yazılarını özlüyorum. Ne çare ki bizim kuşak, cumhuriyet çocuğuyuz ve Osmanlı ramazanlarını hatırlamıyoruz ki yazalım… Yazsak yazsak, ilk gençlik yıllarımızda, her ramazan zamanın tek kanallı televizyonunda düzenlenen ve sahura kadar süren tv programlarını yazacağız… Yok başka bir şey ki… Sahurda yatılıp, iftardan bir iki saat önce uyanılarak tutulan oruçları mı anlatalım? Yoksa dinsel ritüellerin çok dikkatle uygulandığı Çayeli’nde, çocuklar ve eşim de oruç tuttuğu için, gün boyu hiçbir şey yemeyip de sigara belâsı yüzünden, tutamadığım oruçları mı?

Ama hadi gene size bir hikâye anlatayım, buyurun:

Dört yaşımda mıydım, beş mi unuttum… O zamanlar Lefke’de yetmiş iki millet beraber yaşıyor. Ermeniler’in dinsel pratiklerini hiç hatırlamam, her halde Lefkoşa’ya gelirlerdi o iş için, İngilizler’inkini de… Ama Rumlar, her Pazar çan seslerinden sonra, kiliseye giderlerdi. Paskalarda pilavuna, Noel’de boyalı yumurta, hangi paskada olduğunu unuttuğum bir dönemde de “gollifa” dağıtılırdı. Herkese… Hep beraber kutlanırdı yâni… Bunun Müslüman karşılığı da her ramazan, iftar saatinden biraz önce açılan fırınlardan çarşıya yayılan, mezlekili çörek kokusu olurdu. Rumlar da ramazan çöreği alırlardı… Toplumlar galiba kendilerini henüz dinsel kimlikleri ile de tanımlanmaktaydılar. Bundan etkilenerek, o sene ramazan orucu tutmaya “niyetlendim” ve aileye de bu kararı “tebliğ” ettim… Annem sevindi, babam bıyık altından tebessüm etti… Ramazan ayının ilk günü, sabah sahura falan kalkmadım… Oyun mu oynuyorduk, nefis mi terbiye ediyorduk? Bütün gün, aç susuz gezdim… Akşam yemeği hazırlanırken, hiç ilgilenmedim… Nihayet, sofra kuruldu… Avluda olmamız ve etrafın aydınlık olmasından şimdi anlıyorum ki bir yaz ramazanı idi… Herkes sofraya oturdu, ben bahçedeki erik ağacının altında oynuyorum. Sonunda, top atıldı… Annem dedi ki “Hadi oğlum, gel iftar et…”! Ne iftarı? İftar da ne ola ki? “Ben” dedim, “oruçluyum. Size afiyet olsun!” Sanıyorum ki oruç, bir ay boyunca sürer… Çile’ye yatmışım, sizin anlayacağınız… Dervişmeşrep olacağım, demek ki o zamandan belli… Bana kimse anlatamadı ki oruç sabahtan akşama kadar sürer… Neden sonra, karşı komşumuz Sami Hoca Efendi’ye gidildi! Yemeye o beni ikna edecek… Rahmetli hoca efendiye saygım sonsuz, bu sabah aç kalıp, akşam da tıka basa yenilerek nefis terbiye işini anlamasına anladım ancak, aklıma yatmadı…

“Magarına bulli”yi yedim ama orucu da bıraktım! Bir daha da tutmadım… Bıraksalardı, ben o yaşta kendimi “çile”ye çekmişim, erişeceğim… Koymadılar! İyi de yaptılar sanırım…

Bir sohbetimizde “adaşım” Mevlâna Nâzım-ı Kıbrısî el Hakanî Hazretleri, “itikatım” olup olmadığını sordu, “elhamdülillah” deyince de “Hade yahu, işte bal gibi Bolşevik’sin” dediydi… Anlatamadım ki hazrete… Bıraksalardı, ben de bir Rufai şeyhi olabilirdim… “Çile’yi doldurup çıksaydım, bir Kıbrıs’a iki Nazım Hoca çok gelirdi, ondan kestiler önümü herhalde?

SİYASİLER SİYASİLER

Birkaç defa yazdım… İhtisasımı tamamladıktan sonra adaya döndüğümde, beni o zamanın Kıbrıs Postası’nda köşe yazıları yazmaya iten sebep, memlekette, kavramlarla ilgili bir kargaşanın olmasını görmek ve biraz da buna karşı çıkmaktı. İşte biri çıkıyor, Makarios’un “ faşist”, Kıbrıs Rumları’nın “emperyalist” olduğunu söyleyebiliyordu örneğin, v.b. Dünyanın kullandığı kavramların bir içeriği vardır. Siz, kulaktan dolma o kavramın adını işitip de içeriğini bilmeden yerli yersiz kullanırsanız, sizi işiten dünyanın, sizi ciddiye alması, mümkün değildir. Nitekim o zamanlar bizi adam yerine koyan da yoktu… Güya bunu anlatacaktım… Yol nereye çıktı, görüyorsunuz…

Bu son günlerde de bir “kavram”ın kullanılması, fena halde ilgimi çeker, tebessüm etmeme yol açar oldu: “Siyasi!”

Örneğin, zamanında bir bakanın özel kalem müdürlüğünü yapmış, birkaç defa birkaç yere aday olduğunuz halde, hiç seçim kazanamamış, bir partinin meclis üyeliğinde bulunmuş, ikide birde bakanlık talep ettiğiniz dedikoduları yayılan birisiniz! Yâni siyasetin tam göbeğinde ama hedefi kendi “on ikinizden” vurmayı bir türlü beceremiyorsunuz! En son, bir seçim kampanyasının açılış konuşmasını yapmışınız… Hiç “siyasi” değilsiniz, Allaha şükür… Eşek gaz çıkarsa: “Siyasiler…”

Ya da son seçimde bir partinin listesindeydiniz… Ne partiniz ne de kendiniz, seçimden başarı ile çıkamamışsınız… Siz de hiç “siyasi” değilsiniz! Bir “sivil toplum örgütü” uydurun kendinize, her sabah her gazetede arz-ı endam eyleyin… Demeç, açıklama, basın bildirisi… İlâ maşallah…

“Siyasiler” aşağı, siyasiler yukarı… Hava çok mu sıcak? “Ah bu siyasiler…” Yağmur mu yağmıyor? “E işte bu siyasiler”… Yok, çok yağdı, sel mi bastı: “ Siyasiler…”

Demek ki “siyaset” sadece mecliste yapılan bir şeydir ve meclise girebilenler “siyasi”, giremeyenler de “siyaset dışı”dırlar… Bir “siyasi partinin” üst yönetim organında görev yapmış olabilirsiniz… Ama seçim kazanamadığınız sürece, “siyasi” olamazsınız! Seçim kazanmadan bakanlık pazarlığı da yapabilirsiniz ama eğer hedefe varamamışsanız, gene “siyasi” değilsinizdir! Ya belki de seçimsiz bakan olmak da siyaset değildir…

Aslında satır aralarında söylenen, “onlar tamam değil, ben tamamım… Anlamadınız ki ey ehali…”

Tabii seçim kazanmadan memleket yönetme tutkusunun sürekli kendisini hissettirmesi, ha bire meclisi kötüleyip, başka iktidar odaklarına göz kırpılması da onca tafraya karşın, aslında demokratik düşünce ile de pek ilgili olunmadığını gösteriyor. Aksi olsa, katılımcılık, sivil toplum, dördüncü güç şu bu söz konusu olsa, her seçimde aday olunmaz, haybeden bakanlık talepleri ileri sürülmezdi gibi geliyor bana. Gülüyorum… Siz de gülün iyi gelir…

Düşünme kavramlarla olur. Ve her kavramın da bir içeriği vardır. İçeriğinden soyutlayarak, kavramın sadece adını kullanarak tartışamazsınız. Çünkü o zaman tartışma körün fil tarifine döner. Bundan dolayı, dünyada her kavram tanımlanmıştır. Nedir siyaset?

İktidar talebidir… Her iktidar talebi, siyasettir! Özü itibarıyla, muhalefet etmek de iktidar talebinin ve dolayısıyla siyasetin ta kendisidir. Nasıl olur da elde etmiş olanlar kötü, edemeyenler de iyidir diye tanımlanmaya kalkışılır?

Sivil toplum mu? O da zaten ilk defa Antonio Gramsci tarafından ortaya konmuş bir kavramdır. Kısaca, devletin gücü karşısında bireyin haklarını korumak diye anlaşılır ancak; egemen ideolojinin dışında, paralel bir ideolojiyi temsil eder. İkide birde egemen düşünce içinde görev talep edip, elde edemedikçe mızıkçılanmak olmadığı gibi, hiçbir biçimde iktidar da talep etmemektir.

Bu halde olmayanlar, bu yazıyı üstüne alınmasın. Alınması gerekenler de aman alınsınlar! Biri çıkıp bunu kendilerine söylemezse, hem memlekete, hem de kendilerine yazık oluyor…

BİZ NASIL TEMBEL OLDUK?

1963’leri hatırlayanlarımız artık toplumun çoğunluğu değil herhalde… Özellikle yılın son haftasında başlayan toplumlararası çatışmalar esnasında, TMT’nin yeraltından çıkışını! Tam gününü unuttum… 1964 yılı başlarıydı. Lefke’deki futbol sahasında yapılan bir törende, ilk defa silahlı bir birlik, başlarında çelik başlıkları, üzerlerinde İngiliz ordusundan kalma “cellabiya”ları ile resmi geçite katıldıydı. “Hazır kıt’a”! Adı buydu… Başlarında, Talât Aydemir olayı nedeniyle Harbiye’den atılanlardan: Yaşar Abbasoğlu… Komutan oydu… Hafızamı zorlarsam, mensuplarını da bir bir sayarım. Ortaokul’da Türkçe öğretmenim olan Mesut Karadağlı meselâ…

O yılın ilkbaharında bir gün, bu defa öyle özel TMT mensuplarından değil, doğrudan doğruya halktan oluşturulmuş, bölük nizamında örgütlenmiş mücahit birlikleri, Lefke sokaklarında bir resmi geçit yaptılar. Üniformaları, sonradan giydiğimiz üniformalardan farklıydı! Rengi gri idi galiba ve başlarında kep değil, yeşil bereler vardı. Ben 60 mm.lik havanları, roketatarları falan ilk defa o gün o resmi geçitte, bizden birkaç yaş büyük o mücahitlerin sırtında gördüm. Herhalde o karanlık günlerde, halka moral vermek üzere yapılan bir gösteriydi. Üç bölük geçmişti… Bir tabura yakın silahlı bir kuvvet… Birkaç ay içinde, kasaba halkından oluşturulmuş… Yâni eli silah tutacak her kim varsa, silah başı yapmış! Çoğunluğu, liseyi bitirip adada kalmış gençler ile herhangi bir sanatkârın yanında, çırak olarak çalışanlardı. Çok geçmedi, esnaf, işçi, öğretmen her kim varsa, herkes de dağlarda nöbet tutmaya koştu. “Hazır kıta”yı oluşturan o bölükler de kışlalarda yaşamaya başladılar. Hangi yıldı şimdi aklımda değil ama galiba on dört yaşımdaydım, orta okul öğrencisi, biz de silah altına alındık… Varto Depreminin olduğu gün, ben Konnoz’da 3 numaralı mevzide Üstün Köroğlu ile nöbetçiydim. Transistörlü radyodan dinlediydik, depremi… Hangi yıldı, hesap edin…

Ne usta kaldıydı, ne çırak… Biz öğrenciler gene şanslıydık, çünkü sabahları okula gidebiliyorduk… Ama özellikle okumayıp da sanat öğrenmek üzere çıraklık eden o işçi gençler, doğrudan asker olmuşlardı. Ne zaman terhis edileceğimiz, bilinmiyordu! Öyle bir kavram yoktu… Ya karnına ya sırtına denmişti bir kez…

1968’e geldiğimizde, bizden birkaç yaş büyük olan o arkadaşlarımızın, bölükte homurdanmaya başladıkları günler de geliyordu. Yaş kemale eriyor, aşık olunuyor evlenmeye kalkılıyor ama neyle? Mücahit maaşı ev bark kurmaya yetmez ki! Çık dışarıda bir iş tut deseniz, ne işi? Sanat falan da bilinmiyor ki! İş yapılabilsin… Bilinse zaten mücahitsin, eğitim var; nöbet var… İzin yok! O dönem, bazı arkadaşlarımızın ansızın ortadan kaybolup, sonra Avustralya, Kanada ya da İngiltere’de ortaya çıktıklarını hatırlarım. Bir tanesi iki defa teşebbüs etmiş, İngiltere’ye giremeyince geri gelip, aylarca hapis yatmıştı… Bu arada 1971’de biz, üniversiteye gidebilmek için terhis edildik ve gittik… Kalanların Allah yardımcısı olsundu… Çünkü biz giderken, üniversiteyi bitirip dönenler de yapacak iş olmadığından, mücahit yazılmaya başlamışlardı… O dönem evli olanlara, memur maaşı verilmeye başlandıydı galiba… Yoksa, firarın önüne geçilemeyecekti… Üstelik, ülke dışına… Makarios bileti kesip, parayı verip milleti gönderiyordu, ama niçin?

1974 bu koşullarda geldi… Savaştan sonra, on bir yıldır silah altında tutulan, herhangi bir meslek edinmesine izin verilmeyen o kitle, terhis edildi. Daha yeni “kurtarılmış” idik… O insanlar ne olacaktı? Göç ederlerse bu nasıl bir “kurtarılmak” olurdu? Hepsi de devlete memur alındı… Buna devletin ihtiyaçlarını karşılayacak beceriye sahip olanların da eklenmesiyle, bizim memur kadrosu, az kaldı yetmiş milyonluk Türkiye’yi yakalasın…

Devletin ana ekmek parası kapısı haline gelmesinin hikâyesi budur… Tembellik değil…


Yüklə 1,02 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   19




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin