Leyleğe Kavuşmak
Beş hafta sonra döndüğümde Leylek oradaydı. Eski çirkin görünümünden eser kalmamıştı. Büyümüş, parlamıştı. Siyah-beyaz renkleri iyice belirginleşmişti. Devinimleri daha canlıydı. Kanatların uzamış, kuyruğu daha da güzelleşmişti. Kanat çırpışlarından çıkan pat-küt sesleri ortalığı velveleye veriyordu. Bıraktığım yemlerin hemen hemen her türünü hemen mideye indiriyordu. Buraya kadar her şey güzeldi. Ama bir alışkanlığını unutmuştu. Artık elimden yem almıyor, hatta bana eskisi kadar yaklaşmıyordu. Günlerce uğraşmama karşın bütün çabam boşa gitmişti. Bursa’ya dönme zamanım gelmişti. Yine aynı şeyleri yaptım. Yuvasına çekidüzen verdim. Her yere yem koydum. Ayrıldım.
Çok ara vermeden yine gitmeliydim kampa. Bu kez yalnızca leylek için. Çünkü kış yaklaşıyordu. Havalar iyice soğumuştu. Her şeye karşın güzel bir hava yakalayıp kampın yolunu tuttum. Leylek için de değişik yiyecekler ve gerekli malzemeler almıştım. Kampa yaklaştıkça yüreğimin çırpınışı artıyor, heyecandan nefesim kesilecek oluyordu. Öyle çok merak ediyordum ki, acaba bu kez bana nasıl davranacaktı?
Kaçak Leylek
Gittim. Arabayı kumsalın başına park ettim. Eşyaları yüklenip barakaya doğru yollandım. Gözüm onu arıyordu. Önce her zaman konduğu yüksek ağaçların yüksek dallarına baktım, sonra barakanın en yüksek çıkıntısının üstüne… Yoktu. Artık leyleğin yuvasını da görüyordum. Ama yuvası boştu. Gözlerim fırdolayı onu arıyrdu. Kampın çevresindeki ağaçların dallarını taradım tek tek. Yoktu. Kumsaldaki kurumuş ağaçları gözden geçirdim. Onların üstüne konar, denizi izlerdi. Ama yoktu. Onların üstünde de yoktu. Kapının eşiğine oturup bekledim. Gelmedi. Öğlen oldu, yine gelmedi. İkindi geçti, akşam oldu. Gelmedi. Boğaz dağları, Marmara denizi, geniş kumsallar, büyük çınar ağaçları, meşeler, dikenli tepecikler başımın üstünde dönmeye başladı. Döndü döndü…
Aklım başıma geldiğinde düşündüm… O zaten sağlığına kavuşmuştu. Kış da adım adım yaklaştığına göre… Gitmesi gereken yere gitmiştir. Kışı sıcak olan ülkelere… Kışı orada geçirip yine dönecek… Dönecek nasılsa… Elbette dönecek canım!...
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Bir ben vardır bende: BURSA ÖTESİ
SÖYLEŞİLER
OLGUN ŞİMŞEK FENOMENİ
Olgun Şimşek çok genç bir “sanatçı.” Ama o, bu kavramı anlamları ve çağrışımlarıyla birlikte kabul etmiyor. “Daha işin başındayım. Sanatçı kavramı beni ne kadar anlatıyor bilemiyorum, bildiğim; “gerçekten sanat” yapmanın ne kadar güç olduğu ve sanatçı unvanının öyle kolayına hak edilmediğidir,” diyor.
Sağlıklı bir yaklaşım. Kişiliğinde var volan erdemsellikleri sanatına emzirme başarısını da gösteren Olgun Şimşek, böylece, kendisi kabullenmese de ciddi bir sanat felsefesi ve poetikası oluşturabilmiş bir sanatçıdır. Yaşama biçiminden, davranışlarından ve ürettiklerinden yola çıkarak bu betimlemeyi ve kavramlamayı rahatlıkla yapabiliyorum.
Hatta, tiyatro, sinema ve televizyon oyunculuğuyla ülkemiz güldürü dünyasının bir fenomenidir o. Ama aynı zamanda dram ve trajedi rollerinde de en büyük ödülleri alabilecek kadar başarılıdır.
Toplumsal alt-üst oluşun kendine özgü ezici dinamiği, vahşi kapitalist oyunların bitip tükenmeyen tuzakları, insafsız sömürü mekanizmasının bir avuç azınlık adına gemi azıya aldığı verili koşullarda bireyin yaşama olanaklarını daraltan sistem, yaşama umudunu, sevincini elinden alarak onu büyük bir çöküntüye sürüklemekteyken birileri çıkıp hızla büyüyen, karamsar, korkak ve her türlü kandırılma, avutulma, aldatılma oyunlarına katılmaya teşne sürü psikolojisine “dur!” diyor. “Kendine gel, gülümse ve gül. Hatta kahkaha at. Böylece hiç değilse içten içe çürüme!” Bu olgu çok önemli. Toplumsal tedavi, terapi anlamına gelecek kadar özel, çürütülmeye ve çürümeye baş kaldırı anlamına gelecek kadar da önemlidir. Bir farkla; yalnızca gülümsetmek, güldürmek amacıyla değil, aynı zamanda biraz da düşündürmek, az buçuk da “bu ne ya!” dedirtebilmek için yapılıyorsa… Tam da bu noktada; hem sanat olarak bireyin haz ve güzellik duygusunu depreştirdiği hem de toplumsal estetiğe katkı yaparak onu geliştirdiği için gülmecenin, ironinin ve absürdün önemi artıyor. “Yalan Dünya”, “Beşik Kertmesi”, “Yedi Numara”, “Bir Demet Tiyatro” Olgun Şimşek sanatının gülümseyen, gülen, güldüren yüzünün en iyi örneklerini barındıran yapıtlardır.
Dram ve trajedi niteliği taşıyan yapımlarda da aynı oranda başarılı olduğunu görüyoruz.
“Yazı Tura”nın Rıdvan’ı kahramanmış gibi kullanıldıktan sonra bireysel trajedisini yaşarken içinde bulunduğu toplumun, yanında yakınında bulunduğu diğer bireylerin, hamasetlerle yönlendiren kültürünün umurunda bile olmuyor. Ama Rıdvan yazgısına boyun eğmiyor; tepkisini bazen bir kaş devinimiyle, bazen beden ritmindeki bir eksikliğin yüzünde biçimlendirdiği jestiyle, mimiğiyle, davranışlarıyla yaşıyormuş gibi veriyor. “Yazı Tura”, Olgun Şimşek sanatının trajedi yanının görkemli göstergelerinden biri, bir büyük sanat yapıtı. (Kenan İmirzalıoğlu’nun hakkını da teslim etmek koşuluyla elbet.)
Bir filmde ya da tiyatro oyununda aslolan, sanatçının rol gereği de olsa yaşadığı varsayılan olaylardan soğurduğu duyguları, tiyatral algı ve yeteneklerini kullanarak gerçeğine en yakın biçimde, hatta gerçekten yaşıyormuş gibi canlandırabilmesi, anlatabilmesidir. Bu bağlamda Gözetleme Kulesi Olgun Şimşek’in dram türünde, estetik-içerik diyalektiği doğru kurulmuş sanatsal başarılarını yansıtan yapıtlardan biridir. Telsizle, “Normal normal yaşıyoruz,” derken yüzündeki, gözlerindeki, bakışlarındaki özellikle baş ve boyun devinimindeki anlatım “anormal bir yaşamı” olağanüstü bir başarıyla, olduğu gibi vermektedir. Kule penceresinden içeri bakışı ve film boyunca sürüp giden diğer tiyatral devinimleri de öyle.
Onun insana dair boyutunu varsıllaştıran önemli bir yeteneği de bağlama çalmaktaki ustalığı ve eşliğindeki türküleridir. Klasik müzik sevdiği, dinlediği kadar türkülerle yaşıyor olması, anlayış, algı ve yansıtma yelpazesinin ne denli geniş olduğunu gösteriyor. Türkülerdeki bireysel öyküler, toplumsal sorunlar, bağlamanın iniltili tınısındaki hüzün bütünsel gelişmenin ve duruşun niteliğine ciddi katkılar yapar. İncelen duygular, eğitilmiş farkındalıklar, birikmiş bilinç “gerçekten sanatçı” olmak isteyenlerin en çok gereksindiği niteliksel özelliklerdir. Olgun Şimşek’in Kapalıçarşı adlı dizi filmde Mahmut rolüyle yaşama geçirdiği karakter aslında Olgun Şimşek karakterinin çok benzeridir. Bu filmde sanatın olmazsa olmazlarından duyarlık ve içtenlik (samimiyet) gibi ilkeler öne çıkıyor. Bağlaması eşliğinde söylediği “Üflediler söndüm” adlı türkünün halk tarafından benimsenmesinin, medyada olağanüstü ilgi görmesinin altında yatan nedenler bunlardır. Denebilir ki Olgun Şimşek; sanatçı olduğu kadar insan, insan olduğu kadar da sanatçıdır.
Olağanüstü bir bütünsellik.
Bu bütünselliğin altını dolduran kültürel unsurlara gelince… Düşünürün dediğine bakılırsa, yani “bütün bir yaşamımız çocukluğumuzdan ibaret”se ve Jean Giaget adlı psikologun ünlü tezinde öne sürdüğü gibi “kişilik ipuçları 3 ile 6 yaş arasında oluşuyorsa, daha sonraki koşullar bu ipuçlarını asla ortadan kaldıramıyor”sa Olgun Şimşek sanatının ipuçlarını da onun çocukluğunda aramaya çıkmalıyız.
Onu çocukluğundan beri tanıyan biri olarak söylemek isterim ki Olgun Şimşek’in bugününe dair ipuçları çocukluğunda yeteri kadar vardı ve ben bunu birkaç yıl boyunca birebir gözlemiştim.
12 Eylül günleriydi. Sürgün, kıyım ve her türden zulüm dizginsiz sürüyordu. Bursa’nın Orhaneli ilçesi bir zamanlar Osmanlı’nın sürgün danışmanlarını ağırladığı (bu yüzden beş köyünün adı Danışmanlar’dır) gibi o günlerde de 12 Eylül’ün sürgünlerini ağırlayarak tarihi mirasına sahip çıkıyor, bir süre ağırladıklarını da başka yerlere sürgün gönderiyordu.
Gündüzler ihbarların ve ihbarcıların, geceler yasakların, işkencelerin, feryat, figanlarındı. Biz Orhaneli’de bir canyoldaş ekibi oluşturmuştuk. Kimler mi vardı bu dostluk sofrasında? Hakim Ercan Kaya, Savcı Hüsnü Gür, Öğretmenler Kekil Şimşek, Nevzat Karaoğlan, Seyfi Avcı, Doktor Seyhan Civan, Marangoz Recep Gültekin, politikacı Şeref Derse, genç Kamil Demir, taşaron yüklenici Hikmet… Bağlama çalıyor, türküler söylüyorduk. İlginç olan da şuydu: Olgun, küçücük yaşına karşın hep yanımızdaydı. Hem de hep kendi isteğiyle. Çünkü onun ruhu büyüktü. Yaşından büyük düşleri vardı ve hep yaşından büyük insanlarla haşır neşir olmayı seviyordu.
Sıkıntılarımızı, üzerimizdeki baskıyı, alınıp götürülen dostlarımızın acılarını söyleşerek, demlenerek, bağlama çalıp türküler söyleyerek hafifletmeye çalışıyorduk. Olgun bağlamama eşlik ediyordu. Biz amcaları, hep onun ağzına bakıyorduk. Öylesine güzel söylüyordu ki… “Hadi Olgun,” diyorduk. “Bir tane daha…” Böylece kimi zaman bir ucu sabahlara uzayan bir türkü kervanı yaratıyorduk.
O yıllar Olgun’un 3., 4., 5. sınıflarda olduğu yıllardı. İlk olarak Orhaneli İlkokulunun 23 Nisan Akşamı programında sahneye çıktı ve dillere destan olan türkülerini söyledi. Bağlamasını ben çaldım. Yine o yazın ilkini gerçekleştirdiğimiz Göynükbelen Çilek Festivali’nde beş bin kişiye türkü söyledi. Bağlamasını yine ben çaldım. Ama o, türkülerini çok daha ustaca çalınan bağlama eşliğinde söylemeyi hak ediyordu. İkinci yıl festivalinde ben geri çekildim, Bursa’dan profesyonel bir bağlamacı davet ettik. Bursa Belediye Konservatuarı’ndan Yaşar hocayı… Bağlamasını o çaldı. Bu iki yıl içinde ve daha o zaman Olgun bir Orhaneli-Bursa miti oldu. “Bir çocuk,” diye dilden dile konuşuyorlardı. “Nasıl güzel türkü söylüyor!...”
Bu atmosferin etkisinden olacak Olgun bağlama ve flüt çalmaya heves etti. Ona bu atmosferin etkisini sorduğumda şöyle dedi: “Sanıyorum, insanın erişkin yaşındaki özelliğini, kişiliğini belirleyen önemli etmenlerden biri çocukluğunu yaşadığı aile ve sosyal çevredir.” Hafta sonları ilçeye inerek ona flüt, bağlama dersleri veriyordum. Bir hafta sonu kar yağdı, yol kapandı, ben ilçeye gidemedim ama o, yedi kilometrelik vahşi yolu aşarak bir masal kahramanı gibi karların altından çıkıp geldi. Yanında bir arkadaşı… Böylesine gayretli ve cesaretliydi. Ona bu gayretkeşliğini anımsattığımda da yorumu şu oldu: “Sanıyorum, ikinci bir etmen olarak da insana doğuştan gelen, şu veya bu alana yönelimi, şu veya bu alanda başarılı olma eğilimini ifade eden içsel itkiyi sayabiliriz. Bunlar eğitimle birleşince ne olacağınız, işinizde nasıl çalışacağınız veya nasıl yaşayacağınız belli oluyor.”
Olgun Şimşek’in bugünkü felsefesinin alt yapısı çocukluğuyla eğitiminin ciddi bir sentezine dayanıyor.
Annesi Orhanelili bir Yörük kızıdır. Anne terbiyesi bir yanıyla batılı olmasına karşın diğer yanıyla Yörük geleneklerini içeriyor.
Babasıysa Bingöllü, Alevi ve Kürt. Gerçek bir kitap kurdu, bir çırpıda onlarca türkü söyleyebilecek denli türkü dağarcığı, Töb-Der yöneticisi ve tek maaşlı bir öğretmen.
Bu son nedenle Olgun çocukluğundan başlayarak çeşitli işlerde çalışmak zorunda kaldı. Ama o bu durumundan hiçbir zaman yakınmadığı gibi o yaşantılarının bugününü hazırlayan etkenler arasında olduğunu söyledi: “Oyunculuk, biraz da insan biriktirmektir. Çocukluğumun Orhaneli’si bunun için uygun bir mekândı. Okul yıllarımda benzinlikte çalıştım. Otobüslerde muavinlik yaptım. Bu işlerin de katkıları büyük çünkü ikisinde de insanlarla haşir neşir olmak durumundasınız. Her an çok farklı insanlarla tanışır, çok farklı davranışlara, sözlere, duruşlara tanık olursunuz. Oynadığım sinema ve televizyon filmlerinde, tiyatro oyunlarında canlandırdığım karakterlerde bu dönemlerin izleri vardır. Eğer başarılı isem bu yüzden başarılıyım diyebilirim.”
Olgun Şimşek bütün bunları çağdaş konservatuar (sanat) eğitimiyle harmanlayarak özümsemiş bir tiyatro ve daha sonra da sinema sanatçısı. O, güncel politikaya gönderdiği deyişiyle “açılımın ta kendisi.” Yörük, Alevi, Kürt ve Demokrat.
Daha on yaşındayken baba dostu bir öğretmenden (ş.akbaba) flüt ve bağlama dersi alıyor ve 12 Eylül ortamını onlarla birlikte soluyor. “Her yanım sürgün, herkes sürgün,” diye dile getiriyor o günkü baba dostu amcalarını. “Babamın arkadaşları ve aile dostlarımız arasında sürgün sözcüğü o kadar çok dile getirilmişti ki, bu sözün bir rütbe filan olduğunu sanmaya başlamıştım. Sürekli olarak ya birileri sürgüne gidiyor ya da birileri sürgüne geliyordu ilçemize.” Belki de o koşulların ne kadar anormal olduğunu algıladığı içindi, hemen hemen her söze başladığında “normal şartlar altında,” diye bir girizgâh yapardı. Sonra söyleyeceğini söyler, şakasını yapar ve kahkahayı basardı.
Çocukluğunu büyük yaşadığının tanığıyım.
Gençliğinde ayrıydık, yaşamının o kesitine tanıklık edemedim ama İstanbul Devlet Konservatuarının Tiyatro bölümü birinci sınıfındayken oğlum Özgür’ün sünnet düğününe geldi. Hem de Erkan Can’la birlikte. O gece; Narlı köyünde Marmara Denizinin kıyısına yeniden kurduğumuz dost meclisimizin anılarında gerçek ve somut bir gece olarak yer etti. Sabaha kadar bağlama çalarak türküler söyledi Olgun Şimşek. Ona ezberindeki şiirleriyle Erkan Can eşlik etti. İkisi de sanatın potasındaydılar ve çok büyümüşlerdi.
Konservatuvarda önemli hocalardan ders aldı. Shakespare’den alıntı çok önemli tiratlarla mezuniyet sınavını verdi ve İbrahim Tatlıses’in İbo Shov programında “Güçlü” oldu. Sonra Bir Demet Tiyatro da Kudret, Yazı Tura’da Rıdvan, Beşik Kertmesi’nde Ferdi, Gözetleme Kulesi’nde Nihat, Alacakaranlık’ta Emir, Yedi Numara’da Sabit, Karışık Pizza’da Murat, Yalan Dünya’da Selahaddin… Birbirinden farklı kültürlerin davranışlarını sergileyen rolleri şiveleri, lehçeleriyle yaşar gibi oynadı. Rolden role, karakterden karaktere, trajediden komediye, dramdan ironiye, türküden şarkıya geçişlerindeki başarısı onun bir başka ve hızlı yeteneğini ortaya koydu: Uyum yeteneğini. Bu yeteneği ona, sanat dünyasında sürekli var olabilme ve var kalabilme başarısını getirdi.
Söyleşimiz süresince çok sayıda soruya yanıt veren Olgun Şimşek, güncel politikanın “barış süreci” yanına gelince çok daha derinlikli, adına yakışır olgunlukta ve felsefi niteliği olan açıklamalar yaptı:
“Ne diyebilirim ki? Barış, elbette iyidir. İnsanların veya toplulukların çatışma halinde olmasını ve bunun ülkenin bütün hayatını zehirlemesini onaylayacak biri çıkar mı? Şu bir gerçek: Kendimizle barışık değiliz. Birbirimizi dinlemeyi ve anlamayı bildiğimiz de söylenemez. İnsanı insan yapan en önemli özelliklerinden biri vicdan sahibi olmasıdır. Olup biteni vicdanın terazisinde, öfke ve nefretle gördüğünüzden çok başka, çok farklı görürsünüz. Buna empati de diyorlar. Bir insanın, kendini başkasının yerine koymasıdır empati. Kendini, karşındakinin yerine koyarak olaylara bir de oradan bakmak gerekiyor. Her insan özgün bir varlıktır. Dünyaya ve olaylara bu kişiselliği içinden bakar. Benim, kendimi başkasının yerine koymam, onu anlamanın yoludur. Niçin böyle yapıyor? Niçin farklı düşünüyor? Niçin barışı istemiyor veya istiyor? Mesela Almanlar ve öteki Avrupalılar tartışmak için tartışmıyor. Birbirini anlamak, birbiriyle uzlaşmak, ortak tarafları bulup çıkarmak için tartışıyor. Biz ise, hepimiz biliyoruz ki çoğunlukla birbirimizi dinlemiyoruz. Dinliyor göründüğümüz zamanlarda bile, içimizden, ‘Hele bir bitirsin sözünü, nasıl da okkalı bir şamar indireceğim! Feleğini şaşıracak!’ diyerek dinliyoruz. O zaman, olmuyor tabii. Sokakta da evde de işte de trafikte de olmuyor. Herkes bizim gibi olsun istiyoruz ama bu imkansız. Herkes bizim gibi olmayacak. İyi ki de olmayacak. Yoksa yaşadığımız hayat çekilmez bir şey olurdu. Doğada da yok böyle bir şey. Çam ağacı, yanı başındaki kayın ağacına, ‘Senin kozalakların yok, git öteye’ demiyor. Kırmızı gelincik, sarı papatyaya, ‘Niçin sarısın? Ya kızar ya da git buradan’ demiyor. Kardeş kardeş yaşayıp gidiyorlar. Bir ceylanın, aslanın varlığına itiraz ettiğini hiç duydunuz mu? Verili durum budur onlar için. Aslan, aslan doğasıyla, ceylan da ceylan doğasıyla yaşayıp gidecek. Bizim ülkemizden çok daha yoksul, bizim ülkemizden çok daha ağır sorunları bulunan ülkeler gördüm. İnsanlarla konuştum. Yorumlarını, eleştirilerini dinledim. Bizim kadar öfkeli, bizim kadar dediğim dedikçisini, bizim kadar asar kesercisini görmedim. Yalnızca barış sorununda, Kürt sorununda değil, akla gelen ve gelebilecek her sorunumuzda, çözümü getirecek veya çözüm yolunu gösterecek bir tek, ama bir tek altın anahtarımız, bir tek sihirli formülümüz var: Kendimizle barışık olmak! Kendimizle barışık olursak dünya ile de barışık oluruz; sorunlarımızın çözmek için kavgaya, çatışmaya yer kalmaz, gerek de kalmaz. Unutmamalı ki sorunlar yalnız bizde yok, her yerde var.”
Sanatçı-toplum ilişkisi sorulunca da aynı oylumdaydı yanıtı:
“Sanatçının toplumun önünde olmak, topluma örnek oluşturmak, yol göstermek gibi bir görevinin, misyonunun olduğunu düşünmüyorum. Sanatçı değilim, aydın da değilim. Nazım Hikmet'e de sanatçı diyorlar, bana da sanatçı diyorlar. Bir ölçüsüzlük görüyorum bu adlandırmada. Belki ileride bu sıfatı hak edeceğim, sanatçı olarak kabul edileceğim işlere imza atabilirim. Bunu bilmiyorum, şimdilik yalnızca bir oyuncuyum. Yapabileceğim en iyi şey, oyuncu olarak rolümü ciddiye almak ve en iyi şekilde oynamak. Bu bakımdan sanatçı da aydın da değilim. Öyle kabul etsem bile topluma önderlik etmek gibi bir görevimin olduğunu düşünemem. İşimi gereği gibi yaparsam toplumun bir üyesi olarak topluma karşı görevimi de insan olarak yükümlülüğümü de yerine getirmiş olurum.”
Aldığı ödüller sorulunca, alçakgönüllülüğüyle yanıtsız bıraktı ama onun yerine ben bilgi verdim. Çünkü başarıları ciddi ödül kurumlarınca verilen ödüllerle onurlandırıldı, onandı. O ödüllerin bazıları şunlardır:
1999 Ankara Film Festivali, "Umut Veren Yeni Erkek Oyuncu" Ödülü, Karışık Pizza.
2004 Antalya Altın Portakal Film Festivali, "En İyi Erkek Oyuncu" Ödülü, Yazı Tura.
2004 Sinema Yazarları Derneği Türk Sineması Ödülleri, "En İyi Erkek Oyuncu" Ödülü, Yazı Tura.
2004 Orhon Murat Arıburnu Ödülleri, "En İyi Erkek Oyuncu" Ödülü, Yazı Tura.
2005 Adana Altın Koza Film Festivali, "En İyi Erkek Oyuncu" Ödülü, Yazı Tura.
2005 Ankara Film Festivali, "En İyi Erkek Oyuncu" Ödülü, Yazı Tura.
2005 Uluslararası İstanbul Film Festivali, "En İyi Erkek Oyuncu" Ödülü, Yazı Tura.
2012 Antalya Televizyon Ödülleri, "Komedi Dizisi En İyi Erkek Oyuncu" Ödülü, Yalan Dünya (dizi, 2012).
Ayağındaki kırık yüzünden Bursa davetimizi kırmayarak koltuk değnekleriyle gelen Olgun Şimşek büyük alkışlarla, sevgi gösterileriyle döndü.
Çinikitap Dergisi, Mayıs-Haziran 2013, sayı:18
Patikalar Dergisi, Temmuz 2013,sayı:76
ANADOLU’NUN ÖKÜ ÇIĞLIĞI:
OSMAN ŞAHAİN
*ş.a:Sevgili Osman Şahin ağabey, sizin çok yönlü yazın kişiliğinizi ve sinemayla olan yakın bağınızı biliyoruz. Öykü, roman ve senaryo yazarısınız aynı zamanda. Bu konularda engin deneyimleriniz de var. Buradan başlayalım: Edebiyat, sinema ilişkisi hakkında bilgilendirir misiniz bizi?
*Yüreğimi çıkarıp bir sigara paketi gibi şuraya bırakıyorum; köylerde öyle derler. Edebiyat ve sinema konusu geniş… Konuşmama, dünya çapında bir şiir dili yaratmış Nâzım Hikmet’in bir şiiriyle başlamak istiyorum. “Kadınlarımız…” Ben de bütün öykülerimde ve özellikle de filme alınmış öykülerimde kadınlarımızı ön plana aldım hep. Kurbağalar’da, Firar’da, Derman’da… Feodal bir aileden geldiğim için kadınların ezilişini, ablalarımın dövülüşünü, babamın annemi dövüşünü görmüşüm. Bunlar bende çok yer etmiş çünkü. Bu yüzden Nazım’ın bu şiiriyle başlamak istiyorum. Ayrıca biliyorsunuz ki Nazım aynı zamanda sinemacı. İpek Film’e senaryolar yazmıştır. Eğer hapse atılmamış olsaydı Türk Sineması belki de çok farklı bir yerde olacaktı.
Bir ressamın anlatım aracı tuval, fırça ve renklerdir. Bir yontucunun anlatım aracı çekiç, mermer, ya da alçıdır. Edebiyatçının anlatım aracı sözdür. Edebiyat bir söz tutanağıdır. Sinemacının anlatım aracıysa kamerayla görüntüdür. Yönetmen kamerayı bir kalem gibi kullanır. Sinema yedinci sanattır ve nihayeti yüz otuz yıllık bir geçmişi vardır. Edebiyat eskidir, ama resim ve müzik daha eskidir.
Sinema hep edebiyattan yararlanmıştır. “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı…” diyen Yunus sözün önemini sekiz yüz yıl önce böyle belirtmiş. Daha eskilerde, M.Ö. 2000’li yıllarda bir Mısır papirüsünde şöyle yazıyor:”Söz hünerlerin en zorudur.” Nice aşklar, nice dostluklar söz yüzünden bitmemiş midir? Söz çok önemli, insan demek, insanın tam kendisi, sözü çıkarın geriye insan diye bir şey kalmaz. Ama çağımızda her şey çok daha karmaşık. İnsanların sözlerinde durmaları da bir o kadar güç. Noter’in bulunmasının nedeni de budur. Tutulmama olasılığına karşın sözü yasaya bağlamak için. Eski Sümer’de yazı okulları varmış: Nideba. Bir mahalle birden bu okula gidermiş. Yazı Tanrıçaları bile varmış. Sümerler çamura çivilerle yazar, kurutur, büyük küplerin içine yerleştirirlerdi. İlk kütüphane böyle oluşturulmuştu. Söz taşıyan kil tabletler… Muazzez İlmiye Çığ’ın bulup okuduğu binlerce kil tablet bunlardandır işte. Sözün, yazının ve öykülerin önemini anlatmak için bu örnekleri verdim. Anne Frank’ı bilirsiniz… Gestapo’dan kaçarak ailesiyle birlikte aylarca evin çatı aralığında yaşamış. Batılılar onun çeşitli filmlerini yaptılar. Bu batılının doğuda yarattığı zulüm karşısında insanlar değil çatıda, toprağın altında yaşamak zorunda kaldılar. Afganistan’da, Irak’ta ve daha bir sürü yerinde dünyanın yurtlarını, yuvalarını bırakmışlar, milyonlarcası ülkelerinden ayrılmak zorunda kalmışlar.
*ş.a:Yani öykü ölmedi mi demek istiyorsunuz?
*Evet, aynen öyle; öykü yaşıyor ve sürüyor. Üstelik romanın batıdan gelmesine karşın öykü doğudan gelmiştir. Doğu bitmediğine göre… Hindistan’da Şekspir ayarında yapıtlar çıkmıştır. 2000 yıl önce çıkan Mahabharata gibi… Yazılı metin. Binbirgece Masalları… Bu yapıt aynı zamanda bir roman. Ciltler dolusu. Haçlı Seferlerine katılanlar alıp götürüyorlar. İlk yazılı roman olan Servantes’in Donkişot’u böyle doğmuştur. Edebiyatın böyle bir geçmişi var.
*ş.a:Sinemayı da yakından tanıyan bir senaryo yazarısınız aynı zamanda… Nedir sinemanın edebiyattan, resimden farkı; hangi malzemeleri, hangi teknikleri kullanır?
*Sinema ilk olarak Amerika’da 130 yıl kadar önce ortaya çıktı. Genç bir sanat. Sinema teknololojiyi, edebiyatı, fotoğrafı ve yontuyu kullanıyor. Çok malzeme, motif, olay yiyen bir sanat dalı. Yaşar Kemâl’in on sayfada anlattığı bir olayı on saniyede gösteriyor. Sinema bu kadar genç olmasına karşın dünyaya çok hızlı biçimde yayılmış ve örneğin edebiyattaki Şekspir’in karşısına Çarli Çaplin gibi bir adam getirmiştir. Ayzenştayn vardır, Potemkin Zırhlısı’nı yöneten Rus. Yakın çekim planlarını dünya sinemasına kazandıran adamdır. Çok büyük kadın, erkek oyuncular, sanat adamları, yönetmenler, film müzikleri kazandırmıştır. Çocukluğumda Mersin’de yazın bile kravat takarak sinemaya giderlerdi. Sinemaya gitmek camiye gitmek gibiydi. Sinemanın büyük, beyaz perdesi çok büyük bir zevk verici. Mabetlere giden insanlardan çok daha fazlası sinema salonlarına gidiyor. İsmini anımsamadığım Güney Amerikalı bir yazar, “sinema bir ışık dinidir,” diyor. Işık dini!…
Sinemayla edebiyat kardeştir. Şekspir’in filmleri 325 kez filme çekilmiştir. Antalya Film Festivali’ne örneğin 12 film katılmışsa, en az beşi edebiyattan yararlanmıştır. Bu neden böyledir? Çünkü konu hazırdır. Yazar düşünmüş, kurgulamış, bastırmış, kitap da tutmuşsa, seyircisi de olacak demektir. Diyalogları, zamanı, mekânı hazır bir yapıtın senaryolaştırılması kolay… Bir edebiyat eseri filme alınmışsa artık o yönetmenin filmi olmuştur. İlk sinemaya girdiğimde, yönetmene, öykümü noktasına, virgülüne kadar çekeceksin diyordum, yönetmen gülüyordu. Sonradan anladım ki, bu öyle olmuyormuş. Siz elma yetiştirdiniz, sinemacı elmayı satın aldı, doğradı, çekirdeğini, kabuğunu attı, şeker koydu, kaynattı, reçel yaptı. Picasso sergi açmış. İzleyicilerden biri bir tablonun karşısında mırıldanıp duruyor. Ne oldu? diye sormuş Picasso, bu tablodaki balık olmamış, balık değil bu. Picasso da, evet, haklısınız, o bir balık değil, o bir resimdir, demiş. Edebiyat-sinema ilişkisi de bir boyutuyla böyledir. Örneğin benim 16 sayfalık bir öyküm var, olduğu gibi filme çekseniz 20 dakikalık bir film ortaya çıkar. Senaryoya yan olaylar eklemek gerekir. Senaryo sözün görüntüye dönüştürülmesi işidir. Bir mühendisliktir. Yönetmen o plana bakarak filmini çeker. Yönetmenle yazarın tek ortak noktası; insan ruhunun derinliklerine seslenmeleridir. İkisi de yaratırken görece özgürdür. Görece dememin nedeni, devletin politikasıdır. Öyküde neyse ne de iş sinemaya gelince devlet daha çok işe karışır. Çünkü öykünün okuru sınırlı, ama sinemanın izleyicisi büyük kitlelerdir. Özgürlük de bu kadardır işte. Yazarla yönetmenin ayrılan yanlarına gelince… Yazar yapıtını tek başına yaratır, yönetmense onlarca, yüzlerce kişiyle birlikte.
*Sinemaya nasıl ulaştınız? Bunun Yılmaz Güney’le bir ilintisinin olduğunu duymuşluğumuz var, gerçeğini sizden öğrenebilir miyiz? Biraz da Yılmaz Güney’i analım, ne dersiniz?
* Elbette… Sinemaya girişime gelince… Aklımda olmayan bir şeydi. “Kırmızı Yel” adlı öykü kitabımla 1971 yılında TRT Öykü Ödülü’nü alınca işler değişti. O zaman Cumhuriyet Gazetesi’nde bir röportaj yayımlandı. Radyo dinliyordum Adana Altın Koza Film Festivali sonuçlanmış ve Yılmaz Güney dört dalda ödül almıştı. Bunun üzerine radyoda konuşuyorlar. Yılmaz Güney, “Osman Şahin’in TRT ödülü de alan Kırmızı Yel’ini çekeceğim,” demez mi?... Şaşırdım.İki gün sonra bir telgraf geldi. “Güney Film’e gelin, görüşelim…” diyor. Gittim. Çirkin Kral olduğu zamanlar… Mahmut Tali Öngören de orada. Yılmaz Güney yumuşacık, tatlı da, bal gibi… Onun öfkeli anını da gördüm, korkunç öfkeli, kılıç gibi… “Babam,” dedi bana. “Sen sinemacısın.” Bu sözleri bana çok güç verdi. “Güzel yanı da, senin farkında olmaman. Farkında da olma… Kırmızı Yel’de inanılmaz bir mekan veriyorsun… Kamerayı alıp gidip çeksem olur. Onu, Avrupa’dan ses mühendisleri getirerek sesli ve dört kamerayla çekeceğim. Antalya’da bir stüdyo kuracak ve Türkiye’nin mekân haritasını çıkaracağım.” Çok öngörülü bir insan olduğunu o zaman anladım. 1971’de bunu söyledi. Ancak önce Mahir Çayan’lara yardım ettiği gerekçesiyle tutuklanıp yıllarca içeride kalınca, sonra da “Endişe” adlı filmini çekmek üzere Adana’ya gidip Yumurtalık olayı meydana gelince hapislere girip çıkmaktan bu filmi çekemedi. Benim için ve Türk sineması için büyük talihsizliklerdi bunlar. Çünkü benim öykü anlayışımla onun sinema anlayışı çok örtüşüyordu. Neyse… Benim sinemaya girişimin başlangıcı böyledir. Bana on bin lira vermişti. Bu parayla kendime ev alabilmiştim. Oysa ben para beklemiyordum ve bunu ona söylemiştim. “Amatör kalma babam, profesyonel ol,” diyerek elime o çeki tutuşturmuştu. Bir kez daha şaşırmıştım. Bu olaylar nedeniyle filmi o çekemeyince Atıf Yılmaz çekti. Öykülerimdeki derinliği ilk gören Yılmaz Güney’dir.
*ş.a:Sizi senaryo yazmaya iten nedenler neleridr?
*Daha sonra Müsellim ile Kuşne adlı öyküm “Kızıl Toprak(Fevzi Tuna)“ adıyla filmleştirildi ve bu filmle Fatma Girik, Uluslararası Taşkent Film Festivali’nde “en iyi kadın oyuncu ödülü” aldı. Öyküm bu Kürtçe adla yayımlanmıştı, ama sinema söz konusu olunca devlet bunu kabul etmedi. 1978’de Kırmızı Yel’deki Fırat’ın Cinleri (Korhan Yurtsever) Antalya’da ödül alınca, daha da ünlendim ve yapımcılar, yönetmenler benden öykü istemeye başladılar. Doğu, Güneydoğu, Toroslar bilinmiyor, gelip soruyorlar, anlatıyorum. Senaryocu geliyor, benim evimde yatıp kalkıyor, yiyor içiyor ve benden çok para kazanıyor. Bunu üzerine yedinci filmde senaryoyu kendim yazacağım dedim ve yazdım. Öğrenmiştim çünkü. İlk zamanlar uzun planlar yazıyormuşum falan, ama zamanla öğrendim. Şerif Gören kabul edince “Kan” filmi böyle doğdu. Bundan sonra da tüm senaryoları kendim yazdım.
*ş.a:Bir edebiyatçı, öykü yazarı olarak herhangi bir ürününüzün filmleştirilmesi süreci ya da sonucunda hangi kaygıları yaşıyorsunuz. Özellikle estetik açıdan bakarak…
*Orada tam olarak istediğiniz olmuyor, olmaz. Örneğin yarım saatte okunacak bir öykü yazdınız, bu filme alınıyor. Öykünün temel bildirisi bozulmaksızın filmleştirilebilir, ama diğer ayrıntılarda yönetmene anlayış göstermek gerekiyor. Bu da, tamamen farklı bir şey yapılabilir anlamına gelmez elbet. Örneğin Yaşar Kemal’in ünlü İnce Memed’ini Peter Ustinov çekti. Hiç bir şeye benzetemedi. Senaryo Abdi Ağa üzerine kaydırılmış, rolü kendisi oynayacak ya, daha çok görünebilmek için… Yani çok iyi edebiyat yapıtından çok iyi bir film yapılamayabiliyor, ya da çok kötü bir edebiyat eserinden iyi bir film yapılabiliyor. Öykü-senaryo-film ilişkisi de böyledir. Bütün bunlar bazen zaman, mekan ve parasal durumla da ilgilidir.
* Ceyhun Erim: Bekir Yıldız doğuyu anlatır. Bir siz varsınız, bir de Ferit Edgü. Bu anlamda öykülerinizi belirleyen ana tema doğu mudur?
*Toroslardır. Ancak 12 yaşına kadar doğanın içinde yaşadım ve o yaşımda Dicle Köy Enstitüsüne gittim. İkinci doğum yerim. Kürtçe, zazaca konuşulan yerler. Sonra Fırat nehri kenarındaki öğretmenliğim sürecinde gördüklerim dehşetli şeylerdi. Durmadan onları yazıyordum. Bucak aşireti çevresindeki kavgaları yazdım. Tarık Dursun K.’nın “sosyologlar bu romanları okumalıdır” dediği öykülerime ve romanlarıma kaynaklık eden yerler buralardır. O kadar ki, benim öğrencilerimden bile dört-beş tanesi bu kavgalarda vurulup öldüler. Çocuklar okula çıplak tabancalarla gelirlerdi. Okul dediysem Bucak Aşireti Reislerinden Halil Ağa’nın bir odasını düşünün. Kendisi Daimi Encümen Üyesi. Ekmeğini de yedim, severdim de, bana da bir zararı olmadı. Galatasaray Lisesi mezunuydu; okulun ilk masraflarını o karşıladı. Kalem, tebeşir, tahta…. Babası hastalanınca gel demiş. Oysa futbolcuymuş İstanbul’da. Üç karısı vardı. Çocukları okula tabancayla geliyordu. Ünlü eşkıya Bekiro o yörenin insanı. Kendisini tanıdım. Dürsüt mü dürüst, ağırbaşlı… Kadınların doğumuna bile beni çağırdılar; hani öğretmen her şeyi bilir ve yardım edebilir diye. Bunları Fırat’ın Cinleri’nde yazdım, sonra da film oldu. İşte orada gördüklerim beni yazar yapmıştır. Son kitabım olan Sonuncu İz’deki “Acı Kahve” öykümde yazdım; bir gözü kör kişi. O dönemlerin en ünlü eşkıyasıdır o. Bağlama çalıyordum. Böylece köylüyle bağlantı kuruyordum.
*ş.a:Öykü-sanat serüveninizde güneydoğu, Toroslar, köyler; oralardaki yaşama biçiminden, geleneklerden, törelerden doğan sorunlar çok önemli temalar, mekânlar ve izlekler olarak yer alıyor. Kentin sizdeki yeri nedir, onu da yazmayacak mısınız??
*Bakınız Bekir Yıldız’ın kitapları üç milyondan fazla satmıştır, ama bu işbirlikçi medya onu sildi. En az sekiz, on öyküsü var ki, diyalektik yapısı sağlam, kesinlikle kalıcı… O dönemden çok önemli bir öykücü de Adnan Özyalçıner. Okunması gerekenlerden biri Bekir Yıldız, diğeri de Adnan. Sabahattin Ali-Sait Faik karışımı biçemli bir yazar. Ama Bekir’i sildiler. Bekir bir hata yaptı. Kentli yazar arkadaşlar içki sofralarında “kenti de yaz” diyerek içine girdiler. Bu bir tuzaktı. “Yazarın Mekanı Coğrafyası ve Dili” diye yazdım. Dünya ve Türk edebiyatında Yaşar Kemal’i Yaşar Kemal yapan Torosları, Çukurova’yı, Doğuanadolu’yu, Türkmeni, Fırat’ı, Dicle’yi, Önasya’yı anlatmasıdır. Anadaolu’nun ruhunu… Büyük, çok büyük bir yazar. 300-400 yılda bir gelir böylesi. Şimdiki dünya görüşlerine katılmıyorum. Yaşar Kemal ta 1949’dan beri yazdığı dört ciltlik düzyazıları vardır. Ağacın Çürüğü, falan… O yazılarıyla bugünkü görüşlerini çürütebilirsiniz. O zaman nasıl Atatürk’e sarılıyor, emperyalizme saldırıyor!... Şimdiki Yaşar yaşlandı ve emperyalizm adını hiç ağzına almıyor. Neyse… Yaşar Kemal oradan geldi İstanbul’a ve Al Gözüm Seyreyle Salih’i yazdı. Okuyun, bakın, o tadı veriyor mu?… Neden? Coğrafyasını değiştirdi. Orhan Kemal’i Orhan Kemal yapan Bereketli Topraklar Üstünde, Kanlı Topraklar, Baba Evi, Avare Yıllar, Cemile, Murtaza… İstanbul’a geldi, parasız da… Kınamıyorum, nasıl kınayabiliriz… Orhan Kemal Türk edebiyatının diyalog ustasıdır. O yoğunluk şimdi yoktur. Pek çok kişi bu görüşüme katılıyor. Fakir Baykurt da öyle. O İsparta yöresi, İç Anadolu, Ankara yöresi, hatta Doğu Anadolu yöresi yazarı. Onuncu Köy’ü yazdı. Anadolu’yu çok iyi biliyor, müthiş yoğunluk var yapıtlarında. Almanya’ya gitti, yazdıklarını okuyun, aynı yoğunluğu göremezsiniz. Maksim Gorki… Ki, zamanında Nobel verilmesi gerekiyordu. Rusya bozkırlarının büyük yazarı İtalya’da altı ay kaldı, İtalyan Mektupları’nı yazdı. Bizim dilimize otuz yıl önce çevrildi. Okuyun, bir şey yok. Coğrafyasını değiştirdiği için pek başarılı değil. Bunun tersi de var. Amerikalı Ernest Hemningwey; Kilimanjaro Karları’nı aynı başarıyla yazıyor, bunun sırrını bilemiyoruz, çok başarılı. Kuzey İtalya’daki o ikinci Dünya Savaşı’nı yazmış; Çanlar Kimin İçin Çalıyor… İspanyol iç savaşını yazmış, çok başarılı. Küba’da yazdığı İhtiyar Balıkçı, çok başarılı… Bizde Nâzım Hikmet, nerede yazmışsa, hepsi başarılı; coğrafyalar üstü… Sabahattin Ali; hiçbir coğrafya onu engelleyemedi. Kürk Mantolu Madonna’da Almanya’yı ne güzel anlatır!... Kağnı’da, Ses’te İç Anadolu’yu yazıyor, olağanüstü başarılı. Bekir Yıldız’a dönelim yine… Halkalı Köle örneğin, anlatımı çok güzeldir, ama derinliğinde kadını hep aşağılar. Bacanağım o benim, içini dışını da biliyorum. Orda ben de varım gizlice. Sevgili Bekir…
*ş.a:Nasıl varsınız abi? Bu gizi öğrenelim yeri gelmişken…
*Şimdiki eşi Oya… Halkalı Köle’de “sevdalım” diye geçer. Önceki eşi, Almanya,da işçi olarak çalışmışlar, Güler Hanım, o kötü… Dedmi ki, Bekir neden kötü? Karton tipler. Seni boşamadığı için… Bana çok kızdı; sen kendi karından kurtulmaya bak, dedi. O romanlarda kadını kötüler. Yani sevdiğim güzel, iyi… Ama hakkını yemeyelim; Kerbelâ romanı örneğin, olağanüstü güzeldir. Çünkü orası Ortadoğu ya… Yani ben Bekir’i örnek alarak kenti kolay kolay yazamam.
*ş.a:Çalışmalarınız sürüyor, bunu biliyoruz. Kente dair öyküler de yazıyorsunuz diye bir de duyumumuz var… Kitap olarak yayımlamayı düşünmüyor musunuz?
*Şimdi elimde dört dosya var. Çocukluğumu anlatacağım. Eğri Yağmur Taneleri diye… Bir Sovyet şairinin bir dizesinden aldım bu imi. Benim çocukluğum felakettir, tesadüfen yaşıyorum ben. Oğlak çobanlığı falan… İlk Köy Enstitüsüne gittiğimde ayak numaramı sordular. Oysa ben yalın ayaktım hep. İlk orada öğrendim insanın ayak numarasının olduğunu. Duvarlar diye bir dosyam var… Korkumdan bekletiyorum. Müthiş bit kent öyküsü. Kentteki yazarlar diyecekler ki, yahu biz böyle bir şeyi nasıl görmedik! Bunu diyecekler. Hep bunalımlarını yazıyorlar. Hep bunalmışlar, bunalmışlar…
*ş.a:Gece gündüz bunalıyorlar… Yazdıkları da bu yüzden bunaltı… (Alaycı kahkahalar….) Yazarlar, şairler değil de “bunaklar” mı diyeceğiz bunlara?
*Jüri üyeliği yapıyorum, öyle öyküler geliyor ki!... Heykelin kenarına oturmuş, iki saat burnunu karıştırarak gelip geçenler bakıyor, falan; onları da anlatmıyor. Bunalım da anlatılmalı da. İnsana dairdir öykücülük arkadaşım. Senin bunalımının da mutlaka bu toplumdan kaynaklanıyor, onu yazsana arkadaşım, onu görsene. Örneğin, bugünkü hükümetten kimseler televizyona çıktığı zaman televizyonu kapatıyorum, sinirlerim bozuluyor çünkü, ama sağlığımı korumalıyım; bu benim bakanım, başbakanım değil diyorum. Bu öyküyü yazsam, bunu yazarım, okurlarda derler ki, ha, bu adamın siniri oradan geliyor. Bir binanın yıkılışını anlatıyorum Duvar’da. Bina yaşlanır, bir müteahhit satın alır, camlarını, çerçevelerini yere indirir… Sonra Anadolu köylüsü birkaç işçi gelir, avucuna tükürür, duvara vurur, vurur… Sinema bana kurguyu öğretti sevgili arkadaşlar. Sinema ve öykü hep kurgudur. Üzerimizdeki elbiseler bedenimizin kurgusudur. Kumaş… Kumaşı böyle üzerinize atsanız elbise olmuyor. Terzi onu bedeninize göre ölçecek, biçecek, dikecek… Kurgu budur. Ağacı anlatıyor, tutanak tutmuş. Tutanakla öykü arasında fark var… Kurgu çok önemli, ben en çok kurguya önem veririm. On saniyelik bir reklâm filminde bile müthiş bir kurgu var.
*ş.a:Kitaplarının yoğun olarak 1980’den sonra çıktığını görüyoruz. Hem öykü üretiminizde, hem de sinemayla iletişiminizde oldukça yoğun ve verimli bir döneme giriyorsunuz. Bütün o üretimlerinizde yoğun biçimde yer alan izleklerden biri de hapishane olgusu oluyor. İşkenceler falan… Bir, bu izlek üzerinde biraz durur musunuz; iki, neden 12 Eylül sonrası daha verimlisiniz?
*Çok kolay… Beden Eğitimi öğretmeniydim. Yorucu bir öğretmenlik. Ben de iyi bir öğretmendim, hiç dalga geçmedim. Şimdi okullarda görüyorum, takım elbiseli, kravatlı beden eğitimi öğretmeni… 68 bin öğrencim oldu, sorabilirsiniz… Eğitim yok, bu yeni iktidar da kaldırıyor zaten beden eğitimi, müzik ve resim derslerini… Fazıl Say haklı. 12 Eylül sürecinde önce Trabzon Arsin’e, sonra da 1402’ye göre “re’sen” emekli ettiler. Kadıköy TÖB-DER’de etkindim, yazıyordum da. Örneğin, gidip Milli Eğitim Müdürlüğü’nü işgal edelim falan gibi önerileri olan bir öğretmendim. Emekli oldum, sonra da hapis yattım, öğretmenlik bitti. Sinema da işin içine girince, tamamen yazmaya verdim kendimi.
Her gün sekiz buçuk kilometre yürürüm, şeker kullanmıyorum. Çünkü daha çok yaşamalıyım; çok ürünler vermeliyim, çünkü çok söyleyeceklerim var. İçki, sigara konusu da öyle… Örneğin sevgili arkadaşım Atilla Özkırımlı sigaradan ölmüştür. Şimdiki medya öylesine değerli bir yeteneği hiç anmıyor, bu medyayı da kınıyorum. Günde 4-5 paket sigara… İçme kardeşim!
*İbrahim Mergen: Orhan Pamuk Nobel ödülü aldı ve bu konuda Yaşar Kemal hiçbir şey söylemedi. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
*Orhan Pamuk’a Nobel ödülü verildiği zaman Çiçek Bar’da Demirtaş Ceyhun, ben, yüz beş yazar ilk biz protesto ettik. Bildirimizi de Demirtaş Ceyhun ağabeyimiz kalem aldı. Çok önemli bir şeydi o. Ona hiçbir ciddi edebiyatçı cevap vermedi. Nebel ödülü tarihine bakıyoruz; o dönem kimler vardı, ödül kime verildi… Öyle kişilere verilmiş ki, tamamen emperyalizmin bir şeyi… Bunu kanıtladık. Örneğin Cengiz Aytmatov’a verilemez miydi? Orhan Pamuk’tan daha fazla bir yazar. Altmış dilde yayımlanmış, ve hala sağ. Vermezler. Doris Lessing’e bu sene verdiler. Çok büyük bir yazar. Türkü Söyleyen Otlar… Bu sene verdiler. Güney Afrika’da otuz yıl yaşamış. Orhan Pamuk’a; tamamen bastılıların istediği sözleri söylediği için verdiler. Bunlar çok yazıldı. Yazılmaz, ama anlatabilirim; Nobel Ödülü açıklanmadan iki ay önce Orhan pamuk yurt dışında. İsveç’e gidiyor ve on sekiz kişilik Nobel Ödül Komitesi üyeleriyle konuşuyor. Yaşar Kemal’in de orada adamları var. İsveç basınında yazılıyor. Orhan Pamuk şöyle demiş: Yaşar Kemal T.C. devletiyle anlaştı, yani bir aydın içinde yaşadığı şeyle anlaşmamalı; kendisi İkinci Cumhuriyetçi ya; Orhan pamuk İkinci Cumhuriyetçi; Lozan’a, Mustafa Kemal’e karşı. Ben böyle bir adama kesinlikle verilmemeliydi diyorum. (Alkışlar) Bunu söylemiş, benim kulağıma da geldi. Yaşar Kemal’e telefonla söylemişler, Yaşar Kemal demeç verdi ve bu Cumhuriyet Gazetesinde çıktı. Benim için İsveç’te böyle böyle demişler, Orhan Pamuk demiş, demiyor; bunu kim söylediyse alçaktır, dedi.
*Nadir Gezer:Niye adını anmadı o zaman, ansaydı ya?
*Çok emin değil ki… Sonra o geliyor… Bunu duyuyor tabi. Yaşar Kemal’in elini öpmesi gerekiyor. Yaşar Kemal ona çok yardım etmiştir. Yaşar Kemal’e telefon ediyor, ben böyle bir şey demedim, diyor. Yaşar Kemal de, kim söylediyse ona “alçaktır” dedim, diyor. Cevap vermedi… Bakınız, Türk halkıyla ilgisi yoktur Orhan Pamuk’un. Doğu Perinçek ona, “Ulusal Kanal’a gelin, romanınızı tartışalım,” diye önerdi, ama o kabul etmedi. Ben boşuna konuşmuyorum. Türkçeyi doğru dürüst bilmiyor; İngilizce yazıyor… Geçenlerde bir yazı daha çıktı Cumhuriyet’te;”Türkçesi okusalardı vermezlerdi,” diye.
-Hilmi Haşal:Oğuz Demiralp…
*İkinci Cumhuriyetçilere değiniyordunuz…
-Bu İkinci Cumhuriyetçiler büyük toz kaldırdılar. Hepsi de önemli ana vanaların başında… Hepsinin televizyon kanalları var, gazeteleri var, Ahmet Altan bilmem hangi gazetenin başında…Halk arasında hiçbir etkileri yok bunların, ama sesleri çok çıkıyor. “Türk edebiyatına verildi, niye kızıyorsunuz…falan…” Bize söylüyorlar. Ama siz her gün konuşuyorsunuz, tuvalete gider gibi televizyona gidiyorsunuz; bizi de çağırın, konuşalım. Çağırmazlar. Çünkü özgür değildirler. Onların patronu Aydın Doğan da özgür değil. Neyse… O zaman dedim ki, yahu siz ne zamandan beri Türk edebiyatıyla ilgileniyorsunuz. Türk edebiyatıyla hiç ilgisi yok, Orhan Pamuk’a verilmiştir.
*Diğer Nobel Ödüllü Yazarlardan örnekler verebilir misiniz?
*Amerika’da John Steinbeck’e verildi. Amerikan edebiyatına verildi diye bir şey yok. Onsekiz kişilik Nobel Ödül Komitesi Orhan Pamuk’u ya İngilizceden, ya Almancadan, ya da Fransızcadan okumuşlardır. Türkçeyle hiçbir ilgisi yok. Bir de Nâzım Hikmet’le karşılaştırıyorlar, hiç ilgisi yok. Nazım Hikmet her zaman Türk halkına saygı duymuştur. Nâzım Hikmet siyasal iktidara çatmıştır, Orhan Pamuk öyle değil, tam siyasal iktidarcı, bu hükümeti müthiş övüyor. Irak’ta Amerika böyle böyle yaptı dediğini hiç duydunuz mu? Doksan yıl önceki şeyleri söylüyor. Tam batının söylediğini söylüyor. Ödül töreni konuşmasını da duydunuz; babasının bavulunu anlattı. Bavulun içinde kaç tapunun olduğunu söylemiyor. Bizim babalarımızın heybesi vardı. Neyse… Ben olsam şöyle yapardım; şu Türk halkından azıcık bir şey öğrenen bir insan onu yapardı: Aslında benden önce Yaşar Kemal’e verilmeliydi, Fazı Hüsnü Dağlarca’ya verilmeliydi, diyebilirdi. Ama onu diyecek yürek yok. Sartr’a Nobel Ödülü verildiği zaman, “benden önce Aragon’a verilmeliydi, dedi. Üstelik Aragon Fransız Komünist Parti üyesiydi. Sartr bunu söyledi. Ernest Hemngwe’ye Nobel Ödülü verilince, o dedi ki “bu ödülü, benden önce hak etmiş şu şu yazarlar var, onlardan birine verilmeliydi. De ya kardeşim, bari Yaşar Kemal’i oraya davet et. Ve o bir milyon üç yüz bin dolar paradan insan bir yoksula… Bir milyon bilmem ne kadara gitti Newyork’tan ev aldı.
*Recep Nas:Yaşar Kemal Orhan Pamuk için, “dokunmayın o çocuğa, o bunu hak etti,” dediği doğru mu? Siz duymadınız galiba?
*Yaşar Kemal ödül verildikten sonra onu kötüleyemezdi artık. Ödül Yaşar Kemal’e verilseydi dünyada hiç eşi benzeri olmayan bir şey olacaktı. Bunu kendisine söylediğimde, “ne olacaktı ulan?” dedi. Dedim ki abi bütün Çukurova’da halk bekliyordu; sokağa çıkacaktı davulu, zurnasıyla. Antep Üniversitesi’nde Yaşar Kemal’e verilmeliydi dediğim zaman, herkes ayağa kalktı ve alkışladı. Nobel tarihinde farklı bir şey olacaktı. Kaldı ki Nobel Ödül Komitesi’nin de halklarla hiçbir ilgileri yok.
*Teşekkürler Osman Şahin, yüreğine sağlık, ürünlerine bereket.
Dostları ilə paylaş: |