ROMA HIRİSTİYANLIK ETKİLEŞMESİ
Roma’lı egemen sınıf için de tehlikeliydi İsa’nın düşünceleri. Sahip oldukları herşeyi kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyaydılar. Köleler ve kent nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan kitleler (pleb’ler) arasında büyük sempati topluyordu bu düşünceler. Hıristiyanlık insanlara medeniyetin ilk doğduğu günlere özgü tazeliği, yukarı barbarlığın henüz yozlaşmamış kardeşlik ortamına geri dönmeyi vadediyordu. Köleliğe, köleci düzene karşı değildi, sadece kölelere iyi davranılmasını istiyordu, onların da insan olduklarını söylüyordu!! Ama “kölelere iyi davranmak”, “onların da insan olduklarını kabul etmek” köleciliğin özüne aykırı olan birşey değil miydi!..İşte Hristiyanlığın devrimci yanı buradadır. Çoğu zaman, “köleciliğe karşı olmadığı” söylenerek onun bu devrimci yanı küçümsenir, ya da görmezlikten gelinir. Devrimcilik deyince, hemen bundan bir şeye karşı olmak anlaşıldığı için olayın özü gözlerden kaybolur.
Hıristiyanlık, İslamiyet gibi sırtını bir aşirete-aşiret gücüne dayamadan insanlar arasında yayılarak yükselen, içerden gelme bir devrim dalgası olmuştur. Antika medeniyetin iç dinamiği olmadığı için, sistem kendini üretemiyor, daha ileri yeni bir denge durumuna geçilemiyordu. Var olan denge bozuluyor, ama buradan yeni bir dengeye ulaşılamıyordu. Çünkü sistem tek kanatla uçmaya çalışan bir kuş gibiydi! Köleler insan yerine konmuyordu. Bu durumda, boğulan üretici güçlerin kurtuluşu için, ya dışardan gelecek bir barbar akınına-tarihsel devrim gücüne ihtiyaç vardı (Cermenler durmadan kapıyı vurup duruyorlardı!), ya da, çok özel koşulların ürünü olarak Hıristiyanlık gibi bir dini düşüncenin ortaya çıkması ve sisteme içerden gelen bir dalgayla el koyarak “kurtuluş” yolunu açması gerekiyordu .
Hıristiyanlık, çok özel koşulların ürünü oldu dedik. Çünkü eğer, Roma’nın etkileşme partneri, Yahudi toplumu gibi tarımsal faaliyeti bilen, ticaretin ustası, kentleşmiş, hatta tek tanrılı dinsel düşünceyi çok önceleri keşfetmiş bir toplum olmasaydı, böyle bir sonuç ortaya çıkamazdı. Yani Hıristiyanlık bütün diğer etkenlerin yanı sıra, Roma-Yahudi etkileşmesinin bir ürünüdür. Sadece Roma köleci toplumu böyle bir dinamiği yaratamazdı. Hıristiyanlık bütün bu etkileşmelerin sentezidir; tekrar eskiye dönüşü, medeniyetin ilk ortaya çıktığı dönemdeki yukarı barbarlığın kardeşlik ortamını geri getirmeyi vaadetse de, insanlık bir adım geri giderken, son tahlilde iki adım ileri gittiği için devrimci-ilerici bir rol oynamıştır.
Şurası hiç unutulmamalıdır: Hıristiyanlık, İslamiyet gibi, kentten medeniyete geçiş ideolojisi, kahramanlık çağı, devletleşme çağı ideolojisi değildir. Hıristiyanlık, var olan bir devlet düzeninin içinde ortaya çıkmıştır. Böyle bir düşünce, ya da din, eğer dışardan gelen bir yukarı barbar akınıyla birlikte gelmiş olsaydı, o zaman, yeni fatih barbarlar eski medeniyeti tamamen yakar yıkarlar, onun bütün üstyapı kurumlarını yerle bir ederek, bunun yerine kendi kurum ve kurallarını içeren yeni dini koyarlardı. Ama öyle olmamıştır. Hıristiyanlık, yavaş yavaş, sistemin (Roma’nın) içinde gelişerek yükseldiği için, bu gelişmenin bir aşamasında egemen sınıf açısından da tanınmış ve adeta çürüyen köleci sistemin kurtuluşu için onlar tarafından da bir medeniyet aşısı olarak kabul görmüştür. Ama, bunun da bir bedeli vardı tabi. Çünkü, bu etkileşmenin sonunda iki ayrı kurum çıkmıştı ortaya: Roma devleti ve Roma kilisesi. Böylece, Roma devleti, Roma’nın egemen sınıfları, egemenliği bir başka güçle paylaşıyorlardı. Öyle ki, bu iki kurum arasındaki birlik ve çatışma daha sonra ortaya çıkacak bütün sonuçları etkileyen en önemli unsur olmuştur.
CERMENLER
Bu çalışmanın itici güçlerinden birisi de şu problemin çözümüydü: Cermenler-Roma etkileşmesinin sonucunda, Ortaçağ’da, önce feodalizme, sonra da kapitalizme geçildiği halde, neden Osmanlı-Bizans etkileşmesi aynı sonucu vermemiştir? Osmanlıyla Cermenler, Roma’yla da Bizans aşağı yukarı tarihsel olarak benzer oldukları halde, bunların etkileş-meleri neden farklı sonuçlar vermiştir? Şimdi, yavaş yavaş bu noktaya doğru yaklaşıyoruz. Önce Cermenleri ele alıp, Ortaçağ Avrupa’sını, Cermen-Roma etkileşmesini inceleyeceğiz. Feodalizmin ve kapitalizmin hangi tarihsel koşulların-etkileşmelerin ürünü olduğunu göreceğiz, sonra da Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu-içinde bulunduğu tarihsel koşulları ele alarak, neden kapitalizme geçilemediğini ortaya çıkarmaya çalışacağız.
Bu noktada tekrar Engels’e dönüyoruz ve Cermenleri önce ondan dinliyoruz.
Engels Cermenleri “Barbarlığın orta aşamasından yukarı aşamasına daha yeni geçmiş bir halk” diye tanımlıyor. Ve bunu da şöyle açıklıyor: “Cermenler Sezar zamanında sabit konutlara daha yeni yerleşmiş, ya da yerleşmek üzere oldukları halde, Tacite zamanında, arkalarında tam yüzyıllık bir yerleşik yaşam bulunuyordu; buna göre, yaşamak için zorunlu şeylerin üretimindeki ilerleme apaçıktır. Üstüste yığılmış ağaç gövdelerinden yapılma evlerde oturuyorlardı, giysileri halâ ormanın ilkel izlerini taşıyor: kaba yünden palto, hayvan postları, kadınlar ve büyükler için keten gömlek. Besinleri, et, süt, yabanıl meyveler ve yulaf çorbasından ibaretti. Servetleri hayvan sürülerine dayanır; ama hayvanlarının ırkları kötüdür, sığırları küçük, cılız, boynuzsuz; atlar güçsüz, küçük midillidirler. Para, yalnızca Roma parasıydı, enderdi ve çok az kullanılırdı. Ne altını işlerlerdi, ne de gümüşü, bunlara pek önem vermezlerdi; demir az bulunuyordu, ve öyle anlaşılıyor ki, hiç olmazsa Ren ve Tuna aşiretlerinde demir kendi topraklarından çıkarılmıyor, ancak ithal ediliyordu. En eski Cermen ve İskandinav harfleri olan rün’ler (Grek ve Latin harflerinin taklidi) yalnızca büyü için kullanılıyordu. İnsan kurban etme töresi halâ uygulanıyordu”..
Bunların örgütlenmelerinin de içinde bulundukları aşamaya uygun düştüğünü söylüyor Engels: “Her yerde, önemli işleri halk meclisinin kararına sunan bir şefler konseyi vardı. Gerçek güç bu halk meclisine ait bulunuyordu. Bu meclislere Kral ya da aşiret şefi başkanlık eder; halk karar verirdi. Bu, aynı zamanda bir adalet meclisiydi de: şikayet burada ortaya konulur, yargı burada yapılır ve kararlar da burada verilirdi”.
“Sezar zamanından beri aşiretler konfederasyonları kurulmuştu; daha o zamandan, bunların birkaçının içinde krallar bile vardı; yüksek askeri şef, tıpkı Yunan ve Romalılarda olduğu gibi, zorbalığa hevesleniyor ve bazan da bunu elde ediyordu. Ama bunlar hiçbir şekilde mutlak hükümdarlar konumunda değildiler. Fakat gene de, gentilice örgütlenme adım adım ortadan kaldırılmaya başlanılmıştı”[7].
Dostları ilə paylaş: |