Toplumsal sistem gerçekliĞİ



Yüklə 2,28 Mb.
səhifə49/133
tarix18.03.2018
ölçüsü2,28 Mb.
#45872
1   ...   45   46   47   48   49   50   51   52   ...   133

İSLAMİYETİN DOĞUŞU

Devletin ortaya çıkışıyla din arasındaki ilişkiyi şöyle anlatıyor İbni Haldun: „Devlet ancak kuvvet, kudret ve galebe çalmak sonunda kurulur. Galebe çalmak ise ancak asabiyyet ve bir düşünce etrafında toplanarak, azim ve kalpleri biribirine birleştirerek olur. Ki bu da ancak, insanların tanrının dinini yaymak ve hakim kılmak hususunda biribirlerine yardımlaşmaları ile mümkündür. Tanrı, elçisine hitabederek: „Tanrının yardımı olmaya idi, sen yeryüzünün bütün servetlerini sarf etsen bile onların kalplerini birleştiremezdin“ diyor. Bunun anlamı şudur: Kalpler batıl olan arzulara ve dünyayı sevmeye çağrılır ise, insanlar arasında biribirleriyle çekişerek yarışma başlar, ve bunun bir sonucu olarak da, aralarında anlaşmazlıklar başgösterir. Eğer kalpler hak ve hakkaniyete döner, dünya ve batılı bırakır, tanrıyı razı etmek yoluna girerler ise, ancak o zaman onlar amaç ve hedeflerinde birleşirler, ancak bu şekilde aralarındaki çekişmeler sona erer, anlaşmazlıklar azalır, biribirlerine yardım etmeye ve arka olmaya başlarlar“[10].


Devlet kurmak için asabiyyet (yani aşiret temeli) gerekir diyor İbni Haldun, arkanda bir aşiret gücü olmadan devlet kurulmaz diyor. Sonra da „Tanrı elçisinden“ aktarma yaparak bunu tamamlıyor: „Tanrının yardımı olmaya idi, sen yeryününün bütün servetlerini sarf etsen bile insanların kalplerini birleştiremezdin“. Devlet ve din olayı bundan daha mükemmel bir şekilde anlatılamaz. Tarımsal faaliyetin keşfi, toprağa yerleşme, kent’in kuruluşu, ticaretin gelişmesi ve yavaş yavaş „kahramanlık çağına“ giriş, bütün bunlar yukarı barbarlıktan medeniyete geçişin ön hazırlıkları. Köle emeği kullanarak daha fazla üretim yapıp, ticareti geliştirerek daha çok zenginliklere kavuşmak..İnsanların yanıp tutuştuğu şeyler bunlar. Büyümek, büyümek, daha zengin olmak..Bunun da yolu savaştan geçiyor. Daha çok köle sahibi olabilmenin, ticaret yollarını elde tutabilmenin tek yolu bu. Ama bütün bunları yapabilmek için de yeni duruma uygun yeni örgütlenme biçimlerini geliştirmek gerekiyordu. Eskiden böyle bir sorun yoktu. Gentilice örgütlenme bütün sorunları çözmeye yetiyordu. Ama bireysel üretimle birlikte herşey değişmişti. Artık insanlar toplum için- toplumsal varlığın bir parçası olarak değil, kendileri için, kendi bireysel varlıklarını geliştirmek için üretiyorlar, var oluyorlardı. Bu durumu en güzel anlatan atasözümüz „her koyun kendi bacağından asılır“dır. Gentilice toplum yasaları, yazılı olmayan, kendiliğinden var olan, herkesin kendiliğinden uyduğu yasalardı. Daha başka türlüsünü düşünemezdi bile insanlar. Ama şimdi işler değişmişti. Toplum, her birinin bireysel çıkarlarının farklı olduğu insanlardan oluşuyordu. Sadece aşiret gücüyle uzun vadeli olarak bu insanları bir arada tutmak mümkün değildi artık. Yeni duruma uygun yeni kurum ve kuralların oluşması gerekiyordu. Ama kim, nasıl koyacaktı bu kuralları?
İşte din (yeni bir din) burda tarih sahnesine çıkıyor. Bir durumdan (ilkel komünal toplumdan) bir başka duruma (sınıflı topluma) geçilirken, önce, bir sistem olarak bu yeni durumu tanımlamak gerekiyordu. Elementlerini bireysel üreticilerin-herbirisi kendisi için var olan insanların oluşturduğu bu yeni denge durumunu tanımlayabilmek, hayatın içinde gerçekleşen maddi duruma uygun yeni bir üstyapı oluşturabilmek, bütün bu „bireyler“-elementler arasındaki ilişkileri düzenleyen yeni türden kurallar koyabilmek için, önce yeni sistemin merkezini temsil eden, herkesin kendi koordinat sistemini oturtulabileceği ortak bir noktanın-sıfır noktasının bulunması gerekiyordu.
Ama “Tanrı elçisi” diyor ki: „Tanrı, kavimleri doğru yola çağırmak üzere gönderdiği her peygamberi ancak kendisini koruyacak ve davetini yayacak olan kudretli kavmi bulunanlar arasından seçerek göndermiştir“[10]. Yani öyle, kimse tek başına ortaya çıkıpta yeni bir sistem ve bu sistemin merkezini temsil eden bir sıfır noktası falan belirleyemezdi! “Haydi, beni tanrı gönderdi, hepiniz bu kurallara uyacaksınız” demeyle olmuyordu bu iş! „Arkanda kuvvetli bir aşiretin olacak“tı. Neden? Çünkü her çocuk kendisini doğuracak bir ana’ya muhtaçtır da ondan! Her civciv kendi yumurtasının içinden çıkar da ondan! O kabuklar var ya o kabuklar, onlar hem o civcivi eski sistemin içine hapseden kale duvarlarıdır, hem de, kendi içinde, civcivi doğum için hazırlayan koruyucu bir kalkan! Kısacası, „devrim yapmak“ öyle çocuk oyuncağı değildir! Önce, eskinin içinde devrimin objektif ve sübjektif şartlarının olgunlaşması gerekir. Ama bu da yetmez, şunu da hiç unutmamak gerekiyor: Devrim, sadece yeninin doğması, çocuğun ana karnından-hapishaneden kurtulması değildir; devrim aynı zamanda, eski için de bir kurtuluştur, kendi inkârını gerçekleştirerek, yeninin içinde kendi varlığında yok olarak bir yeniden doğuştur. İşte Muhammedin Kureyş kabilesinin yaptığı da bundan başka birşey değil!
Kureyş kabilesi büyük bir kabile. Bir aşiretler federasyonu. Bunların bir ucu toprağa yerleşmiş, Mekke-Medine gibi büyük kentleri kurmuşlar; bir başka ucu ticaret kervancılığı yapıyor; bir kısmı da halâ göçebe. Ama öyle herşeyden habersiz „saf“ göçebe değil bunlar da. Sistemin kenar-uç bölge unsurları olarak, onun içinde varlıklarını üretiyorlar. Mekke en büyük kent. Güney ticaret yolunun kavşak noktası. Büyük toprak sahiplerinin kontrolünde. Ve aynı zamanda da, o ana kadar insanların yarattığı bütün tanrıların toplanma yeri. O, „cahiliye döneminde Araplar putlara tapıyorlardı“ sözünün arkasında yatan budur. İnsanlar her yerden akın akın gelip bu putları-tanrıları ziyaret ediyorlar. Yani turizm açısından Mekke için büyük bir gelir kaynağı bu putlar. Bu yüzden de, Muhammed’in ilk çıkışında, Mekke’li egemen sınıf ona en çok bu yüzden karşı. Onun turistleri kaçırtacağindan korkuyorlar. Turizm gelirlerinin-çekim merkezi olma durumlarının sarsılmasından korkuyorlar!
Muhammet, bu ortamda, tarihi sürece uygun, büyük bir devrimci olarak ortaya çıkıyor. İslamiyet, o dönem için büyük bir devrimci atılım olarak doğuyor. Toplum, bir durumdan (eski aşiret toplumundan) bir başka duruma (sınıflı topluma) geçiyor. Yeni duruma, yeni üretim ilşkilerine uygun yeni bir üst yapı-kurum ve kurallar oluşturuluyor.
Şimdi tekrar Doktor’a dönelim, ve bakalım o nasıl anlatıyor bu büyük atılımı: „Kur'andaki Allah sistemi, kendinden hemen önceki İncil ve Tevrat'tan değil, en eski ortodoks Hz. İbrahim geleneceğinden alınmadır. Çünkü Tevrat ve İncil'in, yazıları değil ama, Musa ve İsa'ya yansıyan asıl Temel ruhu, yine ibrahim geleneğinden alınmadır. Fakat hepsinin Allah sistemini yorumlayışı farklı farklıdır. Hepsi bir tek Allah'a inanmakla birlikte, yaşadıkları koşullar bakımından tarihsel görevleri başka başkadır. Ve her insan gibi onlar da kendi çağlarının birikimleriyle düşünüp davranırlar. Bu ölçüde ayrılıklar adım adım geliştirimler olur”.
        

“Hz. İbrahim zamanı: kabaca zamanımızdan 4000 yıl öncedir. İsa öncesi 1900 yılları. Hz. Musa zamanı: zamanımızdan 4000 yıla yakın bir zaman öncedir. İsa öncesi 1300. Hz. İsa Zamanı: zamanımızdan 2000 yıl öncedir. Hz. Muhammed Zamanı: zamanımızdan 1400 yıl kadar öncedir. İbrahim ile Muhammed arasında en azından 2500 yıllık bir zaman farkı bulunur. Bu çağlar farklıdır. Her çağ, toplum biçimleri gelişim kanunlarının yepyeni açılımlara girdiği, hatta başkalaştığı bir altüstlüğü veya altüstlükler zincirini kapsar. Oysa İbrahim ile Muhammed zamanı arasında bir çağ değil birkaç çağ farkı vardır. İbrahim henüz, antik tefeci bezirgan medeniyetlerinin LOKAL aşamasını yaşıyordu. Irak-Mısır-Hint ve Çin tefeci bezirgan medeniyetleri birbirlerine pek açılamıyolardı; ticaret yollarıyla biribirlerine bağlıydılar ama, aradaki geliş gidişleri çok zor koşullar altında oluyordu. Ticaret kervanları ancak büyük askeri korumalar altında yapılabiliyordu. Aralarında, barbar toplulukların ölümcül bendleri bulunuyordu. Sadece Orta Ticaret Yolu en işlek olanıydı. Kuzey ve Güney Ticaret yolu pek işlek değildi. Ve medeniyetler henüz lokal gelişiyordu. Daha hareketli medeniyetler çağına geçilmemişti. Bu aşama, Grek medeniyetiyle açılmaya hazırlanıyordu”.


“Oysa Muhammed zamanında tefeci-bezirgan medeniyetleri lokal aşamayı çoktan geride bırakmışlar, evrensel aşamaya geçmeye hazırlanıyorlardı. İslam Medeniyeti, EVRENSEL tefeci bezirganlık aşamasını açtı. Muhammed, bu aşamayı, Kur'an'ın Arabistan'da iktidar olmasıyla temellendirdi. Medeniyetler arasındaki barbar toplulukların medeniyete (sınıflı topluma) çözülüşlerini hızlandırarak ve tabii ki bu sayede, medeniyetleri de canlandırarak, antik ticaret yollarını işlek biçimde birbirlerine ve medeniyetlere bağladı: tefeci-bezirganlık evrensel çağına ulaştı. Tarihin kontenjanında medeniyete geçebilecek kent kalmadı. Böylece Hz. Muhammed'in bu tarihsel görevini kavrayarak "Son Peygamber" öngörüşü gerçek oldu”.

“Peygamberlik, bilhassa kutsal kitap inmiş peygamberlik, kent'ten orijinal medeniyete geçe-cek barbar toplulukların yaratığıdır. Arabistan barbarlığı ve tefeci-bezirganlığı, çökkünleşen Mısır- Habeş İran-Bizans-Hint ve uzakta da olsa Çin medeniyetleriyle kuşatılmıştı. Orta ve Kuzey ticaret yolları bu yerlerde tıkanmıştı. Onlara düşen, Kızıldeniz’e, Umman'a ve Hint Okyanusu'na açılan Güney ticaret yolu idi. O yolu kullanıp birikim yapabilirler, Orta ile Kuzey ticaret yoluna huruç edebilirlerdi”.


“Önlerinde bir tek engel vardı: Mekke'nin daha doğarken çürümeye başlayan Ebu-Sufyan tefeci-bezirganlığı. Yoksul tefeci-bezirganlar, topraklarını tefecilere kaptırmış Medine köylüleri, esnafları ve bedevileri, Muhammed'in bu sezilerini ruhlarında ve bedenlerinde duymakta ve başarı azmiyle teşkilatlanmakta gecikmediler“.
„İbrahim, aşağı barbar anahanlıktan, kurbanlık koç kesen orta göçebe barbarlığa ve Kabe'yi kurup kent tohumunu atan yukarı barbarlığa kadar bütün komünal toplum biçimlerini 300-500 kişilik aile efradıyla yaşamakla kalmaz; ilk Irak Medeniyetinin Sümer kentlerinden kalkıp, savunmalar eşliğinde Anadolu’ya bezirganlık yaparak göçerken, kıtalararası medeniyetleri de tanır. İlkel sınıfsız toplumun kankardeş cennetiyle, medeniyetin sınıflı toplumunun düşman kardeşler cehennemini, en canalıcı özelliklerinden karşılaştırmalı olarak iliklerine dek hisseder. Ama aşağı barbar ve orta barbar toplum (ve kültür) kökleri onu daima geri çeker. Ne kendisi, ne de kardeşi, oğlu Lut, çevre medeniyetlere yeni bir diriliş (rönesans) verebilecek güçte değillerdir. Yeni orijinal bir medeniyet yaratacak yukarı barbar (kent) aşamasını henüz daha tohum olarak içlerinde filizlendirmektedirler. Sınıflı toplum cehennemiyle kuşatılmışlardır. Tek çareyi, işlek olmayan tenha Güney Yolu üzerindeki Arabistan yarımadasına bu kent tohumunu saklayıp geliştirmekte bulurlar. Hz. İbrahim'in mucizesi, komüncül kankardeşlerini medeniyet denen sınıflı topluma geçirmek değil, medeniyetten koruyarak aşağı barbarlıktan orta göçebe barbarlığa geçirmek ve kent: yukarı barbar tohumunu içlerinde filizlendirmek olmuştur”.
“Hz. Muhammed ise, İbrahim atasından 2500 yıl kadar sonra, çoktan kentleşmiş Arap toplumunu Güney ticaret yolu üzerinde medeniyete geçirmekle kalmaz; uzun ömürlü bir medeniyet yaratabilmenin temellerini de atar...Çünkü o, antik tarihin en son, en orijinal tarihsel devriminin önderiydi. Ondan sonra gelenler onu aşamadılar, sadece onu yeniden dirilttiler; rönesansa uğrattılar: Selçuklular, Osmanlılar“[11] ...
Arabistan’da barbarlıktan medeniyete geçilirken, çok tanrı inanışından tek tanrı inanışına da geçiliyordu. Tek tanrı inanışı, yukarı barbarlığın kahramanlık çağına uygun bir dünya görüşüdür. Ama bunun, örneğin Greek ve Roma yukarı barbarları tarafından değil de, İbrahim’den İsa’ya ve Muhammed’e uzanan tarihsel çizgi içinde, Arabistan yukarı barbarları tarafından geliştirilmesi ilginçtir. Tek tanrı fikriyle, bütün insanlara yönelik, bütün insanları birleştirecek küresel bir ideoloji doğuyordu. Greek ve Roma medeniyetleri ise, hernekadar ana-Doğu medeniyetlerinin bir kolonisi olarak oluşmuşlarsa da, bu coğrafyadan çok uzaklarda geliştikleri için, yukarı barbarlık çağlarında, Doğu’yla Batı’yı, bütün insanları kuşatacak bir ideoloji yaratamamışlardır. Arabistan yarımadasının yukarı barbarları, hem Irak-Çin-Hint ana medeniyetleriyle ilişki içindeydiler, hem de Greek ve Roma, ikisinin ortasında, Güney Yolu’nun kavşak noktasında bulunuyor olmaları onların ufkunu genişleten en önemli etkendir. Hem Doğu’dan, hem de Batı’dan gelen ticaret kervanları sadece malları taşımıyorlardı, aynı zamanda, iki dünya arasındaki etkileşme de gerçekleşiyordu bu arada.

Yüklə 2,28 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   45   46   47   48   49   50   51   52   ...   133




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin