Vergi İadelerinde Zaman (Gecikme)/Değer (Faiz) Kayıpları: Eko-Elda Avee Davasından Intersplav Davasına Mülkiyet Hakkı İhlalleri


Vergi iadelerinde uluslararası pratik: İHAS, P1-1



Yüklə 230,97 Kb.
səhifə2/4
tarix15.09.2018
ölçüsü230,97 Kb.
#82277
1   2   3   4

Vergi iadelerinde uluslararası pratik: İHAS, P1-1




    1. İHAS P1-1: Mülkiyet hakkı


İHAS, P1-1’de, gerçek ve tüzel kişilerin “mülkiyet hakkı korunmaktadır”57. Buna göre,
Her gerçek veya tüzel kişi, mallarını barışçıl bir biçimde kullanma hakkına sahiptir. Kamu yararı gerektirmedikçe ve uluslararası hukukun genel ilkeleri ile hukukun aradığı koşullara uyulmadıkça, hiç kimse malından yoksun bırakılamaz.

Ancak yukarıdaki hükümler hiçbir biçimde, mülkiyetin genel yarara uygun olarak kullanılmasını denetim altına almak veya vergiler ile diğer mali yükümlülük ve cezaların ödenmesini sağlamak için Devletin gerekli gördüğü yasaları yürürlüğe koyma yetkisini ortadan kaldırmaz”.
P1-1(1), 1.cümle çerçevesinde, kural, bireyin mallarını barışçıl biçimde kullanma hakkına sahip olmasıdır. Malların barışçıl kullanımı devlet müdahalesine karşı korunur. Devlet müdahalesi, P1-1(1), 2.cümle ve P1-1(2)’de sayılı biçimlerde, yani mallardan yoksun bırakma veya malları denetim altına alma şekillerinde olabilir, ama ilk cümle çok daha geniş bir içeriği ifade eder. Yani, müdahale bir müsadere veya denetim altına almayı içermese bile, örneğin bir kamulaştırma durumunda kararla uygulama arasındaki gecikme58, kişinin mülkiyet hakkına bir müdahale teşkil eder. Devlet sadece mal ve mülkün ekonomik değerini etkileyen müdahaleler açısından da sorumlu olur59. Dolayısıyla, maddede sayılı istisnalara giren bir müdahale biçimi60 bulunmasa dahi, malvarlığının ekonomik değerini etkileyen bir müdahalenin meşruiyeti P1-1(1)’deki genel kural açısından değerlendirilmek durumundadır61.
Peki buradaki müdahale (interference) kavramından ne anlayacağız: Malvarlığı haklarına getirilmiş bir müdahaleden söz edebilmek için; öncelikle kişinin malvarlığından elde etmeyi umduğu menfaate dokunan, bundan tamamen veya kısmen yararlanılmasını engelleyen bir durumun bulunması gereklidir. İkinci olarak ise, bu olumsuz durumun ortaya çıkmasına kamusal otoritelerin eylem veya işlemlerinin sebep olması gerekir62.
Devletin mülkiyet hakkına müdahalesinin Sözleşmeye uygunluğunu ölçümlemek için İHAM bir dizi test standardı geliştirmiştir. Buradaki test, müdahalenin meşru bir temele dayanıp dayanmadığı, müdahalenin adil denge kurup kurmadığı, yani orantılı olup olmadığı üzerine kuruludur. Adil denge testi, toplumun genel yararının gerektirdiği taleplerle bireylerin temel haklarının korunması için gerekli olan gereksinimler arasında adil bir denge kurulup kurulmadığı sorusu ile ilgilenir. Mahkemeye göre, müdahale, kişinin veya toplumun bir kısmının bireysel ve ağır bir yük altında kalması sonucunu verdiğinde bu denge kurulmuş olmaz63.
Mülkiyet hakkına müdahalelerde, İHAM içtihat külliyatının, zarar tazmini esasına dayalı bir eksende geliştiği, Mahkemenin, kaybedilen mülk karşılığı zarar giderici ödemeleri malın piyasa değeri ile makul şekilde orantılı olma ölçüsüne bağladığı ve bunu kamu yararı ile bireysel külfet dengesini sağlayacak bir unsur olarak nitelendirdiği, ödeme gecikmelerinde zamana bağlı olarak oluşan değer kayıplarının, gecikme faizi ödenmesi suretiyle giderilip giderilmediğini araştırdığı, kanuni faiz oranlarının paranın değer kayıplarını karşılamadığı hallerde ihlal sonucuna vardığı bilinmektedir64. İHAM aynı şekilde, malvarlığı haklarında zaman gecikmesi ve değer kaybına ilişkin ölçüleri vergi iadelerine de uygulamış, çeşitli ülkelerden gelen bu davalarda mülkiyet hakkı ihlallerini tespit etmiştir. Şimdi bu kararları incelemeye geçebiliriz. Bu incelemede önem verdiğimiz konu, mahkemenin konuya ilişkin temel hukuki argümanlarının altının çizilmesidir, yoksa davalara konu olan ülke mevzuatlarının veya dava olgularının Türk hukukunda ele aldığımız olguları birebir karşılayıp karşılamadığı meselesi önemli değildir.
Fakat İHAM kararlarına geçmeden önce, bir parantez açarak, şunu söylemek yanlış olmayacaktır: AB hukukunda da tartışma konusu edilen iade faizleri için Avrupa Topluluğu Mahkemesi, Topluluk hukuku kuralları (örneğin ayrımcılık yasağı) ihlal edilerek uygulanmış bir verginin iadesinde, zaman gecikmesi gibi değeri azaltacak durumların faiz ödenerek tazminini, Topluluk kuralının ihlalinden doğan zararın telafisinde ana unsurlardan biri olarak değerlendirmiş, ekonomik ve ticari davalarda, Topluluk hukukunun ihlalinden doğan zararın telafisi bakımından kar kayıplarının kapsam dışı bırakılmasını, zararın telafisini imkânsız kılacak bir durum olarak nitelendirmiş, faiz oranı, ödeme usulü gibi konuların da ulusal hukuk meselesi olduğunu belirlemiştir65.

    1. İHAM pratiği: Mülkiyet hakkı ihlaline dönük okumalar




      1. Faizsiz İadeler: Eko-Elda Avee Davası66

Bu davada başvurucu, petrol ticaret şirketi, Eko-Elda Avee, bir vergilendirme dönemi için nihai vergi borcunu aşan miktarda geçici vergi ödemesinde bulunmuştur. Yunanistan yerel mahkemesi, birkaç yıl sonra, anaparanın geri ödenmesine karar verdiyse de, fazla ödenen vergi için kanuni faiz talebini reddetmiştir. Gerekçesi, söz konusu dönemde, Yunanistan iç hukukunda söz konusu durumlarda devletin faiz ödeyeceğine ilişkin bir hüküm bulunmamasıdır. Mahkeme, Yunanistan Medeni Kanununda yer alan ve borç ödemelerinde faiz ödenmesini de düzenleyen hükmün, kamu hukuku alanına giren vergi borçlarında uygulanamayacağına hükmetmiştir67.


İHAS, P1-1’de düzenlenen mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiası ile İHAM önüne gelen davada, Mahkemenin, olayda P1-1 anlamında bir mal olup olmadığı sorusuna yanıtı olumlu olmuştur. Mahkemeye göre, bir alacak, talep hakkı sabit olduğu takdirde Sözleşme anlamında “mal” olarak değerlendirilir. Olayda da, devletin, kesinleşmiş yargı kararı gereğince haksız olarak ödendiğine karar verilen vergiyi geri vermekle mükellef olduğunu gözlemleyen Mahkeme, vergi idaresinin haksız yere ödenmiş vergiden borçlu olduğu, başvurucunun da bu verginin geri verilmesine ilişkin olarak malvarlığı menfaatine sahip olduğunu belirtmiştir68.
Mahkeme, “devletin haksız ödenmiş verginin iadesindeki gecikmeyi telafi etmek için faiz ödemeyi reddetmesi” meselesini, P1-1’in 1. fıkrasının 1. cümlesi, yani “Her gerçek veya tüzel kişi, mallarını barışçıl bir biçimde kullanma hakkına sahiptir” düzenlemesi ile ilgili olarak değerlendirmiştir69.
Mahkeme, bu davada, daha önceki içtihatlarında ortaya koyduğu temel ölçütleri uygulamıştır70. Bu genel içtihat şunları ortaya koyar71:


  • Kamusal borçların iadesinde, iadedeki gecikme ile gecikme faizi arasındaki ilişki mutlaka kurulmalıdır (Angelov ve Alemida davası).

  • İadede (ödemede) makul olmayan süre gecikmeleri değer azaltıcı bir unsurdur. Değer azaltıcı bu unsurlar dikkate alınmadığı takdirde, bir tazminatın denkleştirici özelliği de azalır (Angelov ve Almeida davası).

  • Zamana bağlı gecikmelerin ortaya çıkardığı değer kayıplarının, gecikme faizi ödenerek telafi edilmesi gerekir (Akkuş davası)72.

  • Vergi ödemelerinde, ödemenin koşulları ilgiliye aşırı yük yüklüyor veya ilgilinin mali durumuna esaslı biçimde zarar veriyorsa, bu yükümlülük P1-1’de düzenlenen güvenceye aykırı olabilir. Sadece haksız olarak ödenmiş vergiden uzayan biçimde yararlanamama ilgilinin mali durumu üzerinde kesin ve önemli bir etki yaratır (Buffalo davası).

  • P1-1 gereğince faiz ödenmesi, Devletin borçlu olduğu miktar ile ilgilinin sonunda alacağı miktar arasındaki farkı telafi etme yükümlülüğüne sıkı sıkıya bağlıdır.

Eko-Elda davasında tekrarlanan bu içtihat çerçevesinde Mahkeme, “verginin 12 Kasım 1993 tarihinde, yani başvurucunun Atina Anonim Şirketleri Vergi İdaresi nezdinde haksız olarak ödediği miktarın geri verilmesini istediği 24 Haziran 1988 tarihinden yaklaşık beş yıl beş ay sonra gerçekleştiğini tespit etmiştir. Önceki saptamalarını göz önünde bulundurarak, idarenin bu kadar uzun bir süre için gecikme faizi ödemeyi reddetmesinin, genel yarar ile bireysel yarar arasında bulunması gereken adil dengeyi bozduğuna” karar vermiş, P1-1’in ihlal edildiği sonucuna varmıştır73.




      1. Gecikmeli iadeler: Buffalo ve Intersplav davaları

Mahkemenin ele aldığı bu davalarda, iade faizi uygulanmaktadır, fakat zamana bağlı gecikmeli iadenin malvarlığı üzerinde meydana getirdiği zarar etkisi faiz ile telafi edilmemiştir, çünkü malvarlığı haklarının ihlali sadece değer kaybından değil, mali durum üzerindeki önemli etkiden ve belirsizlikten kaynaklanmıştır.




  1. Buffalo Davası

Buffalo davasında74, kanuni merkezi İtalya’da bulunan Buffalo Limited Şirketi 1994 yılında ticari faaliyetine son vererek Aralık 1994 itibariyle tasfiyeye girmiştir. 1985 ila 1992 yılları arasında, kanunen ödemesi gereken miktardan fazla kurumlar vergisi ödemelerinde bulunmuştur. Sonuç olarak şirket vergi iadesine hak kazanmış, vergi idaresi de vergiyi 1997 yılında iade etmeye başlamıştır. Bununla beraber, dava tarihi itibariyle iade alacağın tamamı ödenmemiş bulunmaktadır. Bu süreçte, şirket bankalardan ve bir takım gerçek kişilerden kredi almak zorunda kalmıştır. Bu yüzden kredi maliyetlerine katlanmak ve faiz ödemek zorunda kalmıştır. Ödediği faiz oranları, devletin vergi iadelerinde ödediği faiz oranından daha yüksek olmuştur. Başvurucu, mülkiyet hakkının ihlali iddiası ile davasını İHAM’a taşımıştır.


İHAM, başvurucu şirketin vergi dairesine beyannameyi verdiği tarihten iade tarihine kadar mali bir menfaatinin bulunduğunu tespit etmiştir. Bu mali menfaat P1-1 anlamında bir “mal” teşkil eder. Vergi iadelerinin ödenmesindeki gecikme, başvurucunun mallarını barışçıl bir biçimde kullanma hakkına müdahaledir.
Bu anlamda, Mahkemeye göre, iadenin peyderpey yapılması vergi yükümlülerinin üzerinde önemli bir yük yaratır ve bu durum idarenin iadeyi gecikerek yapması ile daha da şiddetlenir. Bu davada, iadelerin yapılması beş ila on yıl sürmüş, bu da devlete ait gecikmeden kaynaklanmıştır. Bu gecikmelerin faiz ödenerek telafi edilebildiği söylenemez, çünkü ilgili miktarların toplamına bakıldığında, bunlardan uzayan şekilde yararlanamama, şirketin mali durumu üzerinde kesin ve önemli derecede etki yaratmıştır.
Vergi iadesi ödemelerinin, makul süre olarak nitelendirilebilecek süreden daha fazla bir süre geciktirilmesi, başvurucu şirket için belirsiz bir durum yaratmıştır. Başvurucu şirketin mal varlığına yönelik bu müdahale orantısız olmuştur, çünkü gecikmelerin mali etkisi, sorunun çözümünü hızlandırmak için etkin bir yolun olmaması ve iadelerin ne zaman ödeneceğine ilişkin belirsizlik de eklenince, genel yararla mallardan barışçıl biçimde yararlanma hakkının korunması gereksinimi arasında kurulması gereken adil dengeyi bozmuştur. Sonuç olarak, Mahkeme, oybirliği ile P1-1’in ihlal edildiğine karar vermiştir.


  1. Intersplav Davası

Intersplav davası, vergi iadelerinde zaman-değer ilişkisinin kurulması bakımından telafi mekanizması olarak gecikme faizlerinin tartışıldığı bir dava değildir. Davada, İHAS, P1-1 uyarınca mülkiyet hakkının ihlali tartışması, zaman gecikmesine bağlı olarak malvarlığından yoksun kalma üzerinedir.


Davanın konusu ihracatta KDV iadeleridir. Ukrayna iç hukukuna göre, KDV iadelerinde sistem şöyledir: KDV iadesi, vergi yükümlüsünün iadeye ilişkin hesaplamalarını yerel vergi dairesine bildirdiği tarihten itibaren bir ay içinde yapılmak zorundadır. İadede gecikilmesi halinde %120 oranında faiz ödenmektedir. KDV iadesi ve buna bağlı faiz ödemesi Devlet Hazinesince yapılmaktadır, fakat bunun için ilgili vergi dairesince Hazineye bir onay sertifikası gönderilmesi veya yargı kararının olması gerekmektedir. Bu son düzenleme, Devlet Vergi İdaresi ve Hazinenin ortak bir kararına (Procedure for the Refund of Value Added Tax) dayanmaktadır. Intersplav davasında, bu onaylama işlemi yapılmadığından, sistematik olarak iade işlemleri ertelenmiştir (1998-2004). Böyle olunca, geciken KDV iadesine bağlı faiz de tahsil edilememiştir. Intersplav iç hukukta yargı organlarına 140 adet başvuru yapmış, bu davalarda başvurucu lehine çıkan sonuçlara rağmen, vergi idaresi ön koşul olarak değerlendirdiği vergi idaresi onay işleminin olmaması nedeniyle kararları ya hiç uygulamamış ya da çok geç uygulamıştır. Başvurucunun İHAM’a başvuruda bulunduğu tarihte yargıçlarca onaylanan ve fakat iade edilmemiş 4 milyon Euro civarında bir alacağı vardır75.
İHAM, öncelikle, KDV iadesi ve faizin sözleşmenin koruması altında olan maddi bir menfaat olduğunu, başvurucunun ulusal yasa tarafından tanınan parasal bir menfaatinin bulunduğunu belirlemiş76, KDV iadesi ve faiz ödemesinde gecikmenin mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiğini, konunun P1-1’in 1.fıkrası kapsamında olduğunu ifade etmiştir77.
Hükümet, müdahalenin meşru olduğu yönündeki savunmasını şunlara dayandırmıştır: “Devlet KDV iade sisteminin kötüye kullanıldığı bir durumla karşılaşmıştır; özellikle bir dizi KDV kaçakçılığı olayları söz konusu olmuş, dayanaksız KDV iade talepleri ve hayali ihracat operasyonları yapılmıştır. Bu durumda Hükümet, bu türden kötüye kullanmalara son vermek ve gelecekte de bunları önlemek için önlemler almak durumumda kalmıştır. Hükümete göre, KDV iadelerinin adli kontrolü, kötüye kullanmaları önlemek ve kamu yararını korumak için gerekli olmuştur. Vergi dairesinin olaydaki eylemleri, başvurucunun ödediği vergilerle iade istediği KDV miktarları arasındaki orantısızlıktan kaynaklanmıştır. Bu durum, başvurucunun girdi metal alımlarında hayali şirketler kullandığı şüphesine yol açmıştır. Hükümete göre, vergi idareleri gerçekten bu türden hayali şirketlerin bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu nedenle hükümet, alınan önlemlerin Devletin takdir yetkisinde olduğunu ve müdahalenin orantılı bulunduğunu ve bu yüzden başvurucunun menfaatleri ile kamu yararı arasında adil dengenin kurulduğunu ifade etmiştir”78.
“Başvurucu, vergilerini hukuka uygun olarak ödediğini ve bu ödemelerin bir dizi vesile ile Devlet yetkililerince kontrol edildiğini belirtmiştir. KDV dahil biçimde girdi metal aldığı şirketlerden sorumlu tutulamayacağına işaret etmiştir. Söz konusu KDV’nin devlete ödenmesi yükümlülüğünün kendisine değil, bahsedilen şirketlere ait olduğunu belirten başvurucu, diğer işletmeleri kontrol etme konusunda ne bir yükümlülüğünün ne de olanağının bulunduğunu ve Hükümetin ileri sürdüğü durumun, kendisinin sorumlu tutulmaması gereken bir idari yetersizliği ortaya koyduğunu ifade etmiştir. Ayrıca kendisi nezdinde yapılan incelemelerde, taleplerinin reddini haklı kılacak hiçbir hukuka aykırılığın tespit edilemediğini de ilave etmiştir”79.
İHAM bu iddia ve savunmalara şu yanıtları vermiştir: “Devlet yetkilileri, somut bir şirket hakkında KDV iade sistemini kötüye kullandığı bilgisi aldıkları zaman, bu türden kötüye kullanmaları önlemek veya sona erdirmek için uygun önlemleri uygulayabilirler. Bununla beraber, Mahkeme, başvurucunun bu türden kötüye kullanma uygulamalarına doğrudan katıldığını gösteren bir gösterge olmaksızın, KDV iadeleri hakkında Hükümetçe yapılan genel durum tespitlerini kabul edemez”80.
“Başvurucuya KDV iadeleri Nisan 1998’den beri sistematik olarak geciktirilmiştir. Bu gecikmeler, vergi idaresinin, dava dosyasından anlaşıldığına göre, başvurucunun KDV iade miktarlarına yönelik uyuşmazlıktan değil, bu miktarlara ilişkin olarak onay vermemesinden kaynaklanmıştır. İdarenin onay vermemesi başvurucunun talep ettiği miktarları zamanında tahsil etmesini önlemiş ve kronik belirsizlik durumu yaratmıştır. Ayrıca bu durum, başvurucunun düzenli olarak benzer iddialarla mahkemelerde dava açmasına sebebiyet vermiştir. Mahkemenin görüşüne göre, bu türden red kararlarının bir veya az sayıda dava konusu edilmesi makul bulunabilir. Fakat bu davada, başvurucunun söz konusu yola başvurması, vergi idaresinin, başvurucu lehine karar verildiği hallerde dahi, KDV iadelerinde gecikmeli ödeme uygulamasına devam etmesini önlememiştir. Vergi idaresinin eyleminin sistematik niteliği başvurucunun aşırı yüke katlanması ile sonuçlanmıştır”81.
“Bu nedenle, söz konusu koşullar altında, başvurucunun mallarına yönelik müdahale orantısız olmuştur. KDV iadesi ve tazminat ödemelerindeki sürekli gecikme, bu idari uygulamayı önlemek veya sona erdirmek için etkili başvuru yolunun bulunmaması ve bir takım fonların iade zamanı konusundaki belirsizlikle de birleşince, kamu yararı ile mallarını barışçıl bir biçimde kullanma hakkının korunması talepleri arasındaki “adil denge”yi bozmuştur. Mahkemeye göre, başvurucu bireysel ve aşırı bir yüke katlanmış ve katlanmaya da devam etmiştir. P1-1 ihlal edilmiş ve edilmeye devam etmektedir”82.


  1. Vergi iadelerinde alternatif bir pratik: AY, 90 zemininde hak ihlali eksenli bir okuma önerisi

Burada yanıtını arayacağımız soru şudur: Vergi iadelerinde, ulusal yargı pratiğimiz farklı bir hukuksal zeminde gerçekleşebilir miydi/ gerçekleşebilir mi? Diğer bir ifadeyle, pozitif hukukta hüküm olduğu, hüküm olmadığı, hüküm aranmasına gerek olmadığı görüşlerinin ötesinde, devletin vergi iadesi ödemesini zorunlu kılan bir iç hukuk normu yok mudur? AY, 90 çerçevesinde, İHAS’ın iç hukukun parçası olduğu, yasa üstü değer taşıdığı düşünüldüğünde, bu soruya olumlu yanıt vermek gerekmez mi?




    1. Alternatif pratik için hukuki zemini tespit: AY, 90(5)-İHAS P1-1




  1. Niteliksel konum: Bağlayıcı/doğrudan uygulanabilir bir kural

İHAS hükümleri bağlayıcı mıdır? Bu sorunun yanıtı olumludur, zaten uluslararası anlaşmaların bir devleti bağladığı konusunda herhangi bir tartışma yoktur83. Fakat bağlayıcılık, devletin, anlaşma tarafı diğer devletlere karşı uluslararası yükümlülüğüne/sorumluluğuna gönderme yaptığından84, sadece uluslararası hukuk alanındaki hukuki durumun tespiti anlamına gelir85, ulusal hukuka dönüldüğünde söz konusu anlaşmanın iç hukukla ilişkisine hiçbir açıklık getirmez.


Bir adım ötesi, İHAS’ın doğrudan uygulanabilir olup olmadığı sorusunu üretir. Bu sorunun yanıtı da olumludur, ama bir uluslararası anlaşmanın doğrudan uygulanacağına ilişkin ifade de tek başına, örneğin bizim ele aldığımız gibi bir olayda, vergi yükümlüsünün iade faizi talebini İHAS’a dayandırıp dayandıramayacağı veya yargıcın İHAS P1-1’e dayanarak iade faizine hükmedip hükmedemeyeceğine yanıt vermez. Doğrudan uygulama, uluslararası anlaşma ile iç hukuk arasındaki ilişkiyi kurar, uluslararası hukuk kuralının iç hukukta uygulanabilmesi için herhangi bir ulusal aktarma işlemine gerek olmadığını belirtir86. Nitekim AY,90’daki “...andlaşma kanun hükmündedir...” cümlesi bu anlamda iç hukukla uluslararası hukuk arasındaki ilişkiyi kuran, imzalanmakla bir uluslararası anlaşmayı iç hukukun parçası haline getiren bir düzenlemedir87. Bununla beraber, bu aşamada üretilen sorunun yanıtı bize şunu gösteriyor: İHAS P1-1 iç hukukun parçasıdır, yargıcın başvurabileceği bir pozitif hukuk metni vardır. O zaman, AY,90 (“...andlaşma kanun hükmündedir...”) ve AY, 138 (hakimler, ...Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verir...) birbirlerinin bütünleridir.
Bir adım daha atıldığında, şu sorunun da yanıtının verilmesi gerekir: İHAS P1-1 doğrudan etkili88 bir sözleşme hükmü müdür? Doğrudan etki, bir uluslararası hukuk kuralının mahkemeler önünde doğrudan uygulanabileceği, diğer bir ifadeyle, mahkemelerin, önlerindeki davada uluslararası hukuk kuralını uygulanacak kural olarak kullanabilecekleri anlamını taşır. Doğrudan etkili bir uluslararası hukuk kuralı, gerçek ve tüzel kişiler lehine haklar yaratır ve bu haklar mahkeme önünde iddia edilebilir89. Bir uluslararası hukuk kuralının doğrudan uygulanması/doğrudan etki yaratması, mahkemelerin ulusal kuralı değil uluslararası kuralı uygulamaları demektir. Bunun için de, uluslararası hukuk kuralının tamamlayıcı nitelikte bir ulusal tasarrufu gerektirmeyen içeriğe sahip olması gerekir. Bir anlaşmanın iç hukuk düzeninde doğrudan etkisinin bulunup bulunmadığı, tarafların amaçları, anlaşma kurallarının konusu ve anlaşma hükümlerinin şekline bakılarak belirlenir90. İHAS, amaç91, konu92 ve şekil (yazılış ve düzenleniş biçimi)93 bakımından devletlerde doğrudan uygulanacak metinlerdendir94. O halde, vergi yükümlüsünün İHAS, P1-1’e dayalı hak talebinde bulunması mümkündür. Bu metnin ulusal hukukla ilişkisinin hiyerarşik değerlendirmelerine geçebiliriz.


  1. Hiyerarşik Konum: Kademelenme: Yasa üstü bir kural

Uluslararası anlaşmaların kurallar kademelenmesindeki yeri ve değeri, uzun yıllar Türk hukuk öğretisinin ve içtihat hukukunun en tartışmalı konularından birini oluşturmuştur. Tartışma, ulusal hukuk-uluslararası hukuk ilişkisini düzenleyen AY, 90’da bir açık çatışma normunun95 yer almamasından kaynaklanmıştır. 2004 yılındaki anayasa değişikliğine96 kadar, bu hararetli tartışma konusunun97, “uluslararası anlaşmaların yasaların üstünde yer aldığı”98, “yasalarla eşit seviyede bulunduğu”99, “insan haklarına ilişkin sözleşmelerin ayrılması gerektiği ve bunların anayasa üzerinde yer aldığı”100 şeklinde sınıflandırılabilecek görüşler etrafında şekillendiği görülür. 2004 sonrasında ise, 90.maddeye ilave edilen açık bir çatışma normu (usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır) ilave edildiğinden maddenin yorumu, gerek öğretide gerek yargı çevrelerinde, insan haklarına ilişkin anlaşmaların anayasa altı fakat yasa üstü değerde olduğudur101.

İnsan hakları sözleşmelerinin yasa üstü değeri, devletin bütün organlarını bağlar. Elbette bu, yasanın İHAS’a uygun olması gereğine ve elbette yasaların İHAS’a aykırı hükümlerinin ayıklanması veya İHAS gereklerine uygun düzenlemeler yapılması görevinin yasama organında bulunduğuna gönderme yapar, ama yargıca da İHAS’ı doğrudan ölçü norm olarak uygulama görevini verir.
Peki, hangi yargıç? Bu hiyerarşik düzen içinde, anayasa İHAS’a anayasa üstü değer yüklemediğinden, anayasa yargıçlarının yasanın İHAS’a uygunluğunu veya aykırılığını değerlendirme pozisyonunda olmayabileceklerini, bu nedenle de anayasa yargısında anayasaya uygunluk blokunda102 bir değişim olmayacağını, yani İHAS’ın anayasal denetimde “destek” ölçü norm olmaktan öteye geçemeyeceğini sadece tespit ederek103, şunu söylememiz gerekir: Anayasanın öngördüğü çatışma normunun asıl uygulayıcısı adli-idari yargıçlardır104. Bu da vergi yargısında hukuka uygunluk blokununun105 genişlemesine işaret eder106 ve İHAS gibi insan hakları sözleşmelerinin, yargıç tarafından artık daha önce olduğu gibi sadece “destek ölçü norm” değil, “doğrudan ölçü norm” olarak uygulanması, AY, 90(5)’in hukuken zorunlu sonucudur. Bunun anlamı şudur: İdari yargıcın, yasama boşluklarını Anayasa hükümleri ile doldurduğu107 ya da zaman zaman Sözleşme hükümlerini doğrudan ölçü norm olarak uyguladığı108 veya Anayasa hükümlerini ve AYM kararlarını veya uluslararası sözleşme ve metinlerini doğrudan ölçü norm olarak kullanmamakla beraber, yasaya ya da "hukuk devleti", "hak, adalet ve eşitlik" gibi hukukun genel ilkelerine destek ölçü norm olarak değerlendirdiği109 zamanlardan bugüne gelindiğinde, Anayasa AY, 90(5) ile yargıç önündeki yasa ekranını kaldırmıştır110.


    1. Yüklə 230,97 Kb.

      Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin