Allah Yolunda Cıhad
İmam İbn-ül Kayyım, Zad-ül Mead'da, Efendimizin peygamber olarak "gönderildiği andan Allah'a kavuştuğu zamana kadar kafir ve münafıklarla ilişkilerini düzenleme yöntemi" adını verdiği bölümde İslâm'daki cihadı şöyle özetlemiştir: "Allah'ın (c.c.) ona ilk vahyettiği şey yaratan Rabbinin adıyla oku'masıdır. Bu peygamberliğinin başlangıcıdır. Kendisine okumasını emretti. O'nu "oku" emriyle TJgMJ'Ky nrto'iİpTP! biiriinfîn" il? Hejjflgfil yaptı. Sonra yakın akrabalarım, kavmini, çevresindeki arapla-n, sonra bütün araplan, en son olarak da bütün insanlığı, bütün alemi korkutmasını, uyarmasını emretti.
Nübüvvetinden on küsur yıl sonra savaşsız, ciz-yesiz sadece davetle korkutarak uyardı. Kendisine savaştan uzak durması, sabretmesi, aldırış etmemesi emredildi. Sonra hicrete ve cihada izin verildi. Bir öteki merhalede, kendisiyle savaşanlarla savaşması, savaştan geri duranlarla savaşmaması emredildi. En son, bir bütün olarak din Allah'ın oluncaya değin müşriklerle savaşması emri geldi. Cihad emri geldikten sonra; kafirler O'nunla ilişkilerinde üç kısma ayrıldılar: Barış yapılanlar, savaşılacaklar ve zim-miler. Kendileriyle barış yapılanların anlaşma müddetinin tamamlanması, anlaşmaya sadık kaldıkları müddetçe ahde vefada bulunmasını, eğer hainliklerinden korkarsa anlaşmayı bozması; anlaşmanın bozulduğunu onlara bildirinceye kadar onlarla savaşmamasını, anlaşmayı bozanla savaşmasını emretti. Tevbe suresi indiğinde, bunların hepsini açıklayan hükümler getirdi. Ehl-i Kitaptan olan düşmanlarıyla cizye verinceye ya da İslâm'ı kabul edinceye kadar savaşmasını emretti. Yine orada kafirlerle, münafıklarla cihad etmesini, onlara sert davranmasını emretti. Kafirlerle kılıç ve mızrakla, münafıklarla da delil ve dil ile cihad etti. Yine orada kafirlerle anlaşma yapmaktan uzak durması, yaptığı anlaşmaları bozmaması emredildi. Bu durumda, kendisiyle barış yapılanlar üç gruba ayrıldı:
a) Kendileriyle savaşılmasın! emrettiği grup. Bunlar anlaşmayı bozan, buna sadık kalmayanlardı. Onlarla savaştı ve galip geldi.
b) Geçici bir anlaşma yapan, bunu bozmayan ve isyan da etmeyen grup. Onlarla anlaşma müddetinin tamamlanmasını emretti.
c) Aralarında anlaşma bulunmayan, kendileriyle harbe de girilmeyen ya da kendileriyle mutlak bir anlaşmanın yapıldığı grup. Bunlara dört ay mühlet vermesini emretti. Süre dolduğunda onlarla savaştı. Ahdini bozanı öldürdü. Anlaşması olmayana ya da mutlak bir anlaşması olanlara dört ay mühlet verdi. Anlaşmasına sadık kalanın anlaşma müddetinin tamamlanmasını emretti. Bunların hepsi müslüman oldular. Müddet doluncaya kadar küfürde kalmadılar. Zımmîlere cizye uyguladı. "Tevbe" suresi indikten sonra, kafirlerle ilişkileri üç grupta toplandı. Onunla savaşanlar, anlaşma yapanlar ve zımmiler. Daha sonra anlaşması bulunanlar İslâm'a girdiler. Böylece iki grup kalmış oldu: Kendileriyle savaşılanlar ve zımmiler.
Onunla savaş halinde olanlar ondan korkuyorlardı. Yeryüzündeki insanlar ise üç gruba ayrılmıştı: Müslüman olup ona inananlar, anlaşma yapıp emniyette olanlar, ondan korkan ve onunla savaşanlar.
Münafıklarla olan ilişkisi de şöyleydi: Kendisine, zahiren ettikleri imam kabul etmesi, sırlarını ve gizlediklerini ise Allah'a havale etmesi, bilgi ve delil ile cihad etmesi, onlardan yüz çevirmesi, onlara karşı sert olması, kendilerine açık bir şekilde tebliğde bu- j lunması, cenaze namazlarını kılmaktan, kabirlerini V ziyaretten sakınması emredildi. Onların mağfiret edilmesi için dua ederse, Allah (c.c.) kesinlikle onları mağfiret etmeyeceğim kendisine bildirdi. Bu, kafir ve münafık düşmanlarıyla olan ilişkisiydi
İslâmdaki cihadın merhalelerinin bu güzel Özetinden, bu dinin üzerinde uzun uzun durulması gereken hareket yönteminin köklü ve derin özellikleri ortaya çıkar. Burada biz sadece bazı noktalara kısaca işaret etmekle yetineceğiz.
Birinci Özellik: Bu, dinin yöntemi konusunda ciddi bir gerçekçiliktir, hayata yönelmedir. Beşeri yapılara karşı çıkan bir harekettir. Kenal varoluş yapısına uygun araçlarla gerçekleştirir bunu. O,' maddi gücü elinde tutanların desteklediği bazı sistemlerin üzerine kurulduğu düşünsel itikadî cahili-yeye karşı çıkar. Daha sonra İslâmî hareket bütün bu yapıya karşı mümkün olan herşeyle; itikad ve anlayışları düzeltmek için davet ve tebliğ ile, insanlarla bunların itikad ve anlayışlarım düzeltme araşma giren düzen ve güçleri ortadan kaldırmak için kuvvetle, cihad ile karşı koyar. Bunlar insanlara zulmetmekte, onları saptırmakta, Rablerinden başkasına ibadet ettirmektedirler. O, maddi güçler karşısında tebliğ ile yetinmez. Bireylerin vicdanlarını kazanmak için maddi güç de kullanmaz. Bu dinin yönteminde böyle bir yol yoktur. İleride geleceği gibi, insanları kula kulluktan kurtarıp tek olan Allah'a ibadet etmelerini sağlamak için hareket ederken kullandığı yöntemler birbirini bütünler.
Bu dinin yöntemindeki ikinci özellik ise; gerçekçi ^e-eylemci (devingen) oluşudur. Merhaleleri bulunan bir harekettir bu.
Her merhalenin gereklerine, ihtiyaçlarına göre uygun araçları vardır. Her merhale kendinden sonraki merhaleye bırakır yerini. O, gerçeğin, hayat geçeğinin merhalelerine donmuş araçlarla karşılık vermediği gibi, hayat gerçeğinin kendisine de soyut teorilerle karşılık vermez. Kur'an naslarını, bu dindeki cihad yöntemine delil olarak ileri sürenler, bu özelliği gözden kaçırmaktadırlar. Bu yöntemin geçtiği merhalelerin yapısını, çeşitli nasların her bir merhale ile olan ilişkisini bilmemektedirler. Bunu yapanlar büyük bir yanlışın içine düşmekte, bu dinin yöntemine yanıltıcı bir görüntü vermektedirler. Nasla-ra, nihaî ilke ve kuralların içermediği anlamları yüklemektedirler. Bu, onların her nassı, nihaî nasta olduğu gibi, bu dinin nihaî kurallarını temsil ettiğini sanmalanndandır. İslâm ile ilgili isimlerinden başka hiç bir şeyleri kalmayan ve gelecek müslüman nesiller için aklen ve ruhen hayat gerçeğinin baskısı altında hezimete uğrayanlar şöyle demektedirler:
İslâm ancak savunma için savaşır. Bu dini, yönteminden ayırmakla iyilik ettiklerini sanıyorlar. O yöntem ki, bütün bir yeryüzünde tağutları yok edip, insanların yalnızca Allah'a ibadet etmelerini sağlamayı, onları kullara ibadetten kurtarıp, kulların Rabbine ibadet etmelerini hedeflemişlerdir. Bunu, akidesini zorla kabul ettirerek yaptırmaz. İnsanlarla bu akide arasındaki engelleri kaldırarak ya da cizye vermeye veya İslâmını ilan edinceye kadar onlarla savaşarak yapar. Ortalık temizlendikten sonra insan, bütün bir hürriyetini kullanarak, ister bu akideyi kabul eder, isterse kabul etmez.
Üçüncü özellik mm.* RıiEeldi harekettir. Yenilenen araçlar, bu dini belirlenmiş kurallarından, çizilmiş hedeflerinden dışarı çıkarmaz. O, ta ilk günden beri aynıdır. İster yakın akrabalara, ister Kureyş'e, ister bütün Araplar'a, isterse de bütün insanlığa seslensin, O yalnızca tek bir kurala çağırmaktadır onları. Onlardan'şu gaye etrafında toplanmalarım istemektedir: İhlasla, samimiyetle ibadeti Allah'a özgü kılsırtlar. kulakulkıktan-Kazgeçsinler!» Bu kuralda ne bir pazarlık, ne de bir yumuşaklık söz konusudur. Daha önceki bölümde açıkladığımız gibi, belirli merhaleler ve her merhalenin yenilenen araçlarıyla bulunan belirli bir plan dahilinde bu hedefi gerçekleştirmeye koyulur.
Dördüncü özellik ise: "Zad-ül Meâd" den yapılan kısa özette de görüldüğü gibi müslüman toplumla diğer toplumlar arasındaki ilişkilerin bir takım yasalarla düzenleniyor olmasıdır. Bu evrensel ilke bütün insanlığın Allah'a boyun eğmesi, toptan O'na teslim olması, her ne şekilde olursa olsun -bu siyasi bir rejim ya da maddi bir güç de olabilir- O'na davetin önünde engel olarak durmamasıdır. Kendisiyle i haşhaşa bırakmasıdır. Kişi özgüriradesiy-r ya Ha gpp.mp?.. Ancak ona karşı koyamaz, onunla savaşa girişemez. Eğer bunu biri yaparsa İslâm'a düşen, onu öldürünceye ya da İslâm'ı kabul ettiğini açıklayıncaya kadar onunla savaşmaktır.
"İslâmda Cihad" konusunda, aklen ve ruhen bozguna uğrayanlar, bu 'itham'dan İslâm'ı kurtarmaya çalışırlarken, akideyi zorla kabul etmeyi reddeden nasla ilgili bu dinin yöntemiyle; insanlarla bu dinin arasına giren, kulu kula ibadet ettiren, Allah'a ibadet etmekten alıkoyan maddî, siyasal güçlerin yok edilmesi ile ilgili yöntemi birbirine karıştırmaktadır. Bunlar farklı şeylerdir ve buna mahal de yoktur. Bu karıştırmadan daha da ötesi bu bozgundan dolayı, İslâm'daki cihadı, bugün "savunma savaşı" adı verilen şeye hasretmeye çalışıyorlar. İslâmdaki cihad kavramı, ne insanların bugün yaptıkları savaşla, ne etkenleriyle ne de özellikleriyle ilgisi olan bir şeydir. Cihadın etkenleri "İslâm'ın" yapısıyla, şu dünyadaki rolüyle ve Allah'ın belirlediği hedefleriyle bağlantılıdır. Bundan dolayı Allah peygamberini bu risaletle göndermiş, onu en son peygamber, risaletini de en son risalet kılmıştır.
Bu din, yeryüzünde insanın, kula kulluktan -insanın nevasına ibadet etmesi de kula kulluktur-kurtanlmasmın genel bir ilânıdır. Bu, tek olan Allah'ın uluhiyyetinin, alemlere olan rububiyyetinin ilamdır. Tek olan Allah'ın alemlere rububiyyetinin anlamı, bütün çeşit ve biçimleriyle insanın egemenliğine karşı yapılan bir devrim, yeryüzün neresinde olursa olsun beşeri otoritelere karşı bir başkaldırıdır. Her ne şekilde olursa olsun insanın uluhiyyetine bir isyandır, bir kıyamdır. Bu kıyam, hükmetmenin, hüküm merciinin insan olmasına, güç kaynağının insan olmasına, insanın ilahi aş tınhnasma, bazısının Allah'ı bırakıp Rabler edinilmesinedir. Bu ilânın anlamı, Allah'ın gasbedilen otoritesini O'na geri iade etmek, kendi koydukları kanunlarla insanlara hükmedenleri, kimilerini Rab, kimilerini de kul makamına koyanları reddetmektir. Bunun anlamı yeryüzüne Allah'ın egemenliğinin hakim olması için insanın egemenliğinin paramparça olmasıdır. Ya da Kuranî ifade ile: "Hem gökte, hem de yeryüzünde ilah olan O'dur." (Zuhruf, 84)
"Hüküm Ancak Allah'a aittir. O'ndan başkasına ibadet etmemenizi emretti. Bu dosdoğru dindir. "(Yusuf, 40)
"De ki: "Ey kitab ehli! Ancak Allah'a ibadet etmek, O'na hiç bir şeyi şirk koşmamak, Allah'ı bırakıp birbirinizi Rab olarak benimsememek üzere, bizimle sizin aranızda müşterek bir söze gelin." Eğer yüz çevirirlerse, "Bizim müslüman olduğumuza şahid olun" deyin. "(ÂH îmrân, 64)
Yeryüzünde Allah'ın egemenliği, kilise anlayışında olduğu gibi orada din adamlarının egemen olmasıyla, (Teokrasi) tanrılar adına konuşan insanlarla, mukadder hüküm ile değil, ancak Allah'ın şeriatının egemen olmasıyla, şeriatte belirlendiği şekliyle yönetimin Allah'a verilmesiyle gerçekleşir.
Yeryüzünde Allah'ın egemenliğinin kurulması, insanın egemenliğinin yok olması, otoritenin gasbe-den kulların elinden alınıp Allah'a geri verilmesi, yalnızca ilahî kanunun (şeriatın) yürürlükte olması, beşeri kanunların ilga edilmesi, bütün bunlar salt davet ve tebliğ ile gerçekleşmez. Çünkü kullara egemen olanlar, yeryüzünde Allah'ın hakkı olan otoriteyi gaspedenler sadece davet ve tebliğ ile ellerindeki gücü ve yönetimi bırakmazlar. Eğer bu böyle olsaydı, Rasûllerin yeryüzünde Allah'ın dinini hakim kılmaları ne de kolay olurdu. Peygamberler tarihinin, çağlar boyunca bu tevhid dininin tarihinin tanık olduğu şey bunun tam tersidir.
Yeryüzünde insanın tek olan Allah'ın uluhiyyeti-ni ve alemlere olan Rabliğini ilan ederek, Allah'ın gücünün dışındaki bütün güçlerden yeryüzünün kurtarılması şeklindeki genel ilan; teorik, felsefi, soyut bir ilan değildir. Ancak eylemci, gerçekçi ve pozitif bir ilandır. İnsandan, Allah'ın şeriatının hakim olduğu bir düzenin, pratik olarak gerçekleştirilmesini isteyen bir bildiridir. Böylece onların fiilen kula kulluktan kurtulup, ortağı (şeriki) olmayan tek Allah'a ibadet etmeleri sağlanmış olacaktır. Şundan d olayı "davet" özelliğinin yanında "hareket'LSylem) özelliğinin de bulunması^ereklidir. Jgu, beşeri düze-riıîTputun yolHerine_uxgunaraçlarla karşı koymâ Beşerî düzen, dün olsun, bugün olsun, yarın olsun, bozuk akide yapısı, ve batıl anlayış engellerinin yanında, akidevi, maddi, siyasi, sosyal, ekonomik, etnik ve sınıfsal engeller, çıkaracak, yeryüzünde insanı Allah'ın gücü dışındaki bütün güçlerden kurtarmak şeklindeki kandır maçayla bu dine karşı koymaktadır. Herşey birbirine karıştırılmakta, işler sarpa sardınlmaktadır.
"Davet" akide ve anlayışlara karşı çıktığına göre, "hareket" de diğer maddî engellere karşı koyar. Bunların başında da itikadı, etnik, sınıfsal, sosyal etkenlere dayalı olan siyasi güç gelir. Bu ikisi, davet ve hareket, kendi yapılarına uygun araçlarla "beşerî yapıya" karşı koyarlar. Bu ikisi yeryüzünde insanlığın kurtuluşu için birlikte harekete geçmelidirler. Bütün bir yeryüzündeki bütün bir insanlığın kurtuluşu... Bu, bir kez daha gerçekleştirilmesi gereken önemli bir noktadır.
Bu din Arap insanının kurtuluşunu ifade eden bir ilan olmadığı gibi, ona ait özel bir mesaj da değildir. Onun^koiıusu^^msan^dır. İnsanJalrüdür. Ala.-m da bütün bir yeryüzüdür. Allah (c.c.) ne sadece Arapların Rabbi ne de sadece İslâmî akideye ina-^atemierin Rabbi"dir. Bu din.
"alemleri" Rab'lerine döndürmek ve O'ndan başkasına ibadet edilmemesini sağlamak istiyor. İslâm'a göre büyük kulluk insanın, kendi türünden olan insanların koyduğu yasalara boyun eğmemesidir. Bu ise, ancak Allah için yapılan ibadettir. Kim bunu Allah'tan başkasına yaparsa, her ne kadar bu dinden olduğunu iddia etse de, Allah'ın dininden çıkar. Allah Rasûlü,yasama ve yargılamada "ittiba etme"nin ibadet olduğunu ferman buyurmuştur. Yahudi ve Hıristiyanlar kendilerine yalnızca Allah'a (c.c.) ibadet etmeleri emredildiğinde buna muhalefet etmişler, böylece müşrik olmuşlardır.
Tirmizi'nin Adiyy b. Hatem'den rivayet ettiğine göre; Allah Rasûlü'nün daveti ona ulaştığında Şam'a kaçtı. Cahiliye döneminde Hıristiyan idi. Kız kardeşi, ile kavminden bir grup esir alınmıştı. Sonra, Allah Rasûlü kızkardeşine iyilikte bulundu, serbest bıraktı. O da kardeşine gitti. İslâm'ı ona sevdirdi. Allah Rasûlü'nün yanına girdiğinde, halk onun gelişini konuşuyordu. Yanına geldiğinde Adiyy'in boynunda gümüşten bir haç vardı. O an Allah Rasûlü (s.a.v.) "Allah'ı bırakıp ta haham ve rahiplerini Rabler edindiler" âyetini okuyordu. Adiyy diyor ki: Onlara ibadet etmediklerini söyledim. Buyurdu ki: "Hayır, ettiler. Helali haram, haramı da helal kıldıkları zaman, onlar bunlara uydular. Bu, onların yaptığı ibadettir"
Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) Allah'ın (cc.) ayetini tefsiri yasama ve yargılamada uyma (ittiba etme)mn dinden çıkaran bir ibadet olduğuna kesin delildir. Bazı insanların kimilerini Rab edinmeleridir. Bu, bu dinin şirki yok etmeye, "yeryüzünde" "insanı" Allah'tan başkasına ibadet etmekten kurtarmaya geldiğinin açık bir ilâmdır.
Bundan dolayı İslâm, bu genel ilana karşı çıkan, yeryüzündeki hayat gerçeğini ortadan kaldırmak için hem tebliğ, hem de hareketi (eylemi) birlikte kullanır. İnsanları Allah'tan başkasına taptıran, yani onlara O'nun şeriatı dışında başka bir şeyle hükmeden, onların daveti dinlemesine, kendi özgür seçimlerini yapıp, İslâm'ı kabul etmelerine engel olan siyasal güce saldırıda bulunur. İşte bu, salt siyasal ya da ulusalcılıkla boyanmış veya tek bir ulus içinde sınıfsal bir temele dayanan egemen gücü yok ettikten sonra fiilen bir özgürlük hareketinin başlamasına müsamaha gösterecek toplumsal, ekonomik, siyasal bir düzenin kurulması içindir.
İslâm'ın amacı kesinlikle, kendi akidesini zorla benimsetmek değildir. Bununla beraber İslâm soyut bir "akide" de değildir. Dediğimiz gibi İslâm, insanın kula kulluktan kurtuluşunun genel bir ilânıdır. Önce, insanın insana egemenliği temeline, insanın insana ibadet etmesi temeline dayanan düzen ve hükümetleri yok etmeyi amaç edinir. Siyasal baskıyı kaldırdıktan, insanların akıllarına ve ruhlarına kendi davetini sunduktan sonra, kendi özgür iradeleriyle imanı seçip seçmeme konusunda onları serbest bırakır. Ancak bu, onların heva ve heveslerini tanrı edinmeleri anlamına gelmez. Onlara, kula kul olmayı seçme hakkını da vermez. Allah'ı bırakıp birbirlerini Rab edinemezler. Yeryüzünde insanlığa hükmeden sistemin temelinin yalnızca Allah'a ibadet etme olması gerekir. Bu da yasaların yalnızca O'ndan alınması ile gerçekleşir. Böyle bir düzenin gölgesinde her birey akide olarak neyi kabul etmek isterse onu kabul etsin. Böylece "din" bütünüyle Allah'a ait olmuş olur... Yani muhakeme, boyun eğme, tabi olma, ibadet, herşey Allah'a ait olmuş olur. Dinin anlamının akidenin anlamından daha geniş olduğu hatırlanmalıdır. Din yaşamı düzenleyen, ona hükmeden bir yöntem ve düzendir. İslâm'da din akideye dayanır. Ancak genel olarak o akideden daha kapsamlıdır. İslâmî düzende, bazı toplumlar onun akidesini kabul etmeseler bile, çeşitli cemaatler tek olan Allah'a ibadet temeline dayanan sisteme boyun eğerler.
Yukarıda açıklandığı şekilde bu dinin yapısını kavrayan kişi, sözle yapılan cihadın yanında silahla yapılan cihadın zorunluluğunu kavrar. Dar anlayışla bunun bir savunma savaşı olmadığını görür. İslâm'daki cihadın düzenbaz, oryantalist saldırganların, günlük hayatın zorlukları karşısında hezimete uğrayanların tasvir ettikleri gibi bir "savunma savaşı" olmadığını anlarlar. O, yeryüzünde "insan'ın kurtuluşu için harekete geçen bir harekettir. Bunu gerçekleştirmek için çeşitli merhalelerde yapısına uyan bir takım yeni araçlar kullanır.
İslâm'daki cihadı bir savunma hareketi olarak isimlendirmek durumundaysak, "savunma" sözcüğünün anlamını değiştirmemiz gerekir. Bunu, kendisini savunma olarak anlayabiliriz. İnsanın özgürlüğünü sınırlayan, kurtuluşunu engelleyen bütün engellere karşı "insanı savunma" olarak anlayabiliriz. Bu engeller itikad ve anlayışta kendini gösterebileceği gibi, İslâm'ın geldiği gün bütün yeryüzünde egemen olan ve bugünün cahiliyesinde ekonomik, sınıfsal ve ırksal temellere dayalı siyasal düzenler şeklinde de kendini gösterebilir.
"Savunma" kelimesini bu geniş anlamda kullandığımızda, İslâm'ın yeryüzünde cihada başlamasının etkenlerini, cihadın özünü, ruhunu, İslâm'ın kendisini kavrayabiliriz: O da, insanın kula kulluktan kurtuluşunun bir ilanı, uluhiyyetin yalnızca Allah'a verilmesi; O'nun alemlerin Rabbi olduğunun kabul edilmesi, yeryüzündeki insanın heva ve hevesine dayalı egemenliğin yıkılması, insan hayatında ilahi kanuna, şeriate dayalı egemenliğin kurulmasıdır.
Savunma savaşının günümüzdeki dar anlamıyla İslâmî cihad için bazı savunma gerekçeleri bulma, İslâmî cihad vakalarının yalnızca İslâm ülkesini -ki bazılarına göre bu yalnızca Arap yarımadasıdır-komşu düşman güçlerin saldırılarından korunmak için yapıldığı iddiasını doğrulama girişimi, bu dinin yapısının, yeryüzündeki fonksiyonunun yanlış anlaşılmasından ileri gelmektedir. Bu aynı zamanda yaşanan hayat karşısında, İslâm'daki cihada düzenbaz oryantalistlerin hücumu karşısında bozguna uğramışlığın bir göstergesidir.
Ebû Bekir, Ömer, Osman, Bizans ve İranlıların Arap yarımadasına olan düşmanlıklarından emin olsalardı, İslâm'ı yeryüzünün diğer bölgelerine ulaştırmaktan vazgeçip yerlerinde otururlar mıydı acaba? Irk ve sınıf temeline dayalı devletlere, ekonomik ve siyasal düzenlere rağmen, bunların çıkardıkları sorunlara rağmen bu davet bu genişliğe nasıl ulaştı?!
insanın bütün bir yeryüzünde, bütün bir insanlığın kurtuluşunu hedefleyen bir davetin önüne çıkan engeller önünde durması, bunlarla dille, tebliğle ci-had etmesini düşünmek safdilliktir. O, ancak kendiv siyle insanlar arasında engel bulunmadığı zaman* dille, tebliğle cihad "eder, özgürce onlara seslenir. Ve onlar bu durumda bütün etkilerden uzaktırlar. İşte/ bu noktada "dinde zorlama yoktur". Ama maddi en-, gel ve etkiler varsa, insanın kalbine ve aklına seslenebilmek için öncelikle bunların yok edilmesi gere* kir.
Eğer cihaddan amaç, bir bütün olarak, uygun araçlara fiili yapıya karşı çıkan insanın kurtuluşunu hedefleyen bir ilân ise o zaman cihad, davet için bir zorunluluktur. İslâm teorik, felsefî tebliğle yetinmez. İster İslâm ülkesi -İslâmî deyimle Dar-ül İslâm- komşularının tehdidi altında bulunsun, isterse de bunlardan emin olsun, İslâm barış için uğraşırken, bunun sadece kendi halkının, İslâmî akideyi kabul eden kendi halkının yaşadığı küçük toprak parçasının emin, güvenlik içinde olmasını istemez. Barışı o, dinin tamamen Allah'a ait olması için ister. Bunun anlamı, bütün insanların tek olan Allah'a ibadet etmeleridir. Ve insanlar, Allah'ı bırakıp birbirlerini Rabler de edinmezler orada. Bu konuda bir hüküm verileceği zaman göz önünde bulundurulması gereken husus, cihad hareketinin ilk ve orta merhaleleri değil, Allah'ın bir emri olarak bize ulaşan son merhalesidir. İmam İbn-ül Kayyımın dediği gibi bu merhaleler şu şekilde neticelenmiştir: Tevbe suresinin inişinden sonra peygamberle ilişkide olan kafirler üç gruptaydı. Onunla savaş halinde olanlar, anlaşma yapmış olanlar ve zımmiler. Daha sonra anlaşma yapanlar ortadan kalktı. Geriye iki grup kaldı: Savaş durumunda olanlar ve zımmiîer. Savaş durumunda olanlar O'ndan korkuyorlardı. Böylece insanlık üç gruba ayrılmış oldu: Müslüman olup O'na iman edenler, zımmiler, O'ndan korkan ve O'nunla savaş halinde olanlar.
İşte bu, bu dinin yapısına, amaçlarına uygun düşen mantıksal, ilke ve kanundur. Hayatın zorlukları karşısında düzenbaz oryantalistlerin önünde bozguna uğrayanların anladıkları değildir.
Allah müslümanlara Mekke'de ve Medine'ye yapılan hicretin ilk döneminde savaştan uzak durmalarını emretti. Ve onlara şöyle emredildi: "(Savaştan) elinizi çekin. Namaz kılın. Zekat verin."(Nisa,77)
Daha sonra buna izin verildi ve denildi ki: "Zulmedilerek kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmasına izin verilmiştir. Şüphesiz Allah onlara yardım etmeye Kadir (gücü yeter) dir. Onlar haksız yere ve "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için yurtlarından çıkarılmışlardır. Allah insanların bir kısmını diğerleriyle yok etmeseydi, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çokça zikredilen camiler yıkılıp giderdi. And olsun ki, Allah'a yardım edenlere O da yardım eder. Doğrusu Allah güçlü ve azizdir. Onları biz yeryüzünde hakim kılarsak, namaz kılarlar, zekat verirler, iyiliği emrederler, kötülükten alıkoyarlar. İşlerin sonucu Allah'a
aittir. "(Hacc, 39-41)
Daha sonra cihad yalnızca onlarla savaşanlara karşı farz kılındı: "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda Savaşın." (Bakara, 190)
Son olarak bütün müşriklerle savaşmaları farz kılındı. "Müşrikler sizinle nasıl topluca savaşıyorlarsa siz de onlarla topluca savaşın." (Tevbe, 36)
"Kitap verilenlerden, Allah'a ve Ahiret gününe iman etmeyen, Allah'ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan hak dini din edinmeyen-lerle boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın." (Tevbe, 29)
İmam îbn-ül Kayyımın dediği gibi savaş önce yasaktı. Sonra izin verildi. Bir sonraki aşamada savaşa başlayanla savaşmak emredildi. Son aşamada ise bütün müşriklerle savaşma emri geldi.
Cihadla ilgili Kur'an âyetlerinin kesinliği, buna teşvik eden peygamberimizin hadislerinin netliği, İslâm'ın başlangıcından bugüne dek tarihin şahid olduğu cihad olaylarının ciddiyeti; işte bütün bunlar hayat gerçeğinin baskısı önünde, düzenbaz oryantalistlerin İslâm'daki cihada karşı yaptıkları saldırılar karşısında bozguna uğrayanların yapmaya çalıştıkları bu tefsire imkan tanımaz!
Bu konuda Allah'ın (c.c.} sözünü, Rasûlü'nün (s.a.v) sözünü duyan İslâm'daki cihad olaylarını inceleyen bir kişi kalkıp aslı astarı olmayan görüşlere dayanarak; bunun, yani cihadın sınırları korumakla kayıtlı olduğunu nasıl iddia edebilir?
Allah (c.c.) mü'minlere savaş izni veren âyetlerin başında, bu dünya hayatının yapısındaki sürekli ve temel unsur olarak, yeryüzünden fesadı kaldırmak için insanların bazısının diğerlerini yok ettiğini belirtmiştir: 'Allah insanların bir kısmını diğerleriyle yok etmeseydi; manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çokça zikredilen camiler yıkılıp giderdi." (Hacc, 40) .Öyleyse İm,,geçicilik değil, .süreW, lilik özelliğine sahip bir durumduj^Şu..vd^ haklle batılın birjikte^yaşayamay-acağının.kesin bir ifedesiHlrTNe zaman ki İslâm Allah'ın alemlere olan Rabbliğini hakim kılma, insanın kula kulluktan kurtuluşu ilanında bulunmuşsa, yeryüzünde Allah'ın egemenliğini gasp edenler ona savaş ilan etmişler, kesinlikle onunla anlaşma ve uzlaşma yolunu tercih etmemişlerdir. O da böylece insanları onların egemenliğinden kurtarmak, "yeryüzünde insanı savunmak" ve bu işgalci gücü ortadan kaldırmak için harekete geçmiştir. Din büsbütün Allah'a ait oluncaya değin özgürlükçü cihad hareketinin kesinlikle son bulmayacağı sürekli bir durumdur bu.
Mekke'de savaştan uzak durulması uzun bir planın bir merhalesinden başka bir şey değildi. Hicretin ilk döneminin de bundan farklı bir yanı yoktu. Medine'deki ilk dönemden sonra müslüman cemaatı harekete geçerin şey, salt şehrin güvenliğini sağlamak endişesi değildi. Bu atılması gerekli olan bir adımdı. Ve en son adım da değildi. Ancak o, insanın kurtuluşunu sağlayacak, insanı bu kurtuluştan alı koyan engelleri yok edecek bir amileyenin temelini atan, aracını belirleyen bir hedefti.
Mekke'de müslümanların silahla cihad yapmak-dan uzak tutulması anlaşılabilir bir olgudur. Mekke'de davet için gerekli olan ifade özgürlüğü vardı. Peygamber (s.a.v) Haşim oğullarının silahlarının koruması altında açıkça davette bulunma imakımna sahipti. Böylece insanların kulağına, gönlüne ve akİma seslenebiliyor, onlarla yüzyüze gelebiliyordu. O'nu davette bulunmaktan alıkoyan insanların onu dinlemesini engelleyen örgütlü siyasal bir güç yoktu. Bu da, o aşamada bulunan bazı nedenlerden dolayıdır. Bunları Nisa sûresinin "kendilerine "elinizi savaştan uzak tutun, namaz kılın ve zekat verin" denilenleri görmedin mi?" âyetini Fi zilal-il Kur'an'da tefsir ederken özetledim. Bunun bir kısmını buraya alıntılamamın bir sakıncası yoktur: "İhtimal ki bu durum, Mekke döneminin belirli bir çevrede, belirli şartlar altında, belirli bir ulus için yapılan bir eğitim ve hazırlık dönemi olmasından dolayıdır. Özellikle bu tür bir çevredeki eğitim ve hazırlık döneminin hedeflerinden biri de kendisine ya da kendisine sığı-/hân insanlara yapılan zulme sabredemeyen Arab in-[ sanının nefsini eğitmektir, terbiye etmektir. Böylece I kendim nefsaniyet ve bencillikten soyutlayarak, hayata bakış açısı, onu harekete geçiren etkenler değişecekti. Bu terbiye ile sinirlerine hakim olmayı, ön-r" çeki terbiyesi nedeniyle tepki göstermemeyi, ani bir heyecana sürüklenmemeyi de öğrenecekti. Ruhunda \ ve hareketinde bir itidallik hakim olacaktı. Her işinde kendisine başvurduğu belli bir yöntemi olan örgütlenmiş bir yapıya uymayı öğrenecekti. Alışkanlıklarına, adetine ne kadar aykırı olursa olsun kendisine emredilenin dışında davranmayacaktı. Düzensiz ve kabilevî olmayan, belli bir yönetim meka-.nizmasma bağlı bulunan müslüman bir toplumun Vkurulması için, Arap insanının hazırlanmasında kö-şgtaşım bu oluşturuyordu.
Şundan dolayı da olabilir: Kureyş gibi şeref ve haysiyetine düşkün bir çevrede barışçıl bir davet daha etkili, daha güçlü, daha yapıcı olabilirdi. Böyle yapılnaasaydı, Kureyş savaşa baş vurabilir, iş inada biner, daha önce Araplar arasında meydana gelen "Dahis", "Gubare" ve "Besüs" savaşları gibi uzun yıllar sürecek yeni kanlı çatışmalara yol açabilirdi. Böylece bu çatışmalar onların akıl ve zihinlerinde İslâm'la bağlantılı bir şekilde kalırdı. Bu iz bir daha silinmez, İslâm bir davet ve din olmaktan çıkıp, toplum arasında çatışma ve düşmanlıklara dönüşür, onu ayakta tutan temel amaç unutulur ve bir daha da hatırlanamazdı.
Bu her evde bir savaş alanı açmak istenmediğinden de olabilir. Müslümanlara işkence yapan, zulmeden sistemli bir güç yoktu. İşkence ve zulüm kişilerin velileri tarafından yapılıyor, böylece terbiye (!) verilmiş oluyordu. Böyle bir ortamda savaşa izin verilmesinin anlamı, her evde bir savaş alanının açılması demekti. İleride, işte; İslâm bu denilecekti. İslâm savaştan uzak durulmasını emrettiğinde bile bu dendi. Hac ve ticaret için gelenlere Kureyş'in yaptığı propaganda şuydu: "Muhammed bırakın kavmini ve aşiretini, baba ile oğulun bile arasım açıyor." Eğer her evde, her mahallede çocuğa babasıyla, köleye efendisiyle savaşı emretseydi durum nice olurdu?
Mekke'de cihada izin verilmeyişi ilk müslüman olanlara zulmeden, eza eden, işkence eden, onları dinlerinden döndürmeye çalışan bir çok kişinin ileride islâm ordusunun ihlaslı bir eri, hatta bir komutanı olacağını Allah'ın bilmesinden dolayı da olabilir. Ömer b. Hattab onlardan biri değil miydi? Kabile hayatı içindeki Arap insanının bir gelenek olarak, eza ve cefaya katlanan, davasından dönmeyen mazlumdan yana tavır koymasından dolayı da olabilir. Özellikle aralarındaki saygın insanlar söz konusu olduğu zaman. Bu bakış açısının doğruluğunu gösteren bir çok olay vardır. İbn-i Duginne, değerli bir insan olan Ebu Bekir'in hicret etmesine, Mekke'yi bırakıp gitmesine gönlü razı olmamıştı. Bunda Arapları şanına ve şerefine yakışmayan bir husus görüyordu. Ona himayesine girmesini teklif etti. Yine açlık ve sıkıntı artınca Ebu Talib'in Haşimoğullarını kuşatan ablukayı kırması bu olayların birer örneğidir. Eskiden özgür olan, ancak bugün zillete boyun eğen bir toplumda zulme karşı susmamak, bir istihza, alay, alçaltma ve zalimi alkışlama konusu olabiliyor.
Savaşa izin verilmeyişi, o vakit müslümanlarm sayılarının az olmasından, davetin yarımadanın diğer bölgelerine hiç ulaşmamış ya da bölük pörçük ulaşmış olmasından dolayı da olabilir. Kureyşin kendi içinde çıkacak bir savaşta, işin sonunun nereye varacağını görmek isteyen kabileler tarafsızdılar. Sınırlı bir savaş durumunda az sayıdaki müslüman toplumun öldürülmesi ve yok edilmesiyle, kendilerini öldürmeye çalışanların bir çoklarını öldürmüş olsalar bile; şirk yeryüzünde baki kalacaktı. Müslüman toplum güçsüzleşecek, yeryüzünde İslâm'a ait bir düzen kurulamayacaktı. Pratik bir varlığı olmayacaktı. Ovsa hn rjin bir ha vat tarzı, pratik bir yaşam biçimi olsun diye gelmişti.
Medine'ye yapılan hicretin ilk döneminde Allah Rasûlü'nün, Medine'li yahudüerle, Medine ve civarındaki müşrik Araplarla yaptığı anlaşma, o merhalenin gerektirdiği bir özelliktir.
Birinci olarak orada davet ve tebliğ yapılabilecek bir ortam vardı. Hiç bir siyasal güç bunu yapmaktan O'nu alıkoymuyor, onunla insanlar arasına girmiyordu. Herkes yeni müslüman devleti ve siyasi işlerde de Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) yönetimim kabul etmişti. Anlaşma, onlardan hiç kimsenin Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) izni olmaksızın barış yapmasına, savaş açmasına, bir dış ilişkiye girmesine imkan tanımıyordu. Şurası açıktır ki, Medine'de gerçek güç müslüman yönetimindi. Davetin Önünde açık bir alan vardı. İnsanlar, inanç konusunda seçim hürriyetine sahipti.
İkinci olarak Peygamber (s.a.v.) bu merhalede, vaktini bu dine karşı çıkan Kureyş'e ayırmak istiyordu. Kureyş ile bazı üyeleri arasındaki problemin nereye varacağını beklemekte olan diğer kabilelerle kurulacak olan ilişki buna bağlıydı. Bundan dolayı Allah Rasûlü (s.a.v.) seriyyeler göndermeye başladı. İlk gönderilen seriyye hicretin yedinci yılı başlarında Ramazan ayında Hamza b. Abdulmüttalib komutasında idi.
Sonra bunu dokuzuncu aydaki, onüçüncü aydaki, onaltmcı aydaki seriyyeler izledi. Daha sonra, onye-dinci ayda, gggfih'tp.j Abdullfib.b. <>hş fr.H.1 komnta-sH^^Şeriyy^JJk^ezjc^ı^mamn meydana geldiği seriyy_eidi. Bu hadise haram bir ayda cereyan etmiş, binaenaleyh Bakara sûresinin şu âyetleri inmişti.' "Sana haram ayda yapılan savaşı soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük bir suçtur. Allah yolundan alıkoymak, O'nu inkar etmek, Mescid-i Haram'a gitmeye engel olmak, halkını oradan çıkarmak Allah katında daha büyük suçtur. Fitne çıkarmak ise öldürmekten daha büyük günahtır. Güçleri yeterse dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşa devam ederler" (Bakara, 217}
Daha sonra bu yılın Ramazan ayında Büyük Bedir Savaşı meydana geldi. Bununla ilgili olarak da Enfâl sûresi indi.
Hadiseye özellikleri açısından bakıldığında, yaşanan gerçekler karşısında, düzenbaz oryantalist saldırıları önünde bozguna uğrayanların dediği gibi .İslâmî hareketin temelini dar anlamıyla savunma nlarak tanımlamak mümkün değildir.
İslâmî hareketi salt savunma nedenlerine indirgemeye çalışanlar bunu, müslümanlarm gücünün kalmadığı, hatta müslümanlara ait bir İslâm devletinin ortada kalmadığı bir zamanda, oryantalist saldırılar karşısında perişan bir halde yapmaktadırlar. Onlar İslâm'daki cihada edebi gerekçeler aramakta-lar. Allah'ın (c.c.) kendilerine rahmet edip de, din toptan Allah'a ait olsun diye yeryüzünde insanı Allah'tan fc.c.) başka herşeyin otoritesinden kurtarmayı amaçlayan, İslâmî daveti gerçekleştirmeye çalışanlar bunların dışmdadırlar.
İslâmî hareket Kur'an âyetlerinin belirttiği gerekçelerin dışında hiç bir gerekçe ile açıklanamaz, buna ihtiyacı da yoktur:
"O halde; dünya hayatı yerine ahireti alanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır, öldürülür veya galib gelirse; Biz ona büyük bir ecir vereceğiz. Size ne oluyor da Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir kurtarıcı gönder, katından bize bir yardımcı lütfet" diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz? Mu minler Allah yolunda savaşırlar, inkar edenler de tağut yolunda savaşırlar. Şeytanın dostlarıyla savaşın. Şeytanın hilesi gerçekten zayıf tır."{Nisa, 74-76}
"İnkar edenlere, eğer savaştan vazgeçerlerse, geçmişlerinin affedileceğini ve tekrar başlarlarsa öncekilerinin hükmünün uygulanacağını söyle. Fitne kalmayıp, din toptan Allah'a ait oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse bilsinler ki, Allah onların yaptıklarını kesinlikle görür. Eğer yüz çevirirlerse bilin ki, Allah sizin dostunuzdur. O ne güzel dost, ne güzel yardımcıdır. "(Enfâl, 38-40)
"Kitap verilenlerden, Allah'a, ahiret gününe iman etmeyen, Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan, hak dini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın. Yahudiler, "Uzeyr Allah'ın oğludur" dediler. Hristiyanlar da "Mesih Allah'ın oğludur" dediler. Bu, daha önce inkar edenlerin sözlerine benzeterek ağızlarında geveledikleri sözdür. Allah onları kahretsin! Nasıl da uyduruyorlar. Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i Rableri olarak kabul ettiler. Oysa tek Allah'tan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. Ondan başka ilah yoktur? Allah, onların şirk koştuklarından münezzehtir. Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Kafirler istemese de Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır." (Tevbe, 29-32)
Bunlar yeryüzünde Allah'ın uluhiyyetinin gerçekleştirilmesinin, insan hayatında düzenin kurulmasının, şeytani sistemlerin yok edilmesinin, insanların ibadet ettikleri beşeri güçlerin ortadan kaldırılmasının gerekçeleridir, insanlar yalnızca Allah'ın kullarıdır. Onun kullarından hiç kimsenin insanları kendine göre, heva ve hevesinden kaynaklanan şeriate dayalı bir sistemle yönetmesi caiz değildir.
"Dinde zorlama yoktur" ilkesinin yerleşmesi bunun için yeterlidir. Kulların sultasından kurtulup egemenliğin yalnızca Allah'a ait olduğu, dinin yalnızca Allah'a ait olduğu ilkesi kabul edildikten sonra, akideyi kabul etme zorunluluğu yoktur.
Bunlar insanın yeryüzündeki genel kurtuluşunu açıklayan gerekçelerdir. İnsanlığın kurtuluşu insanları kula kulluktan kurtarıp ortağı olmayan, tek olan Allah'a ibadet etmeleri sağlanarak olacaktır. Bu tek başına yeterlidir. Bunlar müslüman savaşçıların ruhlarında dipdiriydi. Onlardan hiçbiri tehdit altındaki vatanlarını savunmak, kendilerine saldıran İran ve Bizanslılara karşı kendilerini korumak, şöhretlerini artırmak ya da daha fazla ganimet elde etmek vb. nedenlerle cihada çıkmadılar.
Onlar Kadisiye savaşındaki İran ordusu komutanı Rüstem'e Rabi' b. Amir, Huzeyfe b. Muhsin ve Muğire b. Şu'be'nin dediği gibi diyorlardı. Rüstem onlara savaştan önce üç gün arka arkaya şunu sordu: Niye geldiniz? Cevapları şöyleydi: "İsteyenleri kula kulluktan kurtarıp yalmzca Allah'a ibadet etmelerini sağlamak, dünyanın darlığından genişliğine kavuşturmak, dinlerin zulmünden İslâm'ın adaletine ulaştırmak için Allah gönderdi bizi. Dinini yaratıklarına öğretsin diye de Peygamberini gönderdi. Kim bunu kabul ederse, onu kucaklayıp bağrımıza basarız. Onunla savaşmaktan vazgeçeriz. Canını ve malını bırakırız. Kam de inkarda diretirse onunla ya cennete ya da zafere erişinceye kadar savaşırız."
Öte yandan bu dinin kendi yapısından, genel bildirisinden; belirli merhalelerde yenilenen araçlarla beşeri düzene bir bütün olarak karşı koyan pratik yönteminden ileri gelen bir gerekçe daha vardır. İslâm topraklarına ve oradaki müslümanlara karşı bir düşmanlık tehlikesi olmasa bile başlangıcından bu yana kendiliğinden var olan bu gerekçe, salt sınırlı ve geçici savunmadan değil, yönteminin yapısından, gerçekçiliğinden, insan toplumlarındaki fiili engellerden kaynaklanmaktadır.
[ Bu,müslümanın "Allah yolunda" canıyla, malıyla mücahid olarak hareket etmesi için yeterlidir| Uğruna yola çıkılan bu değerler kişisel bir yarar sağlamaz ona. Zaten kişisel bir yarar da onu bu yola çıkaramaz.
Müslüman savaş alanında cihada başlamadan önce kendi nefsiyle, şeytanla, heva ve hevesiyle, istek ve arzularıyla, kendi aşiret ve kavminin çıkarlarıyla, İslâmî değerin dışındaki tüm değerlerle, en büyük cihada girişir. Ardından yalnızca Allah'a ibadet ve yeryüzünde O'nun egemenliğini kurma ve O'nun egemenliğini gasbeden tağuti güçlerin yok edilmesi ruhunu kuşanarak büyük cihada başlar.
İslâmdaki cihadın "İslâm ülkesini" koruma olduğu konusunda gerekçeler arayanlar yöntemin yapısını görememekte ve buna ülke toprağından daha az bir değer vermektedirler. Bu değerlendirmeler îslâmî bakış açısını yansıtmamaktadır. Akide ve akidenin pratik bir boyut kazandırdığı yöntem ve bu yöntemin egemen olduğu toplum, işte bunlar İslâm'ı kavramada gerçek ve temel değerlerdir. Toprağın tek başına ne bir değeri, ne de bir ölçüsü vardır. İslâm düşüncesindeki toprakla ilgili her değer, orada Allah'ın düzeninin egemen olmasıyla bağlantılıdır. Bu şekilde toprak akidenin yurdu, yöntemin alanı, dar-ül İslâm'ın (İslâm ülkesi) ve insanın kurtuluşu için bir başlangıç noktası olur.
Gerçekte "dar-ül İslâm"m korunması akidenin, yöntemin ve bu yöntemin egemen olduğu toplumun korunması demektir. Ancak nihai hedef bu değildir. İslâm'daki cihadın en son amacı da bu değildir. Onun korunması, orada Allah'ın egemenliğinin kurulması için bir araçtır. Sonra bütün bir yeryüzüne, bütün bir insanlığa seslenmek için orayı kendine üs edinir.
Çünkü insan, hu fjinin konusujeryüzü de onun yaşadığı büyük alandır.
Daha önce açıkladığımız gibi ilahi sistemin gerçekle ştirilmesinin önünde devlet yönetiminden, toplum düzeninden, çevre şartlarından kaynaklanan maddî engeller vardır. İşte bunlar İslâm'ın insanlarla kendisi arasında bulunan engeller kalksın, onların vicdanlarına, akıllarına seslenebilsin diye güç kullanarak ortadan kaldırmak için harekete geçtiği şeylerdir. Daha sonra onları maddî boyunduruklardan kurtaracak, özgürce kendi seçimini yapmasına imkan tanıyacaktır.
Oryantalistlerin cihad ilkesine yaptıkları saldırılara aldanmamalı, yaşanılan hayatın baskısına ve bunun uluslararası güçler dengesindeki ağırlığına dayanmalıyız. Yoksa İslâm'daki cihada bu dinin yapısının dışında; geçici, savunmaya dayalı edebî gerekçeler aramaya koyuluruz. Bu tür sıkıntılar olsa da olmasa da cihad, yoluna devam edecektir.
gösterir- Rn dınin^yapısı, arJMg^4 g genel tebliği, pratik yöntemi kaousu-nda-kişişeL-de-ğjârlfetuiErmnlerden u zak kaimalu-cihadla geçici sa-vunma^gerekçelerini birbirine karıştırmamalıyız.
Gerçek şu ki, bu din kendine saldıranlara karşı kendini korumalıdır. Çünkü onun varlık nedeni, Allah'ın alemlerin Rabbi olduğunu, insanı Allah'ın dışındaki herşeye ibadet etmekten kurtarmak gerektiğini ilan etmektir. Bu varlık, cahili yönetimlere benzemeyen yeni bir yönetim altında; örgütlü, eylemci bir toplumda tezahür eder. Yeni doğan bu farklı ve bağımsız toplum hiç bir beşeri egemenliği tanımaz. Çünkü egemenlik, orada yalnızca Allah'a aittir. Bu dinin bu şekilde varlığı bile, çevresindeki kula kulluk temeline dayanan cahili toplumların; onu yok etmek ve kendi varlıklarını savunmak ve korumak için harekete geçmeleri için yeter de artar bile. O halde yeni toplumun kendini savunmak için harekete geçmesi zorunludur.
Bu, İslâm'ın doğusuyla, ortaya çıkmasıyla zorun-luk kazanan bir durumdur. Katılıp katılmama konusunda seçeneği bulunmayan müslümanın üzerine kesin farz olan bir savaştır bu. Beraber yaşamaları mümkün olmayan iki varlık arasında meydana gelen doğal bir savaş.
Bütün bunlar doğrudur. Bu açıdan bakıldığında; İslâm'ın kendi varlığını savunması kendine yüklenilen bir savaşa dalıp, kendini koruması kaçınılmazdır.
Ancak, öte yandan bu doğrudan daha belirgin bir başka gerçek daha vardır: İslâm'ın varoluşunun gereği olarak, yeryüzünde insanı, Allah'tan başkasına ibadet etmekten kurtarmak, bu konudajüj^iilerj-y^ doğru yürümektir. Ve bunujn_^ğrafLşmırlarda kalması, ulüsaTsınırİarın içine hapsedilmesi müm-kün__değüdir. İnsanoğlunu bütün bir yeryüzünde, Al-lah'dan başkasına ibadet ederek fitne ve fesadın içinde bırakmak mümkün değildir.
İslâm, kendi bölgesel sınırları içinde kula kulluğa izin verip, genel kurtuluş, davet ve tebliğini yapmazsa, İslâm dışı güçler onu kendisiyle başbaşa bırakırlar, İslâm'a saldırmamaya karar verirler. Ancak İslâm bunu istemez. O; cizye ödemek şartıyla O'nun egemenliğine boyun eğdiğini, egemen güçlerin hiçbir engel çıkartmaksızm davete kapılarını açmayı garanti ettiğini ilan etmesini ister.
Bu dinin tabiatı budur, görevi de budur: Allah'ın alemlerin Rabbi olduğunu, bütün bir insanlığın Allah'tan başkasına ibadet etmekten sakınmasının tek kurtuluş olduğunu ilan etmek.
Bu temel üzerine kurulu İslâm anlayışı ile, bölgesel ya da ulusal sınırlar içine sıkıştırılmış İslâm anlayışı arasında fark vardır. İkinci tür islâm anlayışını ancak düşman korkusu harekete geçirir. Bu haliyle hareket noktasındaki öz değer ve gerekçelerini kaybetmektedir.
Bu dinin, insani bir yöntem, bir grup insanın mezhebi, veya herhangi bir ulusun nizamı değil de, Allah tarafından insan hayatının düzenlenmesi için, ortaya konan bir sistem olduğu düşünüldüğünde, İslâmî hareketin dinamiği ve gerekçeleri, açık ve kesin bir şekilde ortaya çıkar. Biz ancak bu müthiş gerçeği kavrayamadığımız, sorunun, Allah'ın uluhiy-yeti ve kula kulluk sorunu olduğunu unuttuğumuz zaman dış gerekçeler aramaya koyuluruz. Bu korkunç gerçeği kavradıktan sonra insanın İslâm'daki cihad için başka bir gerekçe araması mümkün değildir.
İslâm'ın kendi öz varlığına saldıran diğer cahili toplumlarla seçeneği bulunmayan bir savaşa girişmek zorunda olduğunu öne süren İslâm anlayışıyla, varoluşu gereği harekete geçmesi ve bu savaşa girişmesini öne süren İslâm anlayışı arasında büyük bir fark yok sanılabilir.
Yolların ayrıldığı noktadaki mesafe büyük görünmeyebilir. Her iki durumda da aym savaşa giriştiği söylenebilir. Ancak nihai noktada, İslâmî anlayış ve kavramları büyük, hatta tehlikeli bir şekilde değiştiren korkunç bir fark ortaya çıkar.
Bir tarafta İslâm'ın, yeryüzünde Allah'ın uluhiy-yetini hakim kılmak, bütün insanlığın yalnızca Allah'a ibadet etmesini sağlamak için geldiği ifade edilmektedir. Bu hakim kılma; insanların kula kulluktan kurtulup, kulların yalnızca Rabbine ibadet ettiği bir insan toplumu şeklinde tezahür eder. Onlara ancak Allah'ın egemenliğinin canlı bir şekilde yaşandığı, başka bir deyişle O'nun uluhiyyetinin hüküm sürdüğü şeriatı hükmeder. Egemen siyasal rejimin ya da toplumsal çevrelerin koyduğu yapay engel ve güçlükleri ortadan kaldırarak, insanların gönüllerine ve akıllarına seslenmek onun hakkıdır. İslâm'ı bu şekilde anlamakla, onu belli bir bölgede, kendi sınırlan içinde yaşayan, kendine saldınldığın-da savunma hakkını kullanan bölgesel bir sistem olarak anlamak arasında korkunç bir fark vardır.
Bu bir anlayıştır. Öteki de ayrı bir anlayış... Her iki durumda da İslâm cihad etmektedir. Ancak bu cihadın dinamikleri, amaçları ve sonuçları konusundaki bütüncül anlayış, onu diğerinden ayırmaktadır. Bu, kendini plan ve yönelişte gösterdiği gibi itikatda da gösterir.
İlk olarak harekete geçmek İslâm'ın hakkıdır. O, bir ulusun dini, bir ülkenin düzeni değil, ilahi bir düzen, evrensel bir sistemdir. İnsanın özgürce seçim yapmasına engel olan düzen ve yaşam biçimlerini yani bütün engelleri yok etmek için hareket etmesi onun hakkı ve görevidir. O, kendi akidesine inanmalarını sağlamak için insanları zorlamaz. Ancak o, insan fıtratını bozan, seçim Özgürlüğünü sınırlayan zararlı etkilerden insanları kurtarmak için Tağutî düzenlere ve kurumlara saldırır.
İslâm'ın görevi, insanları kula kulluktan yalnızca Allah'ın kulluğuna götürmektir. Böylece Allah'ın alemlerin Rabbi olduğunun genel tebliği, insanların topluca kurtuluşu gerçekleşmiş olur. Hem İslâm düşüncesinde, hem de bilimsel düşüncede, ibadetin yalnızca Allah'a yapılabilmesinin, sadece İslâmî bir düzende gerçekleşebileceği su götürmez bir gerçektir Allah'ın bütün kulları, hakimi-mahkumu, siyahı-beyazı, şereflisi-alçağı, fakiri-zengini için yasalar koyduğu ve hepsinin eşit şekilde buna uyduğu tek düzen bu düzendir. Diğer düzenlerde ise insanlar kullara ibadet etmektedir. Çünkü onlarda uluhiyye-tin özelliklerinden olan yasama ile ilgili hususları kullardan almaktadırlar. Her kim ki insanlara yasa koyma hakkını kendinde görürse; fiilen ilahlığını iddia etmiş olur. İster bunu söylemiş olsun, isterse de söylemesin. Başka bir insan da, bu hakkın o insanda bulunduğunu kabul ederse, bunun adını koysun ya da koymasın, onun ilahlık hakkının bulunduğunu kabul etmiş olur.
İslâm salt bir akide değildir ki, insanlara akidesini tebliğ etmekle yetinsin. O, bütün insanların kurtuluşunu sağlamak için ilerleyen örgütlü, dinamik bir toplumda yaşanan bir yaşam biçimidir. Başka topluluklar onun yöntemiyle kendi toplumlarının hayatlarını düzenleme imkanını ona tanımazlar. Bu düzenler genel kurtuluşun önünde engel olarak bulundukları için, İslâm'ın bunları yok etmesi gerekir. Daha önce de dediğimiz gibi bunun anlamı, dinin toptan Allah'a ait olmasıdır. Kula kulluk temeline dayalı toplumlarda olduğu gibi, orada başka bir itaat mercii yoktur.
Günümüz gerçeği ve düzenbaz oryantalist saldırılan karşısında bozguna uğramış çağdaş müslüman araştırmacılar bu gerçeği kabule yanaşmazlar. Çünkü oryantalistler İslâm'ı kılıç zoruyla yayılan bir hareket olarak sunmuşlardır. Ancak bu pis mikroplar gerçeğin bu olmadığım da çok iyi bilmektedirler. Onlar bu şekilde, İslâm'daki cihadın dinamiklerini karalamaya çalışırlar. Bu nedenle bozguna uğrayan tipler, kalkıp bu ithamı red faaliyetine girişmekte, savunma gereçlerine sığınmaktadırlar. Böylece İslâm'ın yapısından, görevinden, insanı kurtarma hakkından bihaber kalmaktadırlar.
Bu bozguna uğramış çağdaş araştırmacıların anlayışlarını salt vicdanlarda yaşayan bir inanç olan, hayatı düzenlemekle hiç bir ilişkisi bulunmayan batı tipi bir din anlayışı köreltmiştir. Böylece cihad, vicdanla sınırlanmış olmaktadır.
Ancak İslâm'da durum böyle değildir. İslâm, insanlık, hayatını buna göre düzenlesin diye Allah'ın gönderdiği bir sistemdir. O, uluhiyyetin -ki egemen.-/" lik biçiminde tezahür eder- Allah'a özgü kılınmasına'-/ dayanan bir düzendir. O, bütün ayrıntılarıyla gün- i lük hayatı bir düzene koyar. Onun cihadı sistemin yerleşmesi, düzenin kurulması için yapılan bir ci-haddır. Akide ise; bütün engeller kaldırıldıktan sonra, bu düzen içinde, kişinin kendisine bırakılan bir iştir. O zaman konu yeni bir boyut kazanmış olur. '
Her nerede ilahi bir düzenle yönetilen İslâmî bir toplum varsa, akide konusunu insanın kendi seçimine bırakarak, Allah Teâlâ ona yönetimi elde etme ve sistemini kurma nimetini bahşeder. Allah (c.c.) bir müddet müslümanları savaştan alıkoymuşsa bu, onun temel ilke oluşundan değil, hareketin gerektirdiği bir taktik oluşundandır. Bu sağlam temel doğltusunda, farkn tarihi aşamalarda inen sayısız Kur'an ayetlerini anlamamız mümkün olur. Ve böylece İslâmî hareket çizgisini belirleyen dönemsel ve genel prensipleri birbirine karıştırmayız. 17
Dostları ilə paylaş: |