Yildiz tekniK ÜNİversitesi KÜresel çevre ders notlari



Yüklə 3,79 Mb.
səhifə4/7
tarix29.10.2017
ölçüsü3,79 Mb.
#21332
1   2   3   4   5   6   7

VI.9. Ulaştırma Kaynaklı Çevre Kirliliği

Endüstri alanında üretime getirilen çevreyle uyumu sağlayıcı düzenlemeler soruncunda kirliliği azaltma yönünde olumlu sonuçlar elde edilirken ulaştırma alanında yaşanan hızlı büyüme sebebiyle ulaştırma kaynaklı kirliliği azaltma yönünde yapılmaya çalışanlar yetersiz kalmaktadır. Tarım ürünlerini ve iklimi etkileyen CO2 ve NO2 gibi kirleticiler trafik sebebiyle oluşmaktadırlar. Ağır metal ve sürekli kirletici emisyonları toprakta ve suda zararlı maddelerin birikmesine neden olmaktadır. Yerleşim alanlarında ve yakınlarında sağlık problemlerine sebep olan kirletici konsantrasyonları, trafik yoğunluğunun sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Dizel partikülleri ve benzen miktarları önemlidir.

Gürültü kirliliği konusunda da trafik ana kaynaktır. Yoğun trafik hacminin mevcut olduğu bölgelerde yaşanlarda stres ve artan sağlık riski görülmektedir. Ulaştırma yatırımları için ihtiyaç duyulan arazilerin kullanımı yeşil alanların zarar görmesinde, tarım alanlarının azalmasına, geniş alanların örtülmesine, doğal yaşam alanların azalmasına sebep olmaktadır. Belirtilen zararların büyük çoğunluğu karayolu trafiği sebebiyle oluşmaktadır. Sadece gürültü kirliliği konusunda kısmen hava ve raylı ulaştırmadan meydana gelen trafiğin etkisi daha fazladır.

VI.10. Toprağın Kirlenmesi

Toprak, suların temizliğini, bitkilerin sağlığını güvence altına alan etkin bir filtredir; ama aynı zamanda, sayısız biyokimyasal ve jeokimyasal tepkimenin gerçekleştiği bir ortamdır. Böyle bir işlevsel etkinlik, ancak bileşenleri (mineral ve organik maddeler, su, gazlar, canlı organizmalar) dengede kaldığı sürece gerçekleşir. Böylece, tarımda


kullanılan nitratlar, bitkilerin özümleyebileceğinden daha yüksek miktarlara erişirse, yeraltı sularına karışarak kirlenmeye neden olur.

Bazı kimyasal ürünler bitkilerin ve mikroorganizmaların gelişmesini bozar. 1976 yılında, İtalya’da, (Seveso’da) yaşanan felakette, yayılan dioksin, bir karma bitki zehirliliği etkisi göstermiştir: dioksin, proteinler üzerine bağlanarak bunların etkilerini durdurur ve hücre çekirdeğine kadar göç ederek, burada kromozom DNA’sıyla tepkimeye girer. Böylece enzimlerin biyosentezini bozar.

Bitkiler, ihtiyaçları olmadığı halde bazen, kimyasal maddeleri soğurur ve özümler; ama hayvan ve insan beslenmesinde kullandığında bu maddeler son derece zehirli olabilir. Böylece kadmiyum ve ağır metaller, miktarları belirli sınırları geçince tehlikeli olur; çünkü enzimlerle kararlı kompleksler oluşturarak, bunların etkinliklerini durdurabilir veya hücre zarı üzerine bağlanarak, bunların geçirgenliğini bozar. Kimyasal bileşiklerin bitkilerce özümlenmesi, yalnız bu bileşiklerin derişimlerine değil, ayrıca toprağın çözünürleşme ve soğurma gibi olaylara bağlı diğer özelliklerine, mesela pH’sine de bağlıdır. Kısaca; kirlenen toprak, etkin filtre rolünü tam anlamıyla yerine getiremez hale gelir.



VI.11. Gürültü Kirliliği

Gürültü, özellikle trafik kaynaklı gürültü, sanayi ülkelerinde giderek ciddi boyutlara ulaşan bir problemdir. Üretim, talep ve hareketliğin artması ulaştırma türlerinin kullanımının her geçen gün artması sonucunu getirmektedir. Ulaştırma ağlarının genişlemesi, bireyin artan bir oranda şehir dışında yaşamayı tercih etmesini getirmiş, bu durum da şehre ulaşmak için uzun mesafe yolculuk yapanların trafik hacminde artışa sebep olması sonucunu ortaya çıkarmıştır.

Gürültü, doğrudan insanları etkileyen birincil kirletici olarak ortaya çıkmaktadır. İnsanlar gürültünün sadece rahatlarını bozan bir etken olduğunu değil, aynı zamanda sağlıkları için potansiyel tehlike olduğunu düşünmektedir.

VI.12. Gıda Sorunu

İki binli yıllar ilerledikçe biz dünya üzerinde yaşayanlar, bardağımızın boş ve dolu taraflarının hesabını verme zamanının geldiğini hissetmeye başlamaktayız. İnsanlığın günün birinde gıda sorunuyla karşı karşıya kalacağı tahmin edilmektedir. Çevrenin tahrip edilmesi ile birlikte dünya doğal sistemlerinin kapasitelerinin sınırlarına da ulaşmış durumdayız. Bu durum ülkelerin ekonomik büyümelerini kısıtlayacaktır. Yalnız bu kısıtlamanın ne zaman veya nasıl ortaya çıkacağını tam olarak bilinmiyordu. Ancak gıda


üretimindeki yavaşlamanın bunun bir sonucu olduğunu artık görebiliyoruz. Gıda üretimi ise bütün ekonominin esasını teşkil eden temel faaliyettir.

1950-1990 yılları arasında hem karadan hem de denizlerden temin edilen gıda miktarında bundan önce hiç rastlanmamış oranda artışlar kaydedilmiştir. Bugün ise bu artış yerini durgunluğa, hatta azalmaya bırakmıştır. 1950 ile 1984 yılları arasında dünya üzerindeki tahıl üretimi 2,6 kat fazlalaşmıştır. Böylece tahıl üretimi, nüfus artışının çok üzerine çıkmış ve kişi başına düşen tahıl $ 40 oranında çoğalmıştır. Dünya balık üretimindeki değişmeler ise çok daha da iyi olmuştur. Yani yıllar içinde 4,6 katlık bir artışla kişi başına düşen balık miktarı bir kat fazlalaşmıştır. Bu gelişmeler sonunda dünya üzerindeki açlık ve beslenme açığı belirli oranda kapanmış ve günün birinde açlığın tamamen ortadan kaldırılabileceği ümidi yayılmıştır. Ancak son yıllarda kişi başına düşen gıda miktarı beklenmedik bir şekilde azalmıştır. 1993’teki kişi başına düşen balık miktarı, 1989’senesindeki doruk noktasına oranla % 7 azalmıştır. 1984 yılından sonra tahıl üretimindeki artış gerilemeye yüz tutmuş ve nüfus gelişme hızının altına düşmüştür. 1984 ile 1993 seneleri arasında kişi başına düşen tahıl miktarı % 11 azalmıştır.

Gıdasız kalma tehlikesinin gittikçe daha fazla arttığı dünyamızda, kişi başına düşen tahıl üretimi gelişmenin önemli bir göstergesi haline gelmiştir. Bu ölçüt hem daha fazla gıdanın elde edilmekte olduğunu, hem de nüfusta bir düşüş olduğunu ifade etmektedir. Yani hem artmakta olan nüfusun, hem de artan zenginliğin bir işareti olmaktadır. Zira zenginlik, dolaylı olarak hayvancılıktan sağlanan ürünlere talebi arttırır. Hayvancılığın gelişmesi için ise tahıl üretiminin artması gerekir.

Bugün denizlerin balık verim kapasitesinin, otlak ve vadilerin hayvanları besleme gücünün ve birçok ülkelerde tatlı su temin eden hidrolojik döngünün sınırlarına ulaşmış bulunuyoruz. Gerek sanayileşmiş ve gerekse geri kalmış ülkelerde tarımı arttırmak için başvurulabilecek seçenekler gittikçe azalmakta ve ekilen alanların verimlilikleri de düşmektedir. Bunun yanı sıra toprak erozyonu, hava kirlenmesi, yeraltı su kaynaklarının azalması, topraktaki organik maddelerin tükenmesi, toprak tabakasının incelmesi, ekilmekte olan alanların tuzlanmaları gibi etkenler, sağlanmış verimin düşmesine sebep olmaktadır. Bugünkü durumda kişi başına düşmekte olan tahıl miktarını arttırabilecek bir çözüm görülmemektedir.

Gerçek şu ki dünya tahıl üretimi, artmakta olan insan nüfusun besleyebilecek kapasitede değildir. Elde edilmekte olan gıda miktarı ile insan nüfusu arasında bir denge tesis edilmesi, isafın ortadan kaldırılmasına ve eşit bir dağılıma bağlıdır. Kişi başına düşmekte olan gıda miktarı azaldıkça, açlık tehlikesinin cinsi de değişmektedir.


Geçmişte açlık, tarım faaliyetlerinin aksamasından dolay dünyanın belirli bir bölgesindeki bir olay şeklinde cereyan ederdi. Hâlbuki bugün dünya üzerinde son derece gelişmiş bir dağıtım ağı mevcuttur. İnsan yaşamını tehdit edecek seviyede bir açlık, ancak Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin kırsal kesiminde çalışanlarla kentlerdeki fakirler arasında görülmektedir. Ama yeterli gıda almayanların sayısı hiç de yabana atılacak seviyede değildir. BM tarafından yayınlanan en son verilere göre düşük seviyede besin alanların sayısı 1 milyarın üzerindedir. Yani her beş kişiden biri açlık çekmektedir.

1990 ile 2030 seneleri arasında dünya nüfusunda meydana gelmesi beklenen 3,6 milyarlık artışın % 96’sı üçüncü dünya ülkelerinde gerçekleşecektir. Yiyecek ihtiyacının yerel verim kapasitesini aştığı devletlerde ormanların tahrip edilmesi, toprak erozyonu, otlakların zayıflaması, yeraltı sularının yok olması gibi olaylar çoğalacak ve insanlarla çevreleri arasında son derece dengesiz bir bağlantının ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Okyanuslardaki balık yataklarının, otlakların ve ekilebilir tarım alanlarının süratle yıpratılmakta olduğu günümüzde bile bu durum bütün çıplaklığıyla kendini hissettirmektedir.

Önemli bir hayvansal protein kaynağı olan dünya balık üretimi 1950 senesi ile 1989 arasında 22 milyon tondan 100 milyon tona çıkmış ve böylece kişi başına düşen miktar ortalama 9 kg.’dan 19 kg.’a yükselmiştir. Bu yükselişin sonu gelmiştir. BM Tarım ve Gıda Örgütü uzmanları, son yıllarda okyanus yataklarının elde edilenden daha fazla ürün veremeyeceğini ileri sürmektedirler. Şayet bu iddiaları geçerli ise, bu, kişi başına düşen deniz ürünleri miktarının doruk noktasını geçtiği ve nüfus artışı devam ettikçe de sürekli düşeceği anlamına gelmektedir.

Hayvan proteininin diğer bir önemli kaynağı olan hayvancılık da ümit veren bir tablo ortaya koymamaktadır. 1950–1990 yılları arasında dünya üzerindeki sığır ve koyun eti üretimi 2,6 misli artmıştır. Bu da kişi başına düşen miktarı % 26 oranında arttırmıştır. Hayvanların her kıta üzerinde haddinden fazla yetiştirilmesi yüzünden otlaklar ve meralar da taşıyabilecekleri yükün azami sınırına doğru zorlanmışlardır. Dolayısıyla sığır ve koyun eti üretiminin gelecekte daha fazla artacağını ümit etmemek gerekir. Nüfus artışı devam ettiği sürece kişi başına düşecek miktar, bu gibi yerlerde azalacaktır.

Yetiştirilmekte olan sığır, koyun ve balık miktarında bir değişiklik olması bekleniyorsa, bu ancak balık ve hayvan çiftlikleriyle gerçekleşebilir. Daha fazla hayvanın kapalı şartlar altında yetiştirilmesi ise tahıla karşı olan talebin artması anlamına gelir. Ama tahıl üretimi de azalmaya yüz tutmuştur. Tahıl, insan gıdasının orta direğidir. Kalori olarak değerlendirildiğinde insan, yediği besinin yarısını doğrudan doğruya tahıl ürünlerinden temin eder. Geri kalan yarısı da hayvansal besinlerdir. Hayvanlar ise tahıl


tükettiklerinden insan beslenmesi dolaylı olarak yine tahıla dayanmaktadır. 1950 ile

1984 yılları arasında dünya tahıl üretim miktarı yılda % 3 oranında artmış ve böylece kişi başına düşmekte olan miktar da % 40 fazlalaşmıştır. Fakat 1984 ile 1993 arasında yıllık artış % 1’in altına inmiş, bu da kişi başına düşen miktarın % 11 azalmasına yol açmıştır.

Başlıca gıda sektörlerindeki yavaşlamanın dünya üzerindeki ekonomik gelişmeleri de etkileyeceği doğaldır. Altmışlı yıllarda senede % 5.2 gibi son derece yüksek bir büyüme hızına ulaşan dünya ekonomisi, yetmişli yıllarda biraz yavaşlamış ve seksenli yıllarda ise büyüme daha da azalmıştır. Yalnız, ekonomik gelişme nüfusun artış hızının önünde kaldığı sürece kişi başına düşen mal ve hizmetler artmıştı. Bu durum şimdi değişmektedir. 1990’dan 1993’e kadar dünya ekonomisi yılda 0,9 oranında büyümüş bu da kişi başına düşen miktarın yılda % 0,8 oranında düşmesine neden olmuştur. 1993 yılındaki ortalama gelir, 1990’a göre % 2 azalmıştır. Doğal sermayeyi hesaba katmayan bir ekonomik muhasebe sistemi kullanmamıza rağmen, yaşam standartlarının düşmekte olduğunu görüyoruz. Kişi başına düşen tahıl üretiminin azalmasına rağmen tahıl fiyatlarının artmasının sebebini bu ekonomik göstergelere bakarak görebiliriz.

Çiftçilik, hayvancılık ve balıkçılık gibi faaliyetlerin dünya ekonomisi üzerinde eskiden olduğu kadar fazla bir ağırlığı olmamakla beraber bu sektörlerdeki durgunluk bütün ekonomiyi etkilemektedir. Gıda üretiminde karşılaşılan kısıtlamalara bakılacak olursa dünyanın daha yavaş bir ekonomik büyüme devresine girdiği ileri sürülebilir.

Gıda üretiminin üç temel kaynağı olan balıkçılık, ekilebilir alanlar ve otlakların kapasiteleri hakkındaki en son verilere bakarak gelecekte ne kadar gıda elde edebileceğimizi kolayca tahmin edebiliriz. Son yıllarda, haddinden fazla balık avlanması ve otlakların kapasitesinden fazla hayvan beslenmesinin balık yatakları ve otlaklar bakımından ne kadar yıpratıcı olduğunu yaşayarak gördük. Hektar başına düşen tahıl üretiminin çok yavaş artması ve ekilebilecek alanların adeta sınırına gelinmiş olmasının ortaya çıkması, gelecekteki durum hakkında çok daha isabetli tahminler yapılabilmesini sağlamaktadır.

Okyanuslarda ve iç denizlerdeki balık yataklarından elde edilecek ürün miktarı 1989 yılından daha fazla olamayacaksa ve kültür balıkçılığının gelişmesini temin edecek daha fazla tahıl yetiştirme imkanı bulunamazsa kişi başına düşen deniz ürünleri miktarı 2030 senesine kadar sürekli olarak azalacaktır. Bu da, son 40 yıllık gelişmelerin tersine dönmesi anlamına gelmektedir. 1989 yılında 19 kilograma ulaşmış olan kişi başına düşen deniz ürünleri miktarı o zaman 11 kilograma inecektir. Bu da 1950 yılındaki seviyenin biraz üstündedir.
Dünyadaki otlakların durumu balık yatakları ile hemen hemen aynıdır. Her kıtada otlakların besleyebileceği kapasitenin çok üzerinde hayvancılık yapıldığından, sığır ve koyunculuğun gelişmesi durmuştur. Dolayısıyla kişi başına düşen miktar da gittikçe azalmaktadır.Kırsal hayatın yaygın olduğu Afrika, Orta Doğu ve Orta Asya’daki ülkeler, bundan en fazla etkilenen yerler olacaktır.

Denizden sağlanan ürünleri yılda 2 milyon ton civarında arttırmak için kültür balıkçılığında büyük gelişmeler olması gerekir. Bu artış ise arazi, su ve yem demektir. Balıklar, doğada en verimli bir şekilde protein oluşturma yapılarına sahip olan canlılardır. Balığın ağırlığının bir kilo artması için iki kilo besin yeterli olmaktadır. Bu da senede 4 milyon ton ilave yem ihtiyacı demektir.

Otlaklarda yetiştirilmiş sığır ve koyunlardan geçmişte sağlanmış olan yılda bir milyon tonluk artışı aynen devam ettirmek istersek, bu amaca ancak hayvancılığı kapalı mahallelerde yaparak ulaşabiliriz. Sığır ve koyunlar kullandıkları yemi, proteine balıklar kadar verimli şekilde dönüştürememektedirler. Bir kilo et için yedi kilo yem gerekmektedir. Bu da her sene yedi milyon ton ilave besi maddesi manasına gelmektedir. Balıkçılık ve hayvancılık alanlarında son kırk yılda gerçekleşmiş olan trendi sürdürmek, kendi tükettiklerimizin dışında yılda 11 milyon tonluk ilave bir besi maddesi ihtiyacını göstermektir.

Bu noktaya ulaşınca, tahıl üretiminin ne kadar hızla geliştirilebileceği sorusu gündeme gelmektedir. Tahıl üretiminin arttırılması için ya ekili alanların genişletilmesi, ya da mevcut alanların veriminin arttırılması gerekir. İşlenebilecek toprak pek fazla kalmadığı için ekili alanların ihtiyaca cevap verecek oranda büyümesi çok zordur.

Fiyatların yükselmesinden cesaret alan çiftçiler, dünya üzerinde tahıl ekimi yapılan alanı

1972 ile 1981 seneleri arasında 664 milyon hektardan 735 milyona çıkartmayı denediler. Bu, yaklaşık % 11’lik bir artış anlamına gelmekteydi ve bu artışın büyük bir kısmı ABD ve Sovyetler birliğinde gerçekleşmişti. Yalnız, devreye sokulan arazi hem erozyona müsait, hem de sürekli ekilmeye elverişli olmayan topraklardan oluşuyordu. 1977 senesinde 123 milyon hektara ulaşan Sovyetler birliğindeki ekili alanları, 1993 yılında 99 milyon hektara düşmüştür. ABD ise, 1993 senesinde tahıl ekimine müsait 8 milyon hektarlık bir alanı ekim alanı dışında bırakmıştır. Avrupa’daki devletler de 3 milyon hektarlık alanı erozyon dolayısıyla tarım dışı bırakmışlardır. Bütün bu alanların devreye sokulduğunu kabul etsek bile, tahıl ekilebilecek arazi toplamında ancak % 1,6 lık bir artış olur ki, tahıl üretiminde 1981 senesinde gerçekleşmiş olan doruk noktasına yine de ulaşılamamaktadır. Erozyona uğramış alanların terk edilmeleri ve ekim alanlarının


tarımsal faaliyetler dışına kaydırılması, ekilmekte olan alanların arttırılmasının sanıldığı

kadar kolay gerçekleşmeyeceğini göstermektedir.

1950 yılından itibaren bütün ülkelerde tahıl alanlarından elde edilen randıman, iki üç hatta dört misli artmıştır. Yalnız tarım alanında çalışmakta olan hemen herkesin yüksek verim sağlayan teknolojiden istifade etmesiyle bu ani patlama son senelerde yerini düzenli bir gidişata bırakmıştır. Tarım alanında ilerlemiş devletlerin her ürün için elde etmekte oldukları hektar başına düşen hasadın analizi yapılacak olursa, teknolojik gelişmenin sınırlarına da ulaşıldığı görülecektir.

Genel durum ise bir hayli düşündürücüdür. 1984 senesinden 1993’e kadar dünya tahıl üretimi sadece % 9 artmıştır. Bu da senede % 1 yani son 34 senedir alışılagelen ortalama artışın takriben yarısı anlamına gelmektedir. Tahıl üretimindeki yavaşlama beklenmedik bir olay değildir. Tahıl üretimi için gerekli olan sınırsız gübre stoklarının yanı sıra su da sağlanmaktadır. Ama bitkilerin fotosentez olayının bir sınırı vardır. Bu sınıra ulaşıldığı zaman daha ileriye gitmeye imkan kalmamaktadır.

Hektar başına elde edilen tahıl miktarı doğal bir işlemin sonucudur ve güneş enerjisinin biyokimyasal bir hale dönüştürülmesi ile meydana gelir. İnsanların katkısıyla bazı değişiklikler gerçekleşmiş olsa da bunlar yine de doğanın kapasitesiyle sınırlıdır. Son yirmi otuz yıldan beri bu sınırlar büyük bir başarı ile kullanılmasına rağmen, bu işlemin sonsuza kadar devam edeceği iddia edilemez.

Ellili yıllardan günümüze kadar geçen süre zarfında tahıl rekoltesini rekordan rekora koşturan ana etken devreye sokulan gübreydi. Olay sadece gübre ile kalmadı. Gübre kullanımı, sulama teknikleri ve tahıl türlerinin ıslahı ile birleştirildi ve bu üçü arasında birbirlerini destekleyici yapısal bir işlev tesis edildi. Yalnız bu bağlantı, gittikçe daha fazla gübre kullanılmasına dayanmıştı. 1950 ile 1984 yılları arasında gübre tüketimi 14 milyon tondan 126 milyon tona yükseldi. Tahıl üretiminin her yıl yeni bir rekor kıracağına uzun bir süre kesin gözüyle bakıldı. Bu süre zarfında tüketilen her ton gübre başına tahıl üretiminde 9 tonluk bir artış meydana geldi. 1978 yılları arasındaki sulama projeleri ile bağlantılıdır. O tarihten bu yana sulamada yılda % 1’den de daha az bir gelişme kaydedilmiştir. Belki de daha fazla gübre isteyecek tahıl cinsleri yetiştirilmemiştir. Daha fazla gübre kullanıldığı zaman daha fazla ürün veren yeni buğday, mısır ve pirinç türleri üretilmediği takdirde tahıl rekoltesine sürekli bir artış beklenmemelidir.

Çevre tahribatı da rekoltelerdeki azalmaya yol açan sebeplerin arasında sayılabilir. Bitkilerin gübre kullanımı vasıtası ile daha sağlıklı beslenmeleri, erozyonun, hava kirliliğinin, suların tuzlanmasının ve çevreyi yıpratıcı diğer etkenlerin bunlar üzerinde


yarattığı yıpratıcı etkileri hafifletmiş olabilir. Daha fazla gübrenin etkili olmadığı şartlar altında bu etkenler daha belirgin bir hal almaktadır. Son otuz yıl içinde tahıl üretimlerini iki veya üç misline çıkarabilmeyi başarmış ülkeler, önümüzdeki yirmi yıl mevcut yöntemlerle aynı sonuçlarını alacaklarını zannediyorlarsa, yanılıyorlar demektir. Bu ülkeler, elde edebileceklerinin sınırlarına ulaşmışlardır. Daha fazlası söz konusu olmayacaktır. Afrika’nın yarı kurak bölgelerinde bile, cüzi de olsa bir üretim artışı temin edilmiştir ama bu bölgelerdeki tahıl rekoltesinin artış olasılığı 1950 ile 1990 seneleri arasında buğday üretimlerini % 50 arttıran Avustralyalı çiftçilerin bugünün şartları altında bir artış sağlamaları olasılığından daha fazla veya daha az değildir. Tahıl üretimini iki veya üç misline çıkartmayı başaran devletlerin hepsi aynı temel yöntemleri (daha fazla su, daha fazla sulama, daha fazla gübre ve gübreye cevap veren tahıl ürünleri) kullanmışlardır.

Tarım üretiminin birçok ülkede aynı anda yavaşlaması bir anlamda sürpriz olmuştur. Bu ülkelerdeki trendlerin bir analizi yapıldığında yavaşlamanın buğday, pirinç ve diğer tahılları etkilediğini görmekteyiz. Sanayileşmiş ve gelişmekte olan ılıman veya tropik kuşakta bulunan ekilen alanları sulanan veya yağmurla beslenen devletlerin hiçbiri bundan kaçamamaktadır. Ama başka bir açıdan bakıldığında, dünyanın her yanındaki çiftçiler aynı teknolojilerden yararlandıklarından bu yavaşlama sürpriz olmamalıdır. Bu yavaşlama Batı Avrupa’daki nüfus gelişmesi kararlı bir hal aldıktan sonra meydana gelmiştir. Fakat Avrupa dışındaki birçok gelişmekte olan ülkede nüfus hızla artmaktadır. İleride nüfuslarının büyük oranda artamasın bekleyen ülkeler hektar başına elde edilen verimin düşmesini endişe ile izlemektedir. Yıllık dünya rekoltesi, 1950 ile 1984 seneleri arasında 30 milyon tonluk ortalama bir artış tutturmuşken bu rakam 1984 ile 1992 seneleri arasında 12 milyon tona inmiştir. Bunun sebebini üretimdeki yeni trendlerde aramak gerekir. Şayet nüfus tahmin edildiği gibi büyürse ve yılda 12 milyon tondan daha fazla bir ürün elde edilemezse, kişi başına düşen miktar azalmaya devam edecek ve 1984 yılındaki 346 kilo, 2030 yılında 248 kiloya düşecektir. Yani önümüzdeki kırk yıl, geçirmiş olduğumuz kırk yılın tam tersi olacak ve 2030 yılındaki tahıl rekoltesi, 1950’li yıllardaki seviyelere gerileyecektir.

Son on yıl içinde, buğday fiyatları reel olarak azalmıştır. Bu azalma trendi uzun bir zamandan beri devam etmektedir. Bunu fark edenler tahıldaki azalmanın sonunda fiyatların yükselmesine yol açacağını bunu da daha fazla buğday ekilmesine sebep olacağını ileri sürmektedir. Buğday fiyatlarının yükselmesinin tarıma daha fazla yatırım yapılmasına sebep olacağı kesin olsa da, bu yatırımın randımanı artıracağı belli değildir. Fiyatların yükselmesi, toprak, su, gübre ve daha verimli cinslerin geliştirilmesi gibi temel girdilerde yararlı olacaksa, randıman artar.


Son on yıl içinde ekili alanların miktarı net olarak azaldı. Gerçek şu ki bugün dünya üzerinde ekilmeyi bekleyen verimli araziler o kadar fazla değildir. Benzer bir şekilde, sulanmakta olan alanların miktarı, yer altı sularının azalması ve inşa edilebilecek sulama barajlarının sayısı ile sınırlıdır. Baraj yapılabildikçe, sulanmakta olan alanlar genişleyecektir. Yalnız bu genişleme hızının, eksilen su miktarını yerine koyabileceği veya mevcut ekili alanlardaki tuzlanmaya önleyebileceği belli değildir. Yine de bunlar gerçekleşmezse, dünya gıda rekoltesine önemli bir katkıda bulunamaz. Gübreye gelince, çiftçiler bugün kullandıklarından bir misli fazla gübre de kullansalar, elde ettikleri hasadı ancak marjinal olarak arttırabilirler. Fiyatlandırma hipotezinin en iyi testi Japonya’da yapılmıştır. Bu ülkede pirinç fiyatları devlet sübvansiyonları ile dünya seviyesinin altı misli üzerinde tutulmaktadır. Japonya’da pirinç üretiminin arttırılması, son derece karlı bir yatırımdır. Yalnız arkalarında bilimsel destek olan, çalışkan ve bol kredi imkanlarına sahip çiftçiler, bütün denemelerine rağmen son on yıldan beri pirinç rekoltesini arttırmayı başaramamışlardır.

Özetlenecek olursa, tarımsal üretimi arttırmak için çeşitli sebepler vardır. Bunların büyük bir kısmı da önemli acildir. Yalnız bu arttırmayı sağlayacak yöntemler ve imkanlar o kadar fazla değildir. Mısır türlerinin geliştirilmesi veya gübre kullanılmaya başlanması sonunda elde edilmiş olan üretim patlamasına benzeyen sonuçları verecek yeni yöntemler görünürde yoktur. Bu yöntemler olmadan, 1950 ila 1984 seneleri arasında yaşanmış olan sürekli tarımsal gelişmenin tekrarlanması, iki binli yıllarda ancak bir hayal olarak kalacağa benzemektedir.

VI.13. Su Sorunu

Dünyanın pek çok yerinde, insanların su talebi ile mevcut su kaynakları arasındaki uçurum giderek büyüyor. Yer altı suyu seviyesi düşüyor, ırmaklar kuruyor ve giderek azalan kaynaklar için girişilen rekabet büyüyor. Özellikle doğanın bizi kıtlıkla karşı karşıya bıraktığı durumlarda dayanacak bir yastık kalmıyor. Önümüzdeki 30 yıl içinde dünya nüfusunun tahmin edildiği gibi 2,6 milyar artması durumunda bu baskılar da kaçınılmaz olarak artacaktır.

Su sorunu, insanın emniyette olması için gerekli olan gıda üretimi, su ortamının sağlığı ile sosyal ve politik istikrarı tehdit ediyor. Dünyanın pek çok bölgesinden elde edilen kanıtlar, bu tehlikenin giderek büyüdüğünü gösteriyor. Ama dünya liderleri sorunları çözmek için adım atmak bir yana, bu tehditleri anlayamıyorlar bile.

Eski bir İnka atasözünde: “Kurbağa, içinde yaşadığı gölü içip bitirmez” denir. Bu atasözü, modern çağlarda hayati önem taşıyan bir mücadele kaynağını yansıtan,


bilgece bir sözdür. insanlık kurumunun giderek artan susuzluğu dindirilirken bir yandan da suyun temel ekolojik destek işlevlerinin korunması gerekmektedir. Su potansiyelini kullanma sürecini iyi bir şekilde oluşturma, yaşam kalitesinin ve toplulukların istikrarının sağlanması ve geliştirilmesi için de önem taşımaktadır.

Su olmazsa, yaşam ve büyüme sona erer. Bu, giderek daha da büyük bir önem kazanan bir gerçektir. Tarım faaliyeti büyük oranda su ağırlıklı bir üretimdir. Dünyanın gıda talebinin rekor hızla arttığı bir dönemde, tarıma daha fazla su ayırmak giderek güçleşiyor. Tüm dünyada ırmak, göl ve su kaynaklarından insan faaliyetleri için kullanılan suyun; % 65’i tarımda, % 10’u endüstride, % 10’u da evlerde tüketilmektedir. Bir ton tahıl üretmek için 1000 ton su kullanmak gerekir. Ekinlerin sızdırdığı ve topraktan buharlaşan suları da içeren bu rakamda, etkin olmayan sulama yöntemleri nedeniyle kaybedilen su miktarı yoktur. Rakam, insanın aldığı kalorilerin yarısının kaynağını oluşturan tahıl üretimi için gerekli asgari su gereksinimini göstermektedir.

Ekinler gereksindikleri nemi doğal yağışlar, sulama ya da bu ikisinin bileşimi sayesinde alırlar. Sulama, suyun iyi bir şekilde kontrol edilebilmesini sağlaması nedeniyle aynı toprak parçasında yılda iki ya da üç kez ürün alınabilmesini de mümkün kılıyor. Bu nedenle sulanan alanlar, küresel gıda gereksinimini karşılama açısından büyük önem taşıyor. Sulanan alanlar dünya tarım alanlarının yalnızca % 16’sını oluşturuyor, ama dünya gıda üretiminin yaklaşık % 40'’ bu alanlardan temin edilmektedir.

Gelecekteki gıda ihtiyacını karşılamak için gerekli tahıl üretiminin sulamanın arttırılmasına bağlı görünüyor. Ancak yeraltı su düzeyinin düşmesi, ırmak akışlarının azalması, ekonomik ve çevresel açıdan sağlam su toplama havzalarının olmaması ve kentsel ve endüstriyel su taleplerinin giderek artması tarım için kullanılabilecek su miktarının kısıtlanmasına neden oluyor.

Aşırı kullanım sonucu yeraltı su seviyelerinin düşmesi ve yüzeysel su kaynaklarının azalması, dünyanın en önemli tahıl üretim bölgelerinin pek çoğunda bile görülüyor. Bir su yatağından, yeniden dolma hızının üstünde bir hızla sonsuza dek su çekilmesi mümkün değildir. Yeraltı su seviyelerinin düşmesiyle birlikte su kaynağından su alım maliyetleri artar veya su tarımda kullanılamayacak kadar tuzlu hale gelir ya da tamamen tükenir. Sahil bölgelerinde aşırı su çekimi, tuzlu suyun tatlı su kaynaklarına karışmasına ve su kaynaklarının kirlenmesine neden olabilir.

Yer altı sularında olduğu gibi, gezegenimizin büyük ırmaklarının çoğunda da aşırı kullanımın etkileri görülmektedir. Nüfus artışının ve dolayısıyla gıda gereksiniminin büyük bölümünün gerçekleştiği Asya kıtasında sulamanın büyük önem taşıdığı kurak

dönemlerde, ırmakların çoğunun su kapasiteleri sonuna dek kullanılıyor. 1993 tarihli Dünya Bankası araştırmasında, “Asya bölgesinde, kurak mevsimin büyük bölümü boyunca hiçbir ırmın denize ulaşmadığı havza örnekleri” mevcuttur. Bunların arasında Hindistan’ın, nüfus yoğunluğu yüksek ve hızla büyüyen Güney Asya’nın temel su kaynağı olan Ganj da dahil pek çok ırmak yer almaktadır.

Sulanan alanların büyük bölümünde tuzlanma, yani sulanan toprağın kök bölümünde sabit olarak tuz birikmesi nedeniyle verimlilik düşmektedir. Bu konuda yapılmış küresel bir tahmin yok. Bununla birlikte yaklaşık 25 milyon hektar alanın (dünyanın sulanan alanlarının % 10’undan fazlasının) tuz birikiminden dolayı ürün veriminde azalmaya yol açtığı sanılmaktadır. Hatta tuzlanmanın yol açtığı kayıpların sulamadaki artış sayesinde elde edilen kazançları büyük oranda ortadan kaldırdığı tahmin ediliyor.

Tüm dünyada kent nüfusunun 2025 yılına dek iki kat artarak 5 milyar düzeyine ulaşması bekleniyor. Politik güç ve paranın şehirlerde toplanması mevcut suyun tüm gereksinimleri karşılamaya yetmemesi sonucunda hükümetler, suyu tarımın elinden alma baskısıyla karşılaşacaklardır. (üstelik, gıda talebinin de hızla artmasına rağmen) Sözgelimi Tayland’da , Bangkok’u besleyen Chao Phraya havzasında sürekli su kıtlığı yaşanıyor. Talep daha şimdiden arzın üstünde, su ulaşımı akışı optimum düzeyin sürekli altında ve Bangkok’un altında yer altı suyu seviyesi hızla düşüyor.

Suyun tarımdan kentlere aktarılmasının gelecekteki gıda üretimi üzerindeki etkilerinin ne olacağı tam olarak bilinmemektedir. İnsanların su kaynaklarından yararlanma oranlarını azami düzeye çıkarmak için çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. Modern mühendislik, insanlara ve çiftliklere gereksinim duydukları zamanda ve yerde su getirmekte büyük bir başarı kazanmasına rağmen, ırmakların ve su sistemlerinin temel ekolojik işlevlerini korumakta başarısız kaldı. Bu başarısızlığın sonuçları yeni yeni ortaya çıkıyor. Irmak deltalarında bozulma yaşanıyor, pek çok tür yok olmanın eşiğine geliyor, göller küçülüyor, sulak alanlar yok oluyor. Temiz su ortamının çok iyi göstergeleri olan balıklar, ırmaklardaki barajlardan ve yumurta dökme alanlarının tahrip olmasından büyük oranda etkilendiler. Örneğin, Kaliforniya’da som balığı ve çelik baş alabalığı popülasyonunun %

80 azaldığı tahmin ediliyor.

Çevresel açıdan nehirlerin yok olmasının en çarpıcı sonuçları, göllere ya da denizlere boşaldıkları bölgelerde yaşanıyor. Bir zamanlar gezegenimizin en büyük dördüncü gölü olan Aral Gölü, çölde pamuk yetiştirmek amacıyla yapılan aşırı nehir sulamaları nedeniyle alanının yarısını ve hacminin dörtte üçünü yitirmiş durumdadır. 1960’dan önce Amu Derya ve Siri Derya nehirlerinden Aral gölüne yılda 55 milyar metreküp su akarken, 1981 ile 1990 arasında ortalama 7 milyar metreküpe, yani, yıllık toplam akışlarının % 6’sına düşmüştür. Yılın büyük bölümünde bu nehirlerin belli kesimleri

tamamen kurumaktadır. Hala yaşanmakta olan ekolojik tahribat Aral Gölü’nü gezegenimizin en büyük çevre trajedilerinden biri haline getirmiştir. 24 balık türünden

20’si yok olmuş ve ellili yıllarda yılda 60000 kişiye iş sağlayan 44.000 ton düzeyinde olan balık avı sıfıra inmiştir. Denizin eski kıyı hattı şimdi, terk edilmiş balıkçı köyleriyle kaplı. Kurumuş göl yatağından her yıl rüzgarla taşınan 40-150 milyon ton zehirli toz-kum karışımı çevredeki tarım alanlarına inerek, ekinlerin zarar görmesine ya da ölmesine neden oluyor. Düşük debili nehir akışlarında yoğunlaşmış tuzların ve zehirli kimyasal suların bulunmamsı su kaynaklarını içilemeyecek derecede zehirliyor ve hastalıkların artmasına yol açıyor.

Aral Gölü havzasında yaşananlar, ekolojik tahribatın ardından ekonomide, toplumda ve insan sağlığında görülebilecek tahribatın kanıtları. Bu, insanlığın dünya suları üzerindeki taleplerinin su çevresinin işlevlerini çöküntüye uğratması karşısında tekrar tekrar yinelenebilecek bir bağlantı.

İnsanlığın karşısındaki üçüncü büyük tehdit, kaynakların giderek gereksinimlerin altında kalmasıyla birlikte ülke içinde ve ülkeler arasında su rekabetinin daha da tırmanmasıdır. Çiftliklerin ve şehirlerin, yöneticilerinin giderek küçülen bir su havuzu için rekabet etmeleri, yeni bir kıtlık politikasının oluşmasına yol açıyor. Su kıtlığının artması ve yayılması sonucunda yaşanabilecek ülke içi sosyal kargaşaya ve yurtdışı çatışmalara ne devletler hazırlıklı, ne de uluslar arası topluluklar.

Su kıtlığı ve su kıtlığının şiddetli çatışmalara yol açma potansiyelini oluşturan üç faktör söz konudur.

1. Kaynağın azalması, yada bozulması ve sonuç olarak kaynak pastasının küçülmesi,

2. Pastanın dilimlerinin daha da küçülmesine yol açan nüfus artışı,

3. Bazılarının diğerlerinden daha büyük dilimler almalarına yol açan eşit olmayan dağıtım ya da ulaşım.

Bu üçünün de belli düzeylerde etkilerini görüyoruz, ama genellikle içlerinden en etkilisi, eşit olmayan dağıtımdır. Su kıtlığı konusundaki gerilim ve çatışmaların büyük bölümü ulusal düzeyde yaşandı gerçi, ama ülkeler arasında düşmanlık ve çatışma yaratması olasılığı da artıyor. Stratejik kaynaklar arasında benzersiz bir yerde bulunan su, politik sınırları aşabiliyor. Pek çok ülke yüzey kaynakları için, ırmağın üst kısmındaki komşularından gelecek suya bağımlı. Özellikle nüfus artışı ve su talebinin artması nedenleriyle bu ülkeler, suyun üst tarafındaki ülkelerin kendilerine daha fazla su ayırma kararlarından büyük oranda etkilenebilirler. Bazı ülkelerin ithal yüzey suyuna bağımlılıkları Tablo 1. de gösterilmiştir.




Tablo 1. Bazı Ülkelerin İthal Yüzey Suyuna Bağımlılıkları



ÜLKE

Sınır Dışında Doğan

Toplam akış payı (%)

ÜLKE

Sınır Dışında Doğan

Toplam akış payı (%)

Türkmenistan

98

Suriye

79

Mısır

97

Sudan

77

Macaristan

95

Nijerya

68

Botsvana

94

Irak

66

Moritanya

95

Bangladeş

42

Bulgaristan

91

Tayland

39

Özbekistan

91

Ürdün

36

Hollanda

89

Senegal

34

Gambia

86

İsrail

21

Kamboçya

82







Yüklə 3,79 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin