TüRKİye – ekonomi tariHİ


VIII’inci Beş Yıllık Kalkınma Planı (2001-2005)



Yüklə 269,08 Kb.
səhifə4/4
tarix15.01.2019
ölçüsü269,08 Kb.
#96686
1   2   3   4

VIII’inci Beş Yıllık Kalkınma Planı (2001-2005) Esas itibariyle enflasyonu ve reel faizleri hızla aşağıya çekmek, kamu finansman dengesini sağlıklı bir yapıya kavuşturmak ve ekonomik sürdürülebilir bir büyüme ortamı tesis etme amacına yönelik bir ekonomik program niteliğindedir.
Bilindiği gibi bir önceki dönem, Bankacılık Sektörü Kasım Krizi sonrasında faiz riski, şubat krizi sonrasında ise hem faiz hem de kur riski sonucu önemli kayıplarla karşı karşıya kalmıştır. Krizlerden sonra, Bankacılık sisteminin yeniden yapılandırılması için ihtiyaç duyulan kaynaklar kamu maliyesi üzerine önemli bir yük getirmiştir. Mali kesimin içinde bulunduğu durum, dış borçlanma imkanlarındaki daralma, hızla yükselen faizler, kamunun iç borçlarını çevirebilme kabiliyetini önemli ölçüde daraltmış, bu durum karşısında Nisan.2001’de “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” adı altında yeni bir ekonomik istikrar paketi uygulamaya konulmuştur. Amaç, acilen sağlanacak dış kaynaklarla ekonominin çökmesini önlemek ve reel sektörün nefes almasını sağlayarak kazanılan vakitle yapısal reformları gerçekleştirmektir. Yeni programın temel amacı, döviz kuru rejiminin terk edilmesi nedeniyle ortaya çıkan güven bunalımı ve istikrarsızlığı süratle ortadan kaldırmak, bu amaçla eski alışkanlıklara bir daha geri dönülmesine imkan vermeyen yeni kurumsal yapıları oluşturmak, iktisadi etkinliği sağlayacak yapısal reformları gerçekleştirmek, makroekonomik politikaları enflasyonla mücadelede etkin bir şekilde kullanmak, sürdürülebilir büyüme ortamını temin etmek, kişiler ve bölgeler arasındaki gelir dağılımı bozukluklarını gidermektir.
Bu plan döneminin başlangıç yıllarında ve uygulanan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” ile enflasyonla mücadelede başarılı olunmuş yurtiçi talepteki canlanmayla birlikte üretimde artış gerçekleşmiştir. Gelirler ve maliye politikası kapsamında belirlenen hedeflere varılmış, kamu açıklarının azaltılması ve yapısal reformlar alanında önemli gelişmeler sağlanmıştır.
Nitekim, 2003 yılının ilk çeyreğinde %8.1 oranında gerçekleşen büyüme, 2002 yılında sağlanan %7.8 oranındaki ekonomik büyümeden sonra 2003 yılı programında öngörülen yıllık %5 büyümenin de ötesine geçileceğini göstermektedir.
Diğer taraftan, 1962-1963 yıllarında başlanılan ve Cumhuriyetin sanayileşme felsefesinin temel dayanaklarından en önemlisini oluşturan organize sanayi bölgeleri ve küçük sanayi sitelerinin günümüze kadar gelen 40 yılı aşkın uygulamaları son derece başarılı olmuş, Sanayi ve Ticaret Bakanlığının kontrol ve denetiminde yürütülen bu çalışmalar sonucunda 31.12.2002 tarihi itibariyle altyapısı tamamlanmış 17.132 hektar arazide 70 organize sanayi bölgesi faaliyete geçirilmiştir. Halen 12.438 hektar alan projeli 62 organize sanayi bölgesi ile iki arıtma projesinin yapım çalışmaları devam etmektedir. Aynı dönem içerisinde 82.797 işyerine sahip 358 adet küçük sanayi sitesi faaliyete sokulmuş, %40’ı oto-tamir, %30’u metal imalat sanayi, %22’si ağaç imalat sanayi, %8’ini ise diğer sanayi kollarının oluşturduğu bu sitelerde, yaklaşık 500 bin kişiye iş olanağı sağlanmıştır. 2003 yılı yatırım programında yeralan 14.355 işyeri projeli 102 küçük sanayi sitesinin ise yapım çalışmalarına ise devam edilmektedir.



  1. CUMHURİYET DÖNEMİ İLE İLGİLİ GENEL BİR DEĞERLENDİRME

Görüldüğü üzere, Cumhuriyetimizin ekonomik sisteminin hareket noktası kapitalizm olduğu gibi varış kavşağı da yine kapitalizmdir. Değişiklik sadece, ilgili dönemlerin ulusal ve uluslararası strüktürlerinin özellikleri doğrultusunda nispeten liberal veya nispeten müdahaleci (devletçilik, karma ekonomi vd) oluşlardaki gidip gelmelerde görünmektedir. Yani kapitalist sistemin genel yörüngesi içinde kalan ve önemine göre değişen-gelişen yeni strüktürlerle farklı kapitalist modellerin oluşumu sözkonusudur. Kapitalist sistem, 1923’den buyana değişen şartlara göre yeni şekiller almıştır (*).


Cumhuriyet döneminin ekonomisini değerlendirirken karşımıza önce geçtiğimiz 80 yılı hangi ölçütlere göre yorumlayacağımız sorusu çıkmaktadır. Bu konuda iktisatçıların üç temel ölçütü sözkonusudur.


  1. İktisadi büyüme ya da kişi başına gelirdeki artış

  2. Yapısal dönüşümler ve

  3. Gelirin paylaşımı ya da bölüşümü.

Ölçütleri belirlemek kuşkusuz yalnız başına yeterli değildir. Bu ölçütler üzerinde Cumhuriyetin 80 yılındaki performansı neyle karşılaştıracağımız da önemlidir. Örneğin Cumhuriyet Türkiye’sini 19’uncu yüzyıl Osmanlı ekonomisi ile mi yoksa 20’nci yüzyılın aynı dönemindeki diğer ülkeler ile mi karşılaştıracağız.


Osmanlı dönemi ile karşılaştıracak olursa, son 80 yılda çok büyük mesafe alındığı tartışmasızdır. Ancak Cumhuriyet ekonomisini değerlendirirken uluslararası karşılaştırmalara başvurmak daha anlamlı olacaktır.
Biz bu çalışmamızda, Cumhuriyetin 80 yıllık sanayileşme serüvenini genel bir yaklaşımla, 1923-1980 dönemi ile 1980 ve sonrası dönem olmak üzere iki ayrı başlık altında ele alarak inceledik. Ancak farklı bir açıdan, birinci dönemin 1923-1950 ve 1950-1980 olarak iki ayrı bölüm halinde ele alınması da kuşkusuz mümkündür.
Bilindiği üzere, Cumhuriyetin kuruluşundan 1950 yılına kadarki ilk dönem içerde ve dışarıda büyük sıkıntılarla ve belirsizliklerle doluydu. Dağılan bir imparatorluğun yerine bir ulus devlet kurmanın güçlükleri ile iki dünya savaşının yükü bunların arasına sıkıştırılan bir dünya bunalımıyla birleşmişti.
Türkiye bu zor dönemi dünya ekonomisindeki bunalımın da etkisiyle içine kapanarak ve devletçi sanayileşme modelini benimseyerek aşmaya çalıştı. Bu dönemde Osmanlıdan devralınan tarımsal yapıyla karşılaştırıldığında sanayileşme yoluyla bir hayli mesafe alındığı kuşkusuzdur.

------------------------------------------------------------



(*) Beşir Hamitoğulları – Çağdaş İktisadi Sistemler
Öte yandan, günümüzün gözlükleriyle ya da öncelikleriyle bakıldığında, İnönü liderliğinde geçilen bu dönemin mali disiplin ve iç ya da dışborçtan uzak durma kaygısını da takdirle anmak gerekir.
Bu zor dönemde 1923 yılını temel alırsak, 1950 yılına kadar kişi başına gelirler neredeyse iki katına yükselmiştir. Bu, döneminin fert başına milli gelir rekorudur.
Satın Alma Paritesine Göre Kişi Başına Gelir 1990 ABD Doları ile
Ülkeler 1913 1923 1950 1980 2000

Türkiye 1200 800 1600 4160 6550

ABD 5300 6170 9560 18600 28970

İtalya 2564 2700 3500 13150 18050

Yunanistan 1600 1915 8970 11400

Japonya 1385 1810 1930 13430 21100

Güney Kore 950 1190 770 4110 13600

Çin 690 440 1070 3350

Hindistan 660 660 620 940 1850

Arjantin 3800 3900 4990 8245 9250

Brezilya 810 1020 1670 5200 9400

Mısır 720 1640 2200



Afrika 850 480 1410
Dünya Ortalaması 1550 2114 4400 5850
Cumhuriyet ekonomisinin ikinci dönemi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya tarihinin en hızlı iktisadi büyüme ve refah dönemine, iktisat tarihçilerinin deyimiyle “altın Çağı”na denk düşer.
1950 yılında Türkiye nüfusunun yüzde 75’den fazlası kırsal alanlarda yaşamaktaydı. Demokrat Parti döneminde tarıma ağırlık veren Türkiye daha sonra planlı ithal ikamesine yönelmiş ve Adalet Partisi döneminde özel sektöre dayalı sanayileşme, hızlı büyüme ve hızlı kentleşmeyi birlikte yaşamıştır. Ortalama gelirler 1950’den 1980 yılına kadar yüzde 250’nin üzerinde artış göstermiş, tüketim düzeylerinde ve ortalama yaşam süresinde büyük sıçramalar gerçekleşmiştir.
Olumlu ekonomik gelişmeleri içeren bu dönem, petrol krizi ile sona ererken, Türkiye olumsuz koşullarla dış borçlanarak ek süre kazanmayı tercih etmiştir. Ancak, dış iktisadi dalgalanmalar ve iç siyasal istikrarsızlıklar ortamında ithal ikameci ekonomi duvara vurmuştur.
1980 yılından bu yana içinde bulunduğumuz üçüncü dönemde, daha önce 19. yüzyılda olduğu gibi küreselleşme eğilimleri güçlenmektedir. ABD’nin önderliğinde neo-liberal politikalar uluslararası iktisadi kuruluşların da baskısıyla yaygınlık kazanırken, sermaye hareketlerinin önemi ve etkisi artmıştır.
1980’li yıllarda ekonomisini hızla dış ticarete yönlendirebilen Türkiye, mali dengelerini kurmadan dış sermaye hareketlerine açılınca ağır bedeller ödemiş, giderek acımasızlaşan dünya koşullarına uyum sağlamakta zorlanmıştır. Populist uygulamalar, yolsuzluk ve soygunlarla birleşince, ortaya ağır bir borç yükü çıkmış, Cumhuriyet tarihinin en derin bunalımı yaşanmıştır.
Cumhuriyetin kuruluşundan buyana geçen 80 yıl içerisinde, ekonomik ve soysal yaşamda önemli yapısal dönüşümler gerçekleştirilmiş ancak, gelir dağılımında adaletin sağlanması konusunda başarılı sonuçlar elde edilememiştir. Gerçektende, Devlet İstatistik Enstitüsünün Kasım 2003 tarihinde açıklanan, 2002 yılı Hane Halkı Bütçe Anketi sonuçlarına göre; nüfusun en fakir %20’lik diliminde kişi başı ortalama gelir 685 Dolarken en zengin %20’lik dilimde bu rakam 6476 Dolar olarak tespit edilmiştir. Bu analizin, nüfusun %5’lik yada %1’lik dilimlerinde yapılması halinde, gerçek gelir dağılımındaki çarpıklık kuşkusuz çok daha açık bir şekilde sergilenmiş olacaktır.
Son olarak, Cumhuriyet döneminin temel iktisadi göstergelerine bir göz atacak olursak, 80 yılda Türkiye’de kişi başına gelirin en az dört-beş kat arttığını, okuryazarlığın yetişkin nüfus içindeki payının yüzde 10’un altından yüzde 90’lara yükseldiğini ve pek çok diğer göstergede ciddi iyileşmeler sağlandığını görüyoruz. Bunlar çok önemli kazanımlardır. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti’nin son 80 yıldaki toplumsal gelişme ve iktisadi büyüme sicili Orta Doğu ve Afrika ülkelerinden daha güçlüdür. Güney Amerika ülkelerine ve dünya ortalamalarına bir hayli yakındır. Ancak 20’nci yüzyılın başarılı ülkelerinin siciliyle karşılaştırıldığında, bardağın boş yarısı da gözlerden kaçmamaktadır. 20’nci yüzyılın ikinci yarısında Güney Avrupa ve Doğu Asya’da iktisadi mucizeler gerçekleşirken, iktisadi ve sosyal göstergelerde çok daha çarpıcı sıçramalar sağlanırken, Türkiye benzeri bir hamleyi gerçekleştirememiştir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Türkiye ile Batı Avrupa ve ABD arasında 1:4 yada 1:5 düzeyinde olan ortalama gelir farkları Cumhuriyet döneminde kapanmadan sürmüştür. Güney Avrupa ve Doğu Asya ülkeleriyle aramızdaki farklar ise özellikle 1950’den bu yana Türkiye’nin aleyhine gelişmiştir.


II. GÜNCEL SANAYİ SORUNLARI, KÜRESELLEŞME VE ULUSAL SANAYİ STRATEJİLERİ
Küreselleşme, globalleşme veya yeni dünya düzeni olarak isimlendirilen gelişmelerin bir eğilimi mi yansıttığı yoksa bir gerçeklik mi olduğu, bilim adamlarınca son dönemde tartışılan konuların başında gelmektedir.
Marksist iktisatçılar, küreselleşmenin bir gerçeklik değil yalnızca bir eğilim olduğunu savunmakta ve tarihin, geri dönüşlü böylesi örneklerle dolu olduğunu ileri sürmektedirler. Liberal iktisatçılar ise başta telekomünikasyon, mikroelektronik ve bilgisayar teknolojileri olmak üzere son dönemde etkinliğini arttıran teknolojik gelişmelerin dünyayı küçülttüğü, sınırları kaldırdığı ve küreselleşme denilen olguyu tartışmasız bir gerçeklik haline getirdiği görüşündedirler.
Bu konuda tarih son sözü söylemiş midir ? Bu soru kuşkusuz bilimsel bir kesinlikle bugünden yanıtlanamaz, ama gözlenen odur ki, ekonomik sistemler açısından tek sisteme özgü belirli normların, en azından yakın ve orta bir gelecek için “küreselleşmesi" söz konusudur.
Küreselleşme, son çözümlemede, tek bir dünya sistemi yaratmaktır. Ekonomik açıdan beraberinde, finansal piyasaların entegrasyonunu, uluslararası ticaretin serbestleşmesini, bilgi ve teknoloji akışının hızlanmasını getirmiştir. Bu kuşkusuz, tek yönlü işleyen bir ilişki değildir. Küreselleşmenin nesnel temellerini de enformasyon ve telekomünikasyon sistem ve teknolojileri yaratmıştır.
Son dönemde, teknolojide izlenen hızlı gelişmeler, dünyanın sanayi toplumundan bilgi toplumuna yöneldiği görüşünü savunanları haklı çıkarmış ve enformasyon toplumu, bilgi toplumu kavramları artık herkesçe üzerinde birleşilen gerçeklikler olarak benimsenmeye başlanmıştır. Mikroelektronik, bilgisayar ve telekomünikasyon teknolojileriyle bunların bir bileşimi olan enformasyon teknolojisindeki olağanüstü gelişmeler, bu değişimde belirleyici bir rol üstlenmiştir.
Dayandığı teknoloji tabanındaki köklü değişim, pazar ekonomilerinin egemen üretim biçimi olan kitlesel üretime özgü normlarda da köklü değişimlere neden olmaktadır. Klasik üretim fonksiyonunun yerini, bilginin (dolayısıyla teknolojinin) artan önemi nedeniyle yeni üretim fonksiyonu almakta, bu gelişmeler bağlamında uluslararası standartlara uygun, kaliteli üretimin gerçekleştirilmesinde çağdaş bir sistem olarak kabul edilen Esnek Üretim Sistem ve Teknolojileri tüm sınai üretim alanlarına hızla yayılmakta, bütün dünyada artık “ölçek ekonomileri” yerini “çeşit ekonomileri”ne bırakmakta, entegre tesisler yerlerini, ana sanayi-yan sanayi bütünleşmesine dayalı KOBİ odaklı daha esnek, daha bağımsız ve daha hızlı işletmecilik modellerine terk etmektedir.
Şu halde, küreselleşme, globalleşme, yeni dünya düzeni, bilgi toplumu, enformasyon toplumu, yeni üretim fonksiyonu, esnek üretim, çeşit ekonomisi ve KOBİ gibi kavramlar, dünyanın yöneldiği doğrultuyla ilgili sistematik bir bakış açısının, biribirini tamamlayan unsurları olarak kabul edilmelidir.
Kısacası, günümüzde teknoloji, ulusların rekabet güçlerinin yegane anahtarı haline gelmiştir. Dolayısıyla artık dünya nimetlerinin yeniden paylaşılmasında ve toplumsal refahın yükseltilmesinde bilim ve teknoloji alanındaki üstünlükler, temel belirleyiciler olmaktadır. Bilindiği gibi rekabet gücü, en yalın ifadesiyle bir firmanın, bir sanayi dalının yada bütünüyle ülke ekonomisinin ülke dışına mal yada hizmet satma yeteneğidir. Bu yeteneğin düzeyi, çeşitlilik ve yoğunluk indeksleriyle belirlenir. Rekabet gücü statik bir kavram değildir. Çünkü üretim teknolojisi sürekli değişmektedir. Teknolojideki gelişmeler izlenip uygulanmazsa bir üründe sahip olunan rekabet gücü kısa sürede kaybolur. Bir ülke sahip olduğu bol ve ucuz kaynakları üretimde kullanabilmek için üretim teknolojisini kendisi gerçekleştirmelidir. Dolayısıyla, üretim teknolojisindeki gelişmeleri yakından izlemek, Araştırma-Geliştirme faaliyetlerine kaynak arayabilmek ve teknolojik gelişmeleri uygulayabilecek yatırımları gerçekleştirmek, doğru ekonomi politikaları yanında, rekabet gücünü belirleyen en önemli unsurlardır.(*)

-----------------------------------------------------------------



(*) Ayrıca ülkelerin taşıdıkları imaj da uluslararası pazarlarda bir rekabet unsuru haline gelmiştir. Bu nedenle, yerli sanayinin gerek iç gerek dış piyasalarda korunması bağlamında ülkemizde demokrasinin gelişmesi için tüm çabaların gösterilmesi, ülkemizin imajının acilen düzeltilmesi ve başta temel hak ve özgürlükler olmak üzere bizi eleştiri hedefi yapan eksikliklerin kısa bir sürede giderilmesi gerekmektedir. Diğer taraftan, son yıllarda özellikle sanayileşmiş ülkelerde iç pazarın dış rekabete karşı korunması yönünde “yeni korumacılık” yaklaşımıyla bazı sektörlerde öngörülen teknik, çevre ve çalışma standardı engellerinin aşılması için de ülkemizde marka ve firma düzeyinde gerekli önlem ve politikalar oluşturulmalıdır.
Türkiye, bilim ve teknolojiyi hızla ekonomik ve toplumsal faydaya dönüştürebilme (inovasyon) becerisini kazanmış ve bu amaçla gerekli ulusal inovasyon sistemini kurmuş bir ülke haline gelebilmenin yollarını araştırmak durumundadır. Zira, Ulusal Inovasyon Sisteminin oluşturulması, Ülkemizin sanayileşme eşiğini aşıp enformasyon toplumuna ve giderek bilgi toplumuna dönüşmesinin vazgeçilmez koşuludur. Ülkemiz, biryandan sanayileşme eşiğini aşarken diğer yandan da bilgi toplumuna dönüşme çabası içerisine girmek zorundadır. Yani, aynı anda bu iki amacıda gerçekleştirmek gibi yoğun ve özverili bir çalışmaya yönelmek durumundadır. Yoksa, önce sanayileşmemizi tamamlayalım daha sonra bilgi çağına uyum çalışmalarına başlarız gibi statik-muhafazakar yaklaşımlarla uygar dünyayı yakalama olanağı olamaz. Türkiye'nin sorunlarının aşılabilmesi için ekonomik büyümede evrim teorilerine itibar etmek yerine yapısal bir dönüşümün gerçekleştirilmesine ihtiyaç vardır. Türkiye, bilgi çağını yakalayabilmek için sanayileşmesinin tamamlanmasını bekleyemez. Sanayileşme çabasını bir yandan sürdürürken ekonomisini, AR-GE faaliyetlerine gereken önemi vermek (dolayısıyla öncelikle ulusal inovasyon sistemini kurmak) suretiyle bir başka boyutta gelişmiş ülkeler düzeyine dönüştürmek zorundadır.
Gümrük duvarlarının ve geleneksel korumacılığın giderek kalktığı küreselleşen bir dünyada rekabet edebilmek için asıl belirleyici olan, yeni ürün ve üretim yöntemleri, yeni üretim teknikleri ve teknolojiler geliştirmeye yönelik, bütünsel bir yeteneğin kazanılmış olmasıdır. Sanayimizin kısaca inovasyon yeteneği olarak anılan bu yeteneğe sahip olabilmesi, ancak AR-GE çalışmalarına yönelmekle mümkündür. Bu ise, devletin destek ve öncülüğünde genelde ulusal inovasyon sisteminin kurulmasını, özelde üniversite-sanayi işbirliğinin geliştirilmesi ile bu ilişkinin Teknoloji Merkezleri (TEKMERLER) ve Teknoloji Geliştirme Bölgelerinde (TEKNOPARKLAR) kurumsallaştırılmasını gerektirmektedir. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında sanayinin oluşum ve gelişimi için önderlik görevini yerine getiren devletin, bu kez de Üniversite-Sanayi işbirliğinin geliştirilmesi, Teknoloji Geliştirme Bölgelerinin, başarılı organize sanayi bölgeleri uygulamaları örnek alınarak kurulup geliştirilmesi için gerekli organizasyon, teşvik ve destek görevini zaman geçirmeksizin yerine getirmesi icabeder.
Ayrıca, Cumhuriyetin sanayileşme felsefesinde önemli bir yeri olan ve 1962-1963 yıllarından buyana hızla faaliyete sokulan karma organize sanayi bölgeleri ile küçük sanayi sitelerinin çalışmalarını mevcut yapılarıyla sürdürmelerinin, günümüzün teknolojiye ve ihtisasa dayalı koşullarında uygun bulunmadığı, karma yapıdaki OSB ve KSS’lerin Doğu ve Güneydoğu Anadolu gibi azgelişmiş bölgeler dışında yapımından vazgeçilerek bunların yerine ihtisas (elektrik, elektronik, mikroelektronik, elektromekanik vd.) OSB ve KSS’lerin kurulmasına öncelik verilmesinin daha uygun olacağı düşünülmektedir.
Türkiye'nin bilim ve teknoloji yeteneğini yükseltmesi, bilim ve teknolojiye egemen bir ülke konumuna gelmesi, ekonomik ve toplumsal dönüşüm için yegane stratejik seçenektir.
İleri sanayi ülkelerinin uzun yıllarda elde ettiği kazanımların ve ürünlerin değişik yollarla (taklitçilik, adaptasyon, montaj vb.) üretilmesi, sanki sözkonusu teknolojiyi üreten ülkelerle varolan gelişme farklılıklarının çok daha kısa sürede kapatılabileceği hissini uyandırmakta, kendisinin yaratmadığı teknoloji, deneyim, değer ve yaşam biçimleri ile varolan toplumsal ve kültürel yapı arasında da kopukluk, uyumsuzluk ve gecikmeler sözkonusu olabilmektedir. Onun içindir ki, ileri sanayi ülkelerinin bilgi toplumuna geçerken, katma değerinin düşüklüğünün yanı sıra çevre kirliliği yaratan sanayi üretimini, bizim gibi gelişmekte olan ülkelere kaydırarak, ileri teknoloji tekelini elinde bulundurmak istemeleri ve ileri teknoloji ürünlerini satın almak isteyenlerin ise tarım ve geleneksel sanayi ürünlerini üreterek kazandıklarıyla bu ürünleri satın alacakları bir dünya düzenini kabul ettirme yönündeki çabaları boşuna değildir.
Dünya teknolojisini edinebilmek, öğrenip özümsemek, bu teknolojiyi sanayinin ilgili alanlarında uygulayabilmek ve bir üst düzeyde yeniden üretebilme becerisini kazanabilmek, çağdaş bir eğitim ve öğretim sisteminin oluşturulmasına bağlıdır. Bu bağlamda ülkemizin sınırlı kaynaklarının kullanımında öncelik, eğitim, öğretim, araştırma ve geliştirme altyapısının oluşturulmasına yönlendirilmelidir. Çalışan nüfusun %70'i ilkokul ve daha aşağı eğitim düzeyine sahip olan ülkemizin, bilgi toplumuna ulaşabilmesinin ve dolayısıyla dünya nimetlerinin paylaşımında avantajlı bir konumda yer alarak toplumsal refahını yükseltebilmesinin yaşamsal öncelikli koşulu, çağdaş eğitim ve öğretimdir. İlköğretimden yüksek öğretime kadar, eğitim ve öğretimin temel motifi ise bilim ve teknoloji ile barışık bir toplum yaratmak olmalıdır.
Gelişmiş ülkelerin dünya için biçimlendirdikleri yeni dünya düzeni, küreselleşme söylemi bağlamında başta IMF ve Dünya Ticaret örgütü olmak üzere uluslararası kuruluşlarca, gelişmekte olan ülkelere dikte edilmeye çalışılmaktadır. Gelişmiş ülkeler dışındaki dünyaya dayatılan bu yeni düzen, ülkelerin konumlarına göre değişen farklılıklar içermektedir. Gelişmiş ülkeler kendilerine bilgi ve teknoloji içeriği yüksek sanayi alanlarını ayırırken, gelişmekte olan ülkeler tekstil, petrokimya, kimya, demir-çelik ve çimento gibi bacalı ağır sanayi alanlarına yönlendirilmektedir. Gerçektende bugün Türkiye’nin tekstil, çimento ve demir-çelikte Avrupa’nın en üst sıralarında yer alması aslında bizim çabalarımızın değil gelişmiş ülkelerin bilinçli politikalarının sonucudur. Çoğu alanda gelişmiş ülkelerin gerisinde bulunan bir Türkiye’nin, 35 milyon ton/yıl ile çimento üretiminde Avrupa’da üçüncü, demir-çelik üretiminde dünyada ilk on ülke arasında bulunması ve tekstilde de oldukça üst sıralarda yeralması bu anlamda son derece dikkat çekicidir. Çok açıktırki bu, üstün rekabet gücümüz nedeniyle değil, sözkonusu sektörler, gelişmiş ülkelerin bilinçle terkettikleri sanayi alanları olduğu içindir.
Gelişmiş ülkeler artık, çimento, tekstil, demir-çelik ve benzeri bacalı ağır sanayi üretim ve ticaretlerini az gelişmiş ülkelerde gerçekleştirmekte, ihtiyaçlarını da buralardan karşılamaktadır. Fransa için çimento, ABD ve Almanya için tekstil, bunun en güzel örnekleridir. Gerçektende, Almanya’daki konfeksiyon işletmeleri sattıkları konfeksiyon ürünlerinin yalnızca %10’unu Almanya’da üretmekte, %30’unu ithal ederken, %60’ını Almanya dışında fason olarak imal ettirmektedir.
Teknolojide ve üretimde bir üst aşamaya ulaşan, eski üretimini bir alttakine devretmektedir.
Dünyada ve Türkiye’de kapitalizm nitelik değiştirirken, yeni dünya düzeninin dayattığı iş bölümü gereği dünya sıralamasında bizim hemen önümüzdeki kümede yer alanlar, elektromekanik ve otomotivi bize devrederken, bizim de örneğin tekstili, demir-çeliği Pakistan, Bangladeş gibi ülkelere bırakmamızı bekliyorlar.
Bir sonraki hamleyi görmek, hangi sektörlerin gidip hangilerinin kalacağını tespit etmek için, mevcut teorik araçlardan yararlanmak gerekir. Geliriniz birkaç misli artarsa, hangi tüketiminiz artar, hangileri az artar, hangileri sabit kalır ? Bu soruların cevaplarının aranması, sağlıklı stratejilerin belirlenebilmesi için de gereklidir.
Biz tekstilden elektromekaniğe, otomotive geçtiğimiz için seviniyoruz. Ama bu fotoğraf da kalıcı değil. Bir zaman sonra, dünya iş bölümü açısından söylersek, bizim hemen önümüzdeki vagonun yolcuları üretimde ve teknolojide bir üst düzeye geçecek. Bizim de onu takip edecek, yakalayacak dikkati ve izlemeyi gösterme zorunluluğumuz var.
Türkiye bilgi ve teknoloji içeriği düşük, ekolojik riski büyük üretim sektörleriyle bilgi çağını yakalayamaz. Yapılması gereken, bilgi içeriği ve katma değeri yüksek üretime yönelmektir. Bunun yolu kuşkusuz gelişmiş ülkelerin bize bilinçle bıraktıkları sanayi alanlarını terk etmek değildir. Aksine, bu sektörlerden sağlanacak sermaye birikimini - gelişmiş ülkelerin patent, lisans, endüstriyel tasarım, know-how’ gibi hukuksal araçlarla korudukları ve bir anlamda kendilerine sakladıkları - bilgi ağırlıklı ulusal üretim sektörlerinin rekabet güçlerinin geliştirilmesinde kullanmaktır. Bir başka söyleyişle, tekstilden, çimentodan, kimyadan, mekanikten, elektromekanikten yani gelişmiş ülkelerin bizlere terk ettiği sektörlerden elde edeceğimiz birikimlerimizi tutarlı bir sanayi stratejisiyle, bilgi içeriği yüksek sanayi sektörlerine, yani elektroniğe, mikroelektroniğe, genetiğe ve ileri malzeme teknolojilerine yönlendirmektir.
Bu noktada son on yıllık dönemde gelişmiş ülkelerin üretim stratejilerinde gözlenen bir diğer değişikliğe de dikkat çekmek isteriz. Bu, gelişmiş ülkelerin tarım politikalarında gözlenen değişikliklerdir. Gerçektende, artık tarım sektörü, teknoloji içeriği yüksek bacasız sanayi dalları ile birlikte prestiji yükselen ve özenle korunan bir hedef sektör haline gelmiştir. Yalnızca gıda güvenliği yönünden değil bitkisel üretimin, yaşanası bir dünyanın ve ekolojik dengenin en temel unsurlarından biri olması, gelişmiş ülkelerin üretim stratejilerinde bu doğrultudaki değişikliğin en önemli nedenidir.
Şurası çok iyi bilinmelidir ki, IMF ve uluslararası kuruluşların “küreselleşme” adı altında sahneye koydukları oyunda bizim için düşünülen rol, aktör değil figüran rolüdür. Biz, sanayi üretimimizi ve üretim kompozisyonumuzu, gelişmiş ülkelerin ihtiyaç ve tercihleri ile yeni dünya düzeninde bize biçilen ikincil rol çerçevesinde değil, bilgi toplumu hedefine ulaşabilme amacı doğrultusunda yeniden belirleme durumundayız. Bunun yolu, tutarlı ve bütünsel bir sanayi stratejisinin hazırlanmasından geçmektedir. Böyle bir strateji ise ancak, ülkenin tüm potansiyelini bu doğrultuda harekete geçirebilecek çağdaş ve etkin bir planlama yaklaşımıyla başarıya ulaştırılabilir.
"Bu Bildiri,Bağımsız Cumhuriyet Partisi'nin 15.Kasım.2003 günü Ankara'da parti genel merkezinde yapılan eğitim çalışmasında sunulmuştur."


Yüklə 269,08 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin