Evrensel Düzen
İslâm itikadı yapısını, hem vicdan hem de günlük hayatta yalnızca Allah'a ibadet temeli üzerine kurup; bunun itikad, ibadet ve hukukta canlı olarak yansımasını amaçlarken, bu hareketin La ilahe illal-lah'uı pratik bir boyutu olduğunu vurgulamaktadır. İbadetin keyfiyetinin yalnızca Allah Rasûlü'nden alınması da Muhammedün Rasûlullah gerçeğinin altını çizmektedir.
İslâm bütün bir yapısını La ilahe illallah Muhammedün Rasûlullah temel ilkesi üzerine kurarken bu özelliği ile insanlığın tanıdığı diğer bütün sistemlerden farkını ortaya koymaktadır. Bu, sadece insanı ve insanlığı değil 'de, bütün bir evreni, bütün bir insanlığı muhatap edinmesindendir.
islâm düşüncesi bu evrenin bir bütün olarak Allah'ın (c.c.) pratiği olduğu temeline dayanır. Allah bunun var olmasını istemiş ve o da oluvermiştir. Allah evrenin hareketini, evrenin parçaları arasındaki ilişkiyi sağlayan yasalar koymuştur. "Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman sözümüz ona "Ol" demek-tir, o da hemen oluverir." (Nahl, 40)
"O her şeyi yarattı, bir ölçüye göre düzenledi (takdir etti)." (Purkan, 2)
Bu evrensel düzenin ardında onu düzenleyen bir irade, hareket ettiren bir güç, ilişkiyi sağlayan bir sistem vardır. Bu sistem, evrenin bütün birimleri arasındaki ilişkiyi düzenler, hepsinin hareketlerini ayarlar. Ne bir bozulma, ne de bir çatışma meydana gelir. Allah'ın (c.c.) dilediği ana kadar bu düzenli ve sürekli hareket durmaz. Çünkü bu evren onu düzenleyen iradeye, hareketini sağlayan güce, birimleri arasında ilişkiyi sağlayan sisteme boyun eğmiş, teslim olmuştur. Hiç bir zaman bu iradeye isyan etmesi, bu gücü inkar etmesi ya da bu sisteme karşı çıkması kesinlikle düşünülemez. Allah'ın dilediğinin dışında hiç bir şey onun düzenini bozamaz:
"Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yarattı ve sonra arşa hükmeden, gündüzü durmadan kovalayan gece ile bürüyen, güneşi, ayı, yıldızları, hepsini buyruğuna baş eğdirerek yaratan Allah'tır. Bilin ki yaratma, da yönetme de Onun hakkıdır. Alemlerin Rabbi olan Allah Yüce 'dir." (Araf, 54)
İnsan da bu evrensel varlığın bir parçasıdır. Onun fıtratına hükmeden yasalar, bütün bir evrenle hükmeden sistemden farklı bir şey değildir. Allah (c.c.) mahrukatı yarattığı gibi onu da yaratmıştır. O maddi olarak yeryüzündeki çamurdan yaratılmıştır.
Çamura ilaveten Allah'ın verdiği özelliklerden insan meydana gelmiştir. Ancak Allah (c.c.) ona, bunları bir ölçüye göre vermiştir. Fizyolojik açıdan, isteyerek ya da istemeyerek, Allah'ın insan için koymuş olduğu sisteme boyun eğmek zorundadır. Onun kendi dilemesi ya da ana-babasının dilemesi ile değil, Allah'ın dilemesi ile yaratılır, var edilir. Ana-babası birleşirler. Ancak onlar bir cenini yaratma imkanına sahip değildirler. Hamilelik müddeti, doğum şartları tamamlanınca Allah'ın koyduğu sisteme göre çocuk doğar. Allah'ın yaratmış olduğu havayı, O'nun belirlediği miktar kadar ve şekilde teneffüs eder. Duygulanır, acı çeker. Acıkır, susar. Yer, içer. Yiyip içtiğini hazmeder. Kısaca yaşar... Kendi irade ve ihtiyaçlarına göre değil de, Allah'ın koymuş olduğu sisteme göre... Onun bu durumdaki konumu, diğer bütün yaratıklar gibi Allah'ın iradesine, gücüne ve sistemine kesin bir boyun eğmedir.
Bütün bu evreni ve insanı yaratan, bütün bir evrenin boyun eğdiği sisteme insanı da boyun eğdiren Yüce Allah insana, doğadaki yaşama uygun bir şekilde kendi yaşamını düzenlesin diye bir şeriat (düzen ve yasa) belirlemiştir. Buna göre şeriat, insan fıtratına, evrene hükmeden, her biri arasındaki ilişkiyi düzenleyen ilahi sistemin bir parçasından başka birşey değildir.
Allah'ın sözlerinden her biri, emri ve yasağı, vaadi ve vaîdi, yasaması ve yönlendirme si, onun siste-• ininden başka birşey değildir. Allah'ın ezelde yapısına koyduğu özellikler ve O'nun gücüyle her an gerçekleşen olaylar, bizim doğa kanunları yani evrensel ilahi kanunlar adını verdiğimiz kanunların doğruluğunu onaylamakta ve desteklemektedir.
Bu yüzden Allah'ın insan hayatını düzenlesin diye koyduğu "şeriat" evrensel bir şeriattır (düzendir). O, evrensel sistemle bir ilişki ve uyum içindedir. Böylece insan hayatıyla içinde yaşadığı evren arasında bir ilişki ve uyumun gerçekleştirilmesi zorunluluğu doğmaktadır. İnsanın iç dünyasına hükmeden kanunlarla dış dünyasına hükmeden kanunlar arasında, psikolojik yapısıyla dış görünüşü arasında bir uyum sağlama zorunluluğu ortaya çıkar.
İnsanlar varlıkla ilgili bütün kanunları kavrama imkanına sahip olmadıklarına, genel sistemi hatta kendilerine hükmeden, ona boyun eğdikleri sistemi bile anlayamadıklarına göre, insan ne kendi hayatıyla varlığın hareketi arasında, ne de kendi dünyasıyla dış dünyası arasında mutlak ve tam bir uyum gerçekleştirecek olan bir hayat düzeni ortaya koya^ maz. Bunu ancak varlığı ve insanı yaratan, her ikisini kendi seçtiği ve razı olduğu tek bir sisteme göre idare eden yapabilir.
Böylece; bu uyumu gerçekleştirebilmek için Allah'ın şeriatım uygulamak vacip oluyor. Bu, İslâm'ı, itikadî olarak gerçekleştirmekten daha önemlidir. İslâm birey veya toplum hayatında ancak yalnızca ihlasla Allah'a ibadet edilerek, bu ibadetin keyfiyeti Allah Rasûlü'nden alınarak, yani İslâm'ın ilk şartı, La ilahe illallah Muhammedün Rasûlullah gerçekleştirilerek var olabilir.
İnsan hayatıyla varlık sistemi arasında gerçekleştirilecek olan kesin bir uyum, hayatın bozulmasını önleyeceği gibi bütün bir insanlığın hayrınadır da.
Onlar yalnızca bu durumda kendileriyle bir barış içinde yaşayabilirler. Varlıkla barış ise, hareketlerini varlığın hareketiyle, yönelişlerin onun yönelişiyle olan uyumuna bağlıdır. Kendileriyle barış içinde olmaları, hareketlerinin sağlam ve sağlıklı olmasından, fıtratlarının güdüleriyle olan uyumundan meydana gelir. (Jüşi ile fıtratı arasında bir savaş çıkmaz. Çünkü Allah'ın şeriata dış dünya ile iç dünya arasında kolay bir uyum meydana getiriri Bu uyumdan insanların ilişkilerinde, faaliyetlerinde başka bir uyum doğar. Çünkü bu takdirde onların hepsi tek bir yönteme tabi olmaktadırlar. Bu daıvarlık sisteminin bir parçasıdır._J
Bunlara ulaşmak; varlığın gizliliklerine, oradaki enerjilere, hazinelere vakıf olmak; bütün bunları kavgasız ve gürültüsüz bir şekilde bütün insanlığın iyiliğini gerçekleştirmek için Allah'ın şeriatına göre kullanmak gerekir. Ve bu, bütün insanlığın hayrına olur.
"Allah'ın şeriatının karşıtı insanların hevasıdır. "Eğer Hakk onların isteklerine uysaydı, gökler, yer ve onlarda bulunanlar bozulup giderdi" (Müminim, 72)
Öte yandan İslâmî bakış açısı, bu dinin dayandığı gerçek ile göklerin ve yerin dayandığı gerçeği birleştirir, dünya ve ahiret işini buna göre düzenler. Allah bununla hesaba çeker, haddi aşanları bununla cezalandırır. O, tek bir gerçektir. Artmaz, çoğalmaz. O, Allah'ın (c.c.) bütün durumlarda, bu varlık alemi için irade buyurduğu ve bu varlık aleminde her canlının ona boyun eğdiği evrensel varlık sistemidir.
"And olsun ki, size, içinde şerefiniz bulunan bir Kitab indirdik. Akletmiyor musunuz1? Halkı zalim olan nice kasabaları kırıp geçirdik ve onlardan sonra başka uluslar varettik. Onlar bizim baskınımızı hissettiklerinde, oradan kaçmaya koyuluyorlardı. "Koşup kaçmayın, size nimet verilen yere, yurdları-nıza dönün, elbette sorguya çekileceksiniz," dedik, "Vay başımıza gelenlere!.. Gerçekten biz zalimlik yapmışız" dediler. Biz onları biçilmiş ot ve bir yığın kül haline getirinceye kadar haykırmaları devam etti. Biz gökleri, yeri ve o ikisinin arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık. Eğlenme dileseydik ve bunu yapacak olsaydık, şanımıza uygun şekilde yapardık. Hakkı batılın başına çarparız ve onun beynini parçalar, böylece batıl ortadan kalkar. Allah'a yakıştırdığınız sıfatlardan ötürü yazıklar olsun size! Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Katında olanlar O'na ibadet etmekten çekinmezler. Ve usanmazlar. Gece gündüz bıkmadan teşbih ederler." (Enbiya, 10-20)
İnsan fıtratı, derinliklerindeki bu hakkı, kavrar. Yaratılışın doğası, çevresindeki bütün varlığın doğası, fıtratına bu varlığın hakka bağlı olduğunu, hakkın orada aslî olduğunu, bir sisteme bağlı olup sar-sılmadığını, ona giden yolların sapıtmadığını, birbiriyle çatışmadığım, ne azgın ve doyumsuz heva ve hevesine, ne de geçici ve anlamsız tesadüflere göre hareket etmediğini ilham eder. O, ancak çok ince ve duyarlı bir şekilde ayarlanmış kendi düzenine göre hareket eder. Sonra, insan ile fıtratı arasında meydana gelen ilk ayrılık, nevasının etkisiyle, derinliklerinde gizli bulunan haktan yüz çevirmesiyle olur. Bu da hayat düzenini Allah'ın şeriatından değil de, kendi nevasından aldığı, bütün evren ve varlık gibi Mevla'sına boyun eğmeyip, O'na teslim olmadığı zaman meydana gelir.
İnsan ve çevresi arasında oluşan bu ayrılığın bir benzeri bireyler, toplumlar,milletler ve nesiller arasında da meydana gelir. Böylece gücü ve sermayesi, insanoğlunun mutluluk ve uygarlığını sağlayan araç olacağı yerde, bir yakıp yıkma, bir bozgun aracına dönüşür.
Öyleyse yeryüzünde Allah'ın şeriatını hakim kılmadaki görünen amaç salt ahiret için çalışmak değildir. Dünya ve ahiret, birbirini tamamlayan iki merhaledir. Allah'ın şeriatı ise insanın hayatındaki bu iki merhale arasında uyumu sağlar. Bütün bir hayatla ilahi sistem arasındaki uyumu da yine bu şeriat sağlar.
Sistemle olan ilişki insanların mutluluğunu rete bırakmaz. Bilakis, onu ilk merhalede gerçekleş-, tirir. Ahiret yurdunda ise; onu tamamlar, yetkinliğe, kavuşturur.
Bu, bütün varlık ve bu varlığın içinde yaşayan insana dair İslâm düşüncesinin temelidir. O, insanlığın tanıdığı bütün düşüncelerden ciddi ve öz bir şekilde ayrılır. O, diğer düzen ve ideolojilerde bulunmayan özelliklere dayanır.
Bu düşüncede Allah'ın şeriatına sarılmak insan ve varlıkların hayatıyla, insanın fıtratına ve bu evrene hükmeden sistem arasındaki tam bir ilişkinin gereğidir. Sonra bu genel sistem ile insan oğlunun hayatını düzenleyen sistem arasındaki zorunlu anlaşma ve uyum, insanın yalnızca Allah'a ibadet etmesiyle gerçekleşir. Hiç bir insan zaten bu varlığın Allah'a yaptığı ibadeti kendisine yapmasını isteyemez.
Bu zorunlu anlaşma ve uyuma, bü müslüman milletin babası İbrahim (a.s.) ile evrendeki yıldız ve cisimlere hakim olduğunu iddia edemeyen, ancak yeryüzündeki kullara hükmetme hakkını kendinde gören zorba Nemrut arasında geçen konuşma işaret etmektedir, ibrahim (a.s.), evrende kim hakim ise, insan hayatındaki egemenliğin ona ait olması gerektiğini söyleyerek onu susturdu. Şu delile cevap veremedi:
"Allah kendisine hükümranlık verdi diye İbrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? îb-rahim, Rabbim diriltir ve öldürür, demişti. Ben de diriltir ve öldürürüm, dedi. İbrahim, Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene dedi. Kafir, şaşırıp kaldı. Allah zalimleri hidayete erdirmez. " {Bakara, 258}
Allah ne kadar doğru buyurdu:
"Allah'ın dininden başka bir din mi istiyorlar? Halbuki göklerde ve yerde kim varsa; ister istemez O'na teslim olmuştur. Ve O'na döneceklerdir."(ÂH tmrân, 83) 19
Dostları ilə paylaş: |