Tümel ve Tikel Cehalet ve Aklın Gelip Gitmesi Hakikatinin Kısaca Bir Beyanı Hakkında
Başka bir hadiste, “İkbal” olarak ifade edilen1, tümel aklın dönüş hakikati gaybi hicapların ötesinden yaratılan tecelliler aynasına yansıyan nurun zuhurudur. Bu zuhur nüzuli düzen esasınca mutlak şehadet alemine ininceye kadar, mertebe mertebe vaki olmaktadır ve mutlak şehadet alemi de o aynanın tümel tabiatıdır. Nitekim muallimi evvel (ilk öğretmen) olan Aristoteles’in2 kelimelerinde şöyle yer almıştır: “Akıl, sakin bir nefistir ve nefis ise hareketli bir akıldır.”3
Hadiste işaret edilen bu “gelme” işi, alemler arasındaki birliğin kemaline ve şiddetli ittihadına işaret etmektedir ve bu da zahidiyet ve mazhariyet veya cilve ve tecelli, veya batınlar ve zuhurlar olarak tecelli etmektedir. Hak Teala’nın “dön ve gel” ifadeleri ise, tekvini ifadelerdendir. Tıpkı Kur’an’ın şu ifadesi gibi: “Bir şeyi murad ettiği zaman, O'nun emri sadece ona; ol, demektir.”1 Bu da işraki ifaze ve ilahi gaybi tecelliden ibarettir ve belki de bazı hadis-i şeriflerde gelmenin dönme ve dönmenin de gelme yerine kullanılmasına dönik tabir ihtilafı, akli hakikat gelişinin aynı dönüş ve dönüşünün de aynı geliş olduğuna işaret etmektedir ya da iniş ve çıkış yayında bir devir hareketine işarettir. Zira devir hareketinde başlangıç ve son aynıdır. Gerçi bu devir hareketi de manevi bir harekettir veya Hak Teala’nın kayyumi ihatası içindir. Nitekim Hadis-i Şerifte şöyle yer almıştır: “Balığın karnı, Yunus’un miracı idi.”2 Nitekim, göklere yükseliş de son Peygamberin (s.a.a) miracıdır. O halde mutlak gaybe yöneliş aynı dönüş ve dönüş de aynı yöneliştir.
Tümel aklın yönelişi (gelişi) ise, tümel tabiatların tümel misallere ve tümel misallerin de tümel nefse ve tümel nefsin de tümel akla ve tümel aklın da tümel fenaya dönüşüdür.” İlkin sizi yarattığı gibi yine O'na döneceksiniz”3 Bu da büyük kıyamet ile sonuçlanacaktır.
Aklın Geliş ve Dönüşü Hakkında Başka Bir Yorum
Belki de bu geliş ve dönüş marifet ashabının da dediği gibi, sürekli örneklerin yenilenmesi yoluyla vaki olan batıni ve zahiri isimlerin altındaki tecelliye işarettir4 ve biz bununla bütün mülk, melekut, nasut ve ceberut alemlerinin sakinleri hususunda irfani bir açıdan zamansal hudus olayını tashih ettik. Öyle ki mukaddes akli makamlarla da asla çelişmemektedir. Bu da yüce Hak Teala’nın bu naçize ihsan ettiği özel bir nimettir. Hamd, Allah’a mahsustur ve Hamd ve şükür Allah’a aittir. Bu iniş ve çıkış yayı ise, araştırmacı filozofların zikrettiği şeyden farklıdır. 5
Ama cehaletin dönüşü ise, tümel vehim hakikatinin tikel vehimlerin bulanık ve karanlık aynasına inişidir.
Cehalet hakikatinin gelişi ise, sınırlılık, kesret hükümlerinin galebesi ve ayrılık şeklinde oluşmamaktadır. Zira akli hakikat, ayrılık tecellisinden uzak ve beri olduğundan mahiyet zulmetinin onda hiçbir tasarrufu yoktur. Ceberut cemalinin nurunun yaratışsal siyah nokta üzerinde bir galebesi ve hakimiyeti vardır. Bu açıdan gaybi hakikate dönüşten ve lahutta fenaya ermekten imtina etmemektedir. Ama vehmi hakikat bunun tam tersinedir ve de mahiyet zulmeti, kesret tecellisi, yokluklarla iç içe oluşu ve dağınık sınırlılıkları sebebiyle ezeli yakınlık dergahından ve ezeli-ebedi mukaddes huzurdan uzaktır ve orada fenaya ermekten mahrumdur. Dolayısıyla, bu nursal parlayışı ezeli-ebedi feyzi kabul etme liyakatine ve ilahi emirlere itaat kabiliyetine sahip değildir. O halde, yakınlığa ermiş velilerin mukaddes makamından ve marifet ashabının yüce dergahından uzaktır.
Ama tikel akılların dönüşü ise, kemal elde etmek, ruhani açıdan rızıklanmak ve ruhsal batıni ilerlemeler kaydetmek için kesrete teveccüh ve tecellilerle meşgul olmaktan ibarettir ve bu olmaksızın kesrette vaki olma gerçekleşemez ve bu bir anlamda Ademin (Peygamberimize, Ehl-i Beyti’ne ve Adem’e selam olsun) hatası veya Adem’in hatasının anlamlarından biri konumundadır Zira Adem (a.s), eğer gaybi cezbe altında kalmış olsaydı ve de o fena ve dünya cennetinin kendisine geçiş yeri olduğundan habersizlik halinde baki kalsaydı, artık alemi onarmaktan ve mülki kemaller elde etmekten hiçbir eser vücuda gelmezdi. Dolayısıyla şeytanın Adem’e tasallutu vasıtasıyla kesrete teveccüh hasıl oldu ve cennet aleminde dünyanın sureti olan buğday ağacından yedi. Bu teveccühten sonra da kesret kapısı açıldı, kemal ve kemale erme yolu, hatta cela ve isticla1 kemal kapısı açılmış oldu. Böylece aşk ve muhabbet mezhebinde her ne kadar bu teveccüh bir hata olsa da akıl yolunda ve kamil sistem sünnetinde gerekli ve kesin bir iş sayılmaktadır. Zira bütün hayırların, kemallerin ve rahmani ve de rahimi rahmetin yayılma vesilesi olmuştur. O halde dönüşün hakikati yedi hicapta2 gerçekleşmektedir ve bu hicaplarda gerçekleşmeyene dekyırtma gücü elde edilemez.
Ama tikel akılların gelişi ve yönelişi ise yaratıcı ve yaratık arasında vaki olan yedi hicabın yırtılmasıdır ve bu da onların hicap ve tecellilerinin esasları sayılmaktadır. Mertebeler ve cüziyyatlar hasebiyle, bazen yetmiş hicap, bazen yetmiş bin hicap olarak ifade edilmektedir. Nitekim hadiste şöyle yer almıştır: “Allah-u Teala’nın nurdan yetmiş bin perdesi ve zulmetten de yetmiş bin perdesi vardır.”1
O halde salik olan insan, ilahi sünnetlere riayet ettiğinde, şeriat elbisesine büründüğünde, batınını temizlediğinde, içini nurlandırdığında, ruhunu temizlediğinde ve kalbini münezzeh kıldığında, yavaş yavaş ilahi gaybi nurlardan kalp aynasında bir takım tecelliler hasıl olur. Batıni cezbeler ve yaratışsal fıtri aşk sebebiyle de gayp alemine meczub olur. Bu aşamaları kat ettikten sonra, gaybi ve batıni yardım sayesinde, Allah’a doğru süluk başlar. Kalp Hakk’ı talep eder ve Hakk’ı arar. Kalp yönü, tabiattan koparak hakikate doğru yola koyulur. Birisi aşk Refrefi, diğeri ise, seyir Burak’ı olan muhabbet ateşinin kıvılcımı ve hidayet nuruyla sevgilinin sokağına doğru ve ezeli cemilin cemaline doğru yola koyulur. Elini ve yüzünü gayrisine teveccüh pisliğinden temizler. Temiz bir kalple ayrılığın hakikati ve ayrılığın ve kesretin iğrenç, uğursuz ağacının esaslarının esası olan şeytanın pisliklerinden temizler. Hedef ve maksadına yönelir. “Ben muhakkak yüzümü gökleri ve yeri yaradana çevirdim”2 hakikatini terennüm eder. Tıpkı Halil gibi, noksanlık ve pisliğin merkezi olan vatanlardan nefret eder. Mutlak kemal, kalbinde şekillenir. Böylece, alemden ve alemde olan her şeyden –ki kendisi de o alemden bir parçadır- fani olduğunda ve azameti yüce olan Allah ile baki kaldığında ise yöneliş hakikati tahakkuk eder.
Buradan da anlaşıldığı üzere cehalet için de bir dönüş gerçekleşmektedir. Bu dönüş de dünyayı onarmaya teveccüh, pis tabiat ağacına tam yöneliş, şehvetlerini tatmin etmek ve zulmetlere yönelmektir ve bu da cehaletin payıdır.
Ama cehalet hakikatinde dönüş ve geliş gerçekleşmez. Zira, bu iki temel ve değerli esasa dayanmaktadır: Birincisi, enaniyeti ve alemin varlığını mutlak bir şekilde terk etmektir. Alemin varlığını terk etmekte şüphesiz insanın enaniyetini terk etmekte gizlidir. Cehalet her ne kadar cehli ilerlemeler kaydederse, bu özelliği –yani bencilliği ve egoistliği- kendisinde artış kaydeder. İşte bu yüzden şeytanın dört bin yıllık ibadeti1 de onun sadece enaniyyetini tekit etmiş, bencilliklerini çoğaltmış ve övünmesinden başka bir sonuç doğurmamıştır. Sonunda şeytan öyle bir yere vardı ki hakkın emri karşısında isyan etti.”Beni ateşten yarattın, onu ise topraktan yarattın”2 dedi. Cehalet, bencillik ve egoistlik zirvesinde olduğu için de Adem’in (a.s) nuraniyetini göremedi ve yanlış bir kıyaslamada bulundu.
Diğer ilke ve esas ise, mutlak kemal sevgisidir. Bu mutlak kemal sevgisi de fıtrat ilkesi esasınca, insanın mayasında gizlidir ve bu mayada cehalette mağlub ve mahkum durumdadır. Hatta bazen sönük ve yok olmuş haldedir. Cehennemde kalmak ise, fıtrat nurunun sönmesine bağlıdır ve bu da mutlak bir şekilde “yeryüzüne çakılıp kalmaktan”3 hasıl olmaktadır.
Dostları ilə paylaş: |