Örneklerle


MUSA ARTAR ÇOCUK YAZINIMIZ VE ŞABAN AKBABA



Yüklə 5,79 Mb.
səhifə55/58
tarix31.10.2017
ölçüsü5,79 Mb.
#23511
növüYazı
1   ...   50   51   52   53   54   55   56   57   58

MUSA ARTAR

ÇOCUK YAZINIMIZ VE ŞABAN AKBABA


Çocukluğu olmayan ‘yazın’ ın büyüklüğü de olmaz.”
Şaban Akbaba’yı uzun süredir izliyorum. Şiirlerini, öykülerini, romanlarını, gezi-yorumlarını ve bütün bu türlerin çocuklar için olanları da içinde olmak üzere tüm ürünlerini çok yakından tanıyorum. Yazınımızın her alanında ürün vermeyi sürdürse de son dönemlerde özellikle çocuklar için yazdıklarıyla öne çıkıyor Şaban Akbaba. “Çocuk Yazını” kavramı (‘var mı, yok mu, olmalı mı, nasıl olmalı?’ noktasında) tartışıladursun, o durup dinlenmeksizin bu alandaki çalışmalarını yoğunlaştırarak sürdürüyor. Bu çabayı, salt ürün bağlamında değil, kuramsal boyutta da gösteriyor. Çünkü o biliyor ki: “Çocukluğu olmayan ‘yazın’ ın büyüklüğü de olmaz.” Konuyu araştırıp soruşturuyor, istatistikler çıkarıyor ve çocuklara yönelik yazınımızın tarihsel gelişimini birçok yönüyle tartışmaya açıyor. Varılan sonuç, aynı zamanda çocuk yazını konusunda dünyanın neresinde olduğumuzu da ortaya çıkarıyor. Verileri değerlendiren Akbaba, bu alanda Batı’nın en az yüz yıl gerisinde olduğumuz sonucuna ulaşıyor.
Şaban Akbaba’ nın şu saptaması da oldukça yerinde: Unesco’ nun 1979 yılını Dünya Çocuk Yılı olarak kabul etmesi, ülkemiz çocuk yazınının da milâdı sayılabilir.”
Evet, iyi anımsıyorum, gerçekten de çocuk yazınımız o dönemde müthiş bir ivme kazandı. Ünü dünyayı tutmuş yazarlarımız ve ozanlarımız bu alanda nitel ve nicel yönden çok ciddi ürünler verdiler. Yaşar Kemaller, Aziz Nesinler, Hasan Hüseyinler, Gülten Dayıoğlular, Işıl Özgentürkler, Muzaffer İzgüler, Hasan Kıyafetler, Yalvaç Urallar, Müjdat Gezenler… Aydın sorumluluğunun gereğini yerine getirerek, ya çocukları ya çocuklara ya da çocukları çocuklara anlattıkları yazınsal bir seferberlik başlattılar. Öyle sanıyorum ki o dönemde başlayan ve günümüze dek süren son çeyrek yüzyıl içerisinde ortaya konulan ürünler, tüm cumhuriyet tarihimizin toplamından daha çok olmuştur.(Bu saptamam somut verilere değil, ilgili bir okur olarak yazın kültürüme ve gözlemlerime dayanmaktadır.) Hasan Ali Yücel, Nazım Hikmet, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Cahit Külebi, Ceyhun Atıf Kansu, Eflatun Cem Güney, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Orhan Kemal, Talip Apaydın, Mehmet Başaran, Fakir Baykurt, Ülkü Tamer, Tahsin Saraç gibi yazar ve ozanlarımızın konumuzla ilgili çabalarını elbette küçümseyemeyiz. Ama meydanın yine de Kemalettin Tuğculara kaldığını düşünürsek, bu çabanın ancak 79 seferberliğiyle taçlandığını kabul etmek zorunda kalırız. (Hoş, ‘Eylül Generalleri’nin de Kemalettin Tuğcu çizgisinden medet umması ve Seksenli yıllarda onu yeniden ihya etmesi de boşuna değil!)
12 Eylül Darbesi’ nin kesintiye uğrattığı süreç, Seksenlerin ikinci yarısında, bu kez siyasi dozu artırılmış olarak kendini yeniden üretmeye başladı. Bu, kaçınılması mümkün olmayan diyalektik bir tepkiydi. Doksanlı yıllarla birlikte savsözcülük büyük ölçüde aşıldı ve yazınsal ölçütleri dikkate alan ürünler öne çıktı. Artık bayrağın bir ucundan tutan başka yazarlar da vardı: Sevim Ak, Hüseyin Yurttaş, Mehmet Güler, Tacim Çiçek, Dinçer Sezgin… Şaban Akbaba’ yı bu dönem içerisinde düşünmemiz gerekiyor. (O kuşağı günümüze bağlayan yazarlarımızın başlıcaları ise: Yılmaz Elmas, Refik Durbaş, Ahmet Uysal, Sennur Sezer, Melisa Gürpınar, Gülsüm Cengiz…)

Son zamanlarda çocuklara yönelik yazınsal ürünler artmış olmakla birlikte, yazık ki onları ‘okuma’ yla buluşturacak bir eğitim dizgesinden yoksun olduğumuz gerçekliği hâlâ değişmiş değil. Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde ötesinden berisinden çekiştirilen, kimliksiz-kişiliksiz biçimde değiştirilen bu dizgenin odağında hâlâ sınav var. Süreci değil, yalnızca sonucu kutsayan bu anlayış popüler kültürle de beslenince Küçük Kara Balıkların, Pal Sokağı Çocuklarının, Martıların, Bağdatlı Maymunların, Müzik Satan Çocukların yerini elbette Harry Potterlar alacaktır.

O ki “insan”ı ve onun bütünsel gelişimini-özgürleşmesini odak alan anlayıştan uzak bir eğitim dizgemiz var, o ki kısa erimde bu durum pek de değişecek gibi görünmüyor, Şaban Akbaba’ nın “Çocukluğu olmayan ‘yazın’ ın büyüklüğü de olmaz”yaklaşımından yola çıkarak bir öneride bulunmak istiyorum: Ülkemizde gerek ulusal, gerekse yerel düzeyde yayın yapan birçok yazın dergisi var. Kültür-sanat içerikli dergileri de katarsak bu sayı hiç de azımsanmayacak boyutlara ulaşır. Ama -hep övündüğümüz bir söylemle- yetmiş milyonluk bu ülkede bir tek çocuk yazını dergisi yok. Çocuklar için yazılan ya da çocukların yazdığı ürünlere yer veren dergiler-gazeteler var ama biçimiyle, biçemiyle, içeriğiyle, düzeyiyle çocuk yazını dergisidiyebileceğimiz bir tek dergi yok. Bunun çok ciddi bir gereksinme olduğunu düşünüyorum. Hedef kitlesi, özellikle ilköğretim öğrencileri olacak olan bu dergi, çocuklarımızı klasik-çağdaş çocuk yazınının ulusal ve evrensel değerleriyle buluşturacaktır. Bu önerinin içini hakkıyla dolduracak düzeyden kesinlikle yoksun değiliz.

Böyle bir girişten sonra -onu daha yakından tanımak için- çocuk yazını alanının önemli temsilcilerinden Şaban Akbaba’nın kapısını çalabiliriz.

Öncelikle onu besleyen kaynakları ve ‘yazın’ binasını yükselttiği altyapıyı gözden geçirelim:

1- Şaban Akbaba, Türkiye’ nin doğusunun da doğusunda; Kars’ ın Arpaçay ilçesine bağlı Bardaklı Köyü’ nde doğmuş. Yoksulluklar- yoksunluklar içerisindeki bu doğa parçası iliklerine dek işlemiş. Hz. Ali’ nin Cenkleri ve âşık atışmaları içinde geçen bir çocukluk… Öğretmenliğe başladıktan sonra Türkiye’ nin birçok yerini gezme-gözlemleme olanağı bulmuş; yoksul köylüler, tahtacılar, balıkçılar ve onların çocukları… Derken, dünyanın önemli metropollerinden Hamburg’ da “Türkçe ve Kültür Dersleri Öğretmeni” olarak geçen beş yıl. Birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü kuşak ‘Alamancılar’ ve onların çocukları… Yozgatlılar, Sivaslılar, Denizlililer, Tunceliler, Karadenizliler ve onların çocukları…Otuz-kırk yıldır garipliğini yenemeyenler, kültürel aşınmaya uğrayanlar, her iki ülkede de kendini “yabancı” duyumsayanlar ve onların çocukları…Bütün bunlar müthiş bir insan ve konu zenginliği sunuyor ona.

2- Eğitimci olması dolayısıyla çocuk dünyasını çok yakından tanıyor.

3-Almanca üzerinden Alman Yazını’ yla -ve onun çocuklariçin olanıyla tanışıyor. “Bibliothek”ler,  “Bücherhalle”ler,  Erich Kaestner”ler,  “Janosch”lar,  “Achim Bröger”ler…

4-Yazın türleri konusunda yelpazesi çok geniş. Şiirler, öyküler, masallar, romanlar, makaleler, denemeler, araştırma-inceleme yazıları… Kullandığı her tür, diğerini de besleyip güçlendiriyor. Yani “şiirde öyküleme”, ya da “öyküde şiirsellik” ona hiç de yabancı değil.

Yukarıdaki veriler ışığında, yazarın bir kitabını irdelemenin konumuz açısından daha işlevsel olacağını düşünüyorum. “Kardan Anne” adlı roman, onun izlek, kurgu, dil ve biçem dünyasını yeterince aydınlatıyor:

“Fidan ve Yaman birbirini çok sevmektedir. Fidan’ ın ailesi evliliklerine karşı çıktığı için çözümü İstanbul’ a kaçmakta bulurlar. Sıkıntı yaşarlar ama başarırlar da. Gülnur ve Tanay adlarında iki de çocukları olur. Bir süre sonra araya ikinci bir kadının girmesiyle düzenleri tümden bozulur. Ayrılırlar. Ağabeyleri, Fidan’ ı yanlarına, Gemlik’ e alırlar. Gülnur ve Tanay ise -bunun iyi bir çözüm olduğu düşünülerek- anneanesiyle dedesinin yaşadığı Arpaçay’ a gönderilirler. Kışı orada geçireceklerdir.”

Öykü; kışı bu ruh hâlinde Arpaçay’ da geçiren Gülnur’ un ağzından anlatılıyor. İlk bakışta çok sıradan bir hikâye.Ama daha ilk sayfada, sıradanlığı aşan bir yazarla karşı karşıya olduğumuzu ayrımsıyoruz:



“Ankara’ da yollar geniştir. Otuz metre olanları bile var. Bakanlıklar’ la Çankaya’ nın yolları örneğin, böyledir.Ankara’ dan Erzurum’ a gelinceye kadar yolların genişliği on metreye düşer, Erzurum’ dan Kars’ a altı metreye, Kars’ tan Arpaçay’ a da üç metreye… Ama Arpaçay’ dan Bardaklı’ ya giden bir yol yoktur kışın, çığır vardır yalnızca, iz. Kurtlar da o çığırdan gider, insanlar da.Her yan; yeryüzü, gökyüzü karla kaplıdır.”

Yazarın kar odaklı mekân betimlemeleri roman boyunca sürüyor. Bölüm başlarında yer alan bu ayrıntılı betimlemeler, ikinci bir roman gibi de okunabilir. Ancak, çetin doğa koşulları ile bir anda annesiz-babasız kalmış, ötelenmiş Gülnur’ un tekinsiz iç dünyası arasında kurulan ilişkinin, kurgunun ana eksenini oluşturduğunu göz ardı etmemeliyiz. Nitekim kış ne denli uzun ve zorlu sürerse sürsün bir gün bitecektir. İlkyazı muştulayan kardelenler aynı zamanda umutsuzluk katilidir. O hâlde Gülnur’ un da bir gün özlemleri dinecek, acıları bitecektir.



“Yumuşak, beyaz, sonsuz ve tülsü doğanın ortasında bir müzik grubu kayıyor gibi olur. Bir orkestra grubu… kızakçı Temir grubun şefidir. Kızılcık ağacı saplı, deriden örme kamçısını havada yaylar çizdirerek, yılanımsı devinimler yaptırarak, hatta civvvut, civvvuut seslerinin çıkmasına neden olabilecek biçimde sallayarak orkestrayı yönetir. Atlar ayaklarının karla iletişimini iyi kurarlar. İkisinin sekiz ayağı, sekiz ayrı çalgı aleti gibi sekiz ayrı ses çıkarır belli bir uyumluluk içinde. Kığğğt kuuğğt, vıvvvt cuvvvt, karrrt kurrrt… Yine belli aralıklarla burunlarından gür bir homurtu yayarak bambaşka bir çalgı sesi katarlar orkestraya. Dahası da var, atlar uzun süre koştuktan sonra, karınlarında bir lıkırtı oluşur ve o lıkırtı yolculuk boyunca belli aralıklarla devam eder. Birer büyük balona doldurulmuş suyun, balon sallandığında çıkardığı sese benzer ve oldukça da yüksektir, herkes duyar; lııı-kırt, lııı-kırt, lı-lı kırt, lı-lı kırt, lı-kıkırt, lı-kıkırt… Bütün bunların içinde asıl solist çanlardır. Diğer bütün çalgılar yalnızca çanlara eşlik eder. Kızakçı Temir bunu da düşünmüş; çeşitli maddelerden yapılmış, çeşitli takılarla zenginleştirilmiş, irili ufaklı çanlar asmıştır kızağın ve atların belli yerlerine. Toplam yirmi kadar olmasına karşın verdikleri ses çeşidi en azından altmıştır. İncesi, kalını, boğunuğu, durusu, kütü, tahta sesi vereni, davul sesi vereni… Bazen rüzgârlar, bazen tipiler ve hatta fırtınalar eşlik eder onlara. Akılları durduracak bir orkestra oluşur böylece: Kar Gülü Orkestrası.”

Bilinç akışı yöntemiyle Gülnur’ un iç dünyasını, yaşanan gelişmeler boyunca bize açan Akbaba, kavuşmanın sevincini de doğadaki kavuşma eşliğinde yaşatıyor bize:



“Durmadan kardelenler karın altında, baharın ince ince gülümseyen, ışıklı yüzünü bekleyip hep birlikte yeryüzüne fışkırıyorlar. Yeryüzü şaşırıyor, yeryüzü seviniyor, bayram ediyor.Kardelenler fışkırıyor! Kardelenler, kardelenler, kardelenlerkardelenler…”


İnsan Okur, 23.08.2013

TACİM ÇİÇEK

Yüklə 5,79 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   50   51   52   53   54   55   56   57   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin