MURAT TUNCEL’İN
“İNANNA”SININ SON SAYFASI…
Sefiller’in Jan Valjan’ını anımsatarak başlamak istiyorum. Kızı Kozet’in sevgilisi ünlü Paris ayaklanmasında ölümcül derecede yaralanınca, yeniden yaşama dönmesi ve sevgilisine kavuşabilmesi için onu kurşunların önünden almakla yetinmeyip saatlerce sırtında taşımıştı. Hem de Paris’in lağım borularının içinde ve boğulma tehlikesine karşın… Kısacası Marius’a hem yeni bir yaşam, hem de en güzelinden bir sevgili armağan etmişti. Aşka ve insana gösterilen büyüleyici bir saygı bu!...
İnanna’nın Küçük Bey’i de yaşamın bir başka boyutunda mı gösteriyor bu saygıyı? Doğrusu içimden geldiği gibi soruyorum. Ben mi kavrayamadım, yoksa romanın gizemli elleri başka bir duygulanıma mı sürükledi beni, tam olarak bilmiyorum.
Ama İnanna’yı okurken güzel bir çağrışım Jan Valjan’la Küçük Bey’i beynimin binbir kıvrımından birinde buluşturdu.
Acaba romanın yazarı Murat Tuncel nasıl karşılayacak bendeki bu çağrışımı? Belki de okuduğunu anlamamışsın kardeşim diyecek, ya da seninkisi keyfi bir yorum ve saçma bir bağlantı… Ne derse desin, düşünme özgürlüğüm var ya, karışamaz! Hem böylesine güzel, böylesine oylumlu bir roman yazmasaydı, değil mi?
İnanna gizemli bir roman gerçekten. Okuyucuyu heyecanlara boğarak sürükleyip götürdüğü yetmiyormuş gibi, bazen de götürdüğü yerde bırakıyor öylece; düşün diyor, bul diyor.
Örneğin kimdir bu Bülbülo?
Daha bir ana kuzusuyken aile ocağından alınıp devşirme ocağında zağarcıbaşı (köpek bakıcısı) olarak eğitilen, daha sonra Siyavuş Paşa’nın yalısında Cariye Nurhayal’a sevdalanarak haddini aşan bir aşk macerasıyla başı derde giren, Yeniçeri Ocakları kaldırılınca da Kars’ın dağlarına dönen ve orada yalnızca çobanların görebildiği bir atlı olarak gizemli bir yaşam süren, zaman zaman da yolu değişik biçimlerde (bazen yalnızca atının(s.430), ya da nalının sesi(s.396), bazen çevredeki çobanlardan gelen bir duyum, bazen onu gizli gizli izleyen (s.423), bazen de ona bir şeyler söylemek isteyip bir türlü söyle(ye)meyen biri olarak (s.427) Küçük Bey’le kesişen Bilal (ağa) mı?
Bülbülo’yla, (Küçük Bey’in sürgüne giderken konakladığı bir handa aşık olduğu, sürgün yılları içinde de evlendiği üçüncü eşi) Asya’nın bir ilişkisi var mı(ydı)? Bir aşk ilişkisi?
Var(dıy)sa eğer, nasıl bir aşktı(r) o?
Bir Ermeni beyinin kızı Sümela’ya aşık olduğu ve onu ikinci eşi olarak aldığı için törenin buyruğu ve beyliği koruyabilmenin gereği nedeniyle babası Beyreoğlu Yarosman Bey’in Ardahan’ın’ın yaylalarına sürgüne gönderdiği Küçük Bey aslında bu aşkı biliyor muydu?
Çünkü kitabın sonlarına kadar normal seyrinde giden olaylar son otuz sayfada iki ayrı yataktan gelen akarsular gibi buluşup kaynaşırken yeni bilinmezlere dönüşüyor, gizemli bir hal alarak okuyanı şaşırtan ciddi sürprizlere gebe kalıyor.
Bütün bunlar Murat Tuncel’in, roman kurgusu bağlamında cesaretli bir yazar olduğunu gösteriyor. Bazen kocaman bir anlam, yoğun yaşanmış uzun bir yaşam kısacık bir tümcede somutlaşıyor. Durup düşünüyorsunuz; ya o anlam bunca kısa bir söz dizimine sığmamışsa?... Sığmış mı yoksa? Bazen karşınıza çıkan bir “ima” yalnızca. Ama dikkatli okunmadığında, doğru algılanamadığında ciddi bir kurgu, anlatım hatası, ya da anlam kayması varmış gibi gelebilir.
“Sık sık çevresindekileri kaygılı bakışlarla süzen Mahmut Bey ise, durmadan "buzlar gölün ortasında daha da incelir" diye yineliyor, sonra da ağır dürbünüyle yarışçılara bakıyordu. Gölün ortasına yaklaştıklarında kendi atlarının en önde olduğunu görünce içindeki kaygıları bir anda unutan Mahmut Bey'in heyecanlanmasına dudak ucuyla gülümseyen Yusuf Bey, yanında duran siyah giysileri içindeki Asya'ya, "Bu toprak kokusu hangi yönden geliyor acaba?" diye sordu.”(s.437)
“Bu toprak kokusu hangi yönden geliyordu acaba?”
Ne toprağı?
O an toprak kokusunun duyulabileceği bir an mıdır ki?
Gelecekse bile, hangi yönden gelmeli ki?
Bütün bu soruların yanıtları bir biçimde verilebilir elbet, ama ondan çok önce “kış” var bu romanda. Üstünde zanka (at kızağı) yarışı yapılan kocaman bir göl. Her biri birkaç yüz kilo gelen bir sürü atı, atların çektiği kızakları ve kızakların üstündeki yetişkin insanları sırtlayarak taşıyabilen buz…
Kars’ın kışı bir, Nobel Ödüllü romancımızın Kar’ında var, bir de Murat Tuncel’in İnanna’sında. Kar’da kış, kıştaki kar gibi durmuyor Kars’ta olmayan iğde ağaçlarının üstünde. İnanna’nın son sayfasındaki göl bile tek başına anlatabiliyor kıştaki karı, buzu, fırtınayı, tipiyi Kars’ta
Bütün bir romanın, gerçek bir sanatçı duyarlığıyla kendinden olanların (kış –doğu- insanlarının) yaşamak zorunda kaldığı koşulları anlatması her şeyden önce insanlığa ve o yaşam koşullarını sürgit yaşamak zorunda kalanlara ciddi bir saygıdır. Çünkü oralarda insanlar olağanüstü, insan ötesi kış koşullarına yatırırlar yaşamlarını ve bu aylarca sürer. Akıl almaz çileler çekilir, acılar yaşanır; bir türlü bitmeyen, bitirilemeyen. Yazım serüveni bir biçimde oralara kadar uzanan ama oraları, onları anlatmayan yazıncı mı olur? Yazarın sorumluluğu diye bir şey var canım! Estetikte olduğu kadar etikte de. Yoksa onlar nasıl anlatacaklar insanlıklarına fazla gelen çektiklerini? Kışın dili kendincedir, insanca değil; dondur, tutuktur, kendini ve kendinden olanları anlatamaz. Kanıyla, canıyla beslediği yazanlarından bekler bunu. Onlar da yapmazsa vay haline karın da, kışın da, kış insanının da…
Üşüyen konuşamaz çünkü. İnanna konuşur:
“Küçük Bey Asya'nın yanına gelince, "İnannam" diye fısıldadı. Elindeki dürbünü ona verip yarışçılara bakmasını söyledi. Dürbünü alan Asya yarışçıları izlerken, o da parıl parıl parlayan buzlara bakıyordu. "Bundan sonra her kış bu gölü şenlendireceğiz," diye söylenirken, kırılan buzların sesini duydu.”(s.437)
Aşk, kar ve kış!
Bütün bir kışın taşı donduran soğuğunun yüklendiği buz, çekemeyecği kadar yük almak zorunda kalınca göğsüne, yüreği çatlayınca buzdan az soğuk sulara gömülenlerin arasında kim vardı Asya’yı ilgilendiren? Bülbülo mu?
“Küçük Bey de konuklarının arasında yürürken durup durup, Asya'nın "Oğlumuz dışında kocamdan kalan tek hatıra," diyerek verdiği küçük dürbünle Mısti ile Bülbülo'nun sürdüğü atların tüm yarışçıların önünde dörtnala adaya yaklaşmalarını izliyordu.”(s.437)
Cemil Bey kızağının yarışmacısı olarak neden Mısti’yle Bülbülo’yu seçmişti? Mahmut Bey’in bildiğini o da bilmiyor muydu aslında. “Buzlar gölün ortasında daha da incelir”di, öyle ya. Küçük Bey’in aşka saygısı ve sabrı buraya kadar mıydı?
Ve gölün hüznü gerçek yaşamda oluğu kadar İnanna’da da önemliydi!
“O sırada Cemil Bey'in mutlu bir yüzle kendisine doğru geldiğini gören Asya, "Gölün hüzünlü öyküsünü bilse bu kadar mutlu olmazdı belki de," diye geçirdi içinden.”(437)
Gölün hüzünlü öyküsü neydi yalnızca Asya’nın bildiği.
Böyle geçiriyor ya içinden Cemil (Küçük) Bey (mi?) için!
Neden bunca hüzünlüydü?
Ve aslında neyin sesiydi duyulan?
“Sesi duymasıyla ahıra doğru koşması bir oldu. Hüsnü'nün atına bindiği gibi kuzeye doğru sürdü.”(s.437)
Roman şu ümceyle bitiyor: “Onu gören Asya da, koşarak kendi atına atlayıp arkasından gitti.”(s.437)
Gerçekte Asya kimin peşinden sürdü atını? Cemil (Küçük) Beyin mi?
Varlık Dergisi, Mart 2007, sayı: 1194
İSTANBULUM KALPZAMAN/Yeşilçam
Hüseyin Alemdar
Heyemola Yayınları,2009
“İki günah, iki dilek…” diye başlıyor kitabına Hüseyin Alemdar. “Bir insanı en güzel günâhları ve sevapları anlatır.” diye devam ediyor.” “… şiir-sinema iç içeliği bir ömre iki günâh.”
Şairin düzyazı kitabı şiirce. Kurgu, şiirsel anlatım, biçim özellikleri yanında yer yer şiirleriyle de zenginleştirmiş kitabını. Bir de siyah-beyaz fotoğraflar. Bir şiirce de onların renginde, içeriğinde saklı.
6 Aralık 2009 tarihinde “Dost Şaban Akbaba için kalbime söylediğim 16 mm film sözleriyle, merhaba!” diyerek imzalamış. Merhaba Sevgili Hüseyin Alemdar, ne tatlı dilin var böyle!... Diline sağlık. Yalnızca bana böyle yazdığın için değil, bu kitabındaki anlatımın güzelliği için de.
İstanbul’u “Kalpzaman Yeşilçam” nitemiyle, Yeşilçam zamanının nasıl da güzel, verimli, kendine özgü, ama bir o kadar da unutulmuşluğuyla bütünleştirerek anlatıyor.
Bir tören kitabı Kalpzaman Yeşilçam. Yalnızca içeriğin simgesi durumundaki konu başlıkları bile bir seremoni güzelliğinde kayıp gidiyor gözlerimizin önünden. Film şeridi gibi…
Orhan Murat Arıburnu’nun 1950 tarihli Kovan adlı şiiriyle giriş yaparken söze, şiirin başlığı “Yeşilçam” a ilginç bir dipnot düşmüş: “Yıllara sor söylesin, kaç zaman “kalpzaman” yaşadım seni! Herkes herkessiz yaşayabilir belki, ama ben sensiz asla. Yedi sokak altmış sekiz adım, yetmiş yedi hayâl, yedi yüz yetmiş yedi yüz gündüzlü geceli yaşamalarım, ölmelerim var seni; insan tadında, vefâ tadında, eşya tadında…”
“Fragman/Kopmuş Aşklar Cümlesi”yle başlayıp “7 Sokak 77 Hayâl 777 Yüz” le biten ilk bölüm gerçekten de kopup tarihin kanatlarına asılı kalan anıların, toplumumuzun gözünde bir görünüp bir yiten yüzlerin, bazı yüzlerle bütünleşen mekânların yok olup gitmesine gönlü razı olmayan bir kalemin onları yeniden üretme, yaşatma, anımsatma, gönüller tahtına oturtma çabasının verimleriyle doludur. Özellikle, ülkesinin sinema sanatına katkı amacıyla emek veren jönlerden karakter oyuncularına, film yönetmenlerinden set ışıkçısına, mini minnacık bir rolüyle ömrünce övünen özencilerden, film karesine rastlantı olarak girip oradan bir daha çıkmayan sokak satıcınsa, kitapçısına kadar yüzlerce güzel insanın geçit resmini izliyoruz bu bölümde. Kimler yok ki?... Tümünü saymak kitabı yeniden yazmak gibi olur, ama bazı örneklerle somutlamazsam bu kez de boşu boşuna bunca duygulanmış olurum. Yılmaz Güney- Orhan Murat Arıburnu fotoğrafıyla ve 1959 yılıyla yüzleşiyoruz her şeyden önce. Sonra Ercüment Behzat Lav, sonra Danyal Topatan, Feridun Çölgeçen, Sami Hazinses… Sonra Belgin Doruk, Leyla Sayar, Pervin Par, Derya Arbaş, Ayhan Işık ve diğerleri…
Ülkemizin sinema sanatına, görsel-uzamsal kültürüne katılan filmlerle iç içe yürüyor kervan: Yılmaz Güney’in Tütün Zamanı’(1959)ndan Ömer Kavur’un Anayurt Oteli(1987)’ne, Ömer Lütfü Akad’ın Vesikalı Yârim(1968)’den senaryosu Yılmaz Güney’e ait olan Şerif Gören’in Yol(1981)’una kadar, Yılmaz Güney’in Seyit Han(1968)’ından Mehmet Emin Toprak’ın Uzak(202)’ına kadar…
Geçmişe özlem duygularımı kabartan bir panoramada kimler gelip girdi hüzün tabloma? Kimler girmedi ki?... Hey gidi!... derler ya. Hazin öykü Tugay Toksöz örneğin, en kral kederli bakışların sahibi Yıldırım Önal, dağlara taşlara sığmayan Hayati Hamzaoğlu, kibar kabadayı Özcan Özgür, sinemanın iri gözlü sultanı Türkan Şoray…
Yeşilçam’a ve sinemamıza dair değerli ve derli toplu bir bellek yaratmış Hüseyin Alemdar. “Bir akşamcı figüran” rolüyle Ayhan Işık Sokak’ta “üç bira”lık günün menüsüne bu kitabıyla yaslanacak kadar işin içinde olması bu belleğin son derece de ayrıntılarla beslenmiş güçlü ve etkileyici bir nitelik kazanmasına yol açmış.
“7 Sokak 77 Hayâl 777 Yüz” başlıklı bölüm Yeşilçam’ın sinema kokan, sinema tadan, sinema rengine boyanmış değerbilir, minnettar ve gururlu sokaklarına ayrılmış. İnsanın içini sevinçten ürperten bir çalışma bu. “Bir sokağı konuşturmak bir semti konuşturmaktır çoğun” diye giriyor “Sadri Alışık Sokak”a. Sinema emekçilerinin ve iş arayan figüranların uğrak yeri olan “Film Kafe” adlı sinema mekânı bu sokaktadır örneğin. “Ayhan Işık Sokak”, “Fuat Uzkınay Sokak” gibi sinemasal isimlerle anılan sokaklar da bu yazıdadır.
“Ara Cümleler Şiirler replikler” bölümündeyse şairin sinema kültürüyle ilgili, sinema mekânlarına, film isimlerine ve sinema emekçilerinin isimlerine parantez açan şiirleri yer alıyor çoklukla. Birçoğu Türkân Şoray, Selim İleri, Meral Oğuz, Yılmaz Güney, Metin Erksan, M. Alpay Ziyal, Zeki Demirkubuz Yadigâr Ejder gibi sinema insanlarına ithaf edilen şiirler ve şiirsel metinler kitabın bütünlüğüne katkı yapmış.
“âh ile vefâ” başlıklı son bölüm adından da anlaşılacağı gibi bu kültüre ve onun yaratıcılarına vefa göstermek amaçlı. Seksen iki ismi, Hüseyin Alemdar çağrışımının süzgecinden geçerken görüyoruz. Her biri için bir ya da birkaç vefâ tümcesi. Birkaç örnek vermek gerekirse…
Adile Naşit: Bu gülmeler senin değil teyze abla, kandıramazsın! Âh ağlattın işte.
Yaman Okay: Her yaşın bir mendili olmalı—bana ne aşk ne mendil sorma!
Aliye Rona: Çekme beni kendine ey hâtıra, bir yanım sevgiyse bir yanım kavga.
İsmet Ay: Burası ne cennet ne cehennem, vallahi sıkıldım! Set var mı? Çağırın, geleyim.
CEMİL KAVUKÇU’NUN
TASMALI GÜVERCİN’İ5
I.Dörtlü Sarmal
Tasmalı Güvercin adlı öykü kitabında onbir öykü var. Biri düşsel(fantastik kurgu), diğeri yaşamsal-gerçekçi öykülerden oluşan iki bölüm olarak düzenlenmiş. Hepsi de fantastik kurgu unsurları taşıyan birden çok öykünün Defter anabaşlığıyla ve bütünlük oluşturacak biçimde sunulması Cemil Kavukçu öykücülüğünde bir ilk. (Dikkat ve soru imi! Sorunsallar nelerdir?) Öte yandan birinci bölümde yer alan yedi öykünün ana başlığı da “Görünmeyen”dir. Bu bölümde, başlığın içerdiği anlam, sözcük anlamında olduğu gibi, yaşamımızdaki görünmeyenleri görünür kılan öyküler olduğu için midir, yoksa ikinci bölümü tamamlasın diye, oraya bir gönderme midir? Her ikisi de düşünülebilir.
Tasmalı Güvercin yine kasaba mekânlı, oraya dair olanları; daha doğrusu oranın görünmeyenleriyle, kurgulanabilir olanlarını anlatan, derinliklerini sezdiren öykülerden örülü bir kitap. Mekân İnegöl; görünen kısım fiziki ve sosyal yaşam, insani ve sistemsel kusurlar, gereksinmeler, olaylar ve olgular; görünmeyen kısım; psikolojik, cinsel durumlar, boşluklar, eksikler, gereksinmeler, hatalar, suçlar ve cezalardır.
Hemen belirtmem gerekir ki bu kitabın dört ana izleği ve dört ana vurgusu var. Bu izlekler ve vurguları Tasmalı Güvercin, Dut, Madalyon adlı öykülerin, Defter başlıklı bölümün (dört italik metninin) derinliklerinde saklı. Özgürlük ve kurtuluş, baskı ve devrim, ideoloji ve gerçek, yaşam ve düş ikilemleridir bunlar. Diğer tüm öyküler sanki bu öykülerin içinde ya da onların sağa sola saçılmış kırıntılarıdırlar. Öyle görünüyor ki Cemil Kavukçu öykücülüğünün hem doruğu hem de yol ayrım noktasıdır Tasmalı Güvercin.
Bu kitaptan sonra Cemil Kavukçu öykücülüğü hiçbir zaman eskisi gibi olamayacak. Tehlike ya da gelişme!... Vurgu yapmak, yazarın dikkatini çekmek istiyorum!
II.Sorunsallar
Cemil Kavukçu öykücülüğünün en sevimli ve en başarılı yönü; olayların, durumların, hatta özge kültürlerin bile yapay, eklektik, yama açıklamalarla değil, yaşantıların ayrıntılarına girilerek okura öykü biçemiyle sunulmasıdır. Teferiç(s.11) adlı öyküde Boşnak kültürünün birkaç Boşnakça sözcüğün yaşamdaki karşılığının öyküleştirilmesiyle verilmesi gibi. Buradaki sorunsal, göçmenliğin getirdiği kültürel çatışma, yabancılaşma, yalnızlaşma ve ötekileş(tiril)me olayıdır. Bir öğretmen bile bu olumsuzluklara teşne olabiliyorsa varın gerisini siz düşünün diyor.
Sözün burasında durup Cemil Kavukçu adlı yazara, onun istemese de yüklendiği misyonuna bakmak gerekmektedir. Bütünsel bir değerlendirme yapabilmek için elbet. Çünkü yazar, toplumun, ötekileştirerek kendinden uzaklaştırdığı, bazı yapay ve pragmatik değerler gerekçe göstererek yalıttığı, yalnızlaştırdığı, lanetlenmiş insanları; onların dünyasına sanatın ustalığınca sızarak, hatta onları onlarla birlikte yaşayarak anlatıyor. Bu anlamda gören, duyan, anlatan; klasik anlamda toplumun gözü, kulağı, dili olan, yani sorumluluk sahibi; ülkesine, onun bireylerine, özellikle de halkına borcu varmış da onu ödüyormuş gibi bir davranış içinde. Dut adlı öyküsüne bu bağlamda bakmak ve oradaki. Tico Abla’yı anlamak görevi düşüyor okura da. Derinden derine çözümlenen; toplumun da tıpkı doğa gibi günü geldiğinde öcünü aldığına dair sosyal yasadır. Yoksa kötücül Hamit Efend’yi Tico Abla’nın cinleri çarpmazdı. Doğrudur, bu halkın da cinleri var; yalnızlarının, yoksullarının, ötekileştirilenlerinin…
Madalyon(s.34) adlı öykü kapitalizmin, onun modern ideolojisinin ve çarpık sosyolojisinin ürünü olan kentleşmenin nalına mıhına vuran izleğiyle dikkat çeken, ilginç öykülerden biri. İkiyüzlü ideoloji, bir yandan, kendine göre gerici kabul ettiği unsurları (camiyi, dini, dini alışkanlıkları) toplumsal bilinci ve bireysel varoluşu felç edebilmek için canlı tutmak çabasındayken, diğer yandan ekonomipolitik yasalarına gözünü kırpmadan kurban verebilmektedir. Bir zamanların gözde mahalle camisi, kentleşmeyle birlikte terk edilirken kimse dönüp arkasına bakmıyor, herkesin gözü yeni camide.
Kentleşmeyle ilgili diğer bir öykü de Hangi Kedi’(s.29)dir. Ağavari burjuvazinin kent kimliği kazandıramadığı büyük kasabalarının insan-insan, insan-hayvan ilişkileri üzerindeki olumsuz etkisini izlek olarak seçmiş. Komşu, anne, kız ve kedi dörtlüsü arasındaki iletişimsizliği ilginç ve şaşırtıcı bir kurguyla sergileyen öykü, kentin dayatması yüzünden kurstan kursa koşuşturan küçük kızın (Küçük Robot.C.K.) nasıl robotlaştığını, diğer insanlara karşı nasıl hoşgörüsüz davrandığını imliyor.
Kitaba adını veren Tasmalı Güvercin(s.26) adlı öykünün üzerinde çok durulacak. Buna inanıyorum. Çünkü tek başına bu öykü de yine Cemil Kavukçu öykücülüğünde bir doruk ürün. Tam da sanata yakışır bir soylu çıkış. Kurulu, verili düzenin insanı nasıl onursuzlaştırmaya çalıştığını, hatta bunu belli oranda başardığını; körü körüne bağlılığın, sistem ve onun kurnazları tarafından nasıl sömürüldüğünü, ne vahim sonuçlar doğurduğunu anlatıyor. Öykünün bir düğümü çözdüğünü de vurgulamam gerekiyor; Tasmalı Güvercin’den başkaları, yani diğer güvercinler özgürlüğü seçerek tarihi, kendiliğindencilik(determinizm)’e bırakmamak gerektiği; onu öznel istenç, direnç ve savaşım süreçlerinin belirleyeceği bilincine özel önem veriyor.
Fethi Naci bir kez demiş ya; “Cemil Kavukçu’nun elinin değdiği her şey öykü oluyor,” diye… Cemil Kavukçu, Sıcak Üçlemesi adlı öyküsünü salt bu nedenle, Fethi Naci’yi doğrulamak(!) amacıyla kaleme almış sanki. Ayrıca, yeri gelmişken belirteyim ki, Dut ve Tasmalı Güvercin’deki bazı bölümler, yazarın öyküye doğrudan girerek kendi düşüncelerini yamadığı izlenimi veriyor.
III.Kurmacalar
Tasmalı Güvercin’inin DEFTER anabaşlıklı ikinci bölümünde, italik yazılmış ara bölümlerin dışında dört öykü yer almaktadır. Dördü de düşsel. Biçemi esas alındığında Cemil Kavukçu öykücülüğünün biraz ötesi, arkası gibi görünen ayrıksı öyküler. Bir bütün olarak sunduğunu da göz önüne aldığımızda bunun bir gövde gösterisi olduğunu, yani “böyle de yazabilirim” demek istediğini düşünüyorum. Düşünmüş olsa da haklı olur. Biçemsel-biçimsel evrilme düzleminde başarılı arayışlar diye de betimleyebiliriz. Aslında postmodern yazın anlayışının metinlerarası ilişki tekniğini, toplumcu özle ve eytişimsel anlayışla bütünleştirebilmek benim çok önemsediğim, önerdiğim bir çabadır. Toplumcu yazın-sanat anlayışının başarması gereken en temel sorunlardan biri budur çünkü. Biçim(sanat) kadar t/öz(erdemsel içerik ve ileti); öz kadar biçim=Biçem (özgelik ve özgünlük için koşul).
Halüsinasyon, hayal, düş, kurmaca, rüya, fantezi ve esriklik hali de insana dairdir elbet. Bireye… Psikoloji halleri, duygular, ama özellikle de aşk ve sarhoşluktur en çok bireyi anlatan. Bir insanı anlamanın (bu olanaklıysa elbet) en geçerli yolu, o insanın bunlarını anlamaktan geçer.
Sözün özü şu ki, Cemil Kavukçu, DEFTER’de öykücülüğüne bambaşka boyutlar katmış: en çok da derinlik. Göz ardı edilmemesi gerekenlere gelince… Kimsenin kendine pay çıkarmasına izin vermiyor çünkü; kitap ve kitaplık kavramlarıyla başlıyor bölüme. “Küçük yayınevlerinden çıkmış kitaplar”la ilgili olarak, “yazarlarının çoğunu anımsamadığını… hazin bir durum” olarak betimliyor. Postacı, zarf, Lise Defteri, Modigliani’nin portre çalışması, hastalık, tavuk, bira, votka, limon, Sarıkız, iş, havlayan adam gibi sözcük ve kavramlarla da yaşamı çağrıştırıyor, onunla bağını koparmıyor. Soyut-somut, somut-soyut, birey-toplum ikilemlerini ustalıkla birbirinin içine yerleştirerek, hatta birbirine dönüştürerek yepyeni bir biçem deniyor.
IV.Sonsöz
Dil, yaşam, biçem bağlamı kusursuz denebilecek denli sağlam. Türkçemize ciddi katkı olarak görüyorum onun bu çabasını ve başarısını. İçtenlik ve etik ilkelerini düşündüğümüzde de sanata dair -yeniden- vicdani anımsatmalarda bulunduğunu düşünüyorum. “Öykülerimde aşk yok, evet,” demişti Bursa’daki bir etkinliğinde soruya yanıt olarak. Bu övünülecek bir yan değil, o da bu anlamda söylemedi, ama bu sözün arka planı çok önemli. Çünkü “aşk” kadar insani ama sansanyonel bir izleğe sığınmadığı halde başarılı bir öykücü Cemil Kavukçu.
Eliz Edebiyat Dergisi,A/7 Defterimden:7
MUSA ARTAR’IN MAVİNAZ’I
Musa Artar’ın yayımlanmamış bir öyküsünden söz etmeliyim bu yazımda. Zekice yazılmış, vicdani vurgular taşıyan, özeleştirinin nemenem bir erdemsellik olduğunun örnekleriyle dolu bir öykü. Üstelik öykü sanatı bağlamında da çok güzel… Adı; Mavinaz.
Güler yüzlü Veysel, yeni nişanlandığı kızın babası Faruk’u, patronuyla tanıştırmak istiyor. Çetin adlı bir muhasebecidir o. Bürosunda dosya yığınlarından başka şeyler de var. Raflarda kitaplar, dergiler… Masanın üzerinde Ravel’in Bolero’sunu çalan gramafon, duvarlarda tablolar, şurada burada el emeği, göz nuru kilimler, biblolar. Kısacası Çetin Bey, yazarın düşlerini, hayallerini süsleyen bir idol; entelektüel bir yazar. Öykü yazarı. Ama öykülerini bile imeceyle yazan bir paylaşımcı. Öyküleri Hatay’ın Vakıf köyünden Berç adlı bir Ermeni dostuyla birlikte yazıyor.Berç’in tüm akrabaları Arjantin’e yerleşmiş. Onu da yanlarına isterler ama o, “Musadağ’dan ayrılamam,” diyerek ısrarlı davetleri reddeder ve sonunda da Vakıfköy’de ölür. Böylece büyük bir yalnızlığa gömülür Çetin Bey. Aradan uzun zaman geçmiş olmasına karşın tek öykü yazmıştır, onu da edebiyatla ilgili oluğunu anladığı konuğuna verir, “Öyküyü bitirdiğimizde, bir akşam oturup bunu Berç’ten kalan boğmayla kutlarız,” diyerek Berç’in yerine, öyküyü onun tamamlamasını ister.
Bu süreçte öykü yazarımızın yazdığı öyküyü okumuş oluruz. Güzel bir anlatım ve insana dair ilginç halleri anlatan ilginç ve estetik buluş niteliğinde ayrıntılarla varsıl.
“Bu da kişiliğimin garip bir özelliği; sevdiğim şeyleri, beğendiğim, önemsediğim şeyleri hep en sona saklarım. Diyelim tabakta sekiz on tane kiraz kalmış. En irisini, en olgununu en sona bırakırım. Ya da posta kutumda üç beş zarf bulmuşum; reklâmları, faturaları çabucak elden çıkarıp en sonunda dostumun mektubuyla baş başa kalmayı yeğlerim. “
Çetin Bey’in yazdığı Mavinaz adlı öykünün baş kahramanıdır Mavinaz. Öykü boyunca, tinsel ve fiziki özelliklerindeki ayrıntılarıyla betimlenerek gizemli bir karakter haline getirilmiştir.
“Uzun süre öyle kaldı. Durumlar arası geçişlerde oldum olası çok yavaştı ama şimdi kımıldamak bile istemiyordu. Oblomovluğu nedense hep eril bir karakter olarak kabul edegelmişti ancak şu anda kendisi de tam bir Oblomov’du. Anlamadığı şey, ruhunda fırtınalar koparken, duyguları, düşünceleri deli taylar gibi sağa sola koştururken, nasıl oluyordu da bedeni kıyıya vurmuş bir denizanası kadar umarsız, devinimsizdi… Kerem’in savladığı gibi geçişler ustası olsaydı hiç böyle acı çeker miydi?”
Dostları ilə paylaş: |