La İlahe İllallah Hayat Tarzıdır
Tek olan Allah'a ibadet etmek, kelime-i şehadet-te La ilahe illallah olarak ifade edilen İslâm akidesinin şartının ilk yarısıdır. Yine aynı ifadede yer alan Muhammedün Rasûlullah, yani ibadetin Allah Ragûlünden, n afiiLjjğrgnjI prpği-İKg> bu şartın ikinci yarısıdır.
Bu akide iki bölümüyle ancak mü'min ve müslim bir kalpte bulunur. Çünkü bu ikisinin dışında kalan her şey imanın dinamiklerinden, İslâm'ın şartların-dandır. Bunlar da onun gereğidir. Allah'ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayra ve şerre inanmak, namazı, zekatı, orucu, haccı, ifa etmek,' hadleri, tazirleri, helal ve haramı, sosyal ve hukuki ilişkileri kabul etmek, kısaca bütün îslâmî emirler sadece ve sadece Allah'a ibadet etme ilkesine dayanır. Ve bütün bunların kaynağı Allah Rasûlü'nün, Rabbinden bize tebliğ ettiğidir.
Müslüman toplum bu ilke ve bunun gereklerinin bir bütün olarak yaşandığı toplumdur. Çünkü bu ilke ve onun gerekleri yaşanmaksızın müslüman bir toplum olunamaz. Sonra şehadet kelimesi, La ilahe illallah Muhammedün Rasûlullah, bütün yönleriyle İslâm Ümmetinin hayat düzeninin üzerine kurulduğu bir temele dönüşür. Bu temel atılmadan bu hayat var olamaz. Aynı şekilde bu temel üzerine kurulmayan ya da onunla birlikte başka bir temele de dayanan veya kendisine yabancı bir temele dayanan ha-yatda İslâmî bir hayat olamaz.
"Hükmetmek sadece Allah'ındır. O'ndan başkasına ibadet etmemenizi emretti. Dosdoğru olan din de budur. "(Yusuf, 40)
"Kim de Peygamber'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur."(Kısa, 80)
Bu kısa ve öz ifadeler, bize; bu dinin dinamik hareketinin yapısı ile ilgili temel konularda kesin bir söz söylemekte yardımcı oluyor.
İlk önce bize "Müslüman toplumun yapısı'mn belirlenmesinde yardım ediyor.
İkinci olarak "Müslüman toplumun doğuş yönte-mi"nin belirlenmesinde yardım ediyor.
Üçüncü olarak "cahili toplumlara karşı koymada islâmî yöntemin belirlenmesinde yardımcı oluyor.
Dördüncü olarak ise "beşeri hayat düzenine kar-Şi koymada, İslâmî yöntemin belirlenmesinde yardımcı oluyor.
İşte bunlar, dün ve bugün İslâmî hareketin yöntemiyle ilgili temel sorunlardır.
"Müslüman toplunV'un yapısıyla ilgili ilk belirgin özellik bu toplumun her alanda yalnızca AllaVa iba_ det^etme_ilkesine.jjayanma_şıdır. Bu kulluğun nTteTı-ği kelime-i şehadette, la ilahe illallah, Muhamme-dün Rasûlullah cümlesinde ortaya çıkar.
Bu ibadet hem itikadı düşüncede, hem ibadetlerde, hem de hukukî yasalarda kendini gösterir. Allah'ın (c.c.) vahdaniyetine (birliğine) inanmayan bir kul müslüman olamaz: "Allah, "iki tanrı edinmeyin. O ancak bir tek Tanrıdır. Sadece Benden korkun" dedi. Göklerde ve yeryüzünde her ne varsa O'nun-dur. Din de daima O'nundur. Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz1?" {Nahl, 51-52)
Allah'tan başkasına veya O'nunla birlikte bir başkasına ibadet eden bir kul da müslüman olamaz: "De ki "Namazım,, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi Allah içindir. O'nun hiç bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslümanla İlkiyim." (Eriam, 162-163)
Kendisinin bize bildirdiğinin -bu, Allah Rasûlü (s.a.v.)dür- dışında bir yerden, bir kimseden hukukî yasa alan ve bunu kabul eden kul da müslüman olamaz. "Yoksa, Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşru kılacak ortakları mı vardır? (Enam, 162)
"Peygamber size neyi verdiyse onu alın. Neyi de yasakladıysa terkedin. "(Haşr, 7)
İşte bu müslüman toplumdur. Bireylerinin inanç anlayışlarında olduğu gibi ibadetlerinde^ toplum-al düzen ve yasalarında da tek olan Allah'a ibadet ilkesinin kendini gösterdiği toplum budur. Bu alanlardan hangisi genel yapıdan ayrı düşerse, islâmî yapı tümden ortadan kalkmış olur. Çünkü kelime-i sehadetin ilk bölümü ortadan kalkmıştır.
Dedik ki, Allah'a ibadet etmek, itikadı düşüncede ortaya çıkar. Burada İslâm itikadı düşüncesinin ne olduğunu açıklamamız yararlı olacaktır. Akidevî hakikatlerini Rabbani bir kaynaktan alarak insan idrakinde oluşan bir anlayıştır bu. Ve bununla insan Rabbinin hakikatma varır. İçinde yaşadığı, gördüğü ve görmediği, -evrenin, mensup olduğu hayatın- bildiği ya da bilmediği salt gerçeğine ulaşır. Bundan sonra bütün bu gerçeklerle olan ilişkisi ve tek olan Allah'a ibadet esasına dayalı Rabbiyle olan ilişkisi ile evrenle, canlılar alemiyle, bütün insanlarla, insani kurumlarla olan, ilişkisinin temellerini Allah'ın dini oluşturur. Bunu da Allah Rasûlü tebliğ etmiştir. Ve bu ilişkilerde Tek olan Allah'a ibadet etmek hedefini gerçekleştirmeyi güder. Bu şekilde o bütün hayatı kapsar.
Oluşması gerekenin böyle bir müslüman toplum olduğu ortaya çıktıktan sonra, bunun nasıl doğacağı, bu doğuşun yönteminin ne olduğu soruları önümüze çıkar.
Bir grup insan çıkıp bir bütün olarak tek olan Allah'a ibadet edip itikat ve anlayışta, ibadet ve muamelatta, düzen ve yasalarda Ondan başkasına ibadette bulunmayı reddedip bütün hayatını bu halis ibadet temeli üzerine fiilen düzenlemeye başlar, gönlünü Allah'tan başkasına kulluktan, -O'nu inkar ederek veya O'na şirk koşarak- Ondan başkasından hüküm almaktan arındınrsa, işte o zaman, ancak o zaman bu müslüman cemaat oluşur. Ve bunun kuruluşu da müslümanca olur. Ama bir grup insan, yukarıda açıklandığı şekliyle; ihlasla Allah'a ibadet ettiğini ortaya koymazsa onlar müslüman (müslim) olamazlar. Ve hayatlarım bu temel üzerine düzenleyemezler, toplumları da müslüman (müslim) bir toplum olamaz. Bu, İslâm'ın ve bütün müslüman toplumların üzerine bina edildiği kelime-i şehadetin her iki bölümüyle vücud bulmamasmdandır.
Bundan dolayı İslâmî toplumsal bir düzen ve buna dayalı müslüman bir toplum kurmayı düşünmeden Önce, daha Önce açıkladığımız gibi, her ne şekilde olursa olsun bireylerin vicdanlarının Allah'tan başkasına ibadet etmekten arındırılması ve müslüman bir cemaatte toplanmaları gerekir. İşte bu cemaatten müslüman toplum doğar. Bu topluma, iti-kadıyla, ibadetiyle, kanunuyla tek olan Allah'a ibadet edenler, başka bir deyişle kelime-i şehadetin canlı bir şekilde yaşandığı bu toplumda yaşamak isteyenler katılır.
İlk müslüman toplumun kuruluşuna kaynaklık eden ilk müslüman cemaatın doğuşu böyleydi. Her müslüman cemaatın, her müslüman toplumun doğuşu da böyle olacaktır.
Şüphesiz müslüman toplum ancak bireylerinin, insan gruplarının, Allah'tan başkasına -O'nu inkar ederek ya da O'na şirk koşarak- ibadeti terkedip tek lan ortağı bulunmayan Allah'a ibadete yönelmesiy-\e doğar. Sonra bu gruplar, bu ibadet temeline dayalı olarak hayat düzenini kurarlar. İşte o zaman, eski cahili toplumdan yeni bir akideyle doğan -ki bu da İslâm'ın ilk esasının iki bölümü olan la ilahe illallah jyiuhammedün Resûlullah'dır- bu akide temeli üzerine kurulan yeni bir hayat düzeni, eskisini reddeden yeni bir toplumun doğuşu tamamlanmış olur.
Eski cahili toplum bütünüyle yeni İslâmî topluma isterse katılır, isterse katılmaz. Yeni müslüman toplumla isterse banş yapar, isterse savaşır. Davet tarihi göstermektedir ki, Nuh'dan (a.s.) Muham-med'e (s.a.v) kadar istisnasız, bu toplumun doğuş merhalesinde -bu birey veya grup durumunda ya da bu toplumun fiilen kurulmasından sonra olabilir- cahili toplum barışı değil, sürekli savaşı tercih etmiştir.
Doğaldır ki, yeni müslüman toplum; cahili toplumun baskısına karşı koyacak, ona galabe çalacak, en azından direnmesini sağlayacak itikadı, fikrî, ahlakî, psikolojik örgütsel, toplumsal ve diğer gerekli olan güçlere belli bir dereceye kadar sahip olmadıkça doğmaz, vücud bulmaz.
Ancak "cahili toplum" nedir? Ona karşı çıkarken nasıl bir yöntem kullanılacak?
fMüslümau toplumun dışında kalan her toplum, camii toplumdur. Kısaca tanımlamak istersek şöyle diyebiliriz:'İbadeti yalnızca Allah'a özgü kılmayan toplumduf^Bu, ibadet itikat ve kanunlarda tevhidi olmayan bir görüntüye sahip olmadır.
Bugün yeryüzünde bulunan bütün toplumlar fiilen bu "cahili toplum" tanımına girmektedirler.
Sosyalist toplumlar bu tanıma girerler. Çünkü onlar Allah'ı ve O'nun varlığım inkar etmişlerdir. Evrendeki "Fail-i Mutlak"ı maddeye ya da doğaya, insan hayatında ve tarihinde ise "ekonomi"ye ya da "üretim araçları"na indirgemişlerdir. Ayrıca bu düzende toplumun, halkın yönetimi ve egemenliğinin1 yürürlükte olduğu faraziyesiyle Allah'a değil de partiye ibadet edilmektedir. Bu anlayışın ve bu düzenin bir sonucu olarak 'insan'm özellikleri yok edilmektedir. Bu da "temel ihtiyaçları"nm sadece ayvanî ihtiyaçlar olarak ortaya konmasmdandır. ^Yiyecek, içecek, giyecek, barınak ve şehvet!..^İnsanı hayvandan ayıran ruhî ihtiyaçlarını gözden ırak tutmaktadır. Bunların başında gelen Allah'a iman ve bunu sağlayacak olan seçim özgürlüğü ve ifade özgürlüğüdür. İnsanın insan oluşunun en belirgin özelliklerinden biri olan "bireyselliğini" ifade etme özgürlüğü de bu cümledendir. Bu, bireysellik melekesinde, iş ve uzmanlık seçiminde,"kendini" "hayvan ve araç"tan ayıran bütün özelliklerini sanatsal olarak ifade edişinde ortaya çıkar. Çünkü sosyalist düşünce ve sosyalist düzen, her ikisi de insanı havyan-lık mertebesinden araç mertebesine indirir.
Putperest toplumlar da -ki, Hindistan'da, Japonya'da, Filipinler'de, Afrika'da, hala bu tür toplumlar vardır- bu tanıma girerler. Çünkü onlar Allah'tan başka şeyleri tanrılaştırmaktadırlar. Ve bunlara ibadet etmektedirler. Allalıtan ve O'nun şeriatından başka şeyleri yasa koyucu olarak kabul edip, düzen kurmakta, kanun yapmaktadırlar. İster bu düzen ve kanunlar ulular, kahinler, büyücüler tarafından konmuş olsun, isterse de Allah'ın şeriatına dayanmayan yasama gücünü elinde tutan laik sivil kurumlar taranndan. Çünkü o, halk, parti ya da başka birşey adına yüce egemenliği elinde tutmaktadır. Oysa bu, sadece Allah'a (c.c.) aittir. Bu da ancak peygamberlere O'nun vahyettiği şekilde olur.
Yeryüzündeki bütün Yahudi ve Hristiyan toplumlar da bu sınıfa dahildirler. Çünkü onlar uluhiy-yeti O'na özgü kılmamışlardır. Tersine şu veya bu şekilde -O'na ğHdtdajteslisseMinde şekilde -Ona oğuHşnad^Btjy O'na ortak (şirk) koşmuşlardır. Allah'ı kendi hakika-Hnrîr^5^îndaaîgılamakta, yarattıklarının onunla gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ilişkide bulunduğu anlayışına sahip olmuşlardır,
"Yahudiler "Uzeyr Allah'ın oğludur" dediler. H -ristiyanlar da "Mesih Allah'ın oğludur" dediler. Bu, daha önce inkar edenlerin sözlerine benzeterek ağızlarında geveledikleri sözdür, Allah onları kahretsin! Nasıl da uyduruyorlar."(Tevbe, 30)
"And olsun ki "Allah üçten biridir" diyenler kafir olmuşlardır. Halbuki tanrı yalnız bir tek Tanrıdır. Dediklerinden vazgeçmezlerse, onlardan inkar edenler kesinlikle elem verici bir azaba uğrayacaklardır."
(M aide, 73)
"Yahudiler "Allah'ın eli sıkıdır" dediler. Dediklerinden dolayı elleri bağlansın, lanet olsun! Hayır, O nun iki eli de açıktır. Nasıl dilerse Öyle sarfeder."
(Maide, 64)
'Yahudi ve Hıristiyanlar, "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" dediler. "Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azab ediyoruz?" cfe."(Maide, 15)
Bozulmuş sapık itikatlarından kaynaklanan ve beslenen ayin, tören ve ibadetlerinden dolayı da bu tanıma girerler. Hem onlar egemenlik hakkının O'na ait olduğunu tasdik etmişler, ancak ibadeti O'na özgü kılmamışlar, O'nun şeriatinden yardım dilememişlerdir. Tersine yalnızca Allah'a ait olan egemenlik hakkını kendisine verdikleri beşeri kurumlar kurmuşlardır. Allah (c.c.), bu hakkı rahip ve hahamlarına verdiklerinden dolayı onları şirkle vasıflandırmış tır. "... Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i Rabler edindiler. Oysa tek ilah'dan başkasına ibadet etmemekle emrolunmuşlardı. O'ndan başka ilah yoktur. O, onların şirk koştuklarından münezzehtir." (Tevbe, 31)
Onlar rahip ve hahamlarının ilah olduklarına inanmıyorlar, onlara herhangi bir ibadette de bulunmuyorlardı. Yalnızca egemenlik hakkının onlara ait olduğunu kabul ediyorlar, onların kendileri için koydukları yasaları benimsiyorlardı. İşte buna Allah (c.c) kesinlikle izin vermemişti. Bu gün bu hakkı rahip ve haham olmayan insanlara verenleri şirkle nitelemek daha uygundur.
Son olarak bu cahili toplum tanımına kendini müslüman sanan toplumlar da girer.
Onlar bu tanıma, ibadeti Allah'tan başkasına özgü kılmalarından, O'ndan başkasına ibadet etmelerinden dolayı değil, ancak hayatlarım düzenlerken bu ibadeti sadece ve sadece Allah'a hasretmemelerinden dolayı girerler. Uluhiyyeti O'ndan başkasına vermeseler bile, uluhiyyetin en büyük özelliğini O'ndan başkasına vermekte, düzenlerini, kanunlarını değer ölçülerini, adet ve geleneklerini, hemen hemen hayatın bütün dinamiklerini bun(lar)dan almaktadırlar. Allah yöneticiler hakkında şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen-ler var ya işte onlar kafirlerin ta kendileridir." (Maide, 44)
Yönetilenler hakkında ise şöyle buyurur: "Ey Muhammedi sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun1? Onlar tağutların önünde muhakeme olunmak istemektedirler. Halbuki, onları inkar etmekle emrolunmuşlardı." (Nisa, 60) ayetiyle başlayan konu şu ayetle sona erer: "Hayır, Rabbe and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar." (Nisa, 65)
Allah, daha önce Yahudi ve Hristiyanları, bugün kendilerinin müslüman olduğunu söyleyenlerin kendi insanlarına dedikleri ve yaptıkları gibi O'mı bırakarak haham ve rahiplerini Rabb edinmelerinden dolayı şirk, küfür ve Allah'a ibadet etmekten yüz çevirmekle nitelemiştir. Allah (c.c.) yahudi ve hristi-yanların Meryem oğlu İsa'yı Rabb edinip Onu ilah-laştırarak ibadet etmelerini şirk kabul etmiştir. Bu da diğeri gibi Tek olan Allah'a ibadetten, O'nun dininden, La ilahe illallah dairesinden dışarı çıkmaktır.
Bu toplumlardan kimisi açıkça laik olduğunu, din ile bir alakasının olmadığım ilan ederken, kimisi de "dine saygılı" olduğunu ifade ediyor. Ancak bu (ikinci grup) dini toplumsal boyutundan soyutladığı-nın farkında değildir. Onlar bunu yaparken vahyi inkar ettiklerini, hayatlarını ve düzenlerini "bilimsellik" üzerine kurduklarını belirtiyor, bunun nedeninin de "bilimin" "vahye" zıt olmasıdır, diyorlar. Bu, ancak kara cahillerin söylediği kuru bir zandır. Kimileri de fiili egemenliği Allah'tan başkasına veriyor, dilediği gibi yasalar koyuyor, sonra da kalkıp yaptıkları hakkında "bu Allah'ın şeriatıdır" diyorlar. Bu, Allah'a ibadet temeline dayanmayan bütün toplumlardaki ortak özelliktir.
Bu gerçek ortaya çıkınca şunu görürüz: Bütün cahili toplumlara karşı İslâm'ın konumu kısaca şöylece özetlenebilir: O, bütün bu toplumların İslâmîliğini, meşruiyetini reddeder.
İslâm bu toplumların taşıdığı farklı isim, etiket ve slogana bakmaz. O,yalnız bir tek şeye dikkat eder. O da bu toplumlarda hayatın,Tek olan Allah'a ibadet temeline dayanıp dayanmadığıdır. Diğer toplumlar gibi o da aynı niteliğe sahiptir: Cahiliyye...
Bu bizi son soruna, bu gün, yarın ye son ana dek bütün bir beşeri oluşum karşısında İslâm'ın yönteminin ne olacağı sorununa götürür. "Müslüman Toplumun Yapısı" ile bunun her biriminin tek olan Allah'a ibadet temeline dayalı olarak kurulmasıyla ilgili bölümün ilk kısmında yaptığımız tesbitler burada bize yardımcı olacaktır.
Bu özelliğin belirlenmesi şu soruya kesin bir cevap olacaktır: İnsan hayatının temeli nedir? Bu temel Allah'ın dini ve O'nun koyduğu yaşam biçimi mi, yoksa herhangi beşeri bir yapı mıdır?
İslâm bu soruya hiçbir tereddüt ve şüpheye mahal bırakmayacak şekilde kesin bir cevap verir: Bir bütün olarak insan hayatınm dayanması gereken temel, Allah'ın dini ve O'nun koyduğu yaşam biçimidir. İslâm'ın ilk esası olan la ilahe ilallah Muham-medün Rasûlullah işte bu temel olduğu zaman bir anlam kazanır. Bir yankı bulur. Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) tebliğ ettiği ibadeti öğrenip yapmak, yani Allah'a yapılan bütün bir kulluk ancak bu temeli benimsemekle, kabul etmekle gerçekleşir. Bu temel şüphesiz ve tereddütsüz şu ayete uyar: "O size neyi verirse, onu alın. Neden sakındırırsa ondan uzaklasın." (Haşr, 7)
Sonra İslâm şöyle sorar: "Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mi?" (Bakara, 140)
Ve cevabını da verir: "Allah bilir, siz bilmezsiniz. "(Nur, 19)
"Size ilimden ancak az bir şey verildi."(Ura, 85)
Bilen O'dur -M, O aynı zamanda hem yaratandır, hem de rızık verendir- Hükmeden de ancak O'dur. Hayat düzeni O'nun vazettiği dindir. Hayatın dayandığı temel O'dur. Beşeri sistemler, teorik yollar ve düzenler bozguncu ve yozlaştırıcıdır. O, yani beşerî düzen, "bilmeyenler"in, kendilerine ilimden ancak az bir şey verilenlerin bilgisine dayanır.
Allah'ın Hini kapalı ve karmaşık değildir. Vaz' ettiği, koyduğu hayat düzeni de belirsiz değildir. Keli-me-i Şehadetin ikinci yarısıyla, Muhammedün Rasûlullah'la sınırlanmıştır. O, temel naslarla hükümlerle ilgili Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) tebliğ ettikleriyle çerçevelenmiştir. Eğer ortada bir nas varsa, hüküm o nasdır. Nas varken içtihada yer yoktur. Ancak nas olmadığı zaman heva ve hevese göre değil, Allah'ın dinindeki temel ilkelere göre sıra içtihada gelir: "Bir şey hakkında ihtilafa düştüğünüzde^ onu Allah ve Rasûlüne havale edin." {Nisa, 59)
İçtihadla, hüküm çıkarmakla ilgili temel ilkeler de belirsiz ve kapalı değil, apaçık hususlardır. Hiç kimse kalkıp açıkça egemenliğin sadece Allah'a ait olduğunu ilan etmeden koyduğu yasalar için bu Allah'ın şeriatidir, diyemez. Otoritenin kaynağı ne halk, ne parti ne de herhangi bir kişi değil, ancak Allah (c.c.) olmalıdır. Allah'ın ne istediğini, ne emrettiğini bilmek için O'nun kitabına, Rasûlu ne dönülmelidir, Allah adına hükmettiğini iddia edenlere bu hak kesinlikle verilmemelidir. Bir zamanlar Avrupa'da "Teokrasi" adına, "kutsal hüküm" adına bunlara tanık olunmuştur. Böyle birşey İslâm'da kesinlikle yoktur. O'nun Rasûlü'nden başka, O'nun adına konuşmaya hiçbir kimse yetkili değildir, bu hak ona verilmemiştir. Yalnızca ortada, Allah'ın teşrii ettiğini belirten açık naslar vardır.
"Gerçeğe uygun din" ifadesine kötü bir anlam yüklenmekte, ifade kötü bir şekilde kullanılmaktadır. Evet, bu din yaşanılan gerçek içindir. Ama hangi gerçek!
İnsan fıtratına uygun, onun bütün ihtiyaçlarını karşılayan kendi yöntemine ve yapısına uyan, bizzat bu dinin kendisinde varolan bir gerçek. Bu ihtiyaçlar da yaratanın ve ne yarattığım bilenin bildirdikleridir: "Yaratan bilmez mi? O latifdir, herşeyden haberdardır. " {Mülk, U)
Din, ne olursa olsun hayat gerçeğini ikrar etmek, kendisinde onunla ilgili bir dayanak bulmak, kendini ifade için ödünç bir tabela aramak için onun karşısına çıkmaz. O, ancak onu kendi ölçüsüyle ölçmek, kabul edilecek olam kabul edip reddedilecek olanı da reddetmek; eğer ona kesinlikle razı olmuyorsa başka bir hayat gerçeğini gerçekleştirmek içindir" İslâm'ın hayat gerçeği oluşu'mm anlamı budur. Doğru bir şekilde; bunun böyle anlaşılması gerekir.
Belki şöyle bir soru akla gelebilir: İnsanların kendi hayatlarını kendileri düzenlemeleri maslahatlarına daha uygun değil midir?
Bir kez daha İslâm'ın sorup cevabını da kendisinin verdiği soruya dönüyoruz:
"Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?" "Allah bilir, siz bilmezsiniz"
İnsanın maslahatı Allah'ın indirdiğinde, Rasûlü'nün de tebliğ ettiği gibi O'nun şeriatindedir. Eğer maslahatları, onlara Allah'ın kendileri için koyduğuna karşı çıkmada görünüyorsa, o zaman bu konuda onlar vehim içindedirler: "Onlar sadece zan-na ve nefislerinin istediklerine uymaktadırlar. Oysa onlara Rablerinden bir hidayet gelmiştir. Yoksa her umduğu şey insanın mıdır? Dünya da, ahiret de Allah'ındır." (Necm, 23-25)
İkinci olarak onlar "kafirdirler". Maslahatın Allah'ın teşri ettiğinin dışında bir şeyde olduğunu iddia eden bir kimse bir an dahi bu din üzere kalamaz, bu dinin ehlinden olamaz. 18
Dostları ilə paylaş: |