Prof. Baskin Oran: Teşekkür ederim sayin baskan. Şimdi bu Süryaniler denince benim doğrusu yüregimin bir teli sizlar. Cünkü bunlar sadece sanatkar bir halk değil, ayni zamanda devletle hicbir zaman catismaya girmemis bir halk. Bu demek değil ki devletle catismaya girmis halklar katliama ugratilabilir; bu makbuldür. Bunu demek istemiyorum. Fakat Süryaniler Osmanli’da da, Türkiye Cumhuriyeti’nde de devletle hicbir zaman catismadilar, son derece pasifistdirler. Buna rağmen bunlar devletle catismaya girmis olan guruplar kadar zarar gördüler. Bu yüzden benim yüregimin bir teli sizlar. Şimdi, bu seye baktigimizda, mesela 1915`de bunlar da Ermeniler gibi katledilmislerdir. Özellikle su anda Idil diye anilan, Azak köyünün cektikleri hepimizin malumu olmasa bile bu bir gercektir.
Şimdi, bu nerden geliyor? Bu, surdan geliyor. Osmanlidan gelen bir takim kökenleri var, bugüne iliskin kökenleri de var. Bir kere Osmanli’da, Osmanli sadece üc tane gayrimüslim azinligi acikca tanidi. Ermeniler, Rumlar, Yahudiler. Süryanileri, Nasturileri ve Süryani sayilabilecek birtakim halklari acikca tanimadi Osmanli. Bir kere bu var. Ama, hemen söyleyelim, Osmanlı bunları teker teker bilmezdi. Bunları “gayrimüslim“ olarak bilirdi. Bu tabii, Osmanli Millet Sistemi’ni aynen kağıda geçiren Lozan Barış Antlaşması’na da yansıdı (Millet Sistemi, Osmanlı halkını Müslümanlar ve Gayrimüslimler diye ayıran bir sistemdi. Birinciler “millet-i hakime“ yani hüküm veren birinci sınıf insanlar idiler, ikinciler ise “millet-i mahkume“ yani hakkında hüküm verilen ikinci sınıf insanlar. Ama, tabii, ikincilerin cemaat işleri tamamen özerk idi; devlet karışmazdı). Nitekim, Lozan Baris Antlasmasinin tek bir maddesinde bile Musevi, Rum, Ermeni diye saymaz. Azinlik haklarından ve azinliklardan bahsederken sadece gayrimüslimler diye bahseder. Süryaniler ve diğerleri de, gayrimüslüm olduklari halde, mesela kendi okulunu kurmak ve orada kendi dinini uygulamak ve dilini okutmak gibi haklar Türkiye’de Süryanilere hiçbir zaman tanınmadı. Dedigim gibi, bunun bir sebebi Osmanlidan geliyor. Ikinci sebebi, bunlarin sinifsal niteliginden geliyor. Bunlar, saydigim üc gayrimüslim grubun tersine Istanbul’da yasamiyorlar, metropolde yasamiyorlar, kirsal kesimde yasiyorlar. Dolayısıyla bunlarin haklarıni gündeme getirecek adam yok, sinifsal bir tatsizlik var. Bir de digerlerinin patrik ve patrikleri ve bas hahamligi oldugu halde, Süryanilerin patrikligi Türkiye dışina tasindi cumhuriyetten sonra. Bir de o nedenle saniyorum bu insanlar kaale alinmadilar. Aslan bey arkadasimizin pasaportunda Müslüman yaziyor meselesine gelince. Şimdi, tabii ki kendisinin beyanini oldugu gibi aliyoruz, cünkü eger böyle bir sey olmasaydi, niçin söylesin bunu. Yalniz bunun belli bir döneme iliskin olabilecegi konusunda kuskular uyandi bende doğrusu. Cünkü birkac arkadasimin burda pasaportuna baktim. Bir tanesi daha bir ay önce alinmis bir pasaporttu. Orada din hanesi yok. Esimin 96`da alinmis pasaportuna baktim. O benimkinden evvel alinmis, orada da din hanesi yok. Oysa daha bu din hanesi koymama meselesi yeni olay. Daha onbes günlük bir kanun. Onbes gün önce cikti daha. Demek ki daha önceden bu din hanesini sildiler. Zaten pasaportlarda din hanesi yoktur. Pasaportlarin son sayfasinda nüfus cüzdani sureti olur, orada vardır. Oraya da baktim, onu da göremedim. Yalniz bu tabii ki Aslan arkadasimizin söyledigi ayirimcilik iddiasini ortadan kaldirmiyor. Bu böyle olmasa bile, ben çok daha agir ayirimcilik örnekleri biliyorum. Bir tanesini söylesem, tüyleriniz diken diken olur. Bir Asurinin durumunu biliyorum ki, bir sürü Asuriler de Süryani terimi genis anlamda alindiginda Süryanidir. Bir Asurinin askerde gayrimüslim olmadigi gerekcesiyle zorla sünnet edildigini biliyorum. 80`lerde, 12 Eylül döneminde sünnet edildigini biliyorum. O cocugun vücudum sakatlandi diye Türkiyeyi terk edip yurt dışina yerlestigini biliyorum. Yani ismiyle, cismiyle, tarihiyle, her seyiyle biliyorum. Ve bunu da bir Alman vakfindan ögrendim. Dolayısıyla yani böyle bir olay olduktan sonra, pasaporta su yazilmis bu yazilmis, bu artik hafif bir olay haline geliyor. Bu insanlar kendilerini müdafaa etmedikleri için, devletle catismadiklari için daha kolay ezilmislerdir. Ve bu acidan Süryaniler Anadolu&daki otokton halklar arasinda bir istisna teskil eder. Yani Türkler bu topraklara gelmeden ve devlet kurmadan (1299) önce bu topraklarda yasayan halklar arasinda devletle catisacak sekilde kimligini öne sürmeyen bir tek Süryaniler vardir, ama onlar da ayni sekilde ezilmişlerdir. Şimdi gelelim bugünkü duruma. Bugünkü durumda Süryaniler konusunda çok ic ferahlatici gelismeler var. Bir kere 2003 yilinda cikarilan ücüncü AB uyum paketine bir liste eklendi. Gayrimüslim vakiflarin listesi eklendi. Ve bu gayrimüslim vakiflarin listesinde Süryani vakiflarinin ismi de zikredildi. Böylece Osmanli’da ve Türkiye’de, Osmanli’yi bilemiyorum, ama Türkiye Cumhuriyeti’nde ilk defa Süryaniler resmen taninmis oldular. Biraz endirekt bir sekilde, ama resmen taninmis oldular. Ikincisi, ben gidip kendim gördüm. Mardin civarina Süryani dönüsü basladi. Yani nasil Haliç’e balik dönüsü basladiysa, Mardin ve civarina da Süryani dönüsü basladi. Temizlenme dolayısıyla. Bu insanlar 80 ila 100 santimetre kalinliginda duvarlari olan evler yapiyorlar. Bu şu demek: Buraya kalici olarak gelecekler demek. Su anda yazlari geliyorlar, kalici olarak geleceklerini bana söylediler. Tabii ki bu Türkiye’deki istikrara bagli bir seydir. Teşekkür ederim. Prof. Gencay Gürsoy:
Son olarak Celalettinin cevap vermesi gereken bir iki soru var.
Celalettin Can:
Aslan bey bir soru sormustu, yani o 78’`liler kendilerini 12 Eylülle sinirlamalari doğru mu yeter mi demisti? Cumhuriyet dönemi, diger sorunlari da kapsayacak sekilde bugüne ulasacak sekilde olamaz mi? diye bir soruydu. Şimdi, 12 Eylül, 12 Eylül 1980`de kalmis bir olay değil. Yani 12 Eylül 1980`le 83 arasinda bir terör dönemi, ciplak terör dönemi yasattiktan sonra, kendi anayasasini, kanunlarini, gizli ve acik örgütlerini burusturup, üstünü bir demokratik salla örttü, sekli demokrasi, ve 20 yil boyunca, ki Kürt savasinin da etkisiyle, kendini sürekli üreterek bu güne geldi. Kurumlariyla birlikte üreterek geldi. Burdan baktigimiz zaman 12 Eylül bir Susurluktur, bir Semdinlidir. Ve siyasete gizli veya acik, bir sekilde müdahale eden, ki gözetleyerek, kontrol ederek, yeri gelince müdahale ederek, askerin etkisidir. 12 Eylül kurumlariyla bugün sürüyor, sistemli bir sekilde sürüyor, medyayi da yanina alarak. Bir de bunun dışinda 12 Eylül hayatin her alanindaki toplumsal kesimleri etkileyerek, düsünce ve davranis kaliplarini dünyadaki degismenin de esliginde yeniden sekillendirerek kendine uygun ve bir toplum modeli yaratti. Bir toplum yaratti. Temel kurumlariyle ve felsefesiyle toplumun bünyesine hükmeden özellikleriyle 12 Eylül bugün hala sürüyor. Şimdi süren bir sey, ki semdinli ve Susurluk örnegini de verdim buna. Bununla hesaplasmak, bunu sorgulamak, hayatin her alaninda hem kurumsal düzeyde, hem de düsünce ve davranis kaliplari olarak, Türkiyenin toplumsal ve siyasal arenasindan silmek çok temel bir demokratik görev olmali bu günün. Bu sayet yapilmadigi taktirde, gelismeler ortada. Bu cercevede 78 hareketi ve 12 Eylül günceldir, hala bugünün hareketidir ve bütün bunlari yaparken de cagdas demokratik toplum perspektifi ile hareket etmektedir ve gelecegin de bir yerde hareketidir.Ikincisi Kürt arkadaslarin durumunu sordu, Hüseyin Akmaz arkadasimiz galiba sordu. Yani 78`le iliskisi, iste bu sorgulama perspektifinin o bölgeye nasil yayilabilecegi ve katilimdaki o sinifsal ve etnik analizler var mi? diye bir soru sordu. Şimdi 12 Eylül sadece Türkiye kesimi için gelmedi. Bir Kürt bölgesi, Kürt cografyasi için de geldi. Türkiyenin üzerinden tanklar bir kez gectiyse, Kürt cografyasi üzerinden iki kez gecti. Ve Türkiye tarafini gelismenin bir noktasinda iste maglup ettiler, ezdiler, toplumsal muhalefeti bastirdilar, ama 83`den ve 84`den itibaren Kürt cografyasinda hareketlilik devam etti, bu oranda da 12 Eylül kendi kurumlarini orda gelistirerek, yetkinlestirerek bu güne kadar sürdürebildi. Hele de Diyarbakirda yasananlar o bölgede. Diyarbakirda hele bir vahset yasandi ki biz sonraki sürecte bunu incelemeye calistik. Mesela Diyarbakirdan cikan gerilla sayisi adeta iste Beka vadışindeki Mahsun Korkmaz akademisinden cikan gerilla sayisindan fazla oldu. Büyük bir vahset yasatildi. Ve büyük bir vahsetin karsiligi da iste Kürt cografyasinda yasatilanlar oldu. Diyarbakir üzerinden de ve bölgede yasananlari bütün boyutlariyla bir sorgulamanin yolunu gelistirmek gerekir.Şimdi biz 78`liler bu cercevede ne yapmaya calisiyoruz? Bölgedeki Kürt arkadaslarla, Diyarbakir cezaevini yasamis arkadaslarla ve kurumlariyla, bir sekilde, Diyarbakir gercegini arastirma ve adalet komisyonu kurma calismasi icersindeyiz su anda. Bununla ilgil iste cesitli gazeteci arkadaslarimiz, iste cezaevinde yatmis bazi milletvekili arkadaslarimiz, bu cezaevinde yatmis tutuklu arkadaslarimiz, hükümlü arkadaslarimiz, ki ben de Diyarbakir cezaevinde bir dönem yattim, Diyarbakir gercegini arastirma ve adalet komisyonu calismasini, bölgedeki Kürt kurumlarini ve onun Türkiyedeki uzantisini göz önüne alarak bir olusum seklinde bunu gelistirmeye calisiyoruz. Amacimiz Diyarbakirda yasananlari bütün boyutlariyla ortaya cikarmak, sorgulamak ve bu vahsetle, daha sonra cografyada yasananlar arasindaki iliskiyi doğru kurup, neye mal oldu bu Türkiyeye, bunu aciga cikarmak. Bunun dışinda kayiplar kurultayi su anda Diyarbakirda oluyor, bizim arkadaslarimiz da gittiler oraya, ki Türkiyede birçok kayip oldu, ki Hayrettin Eren belki ilk kayipti, bölgedeki kayiplari da kapsayacak bir sekilde arkadaslarimizla, kayiplar gercegini arastirma ve adalet komisyonu kurma calismasi icerisindeyiz. Ve konusmalarimizla arkadaslarimiza hep şunu anlatmaya calistik, bir sekilde, yani 83`de, 84`de ki 80`le 83 arasindaki dönem zaten sorgulanmadi, 80 öncesi de sorgulanmadi, o sorularin üstüne bir de bölgede yasananlar eklendi. O bölgedeki, 16 yil süren bir savas eklendi onun üzerine, ve o da sorgulanmadi aslinda. Iki katli oldu bu. Arkadaslara şunu anlatmaya calisiyoruz. 16 yillik savas süreci icerisinde yasanan ne varsa, ne tip insan hakları ihlali varsa, hic ayirim gözetmeksizin, gerilla insan hakları ihlalleri yapmissa onunkini de arastirarak, devlet yapmissa, onunkini de arastirarak, bütün bu ihlalleri, tek tek kirilma noktalari, tek tek olaylarla birlestirip, buna dönük, yani ihlalleri arastiran, sorgulayan, aciga cikaran, savas sürecini inceleyen, bunu arastiran ve onun sonuclarini arastiran ve inceleyen bir gercekleri arastirma ve adalet komisyonu kurulmasi seklindeki bir cabamiz var. Bunu da yaparken sadece devletin insan hakları ihlallerini değil, gerillanin da insan hakları ihlallerini koyalim, ki Kolombiyada bu yasandi, Birlesik Milletlerin denetiminde bir arastirma komisyonu kuruldu ve taraf gözetmeksizin, objektif bir sekilde inceledi, yüzde doksan ordununki cikti ihlaller, yüzde onu ise gerillanin cikti, ki burda da öyle olacagini var sayiyoruz. Ama olmasa bile bu sekilde arastirma komisyonlariyla, sorulamayla, bir adalet duygusu, bir vicdan, ki Türkiyede bir bütünlük icerisinde gelistirmeye calisarak, acaba demokrasinin kosullarina katki sunabilirmiyiz cabasi icersindeyiz biz. Sehire gelince, yani Kürt arkadaslarin analizine gelinde, bu konuda elimize henüz yerli bir analiz yok, ama iddianameleri topluyoruz, mümkün oldugu kadar. Iddianamelerde 146. maddede yargilanan büyük cogunlugu Kürt. Yok 125. madde ile yargilananlarin büyük cogunlugu Kürt. 146, 168, 169`da yargilananlarin ise Türkiyede daha çok Türk diyebilecegimiz ve daha degisik kesimlerden. Ama bu daha çok kara. Bu konuda elimizde bir analiz yok. Bir de bir şunu yapmiyoruz. 78`liler konusuna dikkat ediyoruz. Bir etnik veya bir ulusal perspektif üzerinden Türkiyede bir siyaset yapmak istemiyoruz. Biz bir sorgulama hareketi olarak, bir adalet hareketi olarak Türkiyede çoktan beri yok olan toplumun bir mahseri vicdanini aciga cikarma hareketi olarak, kendimizi gelistirmek ve bir demokratik hareket olarak bunu gelistirmek istiyoruz. Neden sorgulayici değil bu toplum? Türkiye toplumu sorgulayici değil, muhakkak ki sorgulayan kesimleri vardir, sorgulayici egilimler vardir, ama bu egilim egemen değil. Bence bunu antropologlar, sosyologlar, psikologlar, siyaset bilimciler çok ciddi bir bicimde arastirmalidir bizim toplumumuz. Bu tarih içinde cikan egilimleri burda uzun uzun da anlatmayayim bir analiz de yapmayayim burda, cünkü zamanimiz da yok. Bu ciddi bir sekilde tartisilmaya ve arastirilmaya deger bir konudur ama su kadarini ben söyleyeyim: 2000 yilinin baslarinda, biz 78`liler hareketi olarak ortaya ciktigimizda, ki bütün kurumlari ve kisileri mümkün oldugu kadar konusmaya calistik, 12 Eylül adeta unutulmustu. “Yaa gecti bu” seklinde bize bu söyleniyordu. Hatta hatirliyorum, yasaklari çok taninmis bir baro baskanina ben götürmüstüm, bu dünyanin her tarafinda oluyor, yani 78`lilerin 12 Eylül yasaklariyla ilgili olarak, üstüne fazla durmayin, aradan 20 yil gecti seklindeki tepkileriyle biz karsilasmistik. Şunu gördük: Yani 12 Eylülle insanlar yasamaya alismislardi. Ve birçok cevaplar var, anketler var elimizde, o konusmalarimizda hepsini yazdik Ama bizim anladigimiz, bizim gördügümüz bu toplumun gercekten sorgulama perspektifinin zayif oldugu ama sadece toplumun değil, toplumsal demokratik muhalefet bilesimlerin de aslinda 12 Eylülle beraber bir yerde yasamaya alistigini, sorgulamadigini ve hesaplasmadigini ve unuttugunu.Ve bugün biz en çok topluma gitmeye calisiyoruz ama toplumsal demokratik muhalefet bilesimlerini ikna etmekte çok zorlandik biz. Hala da, ciddi bir sekilde bu olaya katki sunmak, ciddi bir sekilde ortak bir toplumsal harekete bunu dönüstürmek konusunda sorunluyuz. Toplumsal demokratik muhalefet hareketleri ile gitmek gerekir bu darbe üzerinde yargilanmasi ve hesaplasma konusunda. Artik toplumu gecelim. Bu kadar.
Prof. Gencay Gürsoy:
Çok teşekkür, vaktinizi aldigimiz için özür dileriz ve teşekkür ederiz.
AUF EINE FRAGE VOM PUBLIKUM:
Tarik Ziya Ekinci:
Genellikle Süryani isimleri Arap ve Fars isimlerdir. Ali, Ibraihim, Saip isminde. Ve bundan dolayi da nüfus memurlari genellikle bu ismi olan sahislari müslüman diye yazmis olabilir ve yaziyorlar. Benim katmak istedigim buydu.
Prof. Gencay Gürsoy:
Çok teşekkür.
Mag. Mustaka Akgün
Pausenverkündung auf Deutsch und Türkisch !
PAUSE
3. Kasette ( 1. Seite ):
Prof. Tahsin Yesildere:
Üniversite ögretim üyeleri dernegi baskaniyim. Sabah oldukca güzel bir tartisma izledik. Insan hakları, demokrasi. Şimdiki yapacagimiz bugün ögleden sonra yapacagimiz oturumla oldukca örtüsük bir konu. Insan hakları ve demokrasi tam oturamazsa bir ülkede, alt kimlikler, üst kimlikler, vatandaslik, anayasal çok kültürlü vatandaslik. Bunlari tartismamiz çok zor olur. Öncelikle demokrasinin tam olarak ülkemize yerlesmesi gerektigini düsünüyoruz. Bu cercevede oldukca çok sayida konusmaciyla bas edecegim için de biraz tedirginim doğrusu, ama demokratik acilim icersinde herkes kendışine ayrilan zamana dikkat edecek, tartismalar da, öyle zannediyorum ki çok önemli, gercekten biz, Türkiyeden gelen, Türkiyeli insanlar, Avusturyalilar veya Almanyadan gelen, Alman kimligi veya Türk kimligi veya Kürt kimligi olan dostlarimiz, hep beraber Türkiyenin demokrasi icerisinde, çok kültürlü, çok uluslu, hep birlikte nasil yasayabilecegimizin tartismasini burada yapacagiz. Umarim yetkililer duyar, buradan cikan, banta aliniyor, konusulanlar, cikan sonuc bildirgeleri gelecege isik tutar diye düsünüyorum. Ben, hemen sözü ilk olarak bizi burada konuk eden, bize gercekten geldigimiz günden beri yakin iliski icerisinde davranan bütün Türkiyeli, Avusturyali dostlarimiza ve derneklere çok teşekkür ediyorum. Ve bu nedenle de sayin Mr. Alfred Brandhofer`a, ezilen halklarin dayanisma dernegi baskani, dernekleriyle ilgili kisa bir aciklama yapacaklar. Ilk sözü kendısine veriyorum. Teşekkür ederim.
Alfred Brandhofer
Ich danke für die Vorstellung. Mein Name ist Alfred Brandhofer. Ich möchte Sie als Obmann des Vereins “Gesellschaft für bedrohte Völker” und zwar der österreichischen Sektion, recht herzlich begrüßen . Und danke allen, die vor allem, den weiten Weg aus der Türkei hierher nicht gescheut haben, für die Anreise und für die Teilnahme und Ihnen allen für das Interesse, das sie an dieser Veranstaltung zeigen. Mein Dankt geht an das Organisationsteam. Das ist, vor allen Dingen, Mustafa Akgün, der mal die Idee gehabt hat und dann mit einer Gruppe von Leuten, die ich jetzt im Einzelnen nicht namentlich anführen möchte, weil ich sicherlich jemanden vergessen würde und der dann wohlmöglich beleidigt wäre. Mustafa Akgün hat also alle Telefonate fast erledigt, er hat Referenten gewonnen und ein Team zusammengestellt, dass hier wirklich großartiges geleistet hat. Und unterstützt wurde er von unserem Büro, vor allen Dingen vom Geschäftsführer Hans Bogenreiter, der da hinten sitzt und dem ich hier auch danken möchte.
Die Gesellschaft für bedroht Völker ist eine internationale Gesellschaft. Es gibt Zweigstellen in der Bundesrepublik Deutschland, in der Schweiz, Luxemburg, in Italien und auch in Bosnien und Herzegowina. Traditionellerweise haben sich die Österreicher eher konzentriert auf Nord- und Lateinamerika, dann haben wir auch direkte Kontakte mit Minderheiten in der Mongolei, in Tibet und in anderen Ländern. Im Sinne einer internationalen Arbeitsteilung haben die Leute der Gesellschaft für bedrohte Völker in Deutschland Schwerpunkte in Afrika und im südlichen, südöstlichen Asien und so ist es auch mit den Schweizer und klarerweise mit den Leuten Bosnien und Herzegowina. Das Motto der Gesellschaft ist: Auf keinem Auge blind zu sein. Das heißt, früher wurde die albanische Bevölkerung im Kosovo in ihren Interessen von der Gesellschaft für bedroht Völker unterstützt. Jetzt auch noch zum Teil, aber nur zum Teil, denn jetzt sind es vor allen Dingen diese Albaner die andere Minderheiten im Kosovo unterdrücken: die Roma, so genannte Äthiopier und andere kleine Gruppen, von denen man normalerweise nichts hört bei uns. Die Gesellschaft ist bekannt dafür, gerade in diesen Kreisen, dass es sich auch für die Kurden einsetzt. Aber trotzdem sagen wir, dass auch die Beteiligung der Kurden an den Armeniermassakern auch zur Sprache kommen muss wenn es verantwortliche gibt. In Österreich haben wir Minderheiten und auch hier haben sich die Vertreten der Gesellschaft für bedroht Völker eingesetzt, dass die österreichischen Minderheiten zu ihren Rechten kommen und immer wieder protestiert, vor allen Dingen bei der nationalen Regierung. Ich bin kein Historiker, nur hobbymäßig und ich bin schon gar kein Türkeiexperte, was ich bedauere, aber was sich aber nicht ändern lässt in kurzer Zeit. Trotzdem möchte ich einige wie mir scheint Parallelen zwischen Österreich und der Situation der Türkei, vor allen Dingen im Bezug auf Minderheiten kurz anreißen. Beide Staaten waren bis zum ersten Weltkrieg Großmächte und Vielvölkerstaaten. Nach dem ersten Weltkrieg kam es in Österreich zum so genannten Zusammenbruch. Die meisten Völker verlangten Unabhängigkeit und bekamen sie auch im Zug der Friedensverträge. Und Ähnliches geschah in der Türkei, mit dem osmanischen Reich. Trotzdem blieben im Land selber, in beiden Ländern Minderheiten bestehen, die sich jetzt einer überwältigenden Mehrheit gegenüber sahen. Und diese Mehrheit hat, wie gestern einer der ………rednerinen gesagt hat aus verschiedenen Angstzuständen, gerade nach dem Zusammenbruch eines Reiches vielleicht etwas übertrieben reagiert, was die Minderheiten anlangt. In Österreich war es so, dass die Slowenen, aber auch die Ungarn, die im Osten von Österreich leben, die Kroaten, die wir auch im Osten Österreichs haben, eigentlich keine Chance hatten, in der Zeit zwischen den beiden Weltkriegen zu ihrem Recht zu kommen. Im Gegenteil der Deutsch-Nationalismus wurde immer stärker und in der Nazizeit hatten vor allen Dingen die Slowenen im Süden von Österreich nicht nur mit Dışkriminierung zu tun, sondern wurden verfolgt, deportiert und auch Hingerichtet, vor allen Dingen, dann wenn man sie verdächtigte als Partisanen von Tito und seinen jugoslawischen Partisanen zu kämpfen. Nach dem 2. Weltkrieg wirkte wieder Nationalismus, Deutsch-Nationalismus, diese Chauvinismus noch lange Jahre nach und es war es sozialdemokratischen oder sozialdemokratisch geführten Regierungen in der 70er Jahren ein Anliegen, die verschiedenen Volksgruppen von denen ich jetzt nur einige genannt habe auch dem Gesetz nach zu ihrem Recht zu verhelfen. Für viele gibt es jetzt zweisprachige Schulen, oder für alle fast, zumindest auf privater Basis. Aber in Kärnten, im Süden von Österreich, gibt es noch immer Probleme. Und so absurd es klingen mag, sogar die deutsch-nationale Organisation begibt sich jetzt endlich nach über 60 Jahren auf einen Pfad, wo sagt, die Rechte müssen auch anerkannt werden, die Rechte, die im österreichischen Staatsvertrag niedergelegt sind. Und hoffentlich werden auch die Slowenen bald zu ihrem vollen Recht kommen. Ich hoffe, dass im Sinne dieser österreichischen Minderheit, deren Probleme und jetzt komme ich wieder zurück zur Türkei, deren Probleme im Vergleich zu türkischen Minderheiten, eigentlich verschwindend gering sind. Ich möchte jetzt wirklich nicht mehr weiter die Dıskussion über die Türkei aufhalten, sondern etwas Platz machen für die Experten, damit sie sich alle wohlfühlen können hier am Podium und Ihnen allen noch einmal danken und der Veranstaltung einen guten Erfolg wünschen.
Prof. Tahsin Yesildere:
Teşekkür ediyoruz. Şimdi Baskin Hocaya söz verecegim. Söz vermeden önce kendışini tanitmak istiyorum. Hepiniz taniyorşunuz gerci ama daha çok basbakanlik insan hakları komisyonundaki calismalarindan, ve oradan da atilmasindan mi diyeyim hocam?
Prof. Baskin Oran: Ben hâlâ üyeyim. Prof. Tahsin Yesildere:
Hala üye misiniz? Cünkü bakiyorum hocamin öz geçmişine, her seyde, darbe geldigi zaman, hocanin görevine son verilmis. 12 Mart döneminde bir kere, 12 Eylülde üc kez görevinden atilmis. Ankara üniversitesinde su anda, siyasal bilgilerde uluslararasi iliskilerde profesör. 97`de profesörlügünü almis. Tabii hep danistay karari ile üniversiteye geri dönmüs. Insan hakları, milliyetcilik, azinliklar sorunlari, bunlarin üzeri birçok kitaplari var, altmis kadar da makalesi bulunuyor, sayin hocamizin. Konusunda uzman. Sözü ona birakmadan önce, Türkiye Cumhuriyeti basbakaninin Kürt sorununa bakisini da bir degerlendirir mi diye düsünüyorum. Bu hükümetle Kürt sorunu veya kimlikler, alt kimlikler, üst kimliker cozülebilir mi? Cünkü kendilerinin en son yaptigi aciklamada Türklügü ve Türk ulusu olguşunu üst kimlik görüyor, vatandaslik bagi ve müslümanligi çözüm olarak görüyor. Bu baglamda çözüm Avrupa Birligi sürecinde dahil olsak, bu hükümet acaba bu çözüm önerilerine nasil bakabilir, üstesinden gelebilir mi?
Prof. Baskin Oran: Bu konuda bir sey mi istediniz? Prof. Tahsin Yesildere:
Yok, daha sonra eger bu konuda da bir bilgi verirseniz, sevinirim diye düsünüyorum. Siz genelde birey devlet iliskileri ve Türkiyede kimlik politikalari üzerine konusacaksiniz.
Prof. Baskin Oran: Evet, peki o zaman bunlari birtakim terimleri izah ettikten sonra konusmak daha iyi olacak, cünkü terimlerin icerigi konusunda bir anlasmaya varmazsak, o zaman neden bahsettigimizi anlayamayiz. Şimdi efendim, bu kimlik konusu hem birey için çok önemlidir, hem bireyin gurubu için çok önemlidir.Mesela, en basitinden kalkalim. Bir cocugu, cocugunuzu azarlarsiniz, hatta döversiniz, aglamaz. Baskasinin yaninda azarlarsiniz aglar. Çünkü baskasinin yaninda azarlandigi için kimligine saldiri oldugu kanaatine varmistir, hakli olarak. Dolayısıyla, kimlik çok önemlidir. Şimdi efendim, kimlik siniflandirmalarindan baslayalim. Kimlik üc bicimde siniflandirilabilir. Birincisi bireysel kimlik/kollektif kimlik. Ikincisi, objektif kimlik/ subjektif kimlik. Bunlari geciyorum, cünkü konumuzla asil ilgili olan kimlik sinirlandirilmasi üst kimlik/alt kimlik bicimindedir. Alt kimlik bir bireyin içinde dogdugu etnik ve/veya dinsel gurubun kimligidir. Tekrar ediyorum, alt kimlik, yani infra identity, bir bireyin içinde dogdugu gurubun dinsel ve/veya etnik kimligidir. Üst kimlik, o toplumda bütünlesme yaratmak için devletin kendi vatandasina empoze ettigi kimliktir. Tekrar ediyorum. Toplumda bütünlük yaratmak için devletin kendi vatandasina verdigi kimliktir, empoze ettigi kimliktir.