Yaklaşan Genel Seçimler Üzerine


II-    RANT KAVGASININ NEDEN VE SONUÇLARI



Yüklə 2,07 Mb.
səhifə20/31
tarix07.01.2019
ölçüsü2,07 Mb.
#91581
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   31
II-    RANT KAVGASININ NEDEN VE SONUÇLARI

 

                      1- 15 YIL GEREKLİ MİYDİ?

                      2- DIŞ ETKENLERİN ROLÜ

                      3- SERHİLDANLAR YUTTURMACASI  

                      4- ABARTILAN KİMLİK SORUNU

                      5- 15 YIL SONRA NELER DEĞİŞTİ?

 

 

 

                                   15 YIL GEREKLİ MİYDİ?

 

    Bugünkü sonuçlarına baktığımız zaman, bu soruya olumlu yanıt vermekten başka çıkış yolu yoktur. Ekonomik ve siyasal alanlarda, askeri örgütlenmede ulaşılan düzeye bakıldığında, geçen sürenin getirilerinin kimlere yaradığı konusunda hemen herkes hemfikirdir. Demokrasinin gelişmediği, yurttaşlık haklarını arama geleneğinin bulunmadığı ülkelerde devleti birtakım entrikalarla yönetmek kolaydır. Kendi içinde bazı riskler taşısa da, devlet yönetiminde bulunmak ve politika yürütmek pek o kadar zor değildir. Bunu yaşadığımız sürecin bizzat kendisi göstermiştir.

    Bu noktada Apocu takımın aktif hizmetleri sonucu ulaşılan hedeflerin belli başlıcalarını biraz daha açmakta fayda var. Süreç neler getirip, neler götürmüştür? Kimin işine ne kadar yaramıştır? Ulaşılan hedefler, aynı zamanda Öcalan ve takımının da aynasıdır. Aynaya bakmaktan korkmak, gerçeklerden kaçış olur.

    Başta A.Öcalan olmak üzere Apocu takımın estirdiği provokasyon ortamı, her şeyden önce Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yaramıştır. Çağa uygun gelişkin teknolojiye önemli ölçüde bu sayede ulaşılmıştır dersek, sanırım bir gerçeği abartmış olmayız. Bu konuda hiçte küçümsenmeyecek bir yol alındığını, ordunun donanım ve eğitim açısından bugün dünyanın en iyi orduları arasında sayılmasından anlıyoruz. Bunun böyle olduğunu yetkili kesimlerden de duyuyoruz. Üst rütbeli subaylar, “Ordumuz savaşı PKK’yle öğrendi” diyorlar. Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak verdiği bir demeçte bu gerçeğin altını çiziyor;

    “Türk silahlı kuvvetleri bölgedeki düşük yoğunluklu çatışma nedeniyle büyük tecrübe kazandı. Hiçbir komşumuza bizimle çatışmasını tavsiye etmem” (14)

    Apocular’ın 84 provokasyonu, silahlanmaya alabildiğine hız verilmesinin ana gerekçelerinden biriydi. Tatbikatlar ve sınır ötesi operasyonlar yoluyla modern ve yeni silahlar kullanıma koyulurken, gereken eğitim gerçeğe yakın “savaş” koşulları yaratılarak sağlanıyordu. Bu alanda çoğu kez, traji-komik durumlar yaşanmıştı. Bir yandan “bir avuç terörist” denilmiş, öte yandan adeta bir ordu “cepheye”sürülmüştü. Bu çelişki karşısında zaman zaman kamuoyu nezdinde zor durumlara da düşülmüştü. Oysa önemli olan, Genel Kurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak’ın sözlerinden de anlaşılacağı gibi orduyu eğitmekti. Çünkü PKK’nin niteliği ve özelliği belliydi. PKK sadece bir görünümdü. Özünde amaç; hem orduyu eğitmek, hem de K.Irak’ın önünü tutmaktı. Bu bölgede hemen her konuda söz sahibi olacak bir güç konumuna gelmekti. Bu nedenle tavır, gerek ülke içi, gerekse uluslararası gelişmelerin seyrine göre değişebiliyordu. Zaman zaman Apocular imha ediliyor, zaman zaman da dağ başlarında, mağara kovuklarında kalmalarına adeta göz yumuluyordu. Zaten Türkiye’ nin son 15 yıllık durumuyla ilgili kitap ve araştırmalar okunduğunda bu çelişkiyi görmek hep mümkün. Bir çok yazar ve gazeteci, helikopterlerin K.Irak’da PKK’lileri çoğu kez görmemezlikten geldiğinden, boş alanları bombaladıklarından bahsediyor.

    Apocu provokasyonların işaret ettiği hedeflerden biri, K.Irak’la ilgiliydi. İran-Irak savaşı ve Körfez krizi sonrasında Saddam’ın bu alanda etinlik kuracak güçten yoksun oluşu, Türkiye’nin bu bölgeyle ilgili kaygılarını giderek arttırmış, buraya müdahale etmenin yollarını arayışa itmişti. PKK ise tam bu noktada başlattığı provokasyonlarıyla, devrimci-demokrat muhalefetin ezilmesi için köprü görevini oynamaya hazır olduğunu bildirmişti. PKK sayesinde bölgeye sayısız seferler düzenlenmiş, sonuçta Türkiye’nin onay vermediği bir çözümün Irak üzerinde hayata geçirme olanağının bulunmadığı, uluslararası planda kabul görmüştür. Bugün Türkiye, K.Irak üzerinde kendi bölgesiymiş gibi rahat ve iddialı konuşmaktadır. Bu ne anlama geliyor? Bu günümüz koşullarında aynı zamanda, K.Irak sorunu Türkiye’ nin de onaylayacağı bir tarzda çözümlenmedikçe, “PKK sorunu”nun bitmeyeceği anlamına geliyor. Çünkü PKK, Türkiye’de yapay bir sorundur. Bunun için Abdullah Öcalan’ın İmralı’da misafir edilmesi, PKK’nin bitirilmesinde fazlaca bir anlam ifade etmiyor. Tersine, bölgeye yönelik niyetlerin gerçekleşmesinde daha aktif bir rol oynacağını ifade ediyor.

    K.Irak’ta yeni bir oluşumun sağlanmak istendiği bir anda, Öcalan’ın İmralı’dan yaptığı çağrı ilginçtir. Öcalan, PKK’ lilere geri çekilme emri veriyor. Üstüne üstlük bunu artık Suriye’den değil, İmralı’dan yapıyor. İnsanların konuşma, yazma, herhangi bir olumsuzluğu protesto etme olanaklarının çok kısıtlı olduğu ülkemizde, 30.000 insanın ölümünden sorumlu tutulan A.Öcalan, habire konuşuyor. Neredeyse PKK’yı İmralı’dan yönetiyor. Strateji ve taktikler geliştirmede fazla sıkıntılı olmadığı görülüyor. Herkes de biliyor ki, pratikte olsun ya da olmasın, böyle bir çağrının hadef gösterdiği nokta, Kuzey Irak’tır. Kaldı ki, PKK’nin geriye çekebileceği fazla bir adamı da yok. Ama önemli olan yine ortalığı karıştırmaktır. A.Öcalan hâlâ dostlar alış-verişte görsün misali içi kağıt dolu bir fileyi orta yerde sallıyor. Çünkü bağlı olduğu çevreler içi boş da olsa bu fileye ihtiyaç duyuyor. Nitekim açıklamasının hemen ardından, “PKK’liler silahlarıyla birlikte Kuzey Irak’a çekiliyorlar” yaygarası kopmaya başladı. Hatta konuşlandıkları yerlerin isimleri ve koordinatlarının dahi bilindiği söylendi. Doğal olarak kafalara şu soru takılıyor; madem ki gidecekleri yer tam biliniyor, o halde neden sınırda tedbir alınmıyor da PKK’lilerin sınırı geçmelerine izin veriliyor? Bir yandan çakıl taşı bile vermemekle öğünülürken, öte yandan sınırların böylesine yolgeçen hanına dönüştürülmesi düşündürücü değil midir? Süper güçlerden Rusya’ya ve gerektiğinde Avrupa’ya kafa tutacak kadar güçlü olduklarını iddia edenlerin sınır güvenliğini sağlamada böylesine aciz bir druma düşeceklerine inanmak oldukça zor. Ama mesele bu değil. Mesele, bilinen ninnilerle halkı biraz daha uyutabilmektir. Nasıl ki, “terörle mücadele” adı altında halkı 15 yıl boyu uyuttularsa, benzer bir yolla bu süreyi biraz daha uzatmak istiyorlar. Türkiye’de toplum bu ninniye alıştırıldı. Gerçi zaman zaman sıkıntılar da hissedildi. O durumda da plağın arka yüzü çevrildi, ama ninninin içeriği hiç değişmedi; PKK ve terör.

    Nitekim A.Öcalan’ın İmralı’dan yaptığı çağrının ardından hemen sınır ötesi operasyonlara başlandı. Ama nedense tek bir PKK’ liye yine rastlanamadı! Sanki yer yarılmıştı da içine girmişlerdi. Olur olmaz kullanılan bu taktiğin suyu çoktan çıkmaya başladı. Artık “her yanımız düşmanlarla dolu” marşını dinlemek insanları sıkıyor.Türkiye’ de birileri de ısrarla ve inatla aynı marşı çalmaya devam ediyor. Bu suyu çıkmış taktiğe daha ne kadar başvurulacak onu bilemeyiz. Ama görünen odur ki, bir süre daha böyle gidilecek. Bunu biraz da Irak’ta yaşanan rejim sorunu tayin edecektir.

    15 yıllık “düşük yoğunluklu çatışma”nın bir başka önemli hedefi,Türkiye’deki ilerici demokratik mücadeleyi geriletmek, Anadolu’nun zengin mozaik yapısını tanınmaz hale getirmek, Kürt halkını kendisine yabancılaştırmaktı. PKK burada da elinden geleni ardına koymamıştır. Daha önceki askeri darbelerin ardından görülen devrimci, demokratik yükselişin 12 Eylül sonrasında daha farklı geliştiğine tanık oluyoruz. Eskiden Türk-Kürt kardeşliği temelinde ortaya çıkan mücadele, bu kez tam tersine alabildiğine gelişen bir Kürt-Türk ayrımıyla boğuşmak zorunda kalıyor. Kürtler Türklere güvenmiyordu. Türkler de Kürtler’e kuşkuyla bakıyordu. Çifte baskı altında yerinden yurdundan edilen Kürtler, Batı’nın kentlerinde artık eskisi gibi sempatiyle değil, ayrımcılıkla karşılaşıyordu. Bırakın iş bulmayı, kiralık ev bulmada bile zorlanıyorlardı. Fabrikalarda, okullarda, sokaklarda kısaca hayatın her alanında ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmeye başlıyorlardı. Neden? Çünkü bir yandan Türk milliyetçiliği alabildiğine geliştirilmeye çalışılırken, öte yandan Kürt halkı her şeyin sorumlusu gibi gösterilmişti. Sanki yabancı işgal ordularıyla savaşılıyormuş gibi bir hava yaratılmış, milliyetçilik körüklenmişti. Oysa bu “çatışma” ortamının acı bedelini en fazla ödeyenler de Kürtler olmuştu. 30.000 insanın ölümünden bahsediliyordu. Resmi açıklamalara göre bunların 25.000’i zaten Kürttü. Geriye kalanların asker ve polis olduğu söyleniyordu ama belki bunların da önemli bir kesimi Kürttü. Çünkü Türkiye’de kökenine bakılmaksızın herkes askere alınıyor. Bu konuda resmileşmiş herhangi bir istatistik yoktur. Önümüzdeki süreçte açıklığa kavuşacağına inanmak da zor.

    Öte yandan, Türkiye’de uygulanan bu haksız politikaya itiraz edenler, peşin hükümle PKK’li olarak lanse ediliyor, içeri tıkılıyordu. En küçük bir demokratik talep hemen terörizmle damgalanıyordu. İnsanların can güvenliği yoktu. Sokağa çıktığında ölmemek adeta tesadüfe kalmıştı. Çeteler ortalığı kasıp kavuruyor, kirli savaştaki rant kavgasıyla Türkiye uçuruma sürükleniyordu. Aydınlar, sanatçılar, yazarlar, işadamları sokak ortasında vuruluyor, önemli bir kesimi de içeri tıkılıyordu. Çetin Emeç, Uğur Mumcu ve daha birçok cinayetlerle olayların üzerine cesaretle gidenler korkutulmak isteniyordu. Kısaca, çeteler, derin devlet ve PKK’nin işbirliğiyle Türkiye, kimin elinin kimin cebinde olduğu belli olmayan bir dönemden geçiyordu. Türk olsun, Kürt olsun çoğu faili mechul cinayette PKK önemli roller oynuyor, ya direkt cina- yetin sorumlusu olarak ortaya çıkıyor veya diğer kesimlerden katillerin koruyuculuğuna soyunuyordu. Hatta bu dönemde işlenecek cinayetler üzerine islamcı odaklarla ortak bir plan geliştirdiği de bilinmekte.

    Kirli savaşın bir diğer amacı; vur kaç ekonomisiyle tekelci sermayenin gücüne güç katmaktı. Tekelci sermaye son on yıl içinde öylesine güçlendirilmişti ki, devleti yönetir hale getirilmişti. “Bölücülük”, “vatan, millet ve Sakarya” sloganları altında kirli savaştan büyük vurgunlar vuruluyordu. Burjuvazi, emekçi yığınlar üzerindeki sömürüsünü katmerleştirerek sürdürürken, kendi içindeki çelişkilerin üzerini de bu yolla kapatmaya çalışıyordu. Hız, en kontrollsüz bir biçimde büyümeye ve sermaye birikimine verilmişti. “Vatanı koruma”nın yükü ise yine yoksul halka bindirilmişti. Emekçi yığınlar açlığın eşiğine her gün biraz daha yaklaştıkça, burjuvazi gücüne güç katmanın mutluluğunu yaşı- yordu. Türkiye, sanal savaş naralarıyla Balkanlar’da, Kafkaslar’da ve Ortadoğu’da Amerika’nın sacayağı haline getirilmişti. Yarattığı milliyetçi çoşkuyla hegomonyacı duyguları kabaran burjuvazi, adım adım bu alanlar üzerinde oynarken, bu bölgelerde “ben de varım, bensiz çözümü aklınızın ucundan bile geçirmeyin” diyecek kadar büyümüş, güçlenmişti.

 

                        

 

                

                                  DIŞ ETKENLERİN ROLÜ

 

    Elbette Öcalan ve PKK olayının 15 yıl gibi uzun bir süre devam etti- rilmesinin altında yatan nedenler sadece bu kadarla sınırlı değildi. SSCB’nin dağılmasıyla birlikte Balkanlar ve Kafkaslar’da ortaya çıkan gelişmeler de en az diğer nedenler kadar önemliydi. Bu bölgelerde ortaya çıkan gelişmeler, Türkiye’yi nasıl etkilemişti? Yine, bu bölgelerde halledilmiş gözüyle bakılan azınlık ve milliyet sorunlarının, Kürtler’deki kimlik sorununa yansımaları var mıydı? A.Öcalan ve PKK’nin bu yansımaya karşı set çekmede oynadığı rol neydi? Bu sorulara verilecek yanıtlar, 15 yıllık bir süreye neden ihtiyaç duyulduğunun bir başka açıdan izahı olacaktır.

    Kafkaslar’da ve Balkanlar’da ortaya çıkan gelişmeler karşısında Batı Avrupa’nın bile şaşkınlığa sürüklendiği söylenebilir. Batı Avrupa, milliyetçiliğin toplumların gelişmesinde oynadığı rolü çoktan aşmış ve uluslaşmasını tamamlamış, sınır sorunlarını halletmiş, milliyet ve mezhep farklılıkları gibi sorunlarını büyük oranda çözümlemiştir. Ama gelişmiş endüstri ve sermaye gücüne rağmen, Balkanlar ve Kafkaslar’ daki dalgalanmalar karşısında başlangıçta gözle görülür bir tereddüt geçirmiştir. Batı Avrupa’nın kararsızlığı, ortaya çıkan milliyetçilikle siyasal hareket tarzını nasıl bütünleştireceği noktasında düğümleniyordu? Geçmişte Asya, Afrika ve Ortadoğu’ya dayattıkları ulus-devlet modelinde mi ısrar edeceklerdi, yoksa ortaya çıkan her ayrılma eğilimine destek mi vereceklerdi? Bir yol ayrımına gelinmişti. Güç ve deneyimlerini kullanarak Kafkaslardaki bağımsızlık hareketlerini desteklediler. Bu destekte rol oynayan esas neden, gelecekteki stratejik çıkarlarıydı. Balkanlar’daki parçalanmaları ise stratejik önemine göre desteklediler veya geçici uykuya bırakarak halletmeye çalıştılar. Geçmişte daha çok Ortadoğu’ya dayattıkları modeli Balkanlaşma şiarını önplana çıkartarak yapmak istediylerse de bunda pek başarılı olamadılar.

    SSCB’nin yıkılışıyla birlikte Balkanlar’da ve Kafkaslar’da ortaya çıkan milliyetçi kasırgadan Kürt halkının etkilenmemesi düşünülemezdi. Türkiye’de, Kürt halkı üzerindeki asimilasyon politikası birçok engellerin yanısıra Sovyetler döneminde Erivan’ın kültür alanında yaptığı faaliyetlere ve Barzani hareketinin yıllarca geliştirdiği direnişe takılıyordu. Dolayısıyla Balkan ve Kafkaslar’da gelişen milliyetçi dalgalanmarın boyutları dikkate alındığında, ister istemez bu ayaklanmaların Kürt halkına yansımaları çok daha geniş boyutlu olacaktı. Türkiye de yaşanan şaşkınlığın nedenlerinden biri buydu. Beklenilmeyen taraftan gelen rüzgâra hazırlıksız yakalanılmıştı.

    Türkiye bu bölgelerdeki gelişmeler karşısında sarsıntıya uğrayan ülkelerin başında geliyordu. Ayrıca bu bölgeler ve Ortadoğu üzerinde birbirleriyle rekabet içinde olan emperyalist güçlerin faaliyetleri paniğe yolaçmıştı. Bu panik farklı kültürleri hazmedememekten kaynaklanıyordu. Aslında demokrasi tüm kurum ve kurallarıyla işlerlik kazanmış olsaydı bu tür gelişmeler karşısında böylesi bir çelişkiyi yaşamayacaktı. Demokrasisi hâlâ kör topal yürüyordu. Üstelik bu konuda fazla bir çaba da harcanmıyor, demokrasiyi geliştirmemekte ayak diretiliyordu. Bu tutum ve anlayışla gelişmeler karşısında tutarlı bir tavır sergileyebilmek mümkün değildi. Cumhuriyetten buyana inkâr edilen Kürt sorunu beklenmedik bir anda ve farklı bir zeminde kendini dayatmıştı. Mevcut konumuyla ciddiye alınmama korkusunu sürekli içinde taşıyordu. Kaldı ki, milliyetçiliğin geliştiği Kafkaslar ve Balkanlar’da halklar birbirlerini inkâr etmiyordu. Oysa, Türkiye yıllardan beri Kürtlerin varlığını bile kabul etmemişti.

    Bu durum karşısında kafalar, herzamanki gibi en kolaycı çözümler üzerinde yoğunlaşmaya başlamıştı. Bu “yaratıcı” kafalara göre dünya dönüyordu ama Kürt meselesi gündemleştiğinde herşey duruyordu. Yeni çözümler bulmak gerekiyordu.

    Bulunan temel çözüm biçimlerine gelince;

    Birincisi; Kafkaslar’da kabaran Türk milliyetçiliğini olduğu gibi Anadolu’ya yaymaktı.

    İkincisi; Öcalan ve PKK provokasyonunu mümkün olduğunca geniş çaplı kılmak ve bundan sonuna kadar yararlanmaktı.

    Bir yandan Avrupa Topluluğuna girmek için can atar gibi bir görünüm verilirken, bir yandan da toplumda milliyetçi duygu ve düşünceleri geliştirmenin çabası veriliyordu. Aslında bu dönemde Türkiye, Avrupa Birliği’ne girmede kesinlikle samimi değildi. Avrupa’nın kabul etmemesinden ziyade, kendisini henüz hazırlıklı görmüyordu. Çünkü Paris ve Köpenhag kriterlerinin ne anlama geldiği çok iyi biliniyordu. Aday olunduğu taktirde Köpenhag kararları doğrultusunda uygulamalara geçilmesi zorunluydu. Ertelenmesi için herhangi bir bahane gösterilemezdi.

    Demokrasi ve insan haklarının geliştirilmesi de her zamanki gibi “erken” bulunuyordu. Yani bilinen mantıkla, toplumun aydınlanması, demokrasi ve insan haklarının geliştirilmesi “Türkiye’ye özgü demokrasi” bahanasiyle sakıncalı görülüyordu. Onca yıldır uygulandığı iddia edilen serbest pazar ekonomisine rağmen, “halka neyin, ne zaman gerekip gerekmediğini yönetim bilir” anlayışı henüz sürüyordu. Elbette bu mantık ve anlayışın devam ettirilmesinde rol oynayan esas nedenlerden biri, Kürt sorunuydu. Bu soruna istenilen doğrultuda yön verecek bir güce ulaşılamadığı sürece, Avrupa Birliğine girme sakıncalı bulunuyordu.

    Bu nedenle Kafkas ve Balkanlar’daki milliyetçi gelişmelere paralel olarak Anadolu’nun dörtbir köşesinde adeta yeniden bir Türk kimliği arayışı içine giriliyordu. Türk milliyetçiliği en ilkel biçimlerle ve tamemen çağdışı bir anlayışla açığa vuruluyordu. Artık “ne mutlu Türküm diyene” sloganı dahi yeterli görünmeyip, “ne mutlu Türk olana” sloganı önplana çıkarılmıştı. Gelişmemiş ve uluslaşma sürecini tamamlayamamış olmanın tüm kompleksleri kendisini gösteriyordu. Bin yılların Anadolu mozaiği, acımasız yöntemlerle yokedilmek isteniyordu. Modern çağın gelişmelerine tipik bir köylü zihniyetiyle karşı duruluyordu. Olmadık kahramanlık hikayeleri ve yine olmadık kahramanlar yaratılmıştı.Sokaklar artık“Büyük Türkler”den geçilmez olmuştu. Oysa bu türden ilkellikler ne Kafkaslarda, ne de Balkanlar’da görülmüştü. Bir Gürcüden, bir Ermeniden, bir Kürtden doğma adeta suç unsuru haline gelmişti. Türk olmayan milliyetlerden doğmama ise insanların elinde değildi. Tüm halklar için geçerli bu durum, Anadolu için daha bir anlamlıydı. Anadolunun bin yıllık önlenemeyen bir gerçeği ve özellikle de ayrıcalığıydı.İşte kitleler böylesi akıl almaz paradokslarla karşıkarşıya bırakılmıştı. Bir dönem Ermeni-Yezidi-Kurmanç üçlüsü ile ve zaman zaman da alevilerle sunniler arasında oynanan oyunlar, bu yıllarda tekrar sahneye konulmuştu.

    Ama bu sefer oyunlar sadece Doğu ile sınırlı bırakılmamış, neredeyse Türkiye çapında oynanmaya başlanmıştı. Karadeniz ve Akdeniz’ de geliştirilen provokasyonlar bunun açık örnekleriydi. Akdeniz ve Karadeniz’de alevilerin yoğunlukla yaşadığı bölgeler, hiçte tesadüfi seçilmiş bölgeler değildi. Balkanlar ve Kafkaslar’daki milliyetçi ve dinsel ayrılıkçılığın bu bölgelere yansımasının önü, bu provokasyonlarla alınmak istenmişti. Uygulanan; zayıf yönetimlerin korku salma politikasıydı. Farklı kültürleri ve farklı mezhep gruplarını zorla bastırma taktikleriydi. Çete, mafya, PKK ve bunların devlet içinde yuvalanmış siyasal destekçileri ülkemizi tapulu arazisi haline getirmişlerdi. PKK’ nin ikide bir “Karadeniz”, “Akdeniz” dosyaları açması, derin devletin bilgisi ve işbirliği dahilindeydi.

    Bu dönemin tipik özelliği; bir yandan olmadık sinsi planlarla kitlelerde Türk-İslam ideolojisini geliştirme, öte yandan da cumhuriyeti koruma adına baskı ve şiddet politikasının dozunu alabildiğine arttırma olarak özetlenebilir. Kemalizm ve laiklik zırhı arkasına sığınılarak devleti koruma adına, zaten bir türlü yükseltilemeyen demokrasi ve özgürlüklerin çatısı durmadan aşağıya çekiliyordu. Oysa, cumhuriyeti korumanın yolunundemokratik hak ve özgürlükleri geliştirmekten geçtiği çok iyi biliniyordu. Egemen güçler bol bol cumhuriyet savunuculuğu yaparken, sözbirliği etmişcesine demokrasiyi genişletmenin gerekliliği üzerinde durmamayı temel almışlardı. Çünkü gelişmiş demokratik bir ortamda, çapulculuğu sürdürme olanağı yoktu. Demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerden yoksun kılınmış kalaslar üzerinde duran bir cumhuriyet işlerine daha çok geliyordu. Kemalizm ile ümmet toplum anlayışını çakıştırmaya yönelik faaliyetler başka türlü yürütülemezdi. Dolayısıyla solun başında balyoz hiç eksik edilmiyor, devrimci-demokrat kitle örgütlenmelerinin haksızlığa karşı her çıkışı şiddetle bastırılıyordu. Aydınlar üzerinde acımasız bir terör estiriliyordu. Düşünme, düşündüklerini kaleme alma suçların en büyüğü sayılıyordu. Teröre karışmayanlar neredeyse potansiyel suçlu kabul edilmişti. Bu nedenle de, bu dönemde faili meçhul cinayetlere kurban giden aydınların sayısı oldukça yüksekti. Bunlar ve benzeri uygulamalar; korkak, bencil, gelişmeler karşısında bağımsız insiyatif koymaktan uzak, korunmacılığa alışmış bir burjuvazinin sergileyebileceği tavırlardı.

    İşte böylesi bir geçiş döneminde PKK’ye ihtiyaç vardı. PKK, yığınların dikkatlerini dağıtmanın, egemen güçlerin çirkefliklerini örtülemenin, hak arama ve düşünce özgürlüğünü bastırmanın bulunmaz bir aracıydı. Milli gelirin kişibaşına dağılımının 3000 dolar olduğu toplumlarda bu tür acımasız entrikaların çevrilmesi, dolayısıyla anti-demokratik uygulamaların ciddi engellerle karşılaşmaması pek şaşırtıcı olmasa gerek.

    Egemen güçlerin izlediği seyre bağlı olarak PKK’nin de eşzamanlı bir biçimde aynı taktikleri ve yöntemleri izlemesi beklenen bir durumdu. Abdullah Öcalan, SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte artık sosyalizm maskesini bir tarafa bırakıyor, yerine islamcı maskeyi takıyordu. İslamcı fırtınaların hızına kapılarak hemen tüm konuşmalarında ve demeçlerinde islamcı düşünceyi işlemeye başlamıştı. 90’lı yılların başından itibaren güdümlü birçok islamcı grup PKK’nin yedeğine verilmişti. Sosyalizmi eleştirilip yerden yere vuran A.Öcalan, kendisini son peygamber olarak ilan etmeyi de ihmal etmiyordu. Hatta zaman zaman peygamberlikle yetinmeyi az buluyor, tanrılığa kadar yükseliyordu. Bunu müritlerine onaylatmaktaysa hiç zorlanmıyordu;

     “Hiç bir felsefi tanımlama veya teorik yargı, tek başına Abdullah Öcalan’ı tümüyle kendi kapsamına alacak bir genişliğe sahip değildir. (…) bunun anlaşılması için ise, deyim yerindeyse insanın bugünkü sistem çerçevesi dahilinde oluşmak zorunda bırakılmış bir anlama gü- cü yetmemektedir. (…) Başkan Apo’nun gerçeği, sadece onun sözle dile getirdiği teorik literatürün toplamı bir gerçek olmaktan son derece uzaktır ve bu türden bir yargı olayın anlaşılmasında eksiklik yaratmaktan da öteye, oldukça yanılgılı sonuçlara götürecektir.(…) Onun tanrısal bir güç olarak değerlendirilmesinin en başlıca bir sebebi de,onun anlaşılmasının zorluğundan kaynaklanmaktadır.”(15) 

    Böylesine anlaşılmaz saçmalıkları aktarmak zorunda kalışımız elbette hoş bir durum değil. Ama ıslam gizemciliği adına Apocu kafaların nasıl bir mantık silsilesine sahip olduklarını anlamak açısından iyi bir örnektir. Gerek yerel, gerekse genel seçimlerde islamcı parti ve gruplarla işbirliğine niçin gittikleri şimdi daha kolay anlaşılıyor. Hatta bazı adaylar için para karşılığı oy avcılığı yaptıkları da biliniyor.

    Sadece islamcılığın değil, Türk milliyetçiliğinin alabildiğine pohpohlandığı dönemlerde A.Öcalan ve PKK’nin de aynı şekilde milliyetçi propaganda ve ajitasyona hız verdiğini görüyoruz;

    “Türk boy beyleri Ortadoğu’ya yönelişlerinde ve sınıflı toplumda mesafe alışlarındaki bu feodelleşmedir- görüyoruz ki, başkalarının top- raklarını işgal etmek kadar, insanlarını ve tabii ki kadınını da köleleş- tiriyorlar. Halihazırda halen etkilendiğimiz dünya, oluşan kişilik bunun sonucudur. Kadının bir meta konusu haline getirilmesinde Türklerin Ortadoğuya yayılmasının çok ciddi bir rolü vardır…”(16) 

    Azgınca geliştirilen Türk milliyetçiliğine paralel olarak A.Öcalan da sahte Kürt milliyetçiliği yapmış, halklar arası düşmanlıkları körüklemek için elinden geleni ardına koymamıştır. Kürt kadının ezilmişliğini ve çağımızda hak ettiği yere gelememiş olmasını, Türk halkının varlığına bağlayacak kadar dengesizleşmiştir. Sadece Kürt kadınının değil, genelde kadınlar üzerindeki baskıyı tarihi süreç içindeki üretim ilişkilerinden ve sosyal gelişmelerden bağımsızlaştırarak, Türkler’in Anadolu’ ya yerleşmesine bağlayacak kadar zırvalamıştır. Elbette bunları durup dururken ortaya atmamıştır. Onun tüm çabası, egemen güçlerin dönemlere göre geliştirdiği konseptleri, aldığı sorumluluk düzeyinde harfiyen uygulamak olmuştur. Buradaki görevi de Türk milliyetçiliğini tamı tamına taklit etmekti. Daha doğru bir deyişle, Türk milliyetçiliğinin Doğu’da yaygılmaşmasına hizmet ederek, Kürt kimliğinin bastırılmasına yardımcı olmaktı.

    Demokrasinin geliştiği ülkelere baktığımızda toplumun sorgulayıcı olduğunu görüyoruz. Amerika’da Buch ve İngiltere’de Margaret Theatcher hükümetleri, Körfez savaşında birkaç asker kayıbıyla sınırlı kaldıkları halde, sırf savaş yanlısı tutum takındıklarından dolayı iktidarlarından oldular. Ülkemizde ise insanlar bırakalım hesap sormayı, küçümsenmeyecek bir kesim marşlar eşliğinde savaş kışkırtıcılığına alkış tutmuştur. Bu durum, yerine oturmamış, uluslaşmasını henüz tamamlayamamış toplumlara özgüdür. Yani toplumun sanayileşmesiyle, kalkınmışlık ve eğitim düzeyi ile ilintilidir. Orta öğrenimi bitirmiş gençliğin yarısına yakın sayılacak bir bölümü İmam Hatip okullarından mezundur. Aktif olan işgücünün neredeyse yüzde seksenine yakın bir kesimi ilkokul diplomalıdır. Lise mezunları içinde üniversiteye devamedenlerin oranı henüz yüzde yirminin altındadır. Mesleki eğitim hiçe sayılmıştır. Halk her türlü sosyal güvenceden uzak, asgari ücretin altında, günlük ekmek parasına çalışmaya mahkum edilmiştir. Böyle bir toplumda şiddetin kutsanır hale getirilmesine şaşmamak gerekir. Nitekim, azgın ulusal milliyetçilik, daha çok emekçi sınıfların lumpen kesimlerinde etkili olmuştur.Türkiye’de 1980’lerden buyana köylülüğün içinde bulunduğu durum ve göçlerden dolayı büyük kentlerin kenar mahallelerinde yoğunlaşan nüfusun ekonomik ve sosyal koşulları düşünülürse, bu tarz bir milliyetçiliğin gelişip güçlenmesi doğaldır. 

    Birçok alanda çağdışı koşulların egemen olduğu ülkemizde, PKK gibi bir maşanın ortaya çıkıp kitleler üzerinde terör estirmesi kolaydır. PKK’nin bir dönem için yerine getirdiği yükümlülüklerin doğurduğu sonuçlar bilince çıkartılırsa, niteliği de çok iyi kavranır. Bugün PKK torbasının ağzı büzülmeye başlanmıştır, sıkılması ise daha çok Kuzey Irak’ taki gelişmelere ve derin devlet diye ifade edilen güç odaklarının devlet içinden tamemen sökülüp atılmasına, yani siyasi erkte ayrışmanın netleşmesine bağlıdır.

    İşte saydığımız bütün bu nedenlerden ötürü egemen güçlerin 15 yıl gibi uzun bir süreye ihtiyacı vardı. A.Öcalan ve PKK’nin sunduğu hizmetler sayesinde bu sürenin en iyi biçimde değerlendirildiği söylenebilir.

 

 

 

 

 

 

                          SERHİLDANLAR YUTTURMACASI

 

    Serbest pazar uygulamalarına geçilmesiyle birlikte yoğunlaşan sınır ticareti yeni gelişmelerin habercisi olma özelliğini taşıyordu. Yine, K. Irak’ta yürütülen mücadelenin olası etkileri, egemen kesimleri düşündürmeye başlamıştı. Gerçi bu yönlü tedbirler çok önceden alınmıştı ama alınan bu tedbirlerin derinleştirilerek sürdürülmesi gerekiyordu. Bahsettiğimiz bu tedbirlerin önemli halkalarından birini oluşturan PKK, 90’lı yılların başından itibaren bir de bu yönlü hizmetler vermeye baş lamıştı. Şırnak, Cizre, Nuseybin vb. yörelerde sınır ticaretinin yoğunlaşması ve bu ticari ilişkilerin sürdürülmesi süreci içinde K.Irak’tan muhtemel etkileşim, PKK’nin devreye girmesiyle engellenmişti. Yani ortaya çıkması muhtemel bir kimlik sorunu arayışının önü daha başlamadan alınmıştı. PKK’nin “serhildanlar”diye yutturmaya çalıştığı şey, aslında derin devletin bilinçli uygulamalarından başka birşey değildi.Amaç; hem K.Irak’tan muhtemel bir etkileşimi engellemek, hem de bu süreç içinde sınır ticaretine çete ve mafyanın egemen olmasını sağlamaktı. Nitekim bu konuda 92’den itibaren büyük başarı sağlanmış, geçimini sınır ticaretiyle sağlayan kesimler haraca bağlanmıştı. Derin devletle işbirliği halinde bu pastadan önemli pay alanlardan biri de PKK, yani Abdullah Öcalan olmuştu. Aynı zamanda bu süreç için- de yatırımcı burjuvazinin gelişmesi engellenmiş ve talancılığın egemen kılınması bizzat PKK aracılığla başarılmıştı. Abdullah Öcalan’ın, yörenin büyük feodal beyleriyle, aşiret reisleriyle ve mafya liderleriyle yürüttüğü görüşmeler sonucunda sınır kapıları bölüşülmüştü. “Serhildanlar”,bahsettiğimiz bir de bu karanlık ilişkileri örtülemede kullanılan araçtı. 18 Nisan 1998 seçim sonuçları da “halk hareketi” diye yutturulmaya kalkışılan olayların kimler tarafında düzenlendiğini açık biçimde göstermektedir. “Kale” olarak nitelenen birçok kaza ve beldede MHP, birinci parti durumuna yükselmiştir.

    Aynı oyunlar kısa bir dönem için Karadeniz’de de yürürlüğe konulmak istenmişti. PKK’nin “Karadeniz Dosyası” açtığı dönem, bölge halkının büyük çalkantılar içinde bulunduğu bir döneme denk gelmekteydi. Özellikle kırsal kesimde sisteme karşı gelişen bir muhalefet vardı. Halk bir yandan ürünlerine yüksek taban fiyatlar isterken, bir yandan da devlete sattığı ürünlerin parasını alabilmenin mücadelesini vermekteydi. Diğer alanlarda olduğu gibi işsizlik, yoksulluk ve göç bölgenin en büyük sorunuydu. Köylülerin sattığı ürünler, banka ve kooperatiflerden aldıkları kredilerin faizlerine yetmiyordu. 60-70’li yılların köşebaşı faizcileri ve vurguncuları, ipotekçileri işbaşına geçmişti. Küçük işletmeler ve esnaf arka arkaya kepengler indirmeye başlamıştı. Hükümet sorumluları bölgeye seyahat edemez hale gelmişti. Halk geniş katılımlı protesto ve mitinglerle sesini duyurmaya hazırlanıyordu. 68-70 dönemi adeta yeniden gelmek üzereydi. Ayrıca ekonomik ve sosyal koşullardan kaynaklanan sorunlar, kısa sürede halledilecek sorunlar değildi. Derin devlet bu durumdan yararlanmak için kolları sıvamakta gecikmemişti. Emirlerine amade olan PKK, her yerde olduğu gibi Karadeniz’de de imdadlarına yetişmişti. İki-üç çapulcusuyla Karadeniz’de olduğunu hergün TV ekranlarından duyurmaya başlamıştı. Bu arada Gürcü-Laz, Gürcü-Türk ve alevi-sunni vb. yapay çelişkiler de sürekli körükleniyordu. Bu yolla Kafkaslar, Rusya Federasyonu ve Avrupa’ya yönelik ticaret yolları tutulmak istenmişti. Geliştirilmek istenen provokasyonlar, mafyanın, çetelerin ve bu arada A. Öcalan’ın daha büyük kârlar ve kazançlar sağlamasına yarayacaktı. Amaçları uzun süreli bir provokasyon geliştirmekti ama başaramadılar. Karadeniz tamamen farklı bir yapıdaydı. Bölge hassas dengeler üzerine kurulmuştu. Yöre halkının uyanıklığı ve siyasal gelişmelerin farklı boyutlar kazanması sonucu, bölgede geliştirilmek istenen provokasyonların önü erkenden alınmıştı.

    Uygulanan yöntemler başka ülkelerde toplumun altüst oluşuna neden olacak kadar tehlikeli yöntemlerdi. Öyleyse derin devletin bu kadar geniş çember içinde hareket etmesine aktif tavır neden alınmamıştı ? Açık ki, egemen güçler, PKK ve Abdullah Öcalan aracılığıyla siyasal hedeflerine ulaşmayı amaçlarlarken asıl güvendikleri şey, Kürtler’in bir kimlik arayışı içinde olmamalarıydı. Daha başka bir ifadeyle, kimliğini bulmuş bir toplumla karşı karşıya olmadıklarının bilincindeydiler. Toplumun kimlik arayışından çok, daha iyi bir sosyal yaşam peşinde koştuğunu çok iyi biliyorlardı. Aydınların da toplumu etkileme gücünün oldukça sınırlı olduğunu bilmek için kâhin olmaya gerek yoktu. Serbest pazar ekonomisine geçildiğinden bu yana özellikle sosyolojik araştırmalara hız verilmesi boşuna değildi.

    Bunları söylerken, Kürtler’in tamamen bu yönlü çabaların dışında kaldığı elbette iddia edilemez. Örneğin; yaygın bir okuyucu kitlesi olmamasına karşın, bilinen bu çabalar sonucunda yayınlanan Kürtçe kitaplar artmıştır. Kürtçe kasetler çoğalmıştır. Televizyonlarda hiç çekinilmeden ”ben Kürdüm” denilmeye başlanmıştır. Eskiden bırakalım televizyon ekranında, Batı’nın her hangi bir şehrine gidildiğinde bile ”Kürdüm” demekten korkulurdu. Şalvar veya puşuyla pek fazla gezilmezdi. Bunlar aşağılanmanın bir gerekçesi olarak görülürdü. Kimilerince basit gözükse de, bu tür aşamalar bir halkın kimlik mücadelesinde önemli noktalardır. Örnekler çoğaltılabilinir. Ama tüm bunlara rağmen, Kürtler kimlik için mücadele eder konumda değildi. Çabalar, her bölgede olduğu gibi daha çok ekonomik ve sosyal sorunları aşma çabalarıydı.

    Yeri gelmişken sorunu biraz daha açmakta yarar var.

 

 

 

                                ABARTILAN KİMLİK SORUNU

        

    Derin devlet desteğinde Öcalan ve takımı ellerine tutuşturulan projeleri hayata geçirmeye çalışırken, herşeye rağmen karşılaştıkları ciddi sorunlar da vardı. Hedeflerine ulaşmak için uyguladıkları yöntemlerin bir çok noktada ters tepişi sözkonusuydu. Özal’ın tek başına iktidar olduğu dönemde, hızlı ve kontrolsüz bir biçimde uygulamaya koyduğu serbest pazar ekonomisi, Doğu ve Güneydoğu’da daha yıkıcı bir hâl almıştı. Yoksulluk ve sefalet Batı’ya oranla daha yaygın bir haldeydi. Bütün bunlara rağmen, milliyetçi duygular ve kimlik arayışının yerini farklılıkların yontulması almıştı. Bunda gerek yoğun biçimde Batı’ya göçün getirdiği olanakların, gerekse de aydınlanma ve bilinç düzeyinin daha çok orta sınıflar arasında gelişmesinin rolü vardı. Ayrıca PKK’nin topluma yönelik terör politikasında Türk milliyetçiliğinin propaganda ve ajitasyon yöntemlerini temel almasının da önemli et- kileri olmuştu.

    Aynı döneme denk gelecek biçimde, 80’li yıllar boyu geliştirilen serbest pazar uygulamaları, etkisini, daha net biçimde 90’lı yıllarda vermeye başlamıştı. Ulaşım, eğitim, haberleşme ve ticaret alanlarında yaşanan gelişmeler, Kürt toplumunun da dünyaya açılmasını sağlamıştı. Bu anlamda Balkanlar’da ve Kafkaslar’da esen milliyetçi rüzgârların, kendisini, aynı biçimde Türkiye üzerinde göstermesi mümkün değildi. Türkiye’de bunun etkisini azaltacak ciddi sosyal gelişmeler vardı. Aynı döneme denk düşecek biçimde Kürtçe gazeteler, kitaplar yayınlanıyor, Kürtçe türküler serbestçe söyleniyordu. Kürtçe basılan kitaplar, gazeteler ve kasetler sayı olarak artmıştı ama satış oranları oldukça düşüktü. Hatta maliyetlerini karşılamaktan dahi uzaktı. Kürtçe basın ve yayın alanında karşılaşılan bu durum, aslında şaşırtıcı değildi. Durumu sadece baskı ve korku nedenleriyle açıklama, sorunu en ucuz bir yöntemle savuşturmadır. Elbette Kürtçenin eğitim-öğretim dili olarak kullanılmaması ve yasak olması bir nedendir, ama bunu her türlü gelişmenin önünde tek başına belirleyici olarak görme de yanlıştır.

    Yine Doğu’dan Batı’ya milyonları bulan bir göç dalgası yaşanmıştı. Ama aynı dönemde büyük kentlere iç bölgelerden de büyük göçler vardı. Doğu’dan gelen göçlerle iç bölgelerden gelen göçler büyük kentlerde aynı kaderi paylaşmaktaydı. Paylaşılan da, yoksulluk ve sefaletti. Sanayideki gelişmeyle orantısız yaşanan göçün zaten paylaşacağı pek fazla bir şey yoktu. Çünkü göçler gelişen sanayinin kat kat üstündeydi. Böylesi koşullarda Kürtlerin kimlik arayışı peşinde koşmaları beklenemezdi. Nitekim Batı’ya göç eden Kürtler arasında kimlik arayışına yönelik bir gelişme de yaşanmamıştı. Buna rağmen PKK’yi Türkiye’de olan biten tüm olumsuzlukların kaynağı olarak tanımlama, egemen çevrelerin işine geliyordu. Böylece ezilen emekçi yığınların her eylemi, demokrasinin geliştirilmesi için yürütülen her çaba daha kolayca boşa çıkarılıyordu. PKK, egemen güçlerin elinde, devrimci demokratik mücadeleye karşı kullanılan sihirli bir değnek gibiydi. Egemen güçler açısından yönetim adeta sorunsuz hale getirilmişti. Yönetime gerekli olan “dikensiz gül bahçesi” Öcalan ve güruhu tarafından yaratılmıştı. Böylece en önemli görevlerinden birini daha başarıyla yerine getirmişlerdi.

    Orta sınıfların da Kürt sorunu diye bir sorunlarının olduğu söylenemez. Aydınlanma, bilinç ve kültür bakımından gelişkin olanlar da bu kesimlerdi. Sorunu bu biçimiyle önplana çıkarmaya çalışanlara zaten olumlu bir gözle bakılmıyordu. Bu kesimlerin içinde yer alan bürokratlar, esnaflar, küçük üreticiler vb. ekonomik zorluklar içinde çırpınıp, günlük yaşamını devam ettirmenin çabasını veriyordu. Ayrıca, dünyadaki gelişmeleri izledikce kimlik arayışından çok, daha iyi bir sosyal yaşam çabasına yöneliyordu. Biraz palazlanmış durumda olanlar ise, daha fazla kazanmanın ve çağa uygun modern yaşantı sağlamanın peşinde koşuyordu.  

    Gelişmekte olan burjuvazi ise daha fazla kâr etmeyi, büyümeyi, holdingleşmeyi hedef olarak önüne koymuştu. Bölgede büyümeye ve gelişmeye başlayan burjuvalaşma artık direkt Avrupayla ilişki içine girmişti. Bu anlamda ne “alt” ne de “üst” kimlik diye bir sorunları yoktu.

    Egemen güçlerden feodallere gelince; bunların eskiden bu yana olan tavır ve anlayışlarında hiç bir değişiklik olmamıştı. Bu kesimin verdiği tek kavga hızla burjuvalaşma arzusundan başka birşey değildi. Bütün çabaları; serbest pazarın sunduğu olanakları devlet ve bürokrasiyle olan bağlantılarıyla birleştirerek bir an evvel burjuvalaşmaktı. Feodallerin önemli bir çoğunluğu, paralarıyla şehirlerde ev satın alarak sadece keyfe bakan feodaller olmaktan çıkmıştı. Banka kredileriyle beslenmede fazla zorluk çekmediklerinden, sanayi yatırımlarına, işletmelere el atarak veya Batı’da ortaklıklar kurarak burjuvalaşıyorlardı. Böylesi bir geçişle sanayici olup olmayacakları ayrı bir tartışma konusudur. Ama kabul etmek gerekir ki, Avrupa anlamında bir burjuvalaşma da hayalciliktir.

    Yoğunlaşan kapitalist ilişkiler içinde Hakkari, Şırnak ve Van gibi geçmişin en katı feodal ve aşiret ilişkilerinin hüküm sürdüğü bölgelerde bile ekonomik ve sosyal alanlarda çok ileri gelişmeler ortaya çıkmıştı. Artık bölgede kırsal kesime kadar rock ve pop müziği dinlenir hale gelmişti. Katı feodal gelenekler önemli oranda aşınmaya başlamıştı. Bunun yanısıra, serbest pazar uygulamalarıyla birlikte aşiret ilişkilerinin de geçmişten daha yoğun bir tarzda çözüleceği umulmuştu ama bir ölçüde tersi oldu. Çünkü PKK’nin halk üzerinde geliştirdiği terör karşısında aşiretler varlıklarını ve çıkarlarını ayakta tutacak arayışlar içine girmişlerdi. Bu da daha çok aşiretler halinde köy koruculuğuna yönelme olarak kendini göstermişti. Köy koruculuğu ister istemez toplumun aşiretsel bölünmüşlüğünü pekiştiren bir etkiydi. Korucu aşiretler, devlet tarafından sağlanan ekonomik olanaklarla daha iyi bir sosyal yaşam düzeyine ulaşıyor, ama diğer taraftan toplumun gelişmesinin önünde engel olan aşiretsel yapının da ayakta kalmasını sağ- lıyordu. Bölünmüş bir toplumda ciddi bir kimlik kavgasının olmayacağı açıktır. Böylece iki zıt çelişki bir arada yaşandı diyebiliriz. 

    Bölgede 80’ler sonrası pazar ilişkileri doğal seyrinde gelişmiş olsay- dı aşiretlerin çözülmesi hem daha hızlı seyredecekti, hem de daha bilinçli kimlik arayışı içine girilecekti. Ama PKK böylesine çelişkili bir sürecin gelişmesine neden olduğundan, toplumun çağ dışı aşiret ilişkileriyle bölünmesini pekiştirmiş oldu. ANAP’ın tek başına iktidar olmasıyla başlayan bahsettiğimiz bu süreç, PKK engeline takılmamış olsaydı, belki çok daha farklı, ileriye yönelik sonuçlara yol açacaktı. Her şeyden önemlisi, özelde işçi sınıfı, genelde sivil toplum hareketleri daha ileri düzeylerde seyredecekti. Dolayısıyla egemen güçler de kolay yönetilen bir toplumla karşı karşıya olmayacaklardı. Ama A.Öcalan ve PKK provokasyonları sürecin yönünü sürekli egemen güçlerin lehine tutmayı başarmıştı. 24 Ocak kararları nasıl cuntayla uygulamaya konulmuşsa, sonuçlarının toplanması da PKK sayesinde olanaklı hale gelmişti.

    Bu arada aydınların durumuna değinmekte de fayda var. Aydınlar adeta apansız yakalanmıştı. Önemli bir kesimi hâlâ sömürge teorileri üzerinde kafa yorarken, bir kısmı da “alt kimlik” tanınması gibi ne olduğu belli olmayan uğraşlar içindeydi. Özellikle alt kimlik sorununa büyük kent aydınlarının bir kısmı da katılmıştı. Diğer bir kesimi ise PKK’nin niteliğini, işlevini çok iyi bilmesine karşın çok ciddi yanılgılara düşerek, “bunları kullanarak belki birşeyler koparırız” sevdasına düşmüştü. Bu aydınların içinde, Öcalan’ın ajanlığı ve provokatörlüğü konusunda geçmişte mangalda kül bırakmayanların bulunması, bir başka renk cümbüşüydü. Akıllarınca kulanmaya kalkıştılar ama, kimi kime karşı kullandıkları üzerinde hiç kafa yorma zahmetine katlanmadılar.

    Denilebilinir ki aydınlar,Türkiye’de 80’li ve 90’lı yılarda ortaya çıkan her alandaki değişimleri, özellikle SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte ortaya çıkan uluslararası gelişmeleri yeterince kavramaktan uzak kaldılar. Sonuçta potansiyel bir güç konumuna gelemediler. Önemli bir kısmı DEP’te olduğu gibi, PKK’ nin provokasyonuna gelerek egemen güçlerce tam zamanında kullanıldılar ve tamemen saf dışı bırakıldılar. Türkiye’de egemen güçlerin estirdiği terörü herhalde yeterli bulmamış olacaklar ki, PKK aracılığıyla büyük tekelci güçlerin sosyal demokrasiyi ve sol’u tasfiye politikasının aleti oldular.

    Zaten aydınları yanlış düşüncelere sürükleyen nedenlerin başında, DEP ve daha sonra HADEP’in durumu geliyordu. Bu partilerin Doğu ve Güneydoğu’da az da olsa oy toplaması yanılgıların asıl kaynağı oldu. Oysa bu durum toplumun beklenilen doğrultuda bir kimlik arayışı içine girdiğini göstermiyordu. Gerçekte, kontrolsüz geliştirilen serbest pazar politikasının getirdiği açlık ve sefaletten etkilenen kesimlerin sisteme duyduğu tepkiyi ifade ediyordu. Dikkat edilirse, bu partilerin oy topladığı bölgeler, kişi başına milli gelirin en az olduğu bölgelerdir. Yani; yoksulluğa ve sefalete itilen, kapitalist üretimle yeterince ilişki içine girememiş kesimlerin terkedilmişliğini hatırlama durumu vardır. Bu da daha çok içe kapanmayı ve yöresinden çıkışlara destek vermeyi getirmiştir. Ayrıca, biraz da şark kurnazlığıyla Kürtlüğünü hatırlatırsa devletten bir şeyler kopartacağına inanarak geliştirilen bir hareket tarzı vardır. Toprağa bağlı küçük üreticiliğin, köylülüğün tipik özellikleri sergilenmiştir. Yoksa bilinçli kimliğini vurgulayan, milliyet farkını gözeterek eşit haklara sahip olmak için kullanılan oylar değildir.

    Peki kimlik olayını önplanda tutarak oy kullanan yok muydu? Açıkça söylemek gerekirse, bunların oranı yüzde bir bile değildir. Çeşitli biçimlerde devletin kolluk kuvvetlerince baskıya uğramış, çocukları ve yakınları hapishanelerde olan aileler bile, bilinçten uzak, daha çok kin alma duygusuyla DEP ve HADEP’e oy vermiştir.

    DEP’e ve HADEP’e oy verilmesinin altında yatan bazı başka nedenler daha vardı. Bunların başında hem direkt devletin, hem de PKK’ nin baskılarından bunalmış kesimlerin üçüncü bir yol arayışı içinde olmaları geliyordu. Milyonları bulan Kürt göçüne rağmen azda olsa Batı’da oy toplamaları yine yapılan bu baskılara karşı duyulan serzeniştir. Ayrıca bizzat egemen güçlerin şöven politikalarından ve propagandalarından bıkan kesimlerden bir kısmı da son seçimlerde HADEP’e oy vermiştir. Bu da kitlelerce geliştirilen bir protesto biçimin- den başka birşey değildir.

    Bu her iki partinin de konjoktörü değerlendirmeden uzak oluşları kitlelere mal olmalarını engellemiştir. Bugün HADEP halkın verdiği mesajları almaktan, halkın nabzını tutmaktan çok uzak olduğunu her yönüyle göstermiştir. PKK’yi oy toplamanın aracı olarak görme gibi büyük bir yanılgının içine düşmüştür. Kendi ayakları üzerinde durabilecek bir örgütlenmeden yoksundur. PKK’ye, yani teröre bulaşmamış aydınlar sırf düşüncelerinden dolayı hapishanelere tıkılırken, yine yasal sınırlar içinde hareket eden bazı Kürt partileri kapatılılırken, HADEP biraz düşünmek zorundaydı. Kaldı ki bu, demokratlığın da bir ölçütüdür. Derin devletle ve uluslararası istihbarat örgütleriyle fingirdeşen PKK ile olan işbirliği üzerine kafa yorma zahmetine katlanmalıydı. Adı sıkça PKK’yle anılmasına rağmen kendisine tanınan ayrıcalığın nedenleri üzerinde durmalıydı.

    Derin devletin çıkarı, demokrasi ve insan haklarının önündeki engellerin kaldırılmasından, çağın ihtiyaçlarına cevap verecek bir düzeye getirilmesinden geçmiyor. Varlık nedeni, baskı ve şiddet politikasının sürekli kılınmasına dayanıyor. HADEP’in ömrünün uzatılmasındaki sır işte budur. Bu nedenle, Abdullah Öcalan’ın ifadesi ve mahkemedeki itiraflarına rağmen HADEP hakkında herhangi bir hukuki işlem yapılmamasını normal karşılamak gerekir. Çünkü PKK-HADEP ilişkilerinin devamı, Türkiye’de demokratik gelişmelerin önüne oturtulmuş bir tampon olarak kullanılmaktadır. Bunun için PKK’ye ve yardımcılarına meydanlar serbest bırakılmış, bilinçli bir politikayla çoğu kez güçlenmelerine göz yumulmuştur. Bu politikanın nereye kadar sürdürüleceğini önümüzdeki süreçte ortaya çıkacak siyasal gelişmelerin yönü tayin edecektir. Ayrıca HADEP önümüzdeki süreçte PKK külfetinden kurtulmak için her hangi bir çaba gösterecek mi? Böyle bir çaba içine girmeye cesaret edebilecek mi, edemeyecek mi? Bunlar önemlidir. HADEP’in kendi kendisiyle hesaplaşıp hesaplaşmaması geleceğini de tayin edecektir.

 

 

                          15 YIL SONRA NELER DEĞİŞTİ?

 

    1996’ya gelindiğinde egemen güçler artık eski yöntemlerle gidilemeyeceğini kavramışlardı. SSCB’nin yıkılışından sonra ortaya çıkan boşluklar önemli oranda giderilmiş, genelde yeni dengeler oluşturulmuştu. Gelinen noktada, özellikle de Yugoslavya üzerinde istenilen düzenlemeler büyük oranda sonuca ulaştırılmıştı. Aynı biçimde Kafkaslar’ da birtakım sorunlara rağmen stabilize olmaya yönelmişti. Ortaya çıkan yeni ülkelerin iktidarlarını güçlendirme ve bu ülke pazarlarını dünyaya açma zamanı artık gelmişti. ABD ve B.Avrupanın yapacağı girişimlere karşı aktif tavır geliştirme gücünden Rusya Federasyonu yoksun kılınmıştı. Rusya, uluslararası banka ve finans kuruluşlarına çoktan bağımlı hale gelmişti. Ekonomisini, Dünya Bankası ve IMF olmaksızın ayakta tutamaz durumdaydı. Aynı zamanda gücünü zorlayan ulusal azınlık problemleriye uğraşmaktan nefes alamıyordu.

    Kafkaslar’da ortaya çıkan gelişmeler, bir anlamda da ulus-devlet modelinin sorgulanmasıydı. Gürcistan, Azerbaycan ve diğer Türk cumhuriyetleri bağımsız devletler biçiminde ortaya çıkmışlardı ama bir yığın farklı milliyet ve azınlık sorunlarıyla da uğraşmak zorundaydılar. Çözüm yine de B.Arupa’nın bulmuş olduğu ulus-devlet modelinde aranıyordu. Oysa bu, Avrupa’da bile artık sorgulanmaya başlanmıştı. Yeni dünya dengeleri içinde ve globalleşme koşullarında Balkanlar’da ve Kafkaslar’da dayatılan modelin ne oranda çözümleyici bir faktör olacağı ister istemez tartışma götürüyordu. Buralarda ortaya çıkan ulus-devletlerin azınlıklara karşı tutum ve davranışları Türkiye’den çok farklıydı. Bu devletlere egemen olan uluslar, diğer azınlık ve milliyetlerin varlığını inkâr etmiyorlardı ama, devlette eşit haklara sahip olmalarını da kabullenemiyorlardı. Bu tutum ve anlayış, ister istemez egemen ulus milliyetçiliğini körüklediği kadar, azınlık milliyetçiliğini de kızıştırırıyor ve yaygınlaştırıyordu.

    Gelişen serbest pazar ilişkileri, ulaşım ve haberleşme teknolojisi karşısında, din, bir üst kimlik olarak birleştirici bir etki gösteremez olmuştu. Dini ilişkiler, eskiden sömürgelerde görüldüğü gibi ayaklanmalarda başlıbaşına katalizör görevi görmekten çıkmıştı. Hatta azınlıkların ve milliyetlerin kimlik arayışında önemli bir faktör olma özelliğini de kaybetmişti. Yani, aynı dine sahip olmasına karşın farklı kimlik ve farklı ulusal özellikler taşıyan toplumlarda din, birleştirici bir rol oynayamıyordu. Her halk, kimliğini ve ulusal özelliğini din faktörünün önüne çıkarmıştı. “Kardeşiz, dindaşız, ama sen biraz geride kal” anlayışına karşı çıkılıyordu. Bunun yerini milliyetler temelinde her konuda eşitlik anlayışı almıştı.

    İşte, Türkiye’nin büyük boyutlarda yaşadığı istikrarsızlığın bir nedeni de, bu tür gelişmelerdi. Egemen güçler SSCB’nin yıkılışıyla birlikte en telaşlı günlerini yaşıyorlardı. Akılcı, çağa yaraşır demokratik çerçevede çözümler üretme yerine, bilinen klasik yöntemlere başvurarak dönemi atlatma çabası içine girmişlerdi. Oysa Anadolu’nun yapısı, tarihi geçmişi ve olanakları dikkate alındığında, paniğe kapılmaya hiçte gerek yoktu. Kafkaslarda ve Orta Asya’daki Türk cumhuriyetlerinde ortaya çıkan yaygın Türk milliyetçiliğini Anadolu’ya yaygınlaştırmak Türkiye’ye yapılan en büyük kötülüktü. Ülkemizin tarihten gelme mozaik yapısına darbe vurulmuştu.

    Bu dönemde özellikle de Kürt milliyetçiliğinin gelişme tehlikesinin önüne geçmek için egemen ulus milliyetçiliğinin körüklenmesi dikkat çekiciydi. İlk başlarda islami temelde yapılan bu milliyetçilik, 90’lı yılların ortalarından itibaren ağırlıklı olarak Türk milliyetçiliğine dönüştürülmüştü. Çünkü Özal’ın kontrolsüz serbest pazar uygulamalarıyla korkunç bir sosyal adaletsizlik geliştirilmiş, toplumda yoksullaşma had safhaya varmıştı. Dini temeldeki milliyetçilik giderek bir sosyal temele oturmaya başlamıştı. Bu gelişmeyi belli sınırlar içinde tutma ise olanaklı gözükmüyordu. Bunlar giderek rejimi ve Cumhuriyeti tehdit eder hale gelmişti. Bir zamanlar ortaya çıkan boşluğu kapatmak için ileri sürülmüş olan bu alternatif, kullananların da temellerini oymaya başlamıştı. Gelecek tehlikenin bu yönünü kırabilmek için bu kez Türk milliyetçiliği temel alınmaya başlanmıştı.

    1996’ya gelindiğinde dış ve iç gelişmeler biraz daha berraklaşmaya başlamıştı. Türkiye başlangıçtaki şoku yavaş yavaş atlatmış, globalleşmenin sendrumundan kurtulmuştu.

    Bilindiği gibi Türkiye’yi istikrarsızlığın içine iten önemli nedenlerden biri, Kafkasya’da Ermenistan’ın ortaya çıkışı ve bu ülkeye ABD’nin sergilediği yaklaşımdı. ABD’nin Ermenistan’a yaklaşımı, İsrail’e yaklaşımıyla hemen hemen eşdeğerliydi. Ortadoğu’da İsrail’e, Kafkaslarda Ermenistan’a dayanarak dengeler oluşturmak istemişti. Hatta ABD, Karabağ sorununda Ermenistan işgalci güç konumunda olmasına karşın, Azerbaycan’a karşı tavır almıştı ve bu tavrı ambargoya kadar götürmüştü.

    ABD böyle bir strateji geliştirirken, stratejisinin saç ayağını K.Irak’ta kurduracağı bir Kürt devletiyle tamamlamayı düşünüyordu. Ama ABD iki noktada yanılgıya düşmüştü;

    Birinci yanılgısı; K.Irak’ta Kürt halkının ABD’ye karşı olan güvensizliğinin boyutlarını değerlendirememişti.

    İkinci yanılgısı; Türkiye’nin gücünü ve geliştireceği taktikleri gözardı etmişti.

    Çünkü 1974’de Barzani’nin “pat” metodu ile yenilgiye uğratılması, henüz unutulmuş değildi. Körfez savaşından sonra Kürt halkı yine yalnız bırakılmış, Saddam’ın insafına terk edilmişti. Ne ABD, ne Avrupa ve Türkiye Irak’ta iktidar değişikliğinden yana değildi. İktidar değişikliği, bu ülkenin birkaç parçaya bölünmesi anlamına geliyordu. Bu durumda Ortadoğu’da köşetaşlarının tümüyle yerinden oynaması demekti. Hiçbir tarafta bu külfeti kaldıracak, daha doğrusu, riski göze alacak gücü kendinde görmüyordu. Kısaca, Kürt halkının yeni bir yenilgi süreci yaşamasının esas mimarı, sonuçta ABD olmuştu. Halkın bunları unutması mümkün değildi. Geçmişten deneyimler edinmiş olan güçler, özellikle de KDP, böyle bir planın parçası olmaya hiçte niyetli değildi. Çünkü uzun vadede Türkiye’ye rağmen bu planın gerçekleşeceğine pek ihtimal vermiyordu. Beğenelim ya da beğenmeyelim KDP bu konuda gereken en tutarlı tavrı sergilemiş, maceracı bir tutum içine girmemiştir. Daha sonraki süreçte yaşanan gelişmeler de bu tutumun doğruluğunu kanıtlamıştır.

    1996’dan itibaren gerek Balkanlar’da gerekse Kafkaslar’da belli bir düzen sağlanmıştı. Bu bölgelerde istenen dengeler ortaya çıkmıştı. B.Avrupa ve ABD, kurulan bu dengeler arasında Türkiye’nin öneminden bir şey kaybetmediğini tekrar keşfetmişti. Özellikle Ortadoğu’da, Kafkaslar’da ve Balkanlar’da dengeleri Türkiyesiz sağlamanın olanaksız olduğunu görmüşlerdi. En önemlisi de, ABD ve diğer emperyalist güçlerce 1980 12 Eylül cuntasıyla ülkemize dayatılan, Turgut Özal iktidarı boyunca uygulama alanı genişletilen ve son olarak Doğru Yol Partisi-Refah Partisi’yle ürünleri son kez toplanan konsep bırakılmıştı. 

    Öte yandan Türkiye’de arayış içinde olmaktan çıkmış, dünya genelinde oluşmuş dengeler içinde artık devlet çıkarları doğrultusunda yerini tayin etmeye başlamıştı. Buna uygun strateji ve taktikler geliştirmiş, daha çokta Balkanlar’da ve Kafkaslar’da söz sahibi olma istemi yönünde ağırlığını koymuştu. Ayrıca uluslarası alanda etkili olmanın yolunun içte demokratik refomları yapmaktan geçtiğini görmüştü. Soğuk savaş dönemine özgü klasik entrikacı yöntemlerle söz sahibi olunamayacağını farketmişti.

    Ekonomik ve sosyal alanda ise, insafsız sömürü ve baskı politikası artık gidebileceği son sınıra varmıştı. Egemen güçler, kitlelerin üzerine bu tarzda daha fazla gidilmesinin kendileri için tehlikeler yaratacağını görmeye başlamışlardı. DYP ve RP koalisyonu döneminde halkın geliştirdiği muhalefetin boyutlarını çok iyi hesaplamak zorundaydılar. 28 şubat kararları görünürde irticaya karşı alınmış kararlar olarak gözükse de, aslında halkın sömürü, baskı ve kokuşmuş düzene karşı başkaldırısını bir noktada dizginleme hareketiydi. Egemen güçler, kitlelerin tepkisinin sadece irticaya karşı koymakla sınırlı olmadığını görmüşlerdi. İşçiler, memurlar, köylüler ve gençlik, protestolarını her geçen gün daha yükseltir hale gelmişti.   

    Kaldı ki, gelinen noktada artık burjuvazi uzun yıllar boyu dizginsiz geliştirdiği sömürüyle oldukça palazlanmış, devleti yönlendirecek düzeye gelmişti. Tekelci burjuvazi ulaştığı sermaye ve sanayi gücüyle bunu başaracağına inanıyordu. Artık demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerin geliştirilmesi için ciddi çözüm projeleri sunmaya başlamıştı. Yaşanan siyasal istikrarsızlığı, ulaştığı sermaye gücü açısından uygun bulmuyordu. Açıkcası; baskı, işkence, PKK provoskayonları ve yüksek enflasyon politikası artık gücüne güç katmıyordu. Sermaye istikrar istiyordu. Hele hele çağdışı gerici, irticacı güçlerin daha fazla kullanılmasının rejimin geleceği açısından tehlikeler doğuracağı düşüncesi ege- men olmaya başlamıştı.

    Geçen 15 yıl içinde ordu da yenilenmiş, sadece ülke içinde değil, ülke dışında da verilecek görevlere hazır bir durumda olduğunu kanıtlamıştı. Yani savunma açısından da bölgenin en güçlü ordusu örgütlendirilmişti. Gelişen yeni savunma teknolojilerini zamanında alacak ve kullanacak, hatta bir takım silahları üretecek konuma gelmişti. Bu süre içinde dünyanın onuncu büyük silahlı gücü konumuna geldiği gözardı edilemez.

    İşte, gerek uluslararası alanda, gerekse içte bu yönlü atılımlar katedildikten sonra, PKK ve Abdullah Öcalan için hüküm de verilmiş oldu. Aslında Abdullah Öcalan’ın sonu 28 Şubat kararlarıyla hazırlanmıştır. Öcalan provokasyonlarının ülke içinde devamına gerek görülmemiştir. Kullanılan herkese yapılan, Öcalan’a da yapılmış, sonuçta “tutuklanmıştır.”

 

 

 

      
Yüklə 2,07 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin