Örneklerle


Deri’n Romanındaki Kadınların Tip- Karakter özellikleri



Yüklə 5,79 Mb.
səhifə54/58
tarix31.10.2017
ölçüsü5,79 Mb.
#23511
növüYazı
1   ...   50   51   52   53   54   55   56   57   58

Deri’n Romanındaki Kadınların Tip- Karakter özellikleri

Genel olarak Deri’n romanındaki tip ve karakterler de üç bölüme ayrılarak işlenmiş. Doğudan batıya yer, bölge, ülkeler değiştikçe, tipler, kişiler de değişiyor. Tip ve karakterlerin gerek adları, gerek tensel ve tinsel portreleri oldurulurken coğrafya ve tarih, yer yöre, sosyal sınıf, cinsel vb. özellikler işlenip ona göre adlar verilmiş. Yer yöre adları ve diğer nesnelerde; kostümler, eşyalar, dekor ve hayvan seçimindeki adlandırmalar yerinde yapılandırılmış.

Genelde karakterler hakkında değil, özelde kadın karakterler hakkında konuşmak istiyorum. Çünkü kadın karakterlerin tipik genellemelerle işlenmiş olduğunu söyleyeceğim ve bu nedenle tiplerin de kahramana dönüşemediğini. İlkin Havva Demir; Anadolu kadın ve hatta Kibele tipini çağrıştıran güç ve karakterle Asyalı, Türkiyeli, Doğulu, Müslüman, köylülük, yoksulluk, bildik töre, terbiye, gelenek ve göreneklerine, eşine, çocuklarına bağlı; çalışkan, saygılı, sevgili, elbet kavgacı, özverili anaç vb. gibi değerler içerisinden resmedilip işlenirken bu genel değerlendirme içerisinde “kişisel trajedi” taşımadığı için kahraman’a dönüşemiyor. Çünkü o coğrafya ve geçilen, gelinen tarihsel, sosyal, ekonomik, kültür benzeri koşullar hemen bütün kadınlarındır. Bu saydığım niteliklerin kişileri, birebir geçmişin kodları üzerinden kişiliklerini daha çok “rol” yaparak yaşamak diyebileceğim bir gerçekliğin figürü olarak yaşayabiliyorlar. Kendileri aslında yoktur; onlara biçilen, dikte edilen, “giydirilen” rol ve karakterleri canlandırıyor gibidirler. Zincir henüz kopmamış, bireyleşme henüz söz konusu değildir. Bireyleşme henüz erkekler için bile değilken kadınlar için hiç değildir. Adı konmuş her “insan” kendine düşen, verilen, atfedilen “rol”ü oynayıp gitmekteyken Havva Demir onlardan sıyrılıp gelemiyor, dolayısıyla canlanamıyor, çünkü kişisel tragedyası oldurulmamış. Yani Havva Demir, yukarıda saydığım zincir baklalarından ayrıksı olabilecek bir edim içerisinde değil, dolayısıyla “trajik” diyebileceğimiz bir fiilin öznesi de olamıyor. Daha çok epik, söylencelerden esinle oluşturulmuş “yiğit” bir Anadolu kadın motifinin tekrarı..

Heike, Havva Demir’in karşısına bir Batılı, Avrupalı, modern, zengin, eğitimli, aşkı ve cinselliği vb. özgürce yaşayabilen bir Alman kadın olarak konumlandırılır, tam karşı değerler ile, bireyleşmiş “bencilleşmiş” fakat tam olarak Meryemsi değil. Bu kıyaslamalar içerisinden bildik tipleri işlediğini söyleyeceğim, karakter kahramana dönüşemiyor bu saydığım değerler yuvarlamasından ötürü. Sorun gölge karakterler içerisinden işlenirken fonda asıl sorun olarak Doğu- Batı karşıtlığının, çatışkısının, bir anlamda eleştirisinin, bazı bakımlardan o değerlere özenmenin, bir çeşit öfke ve bir anlamda hınç ile devam ettiğidir. Bu anlamda kadınlara figürasyon/ biçimleme yaptırıldığını söyleyeceğim.



Deri’n Romanında Zaman, Uzam

Ben” imle öykülerimin öznesi olan “ Ben” arasında bir özdeşlik kurmak, tıpkı kendimi kendi saçımdan tutup kaldırmak denli imkânsız olacaktır. Temsil edilen dünya ne denli gerçekçi ve aslına sadık olursa olsun, asla temsil ettiği gerçek dünya ile, edebi yapıtın yazarı ve yaratıcısının bulunduğu gerçek dünya ile zaman- uzamsal olarak özdeş olamaz.” ( Mikhail Bakhitin, Karnavaldan Romana, Edebiyat Teorisinden Dil Felsefesine Seçme Yazılar, Ayrıntı Yayınları, s.331 )

Toplumsal Gerçekçi yazarların bana kalırsa zaman- uzam konusunda aşkın değil, içkin ve hatta “zaman ve uzam’a, dolayısıyla olay’a çakılı kalışları” ile melüldürler. Bakhitin’in yukarıya alıntıladığım tespitinde olduğu gibi, “kendilerini, kendi saçlarından tutup kaldırma” yanılgısını getiriyor bu edim. Özdeşmezliği, illâ özdeşleştirmenin imkânsızlığı eliyle... Bu durum anlamsalda kendisini daraltan bir zaman kipine, hayal eksiltimine götürme tehlikesi taşıyabiliyor.

Deri’n romanındaki Hamburg bölümleri ve köy öğretmeninin anlatıldığı bölümlerdeki “ben” anlatımının seçimliliği bu anlamda romana bir çeşit “iç dökme” naifliği veriyor gibidir.  Okurun kafasındaki yaratıcı yazar,  anlatıcı ben’e kurban edilmiş gibi görünüyor.  Zaman ve uzam da belli bir bölünmüşlük içerisindedir. Biçimden kaynaklanan bu bölünmüşlük ( üç ayrı olay- yer- zaman kurgusundan olacak ) zaman zaman geri dönüşlerle ilerliyor. Bu da, romanın kurgulanışındaki üçlü yapıdan kaynaklanıyor. Aradaki bağlamalarla dinlenen, kopan okur yeniden bir başka zamanın sularına girerken geri dönüşler yaşayabiliyor. Aradaki “bağlama” bölümleri de olmasa, iki ayrı kitap bir kitap olarak neden yazılmış sorusu bile sorulabilir. Zaman kavramına yüklenen anlam şimdinin içindeki sonsuz olamıyor, şimdi, şimdinin birebir aynısı oluyor. Hal böyle olunca anlatının tarihselliği gerçek boyutta, eylemin yaşanıp gittiği ana çakılı kalabiliyor. Hâlbuki geniş zamanların kipi ile konuşulabilinseydi, evrensel zaman içerisinde roman türünün genişliği içerisinde daha bir anlam yüklenip götürebilirdi diye düşündürüyor. Sıradan bir okur olarak zaman kipini, kiplerini önemsiyorum, bugün, dün ve yarını aynı anda, aynı kipte toplayıp dağıtabilen kitapları daha bir edebiyata yakın bulurken, tarih kipi ile somut değerlendirme ve tespitle ilerleyen “sosyal mesajlı” , “iç dökme” ve “olay”a yaslanan kitaplara uzak durduğumu söyleyebilirim.

Zaman ve kipini de yanına alarak “cevap” veren, cevap, üreten, dolayısıyla okurun aklının üstüne akıl koyan eserleri değil de,”soru soran” ünlemler gibi akla çıkış yolları aratan kitaplardan yana tercih kullandığımı söylemek isterim, elbette takdir yazarındır, ancak bir okur olarak tercihimden de vazgeçemiyorum. Zaman, konu, tema, yer, mekan, uzam ve kullanılan kipler, “Olay”ın kendisinin birebir değil de, olayın “nasıl anlatıldığı” biçiminde özetleyebileceğim bir yazma yaratma biçiminden, etkileyiciliğinden, kalıcılığından bahsediyorum.

Her zaman söylemeye çalıştığım gibi bir eser üzerine yazılan her yazı bir eksik anlatım, hatta eseri bir bozma, yıkma biçimidir, aslolan kitabın alınıp okunmasıdır. Deri’n romanı akıcı anlatımı, sürükleyici olayları ile yakın geçmişin, unutma ve unutturma kültürüne karşı hatırlamaların kitabı olarak okunmayı bekliyor. Girişe bir parçasını aldığım Deri’n dertlerden olma bir paragraf ile sözü sonlandıralım.

Çalıp çırpmayı bilmedim, bir karıncayı bile incitmekten korktuğum için hep sekerek yürüdüm;  yıllardır ülkemin en yoksul, eğitim-öğretime en çok gereksinmesi olan köylerinde, ülkemin çocukları için onlara bir şeyler verebilmek adına kanadı yaralı bir kuş gibi çırpındım durdum. Bugün ve yarın her şey dünkünden daha iyi daha güzel olsun, daha güzel günler yaşansın diyeydi bütün çabam.”


Çinikitap,Mart-Nisan 2010,sayı:2.


NADİR GEZER

ŞABAN AKBABA’NIN KUTSAL IŞIĞINA YOLCULUK

Şaban Akbaba, Narlı köyünün deniz kıyısındaki okulunun penceresinden baktı çevresine. Deniz gün¬den güne kirden boğuluyor, çevresindeki yaşama balık sunmuyordu artık!...Kimi işletmelerin, üretimliklerin, kentlerin, yazlıkların korkunç kirli suları oiuk oluk akı¬yordu Gemlik Körfezine...Her geçen gün denizin sessizce ölümünü gözlüyordu!...O güzelim deniz mavisi kara mor bir renge dönüştükçe duyarlı yüreği burkuluyor, onu derin düşüncelere sürüklüyordu...Ölümün taa kendisiydi bu! Pencereden aldı kendini, bahçenin taa ilerdeki ucuna yöneldi. Çocukların cıvıltısı onu kendine getiremedi. Kara/mor deniz bir bıçak gibi dağladı yüreğini. O uçta duraksadı, uzaklara baktı...İşte o anda iki farklı kişi ilişti gözlerine. Onlardan birinin saçı ağarmış, yüreği deniz ve doğa sevgisiyle yoğrulmuş BEHÇET DEDE’ydi...Doğa dostu Behçet Dede, yaşamını denize ve- rerek geçirmişti günlerini. O anda oltasına yeni bir yem takıyor, yeni bir türküyle sesleniyordu denize. Onun ağarmış saçlarına baktı, yüzünün ışıltılı kırışıklarına baktı, derin bir soluk aldı Akbaba... Yüreği esenli, bu kez de bakışlarını bir başka yöne çevirdi...Yürüdü bahçenin bir başka yerine, yine gözleri denizdeydi. Bu kez de elinde dinamitle denize ölüm taşıyan Balıkçı Remzi ilişti gözüne. O tür insanlar denizlerin, göllerin, nehirlerin düşmanlarıydı, yaşamın düşmanları!...Gözlerini korkunç bir öfke sardı Akbaba’nm. Denizin kararmış renginde boğulacak gibi oldu, yüreği sıkıntılarla doldu. Bahçeden denize eğildi birden, ikide bir ak gelinliğiyle sulan titreştiren, onu yürekten selamlayan, iki yana titreşimler salan filozof olarak nitelediği Denizanası sanki son kez onu selamlıyormuş gibi kıyıda döndü, döndü...Sonra da uzaklaştı gitti. Gözleri yeniden aradı onu ama bir daha göremedi. Bu üç olay onu IŞIĞA YOLCU- LUK’a taşıdı!...Pasakçılar, yasakçılar Filozof Denizanası¬nın uzaklara yönelişini pek de hayra yormadılar...Deni- zanalarına karşı savaş açtılar...Denizanası tutup getirenlere karşı satın alma savaşı!...Fakat denizanaları duyarlı yapılarıyla Pasakçılardan uzaklaştılar, onlara karşı yeni bir savaşıma durdular. Onlardaki bu karşı devinim doğa dostu Yeşil Çekirge ile doğaya karşı duyarsız sinsi Tilki’yi karşı karşıya getirdi. İkisi de birer ünlü gazeteciydi onlar. Zıtlıklar arasındaki ilk dalaşma da gündeme geldi.

Bu yeni oluşumları yakından izleyen Filozof Deniza¬nası, deniz canlılarını Kıbrıs Adası’nın parıltılı güneşli sularında bir toplantıya çağırır. Yaşanan korkunç kirlen¬menin nedenlerini, verdiği sıkıntıları sayar döker ortaya. Denizyıldızı Bay Çolak, deniz kirinden mikrop alarak yitirdiği beden uzantısını göstererek içinde yaşanılan çekinceyi gerçek bir boyutla koyar ortaya...Deniz canlılarının kendine gelme nedeni olur buf.Şumal Yunus Balığı, Kırmızı Burun Istakoz, Karides Dede, Karadenizli Hamsi, Bayan Hantal Balina bu sıkıntılı sorunu omuzlayarak denizden denize taşırlar...Haberci Güvercin de katılır onlara. İlk güçlü oluşum, iletişim gerçekleşir...Oksijene, temiz ve ışıklı bir yaşama özlem duyanlar bir toplantıya çağrıiırlar...Terme Körfezi’yle (aynı Gemlik Körfezi) ilgili bir TV izlencesi, canlıları daha bir duyarlı konuma getirir. Bütün bu gelişmeler çevre toplantısının çabuklaşmasını sağlar. Bu kez de toplantı yeri olarak BAHAMA ADALARI’nın su altı kayalıkları seçilir...Ev sahibi kırmızı mercanlar konukseverliğin en güzel örneğini verirler...Yönetime Piyanist Bayan Tirsi Balığı, Başkanlığa Filozof Denizanası seçilir. Coşku coşkuyu izler. Bu arada bestelenmiş bir şarkı seslendirilir topluca: “Canlılar canlılar yan yana gelin canlılar el ele verin doğadan, yaşamdan bir selam alın doğaya, yaşama bir selam verin... ”

Denizlerde yankılanır bu ses!... Karalara, havaya yansır, kimler yoktur ki o güzelim ses yığını içinde!... Bilim Balığı İskorpit, • Bayan Alaca Kanat, Mırmır Balığı, Bayan istavrit, Kalkan Balığı... O alçakgönüllü, yoksul sofraların sıcak dostu Bayan Istavrit’in coşku yüklü konuşması leylekleri, turnaları, kaplumbağaları devinim- lendirir... İletişimlerin önü açılır, yeni bir sonuca ulaşır kutsal canlılar: YAŞAMI SAVUNMA BİRLİĞİ...

Bu iletişim ağı okullara yansır, duyarlı öğretmenler öğrencileriyle konu üzerine eğilirler, ortaya konan korkunç durum üzerinde düşünürler... Corazon Akino sayrıdır. Sayrılığının nedeni olarak kirli denizi gösterir. Aki- no’nun erkek arkadaşı Naga da böylesi bir sıkıntıyı atlatır. Öğretmenin de bilinçli yaklaşımı OKUL ÇEVRE KOLU’nun yaşama geçirilmesini sağlar... Çevre adlı bir gazete çıkarırlar, gazetede kirlenmenin geleceğe yönelik sıkıntılarını dile getirir öğrenciler... Bu yaşamsal düşünceler ülkeden ülkeye yayılır. Yeni bir toplantı yeri olarak yeni bir ülke seçilir. Bu seçimde Mustafa Kemal’in bağımsızlık düşüncesi, özgürlük yanlısı oluşu ağır başar. Ayrıca onun Meclisi Ulusal bir meclistir. Her 23 Nisan onun kişiliğinde onur günüdür çocukların... Bir de insan sevgisiyle dünya insanına seslenen bir başka güzel insan daha vardır: Nâzım Hikmet!... Dünya Çocuklar Birliği’ne yönelişte çok etkili olur Mustafa Kemal!... Bir Çocuk Anayasası’na doğru yönelir toplantıya katılanlar...

Kimler yoktur ki o güzelim toplantıda“ ;büyüdüklerinde yeni bir dünya görüşüyle insanlığı sarsan bütün güzel insanları buluruz o toplantıda. CHE Guevara oturum başkanlığına seçilir. Yaralı Corazon Akino, İndria Gandi, Tevfik Fikret, Nelson Mandela, Ho Şi Minh, Sal¬vador Ailende... Ve daha niceleri... Pasakçılara, karan¬lıkçılara karşı savaşıma “ant” içilir. YAŞAMI SAVUNMA BlRLlĞÎ’nin gücüne güç katar bu güzel insanlar...

Başkan CHE GUEVARA, Tokya’ya toplantıya çağırır üyeleri. O toplantıda gerçek bir savaşımdan yana karar alınır... Pasakçılara ve yasakçılara karşı “ZiNCİR GERME GÜNÜ” benimsenir. İlk gösteri yeri olarak da yaşamını denize bağlamış bir ülke olan Karaguna seçilir. Daha yeni bağımsızlığına kavuşmuş bir ülkedir bu!... Küçük bir Orta Amerika ülkesi!... Pasakçılar öfkeyle yürürler direnenlerin üzerine, biri dışında hepsi tutuklanır, paslı demir kapıların ardına konurlar. S.O.S.’lar birbirini izler... Kuş birlikleri devinimlendirilir. Gardiyanın kızı Jeann d’Arc işte o kapıları aralar; tutukluların önünü açar... Sanayi bakımından güçlenmiş kentlerin İşçi Sendikalarıyla güçbirliğine giderler, başarılı da olurlar... Daha güzel bir dünya için ülkeden ülkeye koşarlar... Sevinçleri, başarıları dalga dalga yayılır...

Denizanası, o güzel insan Behçet Dede’nin ölümsüz güzelliğine sokulur kıyıda, onu saygıyl selamlar. Parıltılı denizden ona dostluk elini uzatan Akbaba’ya da gülümser kıyıdan...

Akbaba, sıcacık insanı saran bir örgütlenme romanı yazmıştır... Anlatımı abartısızdır. Roman baştan sona insanı sıcacık sarar... Bu yapıtı ilk kez dıştan karıştırdığım¬da bir öyküler toplamı olarak değerlendirmiştim. Okumaya başlayınca olaylar ve kişiler arasındaki bağ çok değişik bir yapıtla karşı karşıya olduğumu fısıldadı bana... Salt çocuklara yönelik bir roman da değildir bu!... Her yaştan okura seslenebilir bir duyarlıkla yazılmıştır... O abartısız anlatımın derinlerinde bizi etkileyen güzel insanları buldum... Öyle anlıyorum ki Akbaba Gemlik koyundan çok etkilenmiş; ölen, sonra da dirilen bir denizin serüvenini yazmış bize... Eline, diline sağlık Şaban Akbaba...

*

Akbaba’ya sorularım var, bu ilginç yapıtını nasıl gerçekleştirdiğini sorgulayalım istedim, işte sorularım, işte onun yanıtlan:



İŞIĞA YOLCULUK, hem araştırmaya, hem de derin bir gözleme yönelik bir yapıt. Bu yapıtı oluşturma serüveninden söz eder misiniz?

—Gemlik’in bir sahil köyü olan Narlı’da öğretmen olarak görev yapıyordum. Küçük de bir tekne edinmiş¬tim. Her gün dersten sonra denize açılıyor “tavalık” balığımı yakalıyordum. Ne ki bir “tavalık” için harcadığım zaman, her yıl bir önceki yıla göre daha uzun oluyordu. Çünkü Gemlik Körfezi aynı hızla kirleniyor, yasak avlanmalarla yıpratılıyordu. Bardağı taşıran sön damlaysa, nerden, nasıl geldiğini anlayamadığımız bir “çanak” avı furyası oldu. Midyeye benzeyen bir deniz dibi canlısıydı çanak. Balıkçılarca avlanıyor, aracılarca toplanıyor ve duyduğumuza göre İtalya’ya ihraç ediliyordu. Bu furya aylarca sürdü ve denizin dibini karış karış tarayarak alt üst eden tiroller, birer deniz dibi canavarı gibi, bütün balık yuvalarını yıktı, küçük canlıları ve yavru balıkları ezdi, yok etti. Bu olaydan sonra Körfez’de balığın varlığı bıçakla kesilmiş gibi sona erdi. Artık “tavalık” bile yapamıyorduk. Bütün bunları izlerken yüreğim kavruluyordu. Ancak elimden ne gelirdi ki... Çünkü herkes, her şeyi biliyor, görüyordu, işte bu umarsızlık beni yazmaya itti. Göz göre göre gerçekleşen bu rezaleti, geçmişiyle birlikte yazmalı, bu pisliğe bir son vermeliydim. Bunu nasıl başarabilirdim? Ancak, çocukları, kara, deniz ve hava canlılarını örgütleyerek, dünya devrimci kadrosunu da yeniden işe koşarak. Bu unsurların her biriyle ilgili yeterli bilgiler edinerek, onlarm her birine yapabilecekleri işler vererek... Bütün bunlardan sonra artık aranan mutlu yolculuğa çıkabilirdim. Işığın yokuşuydum ve yolculuk başlamıştı.

Nasıl bir duyarlık ki sizi böylesi bir yapıta sürükledi?

—Bilincimden kaynaklanan öfkesel bir duyarlık... Sular, hava, toprak hızla kirleniyor; kirleticilerin çıkar ve amaçlarıyla benim, yani halkın çıkar ve amacı hiçbir biçimde örtüşmüyor. Kirleticiler kirlettikleri oranda varsıl laşırken; kirlilikten çok yönlü zarar görenler aynı hızla yoksullaşıyor, sağlığını ve hatta yaşama koşullarını yitiriyorlar. Dünyanm her bir yanında, evreni kirleten, dünyayı çürüten savaşlar... Savaşlarda silah satanlar var. Savaşıreken halkın çocukları, bizim çocuklarımız birbirini öldürüyorlar. Bütün bunlara dur demek; gerekiyordu. IŞIĞA YOLCULUK, karanlığa “dur” demek için ortaya çıktı. Dahası, “yeter artık!” diyorum. Çocuklarımız daha bütünsel yapıtlar okuyarak büyüsünler. Hem bilimden, hem de sanattan eşit oranda beslenerek cana kana gelen yapıtlarla beslenerek...

Yapıtınızdaki arınmış dile nasıl ulaştınız?

—Eğer öyleyse, bunu başarabilmişsem ne mutlu bana!... Dilimizle, sözcüklerle, sözlüklerle, tümcelerle boğuşarak... Araştırarak, derleyerek, bıkıp usanmadan üzerinde çalışarak... Çünkü yazındaki tek iletişim aracı dildir. Onu çok iyi kullanmak da yazıncının başarısının ilk koşuludur. Örneğin 132 sayfalık bu gençlik romanını bile en azmdan birkaç kez yeniden yazarak...

*Çalıştığınız Narlı köyü yapıtınızın oluşumu yönünden etkiledi mi sizi?

—Bütün şiirlerim, öykülerim, diğer çalışmalarımın hepsi yaşadıklarımdan damıttıklarımla cana kana gelmektedir. Bu bağlamda IŞIĞA YOLCULUK’un varlığı da Narlı köyündeki denizsel gözlemlerim ve gözlemlerimin getirdiği acıklı, hüzünlü ve hatta öfkeli gerçeklerdir. Gemlik Körfezi’nde Marmara Denizi’nin düşürüldüğü perişanlığı, zavallıiığı görmemek ve o acıyı paylaşmamak için çok duyarsız olmak gerekir. Taşlar kadar duyarsız...

*Dünya önderlerinin çocukluk yıllarını ince duyarlıklarla, toplumsal sorumluluklarla romanınıza almışsınız. Biraz geniş kapsamlı bir soru olacak, ama nasıl bir birlikteliğe taşıdınız onlan? Bu güzel önderleri Atatürk’ün yaşama felsefesiyle buluşturmanızın nedeni nedir?

—Yaşama koşullarımız değişmelidir. Çünkü var olan koşullardan ve yaşama biçimimizden hoşnut değiliz. Her şey belki de tarihin en kötü anını yaşamaktadır. En tehlikeli savaşlar, etnik boğuşmalar, çmperyalist ideolojilerin halklar üzerindeki baskılan, devlet aygıtlarının ışkencesel devinimleri, çevre kirliliği en parlak dönemini yaşıyor. Sermaye tarihinin en azgın sömürüsünü gerçekleştirerek en hızlı birikimini sağlıyor. O kadar ki bütün bunlar ulusal sınırları bile neredeyse ortadan kaldırmış durumdadır. Bu gelişmelerin ve ona taraf olanların gözünde doğanm ve insanın hiçbir değeri yok. işte bütün bu nedenlerle ve bütün bu olumsuzlukların altından kalkabilmek için çok büyük bir örgütlenmeye ve çok etkili önderlere gereksinme vardı. Yaşam koşullarını iyiden, güzelden, barıştan, dostluktan, temizlikten, doğadan ve doğal olandan yana değiştirmek için yaşamlarını bile hiçe sayan halk önderleri yaşamıştı şu yeryüzünde. Ama son zamanların pisleşme furyası içinde onların unutturulması da hedeflenmişti. Onlar anımsanmalı, onlar yarım bıraktıklarını tamamlama yolunda yeniden ezilenlerin, sömürülenlerin gözdesi olmalıydı. Böylece güzellik çabası yeniden yaşamsal bir devinim haline gelmeliydi. İşte bu türden ilkesel yaklaşımlar ve güzel hedeflerdi o önderleri yeniden bir araya getiren, birlikteliğe taşıyan.: Onur, barış, özgürlük, temizlik ve sevgi... Bu değerler değil mi M. Kemal ile Zapata’yı, Neruda’yla Yunus Emre’yi, Che Guevare’la Leonar Do Vinci’yi buluşturan. Deniz kestanesinin yaşama olanağını yitirdiği bir dünyada Alman Şairi Brecht’e yaşama şansı kalır mı?... Benim acı çektiğim bir evrende kurbağanın, gelinciğin acı çekmeyeceğini kim söyleyebilir?...

* Behçet Dede, romanınızda uzun uzun yer almıyor ama, romanın çok etkili bir kişisi olarak usumda kaldı. Bu güzel insanın etkileyici yanı nedir?

—Bilgeliği mi acaba?... Duru sular kadar duru kişiliği, duruluktan yana oluşu, tavrı, içtenliği ve sanıyorum romanın ve insanlığın ışığa akması gerektiğini ta başından gösterir gibi duruşu.

*Çok kısa sürede üst üste çıkarmış olduğunuz yapıtlarınızdan da söz eder misiniz?

—İlk kitabım (Güneşin Konağı, şiir) 1986 yılında çıkmıştı. O süreçteki dördüncü kitabım (Güneşi de Getir Bize, çocuklara şiirler) da 1994 yılında... O yıldan bu yıla kadar kitap çıkaramadım. Önce beş yıl yurtdışında öğretmenlik yaptıktan sonra da Bursa’da yeni bir okulun kurucu müdürlüğünü yaptım ve o yedi yıl içinde yalnızca yazdım. Yazdıklarım birikti, altı dosyaya ulaştı. Okul müdürlüğünü bıraktıktan sonra, onların kitaplaş- ması için çaba harcadım ve iyi bir gelişmeyle altı dosyam da kitaplaşma şansına kavuştu. Bunlardan üçü Ekim, Kasım ayı içinde çıktı. NAZİK KIZ, 1985 yılında birincilik ödülü alan öyküler toplamı olarak Kültür Ba- kanlığı’nca kitaplaştırıldı. IŞIĞA YOLCULUK ile KOLONYA KOKULU MENDİL, on iki yaş ve üstü okurlar için yazdığım romanlardır. İkisi de Ceylan yayınlarınca kitaplaştırıldı. Almanya ve Avrupa’daki gezi, gözlem, inceleme ve röportajlarımı kapsayan “Penceremden Sızan Işık: HAMBURGER YAZILAR” adlı dosyamın da eli kulağında... Onu da Kültür Bakanlığı kitaplaştırdı. Yeri geilmişken başta Kültür Bakam İstemihan Talay ve Yayımlar Dairesi Başkanı Ali Osman Güzel’e ve emeği geçen herkese içtenlikli teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Sonra da diğer ikisi geliyor. Güldikeni Yaymları’ndan çıkacak olan kitaplarımın ikisi de şiirdir. Ancak biri büyüklere, biri küçüklere... Sırada da yine bir öykü dosyası ve kapsamlı iki roman var.

*İzin verirseniz yazma serüveninizden de söz edelim biraz. Genellikle nasıl yazarsınız?

—- Önce yapıtımın iskeletini çıkarırım başından sonuna kadar, daha sonraki çalışmalarımda da onu ete kemiğe büründürürüm. Her çalışmamda mutlaka biraz büyür, serpilir... Dil engelini aşma çabam da bu süreçler içindedir. İlk yazımı her zaman elimle sırtüstü, ya da yüzükoyun uzandığım yerde yazarım, ikinci, üçüncü, beşinci, bazen de onuncu yazım çalışmalarım da bilgisayar ortamında gerçekleştiririm. Bütün yapıtlarımı, beş nüfus içinde ve sınırlı koşullarda ürettiğimi de eklemeliyim.. Örneğin şu anda kalorifersiz olan evimin doktor adayı oğlumla paylaştığım soğuk bir odasında çalışıyorum. Öyle soğuk ki!... O şimdi beşinci sınıfta. Bir sonraki yılın şortunda o doktor olacak ben de emekli... İşte o zaman daha farklı koşullarda ve daha özgür olarak çalışabileceğimi düşünüyorum.

*Sağ ol dost, dost sıcaklığına gönülden merhaba...

—Sen de sağ ol dostum, ağabeyim Nadir Gezer. Ta-nıdığın yüreğimin bütün istenliğiyle ve sonsuz saygılarımla merhaba...



Damar Edebiyat Dergisi,Haziran 2002, sayı:135

NADİR GEZER
ŞABAN AKBABAYLA

KOLONYA KOKJJLU MENDİL1 ADLI ÇOCUK ROMANI ÜZERİNE SÖYLEŞİ


N. GEZER : Sevgili Akbaba, böylesi bir yapıtı oluştururken ne gibi güçlüklerle karşılaştınız? Neden mi sordum böyle bir soruyu, öğrencilerinizin dışında hepsi de size uzak olan insanlar...Onların belli bir bileşkesini bulmak güç olmadı mı? Ş. AKBABA : Kolonya Kokulu Mendil, 118 sayfalık bir çocuk romanı. Adını romanın kahramanlarından Gülbin'in, masamın üstündeki mendilimi koklayarak arkadaşına, “öğretmenin mendili kolonya kokuyor demesinden aldı. Sevda'yla Gülbin'in yaşantısıdır konusu. Buruk, sancılı, coşkulu ve örnek....” Bu yapıtım da diğer yapıtlarım gibi yaşanmışlıktan doğdu. Ya da yaşanılanı bir ucundan da olsa paylaşmış olmaktan... Romanıma konu olan yaşantıları yazmak güç olmadı. Güç olan, o yaşam algıladıktan sonra yaşadığım içsel fırtınaları göğüslemek oldu. Bileşkemiz her şeyden önce “insan” olmaktı. Kırsal kesimin yaşamını özümlemekti. Çünkü ben de bir köylü çocuğuyum. Bir çok sorunlarımız, acılarımız ortaktı. Dahası ben o insanlarla iki yılın bir çok kesitini paylaştım. Arkalarında bıraktıkları öykülerini dinledim, düğünlerinde oynadım, şaraplarını yudumladım, ölülerine ağladım, yaralandıklarında üzüldüm...

N.GEZER : Adem'den Gurbet Bebek'e, Gurbet Bebek'ten Gülfidan'a doğru çok sıcak bir iletişim kurmuşsunuz. Bunu nasıl gerçekleştirdiniz ?

Ş.AKBABA : Yanlış zamanlamalarla da olsa çocukları öğrencim oldu onlar bunu iyilikte bildiler, çadırlarına davet ettiler. Birlikte türküler, deyişler söyledik. Yüreklerimiz birbirine ısındı, birbirimize kanımız kaynadı. Öyle çok şey paylaştık ki, dost olduk.

N.GEZER : Okuyup turizmci olan Gülbin, Meryem Ana'nın çileli yaşamına son verebildi mi?...' Kısaca onlardan söz eder misiniz?

Ş.AKBABA : Gülbin okudu turizmci oldu ama ne yazık ki Meryem Ana'nın çileli yaşamına son veremedi daha. Çünkü o Türkiye'de yaşıyor ve sürekli bir iş bulabilmiş değil. Meryem ana ise iyice yaşlanmış olarak hala ormanlarda... Eşini yitireli öyle çok zaman olmuş ki... Sıkıntıların anası, çilenin can yoldaşı, acıların sabır taşı olarak dağları yurt tutmaya devam ediyor. Gülbin okulundan alıkonulmuştu ve belki de bu şansı bir daha hiç yakalayamayacaktı. Oysa ışıl ışıl bakıyordu. Neyse ki bir biçimde buralara kadar geldi.

N.GEZER : Yaşamın sıcak bir yüreği olmuş tahtacılar size. Ne gibi sıcak bir yaklaşım buldunuz onlarda ?

Ş.AKBABA: Acı çeken, olağanüstü güçlükleri insan üstü bir çaba ve ızdırapla göğüslemeye çalışan, yüzleri çağdaşlığa dönük, bağlama çalan, türkü söyleyen, zaten çok az olan lokmalarını bile her an paylaşabilen “insanlar” onlar. Üç beş kuruş kazanıyor ama ormanlara can veriyorlar. Sıklarını seyreltiyor, yanmışını temizliyor, ona hizmet ediyorlarlar. N.GEZER : İnsan elinde olmadan kendini sorguluyor.

Gerçekten yaşamın derinlerinde bu tür bir yaşamı üstlenmiş insanlar var mı diye ?... Kısaca bu konudan da söz etmek istermisiniz ?



Ş.AKBABA : Söz konusu olan Kolonya kokulu Mendil'in insanları ve onların yaşamlarıysa... “Tahtacılar” dır onlar ve sayıları milyonlarla anlatılabilecek kadar da çoktur. Mevsimlik orman işçileri, ormanların güzellik uzmanları.

N.GEZER : Günümüz yazınında karmaşık bir anlatımı benimseyenlere büyük edebiyatçı gözüyle bakılıyor... Toplumun sorunları dışında, iç tedirginliklere, bunalımlara yönelik bir yazın anlayışı içtenlikle benimseniyor. Oysa sizin yazınızda dupduru bir dil buluyoruz. Ayrıca sosyal bir yaraya yüreklice parmak basıyorsunuz. Bu konuda neler söylemek istersiniz.

Ş.AKBABA: Bu yüzden zaten yazınımız da bunalımda ya... Bütün bu nedenlerle de okur yitirmiyor mu yazın dünyası?... Vebali onlaradır elbet. Kalemlerini para kazanmak uğruna esen rüzgarların yönlendirmesine bırakan, ya da hastalıklı, bunalımlı koşulların nabzını çok iyi tutarak şiirler okuyan , romanı, öyküyü (sanatı) sekse bulaştıran kurnaz laf ebeleridir onlar. Yazıncı değil. Bu yüzden de kalıcı olamıyorlar ya... Çevresindeki yangını göremeyecek kadar kör, ya da görmezlikten gelecek kadar duyarsız hokkabazlar kalemin onurunu zedeliyorlar, yazını yozlaştırıyorlar. Bütün bunlardan öte ben, çeşitliliğin, çok sesliliğin olmasından yanayım. Nasılsa zaman bütün bunların toplamından hem olumlu bir sentez yapacak, hem de “Sezar'ın hakkını Sezar'a” verecektir.

N.GEZER : Başarılı yapıtınız için sizi kutluyorum, sağ ol, teşekkürler.

Ş.AKBABA : Siz de sağ olun sevgili ağabey. Yapıtlarıma gösterdiğiniz ilgi ve verdiğiniz emek için size ne kadar teşekkür etsem azdır.


Bursa Kültür Bülteni (Dergisi), Mayıs 2004, sayı:7

NADİR GEZER

ŞABAN AKBABANIN ŞİİRLERİNDEKİ DUYARLIK VE ÇOCUK

Şaban Akbaba, 1954 yılında Kars’ın Ar- paçay ilçesinin Bardaklı Köyünde doğ­du. İlköğrenimini köyünde, orta ve liseyi Arpa­çay’da okudu. Yüksek öğrenimini Kars Eğitim Enstitüsü’nde tamamladı. Ardından da Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nin Eğitim Yönetimi ve Teftiş Bölümü’nde lisansını tamamladı. Uzun yıllarını köy öğretmenliğine verdi.

Ardmdan Almanya’nın Ham- - burg kentine atandı. Beş yıl öğ­retmenlikten sonra Bursa’ya döndü. Şu anda Bursa’da göre­vini sürdürmektedir.

Şaban Akbaba, nerede bu­lunursa bulunsun, hangi koşullarda yaşarsa ya­şasın o bir yazın eridir!.. Düşünce ürütmekten, sürekli çalışmaktan, çevresinde yeşermiş sorun­ları yüreklice irdelemekten sevinç ve kıvanç du­yar... Dirençli yapısının derinlerinde hep bir arayış vardır. Toplumu esenleyen, aydınlatacak düşüncelerini ortaya koyar, çözüm yolları önerir. Çevresini değiştirme savaşımı verir. Usanma­dan, yılmadan yapar bunu!..

Almanya’dan dönüşünden bu yana yapıtları birbirini izledi. Yıllarla yüklü birikimlerini bir bir koydu ortaya!... Onun yapıtlarının ana izleği “çocuk”tur diyebilirim. “Nazik Kız” (1), bir öy­küler toplamıdır, öykülerin çoğu çocuk üzerine kurguludur. “Kolonya Kokulu Mendil”(2) bir ço­cuk romanıdır, “Işığa Yolculuk” (3)da yine bir ço­cuk romanı... Dergilerde zaman zaman rastladı­ğımız “Penceremden Sızan Işık: Hamburger Ya­zılar” da Kültür Bakanlığı’nca kitaplaşmak üze­redir. Yine Güldikeni Yayınlarından iki çocuk kitabı çok yakında kitaplaşacaktır.

Bu yazımda, Akbaba’nın “Güneşi de Getir Bize”(4) adlı şiir yapıtıyla, yine bir şiir yapıtı olan “Yüreğim Koynumdadır”(5) adlı yapıtı üzerinde duracağım.

Akbaba’nın çevresindeki çocuklar üzerin­dedir gözleri, çocuk sevgisiyle örülmüş yüreği sabahın aydınlığına taşır onu, o aydınlıktan ba­kar çocukların yüzüne, şöyle der:

Erken uyanırım sabahları / soluğumu gö­rüp yaşamı uzatmak için / saksıdaki çiçekleri su­layıp / yaşamı çoğaltmak için / renkleri demet demet kokuları kucak kucak/dünyadaki her ço­cuğa / her sabah vermek için”



Güneşi de Getir Bize, s. 19

Yüreği insan sevgisiyle yoğrulmamış bir insanın usunda çocuk sevgisi yeşerir mi?.. Onun için olsa gerök, kendini de kor ortaya:

Ben insanoğlu insanım / insanım sevgi doluyum / in­sanı insan bilir / ‘insanca’ in­san severim.” (s.15)

Yüreği sevgiyle yoğrulmuş bir yazar kendi kökenine ters düşer mi? O bir koy çocuğudur, çi­lelerden, sıkıntılardan süzülüp gelmiş bir köy çocuğu. İşte şu dizeler onun gerçek kökenini de iletir bize:

Gelince bahar / el ele tutuşur göç denkle­ri köylülerin / bin bir dilden türkülere durur / sütmavisi ırmaklar / dağlar bayramlığını giyip / yayla göçerlerini selamlar.” (s. 17)

Sonra, kentin bir yol kıyısında boynu bü­kük, saçları dağınık bir Tartıcı Kız çıkar karşımı­za. Hüzün yüklü bakışları yazarımızı iç sıkıntıla­ra sürükler. Kızı konuşturur dizelerinde:

Benim adım Tartıcı Kız / tartarım var, tar­tarım / oturup kışın alnına / kötülerin günahını / iyilerin sevabını tartarım.”(s. 23)

Çevresindeki bütün olumsuzluklara karşın, şairimiz umudunu hiç tüketmez. Karamsarlıkla­rının yerini yeni umutlar alıverir, yeni yollar . açar umutlarına:

Avuçlarımdan bir kuş uçmuş / umut kanat­lı / sonsuz bir hayal gibi / uzun bir yol usunda /umsuk yanım / cam çırağım / avuntum / gider de gider.” (s. 28)

Okulunun yoksul orman işçisi çocukları onun ayrı bir ilgi alanıdır. Onları yakından izler, ders içinde, ders dışında... Her gün önündeki da­ğa tırmanan, dağdan inen o yoksul çocuklar öy­küsünde, romanında, şiirinde, röportajında konu olur, yazıannm içine çeker onları:

Ve bir resim yaptı / resim dersinde / ucu dağlara varan bir yol / ve bir araba o yolda l ‘nereye böyle”...diye sorunca öğretmen / ‘çadır­lara...’ dedi. Ama gitmiyor. / Çünkü öğretmenin bacakları ağrıyor.’” (s. 33)

Onun sevdalı yüreği, duyu organları çocuk­ların üzerindedir. Elle tutulur bir mutluluğu ile­tir onlara:

içte yine o ses çocuklar / yine yüreğim el­lerimde I çok mutluyum.” (s. 34)

Marmara Denizi okulunun percereleri önünde mavi/yeşil rengiyle uzanır. Okulunun bir yanı deniz, bir yanı da kıvrım kıvrım Samanlı dağlarına uzanan yoldur. Öğrencilerinin cıvıltı­larından yansıyan güzellikler alır götürür onun yüreğini bir yerlere:

Gözlerin Marmara iklimi / gözlerin Kızı­lırmak / gözlerin öfkeli bir şahin gibi can ço­cuk.”

(Yüreğim Koynundadır, s. 11)

Bütün bu karmaşık dünya içinde kendine döner, şairliği yüklenir yüreğine, şöyle bir yak­laşıma sürükler kendini:

Şairim I sevdalıyım / uykuda bile uyanık / yazarım şiirini gözlerindeki ışık oyunlarının / ve sezerim, hangi yol hangi yola kavuşur: / Sen de sevdalısın ceylanım.” (s. 37)

Şu insanoğlu denilen yaratıkların ünlü yö­neticileri insanlığın açlığına, eğitimsizliğine, ba­kımsızlığına duyarsız kalırken, o sefaletin üstü­ne topla tüfekte otururlar. Bu yönden yüreği ya­nıktır şairimizin:

Çöller bile artık / yalnız kalamamanın ya­kınmasında / tank paletleri / uçak gürültüleri / ve nükleer denemelerle hallaç pamuğu gibi atı- lımların.”(s. 43)

Bunca olumsuzlukların içinden sabahın se­herine verir kendini. İçini saran tedirginlikleri çevresindeki canlılarla paylaşır:

Bu sabah yine sözüm vardı söyleyecek / kuşları dallardan dalları kuşlardan! ve karınca­ları ince ince yollardan alıp topladım dört yanı­ma / Söyledim: alın yüreğimi siz türküle yin.” (s.49)

Yüreğinin ger çek sesini dışa vuran, yaşamı derinden derine kucaklayan şairimiz Şaban Ak- baba’ya ne mutlu... Onun o güzel şiirini paylaşı­yor, dizelerinin sıcaklığından sevinç duyuyo- ruzV



  1. Kültür Bakanlığı yayını - 2001

  2. Ceylan Yayınları - 2001

  3. Ceylan Yayınları - 2001

  4. Çankgya Belediyesi - Damar Dergisi yayını - 1995, Şiir Üçüncülük ödülü almış bir yapıt.

  5. Gerçek Sanat Yayınları - 1992


Abece Dergisi, Ekim 2002, sayı:194

MUSA ARTAR

KIŞLARIN KURDU

Salon ve sahne kapkaranlık. . Sessizlik ve bu yoğun karanlık olmasa dışarıda yağmurun başladığını kimse bilemeyecek. Gök gürültüsü eşliğinde, düzensiz aralıklarla ve düzensiz şiddette çakan şimşek, sanatın çok katmanlı iklimine konuk olan bu topluluğu birbirine daha çok yaklaştırıyor. Salonun büyüklüğü, yalıtımı ve sesi emen bu kalabalık, gök gürültüsünün çok uzaklardan geldiği duygusunu veriyor.

Gençler hâlâ az önce okunan Şahin Akyurt şiirlerinin kuşatmasında.

Şiirleri, sesiyle şiirler yazan Koca Bilge Demir Gökgöl okuyor. Şiir, müzik ve tiyatronun, üst düzeyde kendini yeniden ürettiği bu okumaların ardından, büyülenmiş gibi herkes birbirine bakıyor. Şiir okumanın da bir sanat olduğunu düşünüyorlar ve şiiri Demir Gökgöl okuduğu için bunda da çok haklılar.

Karanlıkta, olağanüstü dokunaklı bir müzik yayılıyor geceye. Tomasso Albinoni’nin Adagio’su çalıyor. Abidin Dino’ya “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” diye soran Nazım, yüzlerce yıl geriye giderek Albinoni’ye de “Sen hüznün müziğini yapabilir misin Tomasso?” diye sormuş olmalı… Şu anda çalan müzik, işte bu sorunun yanıtı…

Sahnenin en arkasından ve zemin hizasından, şiddeti yavaş yavaş artan kirli sarı bir ışık veriliyor. Bu ışık, sahnedekileri heybetli siluetlere dönüştürüyor.

Adagio’nun bitimine doğru arkadaki ışık giderek solarken, önden verilen ışıkla sunucunun yüzü aydınlanıyor. Mikrofon bu kez Mine’de. Omuzlarına dökülen kızıl saçları, biçimli vücudu ve nazenin duruşuyla sahneyi güzelleştiren Mine, buğulu sesiyle konukları, şu anda yapmaları gereken en doğru ve en güzel şeyin kendisini dinlemek olduğuna öyle bir inandırıyor ki salondan çıt çıkmıyor.

-Değerli öğretmenlerim, sevgili arkadaşlar! “Nereden Nereye” ana başlıklı gecemizde, eğitimci yazar Şahin Akyurt’u tanımayı sürdürüyoruz. Şu ana dek, kimi zaman araştırmacı arkadaşlarımızın hazırladığı metinlerden, kimi zaman da kendi sesinden dinleyerek tanımaya çalıştık Şahin Öğretmenimizi. Şimdi de onu çok yakından tanıyan dostlarına uzatacağız mikrofonumuzu.

Dolunay görünümlü ışık Mine’yi aydınlatmayı sürdürürken, daha küçük üç ışık, Şahin Akyurt’un yanındaki üç koltukta oturan üç konuğu aydınlatıyor. Onlar heyecanla gülümserken Mine, aydınlatma sırasında ara verdiği sunuşuna yeniden dönüyor.

-Kerem Bey! Şahin Öğretmenimizi on sekiz yıldır tanıdığınızı ve bu sürenin beş yılında aynı evi paylaştığınızı biliyoruz. (Bu arada, diğer konukları aydınlatan ışıklar solarken, Kerem Dağyeli’ni gösteren ışık biraz daha büyüyor) Siz de arkadaşınız gibi eğitimcisiniz ve edebiyatla yakından ilgilisiniz. Tanıştığınız günü anımsıyor musunuz?

-Elbette! Hiç unutur muyum? Ancak, edebiyatla ilişkimi sevgili Şahin’le karşılaştırmanıza itiraz etmek zorundayım. Evet, ben de az okumuyorum; ama yazmak söz konusu olunca, çok çok biraz yazmayı denediğimi söyleyebilirim. Şahin ise tam bir yazın emekçisi. Bir ağır işçi. Dilerseniz ilerleyen bölümlerde onun bu yönünü uzun uzun konuşabiliriz. Şimdi tanıştığımız güne gidelim…

Kerem Dağyeli, küçük devinimlerle oturuşuna bir rahatlık verdi. Geriye yaslanırken, gözlerini kıstı ve bakışlarını yukarıda bir yerlerde yoğunlaştırdı. Salonda sanki yalnızca kendisi, anıları ve Adagio var gibiydi…

-1994 yılıydı. Yurtdışında görevlendirilecek Türkçe ve Kültür Dersleri Öğretmenleriyle ilgili sınavları kazanmış öğretmenler olarak, beş ay sürecek olan Almanca kursu için Ankara’daydık. Sınıflar oluşturulmuş, listeler kapılara asılmıştı. Listenin başındaki öğretmenin de o sınıfın başkanı olduğu belirtilmişti. Ben liste başındaydım.

Sınıflara girdik. Az sonra kurs öğretmenimiz de geldi. Tanışma faslı başladı. Hocamız “Sınıf başkanımızı da tanıyalım” dese de ben hiç aldırmadım. Hiç kimsenin sahiplenmediğini görünce, listeye baktı, adımı okudu. Elimi kaldırınca bakışlarıyla aldırmazlığımın nedenini sordu.

Sınıf başkanının, birilerinin atamasıyla değil, seçimle belirlenmesinin doğru olacağını ve bu nedenle başkanlığı kabul etmeyeceğimi belirttim. Biz kendi sınıflarımızda yıllardır böyle yapıyorduk. Şimdi ise bu hakkın bizler tarafından kullanılamaması oldukça garip gelmişti bana. Kısa bir sessizliğin ardından, kalın, kara bıyıklı bir öğretmen girdi söze ve beni desteklediğini söyledi: “Ben Kerem Bey’in yaklaşımını doğru buluyor ve onu kutluyorum. Ben de sınıf başkanının seçimle belirlenmesini istiyorum. Aday olan varsa çıksın, oylayalım. Benim adayım Kerem Dağyeli’dir” dedi ve elini havaya kaldırarak oyunu bana verdiğini belirtti. Az sonra, ne olduğunu anlamaya çalışan bakışlar arasında bütün öğretmenlerin elleri havadaydı. Beni atanmışlıktan kurtarıp seçilmişliğe terfi ettiren bu pratik zekâlı öğretmen, daha sonra dostluğuyla gururlanacağım Şahin Akyurt’tu elbette.

Salon, birden sağanağa dönüşen, alkıştan yağmurlarla sırılsıklam oldu. Şahin, mahcup bir gülümsemeyle elini dostu Kerem’in sırtına götürdü. Gülümseştiler. Belli ki o yıllara gittiler.

Mine, güzel bir akşam yaşandığından öylesine emindi ki bu rahatlıkla kırk yıllık sunucu gibiydi… Ancak, özlem duyulan ve artık çok uzaklarda kalmış olan bir geçmişe yolculuk öngörüldüğü için hazırlanan Adagio’nun bu neşeli anıyla çok uyumlu olmadığını ayırt etmiş olmalı ki, etkinliği birlikte hazırladıkları arkadaşlarına bir “Eyvah, bunu düşünmemiştik!” bakışı fırlattı.

Çok hızlı biçimde “kırk yıllık sunucu”luğuna geri döndü. “Bakın, size daha ne güzellikler yaşatacağım” diyen bakışını hızla salonda gezdirdikten sonra, yeniden konuğuna döndü.

-Kerem Bey, bu anlattıklarınız bizim için de çok öğretici oldu. Teşekkür ediyorum. Ama açıkçası benim aklım Şahin Öğretmenimizin ağır işçiliğinde kaldı. Bunun, uzun gözlemler sonucunda ulaşılmış bir yargı olduğunu düşünüyorum. Haksız mıyım?

-Kesinlikle çok haklısınız. Tanıştığımız dönemde Şahin’in dört şiir kitabı vardı. Hep üretim hâlindeydi. Yeni şiir dosyaları hazırlıyor, dergilere (özellikle Damar’a) durmadan yazılar yetiştirmeye çalışıyordu. Şu anda, yayımlanmış yirmi dört kitabının oluşu, o dönemden hep yoğunlaşarak süregelen emeğinin bir sonucudur.

Hamburg’daki ilk yılımız, heim adı verilen ve çoğunlukla yabancı kaçak işçilerin kaldığı bir yurtta geçti. Banyo, tuvalet ve mutfağın ortaklaşa kullanıldığı, küçücük tek odalı ilkel bir yaşam alanı olan heim, kapitalizmin cilası dökülmüş yanıydı. Ancak şunu belirtmek zorundayım; Türk, Kürt, Polen, Arnavut, Makedon, Hırvat, Sırp ve Ortadoğulu, Güney Amerikalı ve Kuzey Afrikalıların vs. barındığı bu yurtta, farklı kültürlerden bu kadar çok insanı aynı anda tanımak ve onlarla yaşamın önemli bir boyutunu paylaşmak, hepimiz için müthiş bir deneyim oldu. Sevgili Şahin, bu sürece ilişkin gözlemlerinin de yer aldığı Hamburg anılarını, “Penceremden Sızan Işık - Hamburger Yazılar” kitabında uzun uzun anlatmıştır.

Tam bu sırada, kültür bakanlığı yayını olarak basılan kitabın kapak resmi perdeye yansıtıldı.

Okul çok fazla zamanımızı almıyordu. Her gün öğleden sonra üç saat dersimiz vardı. Haftanın kimi günleri katıldığımız Almanca kursları da hiç sıkıcı geçmiyordu. Orada da dünyanın dört bir yanından gelen insanlarla dostluklar geliştirme olanağı bulmuştuk. Bunun dışındaki tüm zaman, istediğimiz özgürlükte bizimdi. Deliler gibi geziyorduk. Bizim için her şeyin yeni olduğu, dünyanın bu çok önemli liman kentini kısa süre içinde avucumuzun içine almıştık. Öyle ki ömrünü buralarda geçirmiş göçmenlere kılavuzluk edecek duruma gelmiştik. Bu arada Şahin, geziler sırasında durmadan notlar alıyor, gece yarılarına dek çalışarak bu notlarını gezi-inceleme yazılarına dönüştürüyordu.

Birinci yılın sonunda ben, Ferhat ve Şahin heim’dan ayrılarak kiralık bir daireye geçtik. Ancak küçük bir sorunumuz vardı: Biz üç kişiydik ama evimizin salon dışında iki odası vardı. Bu durumda, bir kişi tek kalırken, diğer iki kişi aynı odayı paylaşmak zorundaydı. Tek odayı, aylık dönüşümlerle kullanmaya karar verdik. Sırayı Şahin’le başlattık. İyi ki de öyle yapmışız. Bu adam, uyumak nedir bilmiyordu. Işığı gece yarılarına dek sönmüyor, odasından klavye sesi hiç eksilmiyordu. Durmadan bir şeyler yazıyordu. Kısa sürede odasının her yanı dergi, gazete, broşür ve kitaplarla dolmuştu. Duvarlar da nasibini almıştı bu yayılmadan. Bir yandan düzyazılar üzerinde çalışılırken, küçük müdahaleler bekleyen şiir taslaklarıyla da renklenmişti duvarlar.

Dışarıya çıkmadığımız tüm geceleri neredeyse böyle geçiyordu Şahin’in. Akşamları, sevgili Ferhat’ın hazırladığı yemeği yedikten sonra odasına çekiliyor ve bir ağır işçi gibi saatlerce çalışıyordu. Ara verdiğinde salona geliyor, çayını tazeliyor, çoğu kahkahalarla sonuçlanan kısa söyleşilerden sonra yeniden kozasına dönüyordu. Onu tanıyıncaya dek, bir insanın, durumlar arası geçişlerde bu denli başarılı olabileceğine kesinlikle inanamazdım. Kahkahalara boğarak ve boğularak paylaştığı bir anın ardından, duygusal ve düşünsel yoğunluğun yüksek olduğu bir başka duruma geçişte kesinlikle uyum sorunu yaşamıyordu. Bıraktığı yerden, ek yerinin kesinlikle belli olmayacağı biçimde çalışmasını sürdürüyordu. Bu durum, gece boyunca, kezlerce yaşanıyordu.

Oğlu Özgür’ün cezaevine düştüğü dönemde de değişmedi bu akış. Özgür, Türkiye’de, tıp fakültesinde okuyordu. Sorumluluk duygusu ve toplumsal duyarlılık, siyasal anlamda bilinçlenmesiyle birleşince ortaya Özgür’lük düşkünü üniversiteli gençler çıkıyordu. Bu gençler, daha yaşanası bir dünyanın mümkün olduğunu bilmekle yetinmiyordu. Çok geçmeden, böyle bir dünyanın yaratılması için kendi paylarına düşeni yapmaya başlıyorlardı.

Şahin eğitimciliğiyle, yazarlığıyla, sendikacılığıyla, sazıyla-sözüyle müdahale edegelmişti çağına. Gül ağacından gül biter, derler ya, Özgür de kendince müdahale etti çağına. Duvara yazı yazarken yakalandı. Meğer örgüt üyesiymiş! Meğer kökü dışarıdaymış! Meğer Türkiye’yi parçalamak istiyormuş! Meğer, meğe, meğ, meeeeee…

Çünkü “Böyle bir dünyayı yaratmak size mi düşmüş?” diyen güçler de boş durmuyordu. Ve bu güçler, gençlerin payına düşenin, daha yaşanası bir dünya olduğu fikrine de pek katılmıyordu zaten. Onlar “Dörtnala gelip uzak Asya’dan, Akdeniz’e kısrak başı gibi uzanan bu memleket”in aydınlık geleceği değil, acilen uslandırılmaları gereken “karakoyun”larıydı. . Basınçlı su, biber gazı, cop, cezaevi, faili meçhul gibi, durumun vahametine göre farklı dozda uslandırıcılar vardı. Özgürün payına cezaevi düşmüştü. Yalnız öğrenciliği değil, geleceği de tehlikeye girmişti.

Bütün bu olan bitenler, üç bin kilometre uzaktaki Şahin’i, uzakta olmanın da etkisiyle derinden etkilemişti. İyimser baba yüreği, her koşulda her soruna çözüm üreten kıvrak zekâsı, şimdi aynı anda birçok şeyle uğraşmak zorundaydı. İyi bir savunma yüklü bir para gerektiriyordu. Demokrasi, özgürlük, adalet hukukun üstünlüğü içerikli kitaplar yazan, televizyonlardaki açık oturumlarda bu değerlerin havariliğine soyunan, panelden panele koşarak kamuoyunun gözünde bu değerlerin bayraktarlığını yapan avukatlar, haddi bildirilmek istenen bu gençleri savunmak için kayıkçı pazarlığı yapıyor, istediği paranın bir kuruş altına razı olmuyordu.

Eşi Almanya’ya giden, oğlu cezaevine düşen Akgül Hanım, iki kız çocuğuyla kalakalmıştı. Derdini kime anlataydı, kime yanaydı?

Bütün bunlara kafa yoran Şahin, o günlerde bile üretimden düşmedi. Türkiye’yle saatlerce telefon görüşmeleri yapıyor, sonuç alıcı bağlantılar kurmaya çalışıyor, para denkleştirip gönderiyor ama gece eve döndüğünde yine bilgisayarının başına geçip durmadan yazıyordu. O, sırça köşklerinde esin perisini bekleyen yazarların soyundan değildi.

Perdeye o günlerden bir fotoğraf yansıtılıyor. Şahin’i bilgisayar başında çalışırken sağ-arkadan alan bir fotoğraf… (Ben bilgisayar diyeyim, siz, monitörü de olan külüstür bir yazı makinesi) Livaneli’nin, -adını Yaşar Kemal’in aynı adlı romanından alan- “Yer Demir, Gök Bakır” ezgisi çalıyor. Bu ezgiyi dinlerken, bütün salon, yanmış yıkılmış, üzerinde hâlâ dumanlar tüten bir köyün enkazı altında kalıyor. Ya da sanki her biri kocaman bir göz olup bu köyde olan biteni anlamaya çalışıyor. Kavrulmuş insan bedenleri… Bacak araları kanlar içinde, üzerinde at sinekleri uçuşan, dağınık saçlarının arasından yüzleri seçilemeyen genç kız cesetleri… Ve çocuklar ve onların elerindeki oyuncak bebekler… Hepsinin, hepsinin üzerinde hâlâ dumanlar tütüyor…

Demir Gökgöl’ün göklerden gelen sesiyle bütün salon kocaman bir kulağa dönüşüyor:

“Ensende kentlerini güzel ülkemin

yakmaya çalışıyorlar birer birer

Ensende yüreğimin bahar yanını



özgür rüzgârlarını düşlerimin

yakmayı deniyorlar

Sana dargınım oğul



tuzağında kaldın kalleş olanın

konuş ki dilin yüreğime yaslansın

umut ki halaya duracak öfkemin oğulları

Korkunun hesabı tutulamaz



kim kendini aşıp senin düşlerine ulaşabilir

kim duyabilir yarım kalan bir sevdanın

duvarlarda kalan çığlığını…

Kim böyle yanabilir oğul…

Kim sulayabilir şimdi

kanımın kavurduğu yürek yapraklarımı…”




Yüklə 5,79 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   50   51   52   53   54   55   56   57   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin