TüRKİye – ekonomi tariHİ



Yüklə 269,08 Kb.
səhifə1/4
tarix15.01.2019
ölçüsü269,08 Kb.
#96686
  1   2   3   4



CUMHURİYETİN

KURULUŞUNDAN GÜNÜMÜZE

SANAYİLEŞME POLİTİKALARI

CUMHURİYETİN KURULUŞUNDAN GÜNÜMÜZE

SANAYİLEŞME POLİTİKALARI



  1. SANAYİLEŞMEMİZİN TARİHİ

    1. CUMHURİYET ÖNCESİ DÖNEM

    2. CUMHURİYET DÖNEMİ

1. MÜDAHALECİ LİBERAL EKONOMİK POLİTİKALAR DÖNEMİ

(1923-1980)

      1. 1923-1929 Dönemi :

        • İş Bankası

        • Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası

        • Sanayi Teşvik Kanunu

        • Gümrük Tarife Kanunu

        • Devlet Sanayi Ofisi ve Türkiye Sanayi Kredi Bankası

      2. 1930-1939 Dönemi :

        • Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı

        • İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı

      3. 1940-1945 Dönemi

      4. 1946-1949 Dönemi

      5. 1950-1960 Dönemi

      6. 1961-1980 Dönemi

        • Birinci Beş Yıllık (1963-1967) Kalkınma Planı

        • İkinci Beş Yıllık (1968-1972) Kalkınma Planı

        • Üçüncü Beş Yıllık (1973-1977) Kalkınma Planı

2. LİBERAL-NEOLİBERAL EKONOMİK POLİTİKALAR DÖNEMİ

(1980 ve sonrası)

        • 24.Ocak.1980 Ekonomik İstikrar Kararları

        • 1981 Türkiye İkinci İktisat Kongresi

        • 1987 Birinci Sanayi Şurası

        • 1992 Türkiye Üçüncü İktisat Kongresi

        • 5.Nisan.1994 Ekonomik İstikrar Kararları

        • 11-12.Şubat.1994 Birinci Sanayi Yüksek Konseyi

        • 15.Haziran.1995 İkinci Sanayi Şurası

    1. CUMHURİYET DÖNEMİ İLE İLGİLİ GENEL BİR DEĞERLENDİRME




  1. GÜNCEL SANAYİ SORUNLARI, KÜRESELLEŞME VE ULUSAL SANAYİ STRATEJİLERİ


CUMHURİYETİN KURULUŞUNDAN GÜNÜMÜZE

SANAYİLEŞME POLİTİKALARI

I . SANAYİLEŞMEMİZİN TARİHİ :


  1. CUMHURİYET ÖNCESİ DÖNEM

Türklerin Anadolu’ya gelişi 11’inci yüzyılın ikinci yarısı başlarındadır. Selçuklular, 1040 yılından hemen sonra batıya hareketle İran’ı ele geçirip, o zaman Rey adıyla anılan şimdiki Tahran’ı kendilerine başkent yapmışlar, bir kısmı İran’da kalmış, diğer kısmı 1071 yılında Bizanslılarla yapılan savaşı kazandıktan sonra Anadolu’nun içerlerine yürümüşlerdir.
Selçuklu Türkleri büyük bir çoğunlukla göçebeydiler. Yavaş yavaş köylere, kasaba ve şehirlere yerleştilerse de şehirlerde sanat ve ticaret uzun süre, Türk ve Müslüman olmayan yerli halkın elinde ve tekelinde kaldı.
Bu durum böyle sürüp giderken 13’üncü yüzyılın başlarında, Çin’in kuzeyi ile kuzey-batısında ortaya çıkan yepyeni bir güç, on onbeş yıl içinde dünya siyasi haritasını alt üst etti. Bu güç, Cengiz Han (1155-1227) başkanlığındaki Moğollardı.
Tarih sahnesine birdenbire çıkan Cengiz Han, 1215’de dünyanın en güçlü ülkelerinden biri olan Çin’e saldırıp başkent Pekin’i ele geçirdi ve Çin İmparatorluğunu ortadan kaldırdı. Koca Çin İmparatorluğu bu selin hızını kesemedi; Cengiz bu defa batıya, o zaman Türkistan ve Horasan bölgelerine hakim olan bir Türk devletine, Harzemşahlara saldırdı. 1218-1220 arasında, o çağın, Türklerle meskun, uygar ve çok gelişmiş Buhara, Semerkand, Taşkent şehirlerini yerle bir etti, halkı kılıçtan geçirdi.
Tarihin bu en korkunç insan kırımından kaçış, yani Orta Asya’dan Anadolu’ya göç, bu yüzden başladı.
Bu insan kırımından kaçanların bir kısmı o zaman Selçuklular hakimiyetinde bulunan İran’da, geçici ya da temelli olarak kalmışlardı; Ama büyük parça Anadolu’ya girdi. Bunların büyük çoğunluğunu, Harzem bölgesi şehir ve kasabalarının esnaf ve sanatkarları oluşturuyordu.
İran ve Anadolu’da sanat ve ticaretin bu göçten sonra canlılık kazanması da bu kanıyı desteklemektedir.

Asya’dan gelme bu sanatkar ve tüccar Türklerin, yerli tüccar ve sanatkarlar karşısında tutunabilmeleri, aralarında teşkilatlanıp dayanışma sağlamaları, bu yolla iyi, sağlam ve standart mal yapıp satmaları ile mümkün olabilirdi. İşte bu zorunluluk, dini-ahlaki kuralları fütüvvetnamelerde zaten mevcut olan bir esnaf ve sanatkar dayanışma ve kontrol kuruluşunun, yani ahiliğin (*) kurulması sonucunu doğurdu.


Şeyh Nasrüddin Ahi Evran, deri işçiliğinde ve teşkilatçılıkta son derece başarılıydı. Bu alandaki literatür, Anadolu’da ahiliğin kuruluşunda onun başlıca rolü oynadığını yazmaktadır. Zaten batıya göç eden bu Türkler arasında Mevlana Celaleddin Rumi ve Hacı Bektaş Veli gibi bilge kişiler de vardı.
Prof. Dr. Mikail Bayram’a göre; Ahi Teşkilatının başmimarı, derici esnafının piri, devrinin önde gelen fikir ve aksiyon adamı “Ahi Evren Hace Nasiru’d-din Mahmut” ile ünlü Nasreddin Hoca aynı kişidir. Ahi Evran, Mevlana’nın oğlu olan muridi Alaeddin Çelebi ile birlikte, 1261 yılında Kırşehir emiri Nurettin Caca tarafından öldürülmüşlerdir. Öldürülmesinin nedeninin Türk-Moğol Mücadelesi ve/veya Afakilik-Enfüsilik çekişmesi olduğu ileri sürülmektedir.
Ahiler Birliği mensuplarına tezgah başında sanat, zaviyelerde edep öğretmenin, Müslümanlara özgü olarak sürüp gelmesi 18’inci yüzyıla kadar devam etmiş, fakat Osmanlı Devletinin, 1683 İkinci Viyana Bozgunundan sonra ardı ardına gelen askeri yenilgilerle zayıflaması karşısında, bu Müslüman ve gayr-i Müslim ayırımı daha fazla sürdürülememiş, esnaf ve sanatkarların mesleki dallarının giderek çeşitlenmesinin doğurduğu ihtiyacın da bir ölçüde dayatmasıyla farklı dindeki kişiler arasında ortak çalışma zorunluluğu doğmuştur.
Bu, din ayırımı gözetilmeden kurulan, eski niteliğinden fazla bir şey kaybetmeyen yeni organizasyona da “gedik” (**) denmiştir.

----------------------------------------------------------------------



(*)Ahi Birliklerini, batı ortaçağının (özellikle Bizansın) temel müesseselerinden biri olan loncaların (corporation) bir devamı veya fütüvvetciliğin bir kopyası olduğunu ileri süren bilim adamları bulunduğu gibi teşkilatlar arasındaki farklılıkların çok büyük olduğunu savunan bilim adamları da vardır. Bu sonuncular, “Batı feodalitesi içinde loncalar kapitalizmin ön hazırlıklarını gerçekleştirdiği halde, Osmanlı toplum yapısı içinde ahi birlikleri aynı hazırlığı niçin gerçekleştirememişlerdir” sorusuna cevap bulunamamasının, farklılıklara vurgu yönünden önemli olduğunu ileri sürmektedirler. (Ahilik-Dr. Yusuf Ekinci Ekim.2001.Ankara)
(**) Gedik kelimesi Türkçe’dir. Tekel ve imtiyaz anlamına gelir. Resmi terim olarak gedik kelimesine, 1727 yılında rastlanır (Bu tarih, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğunda ilk matbaanın, İbrahim Müteferrika tarafından kurulduğu tarihtir). Ama gediğin tekelci karakteri çok daha eskilere uzanmaktadır. Gedik sistemi, 1860 yılına kadar sürmüştür. O zamanlar, bir kişi çıraklıktan ve kalfalıktan yetişip de açık bulunan bir ustalık makamına geçmedikçe, yani gedik sahibi olmadıkça, dükkan açarak sanat ve ticaret yapamazdı. Ancak, ellerinde imtiyaz fermanları olan kişiler, sanat ve ticaret yapabilirdi. Bu fermanlar, esnafın sayılarının artırılıp eksiltilmesi, mülk sahiplerinin kiralarını artırmaması, gediği olmayanların sanat ve ticaret yapamaması, açık olan gediklerin esnafın çırak ve kalfalarına verilmesi, dışardan esnaflığa kimsenin kabul edilmemesi gibi hükümleri kapsıyordu.

Diğer taraftan Avrupa’da (öncelikle İngiltere’de) 15 ve 16’ıncı yüzyıllarda başlayan, ekonomik, demografik, kültürel ve siyasal değişimler giderek yeni bir üretim biçiminin ortaya çıkıp gelişmesini zorlamaktaydı. Bu gelişimin sonucu olarak 18’inci yüzyılda önce İngiltere’de, daha sonra da sırasıyla Hollanda, Fransa, Almanya ve öteki Avrupa ülkelerinde çağımızın hakim üretim biçimi olan fabrika sanayi denilen yeni bir sanayi tipi egemen olmaya başladı.


Fabrika sanayi üretim biçimi, birçok özellikleri ile küçük sanatlar ve küçük sanayi tipinden ayrılmaktadır. Bu üretim biçiminin karakteristik özellikleri şunlardır :


  1. Üretim, işgücünden ve el emeğinden çok sermaye ve makineye dayanmaktadır.

  2. İşletmeler hacim bakımından çok büyüktür.

  3. Üretim, seri ve kitle halinde yapılmaktadır. Ürünler standard ve belirli niteliklerde üretilmekte ve çok sayıda insanın ihtiyaçlarını karşılayabilecek ölçülerdedir.

  4. Üretim tekniği ve üretimde kullanılan araçlar bilimin son bulgularına göre daima gelişmekte ve ilerlemektedir.

  5. İşletmelerde ekonomik ve teknik işbölümü son derece ilerlemiştir. Bunun sonucu olarak idare edenle üretimi yapan gruplar arasında farklılaşmalar ortaya çıkmıştır.

  6. İşletme içinde üretim ve iş ilişkileri küçük sanatlar ve küçük sanayiden tamamen farklı esaslara göre kurulmuştur.

  7. Üretimin amacı rasyonel ve verimli bir çalışma ile kar elde etmekdir. Kazanç ve karlılık, işletme içindeki bütün faaliyetleri düzenleyen ve belirleyen en önemli motiftir.

Ana hatları ile yukarıda belirtilen bu özellikler, fabrika sanayinin, küçük sanatlar ve küçük sanayi üretim biçiminden farklı olduğunu göstermektedir.


15 ve 16’ncı yüzyıllarda başlayıp 18’inci yüzyıla kadar devam eden oluşumun sonucunda, Birinci Sanayi Devrimi (1760-1840) denilen ve ilk defa İngiltere’de görülen yeni sanayileşme hareketi doğmuştur. Bu sanayinin, eski toplumların üretim sistemleri olan sanatlar ve küçük sanayi üzerinde çok büyük olumsuz etkileri olmuştur. Aslında modern anlamda sanayileşme süreci, geleneksel toplum yapıları için bir çeşit sosyal depremdir. Bu depremden hasar görmeyen, değişikliğe uğramayan sosyal hayat alanı kalmamıştır. Bu cümleden olarak, sanatlar ve küçük sanayi faaliyet alanı da büyük değişimler yaşamıştır.
Küçük sanatlar ve küçük sanayide üretim daha ziyade el emeğine ve becerisine dayanmaktadır ve üretimin kalitesi ve miktarı da bu emeğin imkanları ile sınırlıdır. Buna karşılık fabrikasyon tipi üretiminde esas unsur makinedir. Makinenin üretim kapasitesi insanlar tarafından istenildiği kadar ayarlanabilmektedir.
İşte bir taraftan standart, yani tek tip ve çok sayıda üretim, diğer taraftan ucuz ve kaliteli ürün yapabilmekle, büyük sanayi bütün sektörlerde hakim duruma gelmiştir. Fabrika sanayine oranla teknolojik üstünlüğe ve sermayeye sahip olmayan küçük sanatkar ve sanayicinin büyük işletmelerle rekabetine imkan kalmamıştır. Bunun sonucunda birçok küçük işletme ya tamamen piyasadan çekilmek ya da faaliyet alanlarını sınırlandırmak, mahalli ve kısmi kalmak durumuna düşmüştür.
Fabrika üretim tarzı, mekan bakımından sınırlı bir yerde birçok işgücünü çalıştırmak ve onlara geçim sağlamak gibi bir üstünlüğe sahiptir. Ayrıca gelişiminin ilk aşamalarında çok sayıda insan gücüne ihtiyacı vardır. İşte bu ihtiyaç, ortaçağ Avrupası’nda bir taraftan köylü-çiftçi nüfustan sağlanırken diğer taraftan küçük sanatlar ve küçük sanayi kesiminden karşılanmıştır. Üstelik bu ikinci kaynak birincisine oranla daha üstün kalitede insan gücüne sahipti. Bu insan gücü çıraklar ve kalfalardır. Bunlar 14 ve 15’inci yüzyıllarda lonca sisteminin yozlaşmaya başlaması ile sistem içinde huzursuz ve tatmin edilemeyen unsurlar haline gelmişlerdi. Ustalarla olan eski samimi, içten ve duygusal mesleki ilişkileri bozulmuştu. Çıkar çatışmaları işletme içindeki birliği çözmüştü.
Bu şartlarda gelişen fabrikalar, ihtiyaçları olan insan gücünü sağlamak üzere, küçük işletmelerdeki çözülmüş, sistemden kopmuş, soğumuş çırak ve kalfa gibi yarı kalifiye ve kalifiye unsurları kendine çekmeye başladı.
Eski kasaba ve şehirlerde esnaf ve sanatkarların toplanıp faaliyet gösterdiği çarşılar, sokaklar ya da mahalleler, yavaş yavaş azalmaya ve daralmaya, yerlerini fabrikalar ve işçi mahallelerine bırakmaya başlamıştır artık..
Avrupa’da bu gelişmeler olurken, Osmanlı Devleti acaba ne durumdaydı ?

Sanayi Devrimine kadar bütün ülkelerin ekonomik yapıları üç aşağı beş yukarı biribirine benzerdi; çünkü hepsi de tarımdan elde edilen verime bağlı bir sınırlılık içindeydiler. Hatta, XV ve XVI’ncı yüzyıllar ile XVII. Yüzyılın ilk yarısına kadar Batı Avrupa ülkeleri henüz makineli üretim dönemine giremediklerinden Osmanlı Sanayi batıya oranla daha üstün sayılabilirdi. Ancak, ulaşım ve haberleşme imkanlarının bugüne nispetle son derece kısıtlı, ağır ve zor olduğu hesaba katılırsa üretilen ticari emteanın, uzun mesafeleri hızla katederek yeni katma değerler kazanması istisnai bir olaydı.


Osmanlılarda, çinicilik, dokumacılık ve gemi yapımı çok ileri düzeylere ulaşmış, Türk çuhaları, pamukluları, iplikleri, silahları, deri ve cam eşyaları, çinileri Avrupalı tacirlerin en çok aradıkları ürünler olmuş, tersanelerde başta Venedikliler olmak üzere çeşitli Avrupa ülkeleri için büyük ve kuvvetli harp ve ticaret gemileri seri halinde imal edilmiştir.
16’ncı yüzyıla kadar batı Avrupa ülkeleri doğunun mallarını Osmanlı ülkesinden geçen ipek yolu aracılığıyla edinmekte ve bu ticaretin transit gelirleri imparatorlukta kalmaktaydı. Buna fetihlerden ve deniz ticaretinden elde edilen gelirler de eklenince, imparatorluk yüzyılın en zengin ve en güçlü bir devleti haline gelmiştir.
Osmanlılar bu dönem içerisinde genel hatları itibariyle üç esastan hareket eden bir iktisat politikası izlemişlerdir.

  • İaşecilik prensibi (Provizyonizm) : Buna göre iktisadi faaliyetin gayesi kardan ziyade insanların ihtiyacını karşılamaktır. Üretilen mal ve hizmetler bol, kaliteli ve ucuz olmalı, mal arzı en üst düzeyde tutulmalıdır. Bu iktisadi faaliyete üretici değil tüketici açısından bakan bir yaklaşımdır.

  • Gelenekçilik : Sosyal ve iktisadi ilişkilerde zamanla oluşan dengeleri (üretim-istihdam) muhafaza etmektir.

  • Fiskalizm : Hazine gelirlerini mümkün olduğu kadar yüksek düzeylere çıkarmaktır.

Osmanlıların, modern kapitalist ilişkilere ters, serbest piyasa sistemine aykırı böylesi bir tutucu iktisat politikasını sürdürmeleri ve Ahilik sistemine bağlılıklarını sıkı sıkıya muhafaza etmeleri, Avrupa’nın gerisinde kalmalarının nedenlerindendir. Avrupa’da gerçekleştirilen yeni keşifler ve teknolojik ilerlemeler, 16’ncı yüzyıla kadar ekonomik alanda eski çekim ve birikim merkezlerinin alanlarını doğudan, özellikle Osmanlı İmparatorluğu üzerinden batıya çekmiştir. Bir başka anlatımla, doğunun malları ipek yoluyla İstanbul’dan batıya pazarlanmak yerine, Ümit burnundan dolaşarak (Ümit Burnunun keşfi : 1487) deniz yoluyla batı Avrupa ülkelerinde doğrudan doğruya pazarlanma imkanına kavuşmuştur. Böylece ticaretten elde edilen gelirler de artık Osmanlı İmparatorluğunda birikmemektedir.


Keşifler ve ticaret eski Avrupa küçük sanayinin hızla imalat sanayine dönüşmesine yol açmış, Avrupa bir yandan ham maddelerimize büyük bir müşteri haline gelirken, öte yandan kitle üretimi yapmaya başlayan yeni sanayi ile Osmanlı toplumunu büyük bir tüketici pazarı haline getirmiştir.
Yabancı ülkelerle imzalanan ticari anlaşmalar sonucunda, yabancılara çeşitli hukuki ve mali ayrıcalıklar tanınması da Osmanlı sanayinin çöküşünü hızlandıran etkenlerdendir.
Bu konuda Abdülbaki Gölpınarlı şunları yazmaktadır :

“Teknik ve yeni yaşama biçimi bir çok meslek sahibinin işlerini bozmuş ve bir çok meslekler de ortadan kalkmaya başlamıştır : Meddahlar, müneccimler, remmaller, cenaze peykleri, tutyacılar, macuncular, aslancılar, ayıcılar, ok ve yay yapanlar, zırhçılar, kum saatçıları, sorguçcular, aynacılar, su yolcuları, arabacılar, sedef işleyenler, kaşıkçılar, hakkaklar, kalpakçılar, mürekkepçiler, divitçiler, hilalciler..”.


Böylece, yerli zenaat kolları bir yandan ham madde kriziyle, öte yandan dış ticaret dengesindeki bozukluk ve batıda ticaretin yapısında meydana gelen köklü değişikliklerle temelinden sarsılmıştır.
Osmanlı devleti işte böylesi bir ortamda, büyük savaşların ve bazı ıslahat çabalarının içinde 18’inci yüzyıla girmiş, batı uygarlığı benimsenmek istenmiş, Padişahlar ferdi yeteneklerine göre bazı yenilik ve ıslahat denemelerinde bulunmuş, ancak Osmanlı İmparatorluğunun, köklü ekonomik ve sosyal yapısını değiştirebilme konusunda başarılı olunamamıştır.
Buna rağmen, bu devrede imparatorluk dahilinde, Batı ülkelerindekilere benzer sanayi kuruluşları da gerçekleştirilmiştir.
Bunlardan önemli olanları şunlardır :

  • İzmit Fabrikası (Kuruluşu 1845), Çuha, askeri elbiseler.

  • Istanbul’da Defterdar Feshane Fabrikası (Kuruluşu 1835) Çuha, fes, battaniye, kravat.

  • Basmane Fabrikası. Fanila, kumaşlar.

  • Zeytinburnu Fabrikası (Kuruluşu 1855). Pamuklu, emprime, pamuk, yün ve çorap.

  • Hereke Fabrikası (Kuruluşu 1845). Kadife, ipekli kumaş. Seten.

  • Beykoz Teçhizat-ı Askeriye Fabrikası (Kuruluşu 1816). Askeri kunduralar, çizmeler, palaskalar, fişeklikler.

  • Tophane Fabrikası. Tüfekler, tabancalar.

  • Beykoz İncirköy Fabrikası. Porselen, cam fincan vs.

Bu kuruluşların çoğu, hem kötü yönetim, hem de kapütülasyonlar nedeniyle kısa bir süre sonra kapanmış ve ancak Bakırköy Bez Fabrikası, Feshane, Hereke Mensucat, Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası gibi birkaç tesis ekonomik olmayan kuruluşlar halinde Türkiye Cumhuriyeti’ne intikal etmiştir.


Aynı dönemde Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’ya hammadde ve yiyecek maddeleri satan, oradan da mamul madde alan bir ülke haline dönüşmüştür.
Yabancı sermaye Osmanlı İmparatorluğu’na 1845 yılında dış borç şeklinde, 1856 yılında da demiryolu yatırımı şeklinde girmiştir. 1877 yılında kamu borçlarının toplamı, faizleriyle birlikte milli gelirin yarısından fazladır.



  1. CUMHURİYET DÖNEMİ

Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze kadar uzanan dönemi, 24.Ocak.1980 Ekonomik İstikrar Kararları ekseninde iki ana bölüm halinde incelemek anlamlı ve yeterli görülmekle birlikte bu dönem iktisat politikalarına ilişkin incelemeleri, akademik çevrelerde genelde (geleneksel olarak) yapıldığı gibi 7 bölüme ayrılarak incelenmesi uygun bulunmuştur.



  1. MÜDAHALECİ LİBERAL EKONOMİK POLİTİKALAR DÖNEMİ( 1923-1980)

Bu dönem, devletin ekonomiye etkin müdahalelerin bulunduğu liberal bir dönemdir. Özel sektör yaratma, özel sektör ile piyasa ekonomisinin güçlendirilmesi ve geliştirilmesi dönemi olarak da nitelendirilebilecek yaklaşık 60 yıllık bu süreçte, ekonomiye zaman zaman etkin devlet müdahaleleri yapılmış ancak, temelde piyasa ekonomisinin ve özel sektörün öncülüğü ve belirleyiciliği, kollanıp geliştirilmeye çalışılmıştır.


Temelde liberal felsefe çerçeveli bu dönemi, zorunluluklar nedeniyle zaman zaman uygulanan farklı ekonomik felsefe ve sanayileşme politikaları nedeniyle altı alt başlık altında incelemek mümkündür.
a) 1923 – 1929 Dönemi :

Bu dönem, Kapitalist Sistemin Oluşturulması Dönemi olarak nitelendirilebilir (Devletin, ekonomiye sınırlı ve dolaylı müdahaleleri sözkonusudur).


Bilindiği gibi Lozan görüşmeleri 21.Kasım.1922’de başlamış ve 24.Temmuz.1923’de anlaşma ile sonuçlanmıştır. Bu arada, henüz Cumhuriyet ilan edilmeden ve Lozan görüşmelerinin sürdüğü bir sırada İzmir’de İzmir İktisat Kongresi toplanmıştır (Daha sonra 1981 ve 1992 yıllarında toplanan 2’nci ve 3’üncü Türkiye İktisat Kongreleri de kritik ekonomik dönemeçlerde gerçekleştirilen geniş katılımlı tartışma platformları olmuştur).
Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasından hemen sonra, daha Cumhuriyet ilan edilmeden sanayileşme alanında yapılan ilk önemli hareket, 17.Şubat – 4. Mart.1923 tarihleri arasında 1135 delegenin katılımıyla İzmir’de toplanmış olan Türkiye İktisat Kongresi’dir.
Bu Kongre’de ekonomik veriler kıt olduğundan kullanılamamış, gerek teklifler, gerekse kararlar belirli durumlara çözüm getirmeyi amaç edinmemiş, sadece temenni niteliğini taşıyan genel istekler belirlenmiştir. Buna rağmen, Cumhuriyet Türkiye’sinde sanayileşme alanında atılan ilk adımlar bu Kongrede alınan kararların sonucu olmuştur. Bu nedenle Kongre’nin Türk Sanayi tarihinde ayrı ve önemli bir yeri vardır. Kongrede alınan kararların önemlileri şöylece sıralanabilir :


  • Hammaddesi yurt içinde yetişen veya yetiştirilebilen sanayi dalları kurulmalıdır.

  • Yabancı sermayeye karşı çıkılmamalıdır.

  • El işçiliğinden ve küçük imalattan süratle büyük fabrikaya ve büyük işletmeye geçilmelidir.

  • Devlet, yavaş yavaş iktisadi görevleri de olan bir organ haline gelmeli ve özel sektör tarafından kurulamayan teşebbüsler devletçe ele alınmalıdır.

  • Sanayicilere kredi vermek üzere bir sanayi bankası kurulmalı, Ziraat Bankası yeniden yapılandırılmalıdır.

  • Lüks dışalımdan kaçınılmalıdır.

  • Ameleye işçi denilmeli, madenlerde altı saatten fazla ve 18 yaşından küçük işçi çalıştırılmamalıdır.

Çizilen bu çerçeveye göre, iktisadi hayat özel teşebbüsün liderlik ve hakimiyetinde yürüyecek, Devlet ancak teşvik ve himaye edici, düzenleyici olarak ekonomiye müdahale edecektir. Kamu görevlilerinin temel görevi, milli ekonomiye toparlanma imkanı vermek, kendine yeten otarşik bir yoldan sanayileşmek ve kalkınmayı sağlamaktır. Biribiri ile çelişir görünen özel sektör eliyle kalkınma politikası ile otarşik Millileştirme politikası, bu dönemin temel eğilimleridir.


Kongrede alınan kararların gerçekleşmesi için çalışmalara başlanmış, 1924 yılında İş Bankası ve 1925 yılında Sanayi ve Maadin Bankası kurulmuş, 1927’de Sanayi Teşvik Kanunu çıkarılmıştır.
- İş Bankası :

İş Bankası bir özel sektör kuruluş olarak kurulmuştur. Kurucuları başta Atatürk olmak üzere devrin ileri gelen politikacıları ile bazı tüccar ve sanayicilerdir. İş Bankası’nın en önemli görevi milli kuruluşların kredi ihtiyaçlarını karşılamak, ülkede tasarruf ve mevduatın gelişmesine yardımcı olmaktır.



- Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası :

Sanayin geliştirilmesi konusunda devletin ilk önderliği, 1925 yılında Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası Kanunu’nun çıkarılması ile olmuştur. Bu Kanunla Bankanın görevleri :




  • Osmanlı İmparatorluğu’ndan intikal eden fabrikaları idare etmek,

  • Yeni kurulacak özel kuruluşlara katılmak,

  • Sanayi ve maden işletmelerine kredi vermek,

olarak belirlenmiştir.
Kanunun Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunda görüşülmesi sırasındaki genel eğilim, devletin devamlı şekilde işletmeciliğe girişmemesi gerektiği şeklinde olmuştur. Bu nedenle Banka, devlet tarafından devredilecek tesisleri geçici olarak işletecek, zamanla bunları birer anonim şirket haline getirecek ve hisse senetlerini şahıslara satacaktır.
1932 yılına kadar faaliyette bulunan Banka, tüm çabalara rağmen kendisine devredilen devlete ait fabrikaları anonim şirket haline getirip özel sektöre aktaramamıştır.
1932 yılında, Bankanın işletmecilik ve bankacılık fonksiyonlarının ayrılmasına karar verilerek, Devlet Sanayi Ofisi ile Türkiye Sanayi ve Kredi Bankası kurulmuştur.
- Sanayi Teşvik Kanunu :

Bu dönemin ekonomik alandaki en önemli hukuki düzenlemesi, özel sanayi işletmelerine geniş çapta muafiyet ve imtiyazlar veren Teşvik-i Sanayi Kanunu olmuştur. 1913 yılında kabul edilmiş bulunan geçici Kanunun genişletilmiş hali olan bu Kanun, 1942 yılına kadar uygulamada kalmak üzere 1927 yılında yürürlüğe konulmuştur.


Genel amacı, sermaye birikimini artırmak ve özel girişimcilik eliyle sanayileşmeyi sağlamak olan bu kanunla, sanayiciye;


  • Fabrika arazisi verme,

  • Vergi muafiyetleri sağlama,

  • Taşıma indirimleri,

  • Üretim primleri (Bakanlar Kurulu Kararı ile sınai kuruluşlara, yıllık imalat değerlerinin %10’una kadar prim verilmesi),

  • Devlet kurumlarını zorunlu alıcı kılma (İthal malına oranla %10 pahalıda olsa devlet kuruluşlarının ve belediyelerin, yurtiçi üretim kullanma zorunlulukları)

gibi teşvikler getirilmiştir.
İzmir İktisat Kongresi’nin aldığı kararların gerçekleştirilme çabaları devam ederken, reel ekonomi hakkında bilgi edinebilmek için 1927 yılı Aralık ayında Belçikalı bir uzmanın yönetiminde sanayi sayımı yapılmıştır.
1927 yılında yürürlüğe giren İstatistik Kanunu uyarınca yapılan bu sayım, Cumhuriyet döneminde yapılan ilk sayım olup, 1921 tarihli sayıma oranla çok daha güvenilir bilgileri kapsamaktadır.
1927 yılında faaliyette bulunan işletmeler ile çalıştırılan işçilerin sanayi dallarına göre dağılımı şöyledir :
İşletme

Sanayi Sınıfları Sayısı % İşçi Sayısı %

İstihraç (İmalat) Sanayii 556 0.85 18.932 7.37

Tarım Sanayii 28.439 43.59 110.480 43.01

Dokuma Sanayi 9.353 14.34 48.025 18.70

Kereste ve Mamul Sanayii 7.896 12.10 24.264 9.45

Kağıt ve Karton Sanayii 348 0.53 2.792 1.09

Makine Tamir ve İmal Sanayi 14.752 22.61 33.866 13.18

Ebniye (Binalar-Yapılar) İnş.San. 2.877 4.41 12.345 4.81

Kimya Sanayii 687 1.07 3.107 1.21

Elektrik Sanayii 90 0.14 1.350 0.52

Sair Muht. San. 237 0.36 1.694 0.66

65.245 100.00 256.855 100.00


Görüldüğü gibi, gerek işletme sayısı gerekse işletmelerde çalışan insan sayısı itibariyle tarım ile ilgilenen sanayi grubu ilk sırayı almaktadır. Ayrıca, diğer bir gerçek de, mevcut olan sınai kuruluşların genelde az sayıda işçi istihdam eden küçük atölyelerden ibaret olduğudur. 65.245 işletmeden %35.7’sinde sadece birer kişi çalışmaktadır. 50’den fazla işçi çalıştıran işletme sayısı 321’dir.


Bu nedenle o dönemde el emeğine dayalı bir üretim düzeni mevcuttur ve makineleşme ve modern üretim düzeyi Türkiye için bu dönemde henüz söz konusu değildir.
Yüklə 269,08 Kb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin