Kuşlar çok farklı, çok anlamlı ötüşüyor burada. Bir bildikleri var demek ki. Neyi biliyorlar dersiniz? Nasıl bir yer ki bura? Altı yüzden fazla bitki türünün bulunduğu bir dağ nasıl olabilir? Ya böylesi bir güzelliğin acımasızca katledilmesine ne denir?
Derin derin solunası, ciğerlere bayram ettirilesi bir yer. Bir gününü burada geçiren insanın yüzünün rengi gibi psikolojisi de değişiyor. Yüreğinin atışları düzene giriyor, bakışları yayla suları gibi duruluyor, içi yaşama sevinciyle şenleniyor, beyni tıkır tıkır çalışmaya başlıyor. Doğası o kadar güçlü, güzel ve etkileyicidir çünkü. Her şeyden önce serin bir dağ esintisi karşılıyor insanı. Terini, ter kokusuna karıştırıp getirdiği kent kokusunu, yorgunluğunu alıp götürüyor. Kuş tüyü yumuşaklığında çiçeklerin kokusuna sarıyor bedenini. Dünya yeşil, kırmızı, pembe, mor, kavuniçi, mavi kokuyor.
Kuşların sesine otelin sesi karışıyor ama. Bursa’dan getirilmiş çağdaş dünyanın renkli, karmaşık, çelişik kimliğinin sesi. Örneğin çiçeklerin kokusuna koltukaltı, apış arası deodorantlarının kokusu; cinselliği, çekiciliği, böylece dişiliği ya da erkekliği arttırdığı sansısıyla çılgınca kullanılan parfümlerin kokusu karışıyor. Doğanın rengine arabaların, külotların, rengârenk duvarların, perdelerin, çarşafların, neonların rengi... Müzik sesi, özellikle de müzikteki zillerin, davulların, basgitarların sesi... Hem de korkunç boyutlarda. O kadar ki bir bakışta anlamak güç, çünkü otelin her katını, hatta belki her odasını bir başka müzik kuşatmış, bir başka koku, bir başka renk...
Bütün bunlar birbirine karışmış, Çamlıyayla Oteli adını almış.
-Neskafe lütfen, diyor sevgilisi adama.
-Bana da, diyor adam, hizmetli bayana.
Kapı açılıp örtülesiye kokular, sesler, renkler ve onların içine de hizmetli bayan karışıyor. Hizmetli bayan müzik kokuyor, parfüm sesi çıkarıyor, yanardöner görünüyor. Hizmetli bayanın bu haline şaşıyor adam ve neskafeyle döndüğünde,
-Siz burada ne yapıyorsunuz? diye soruyor. Yani nasıl yapıyorsunuz? İlk kez böyle bir amaçla, böyle bir yerde bulunuyor.
-Neyi? diye sorarak soruyla yanıt veriyor bayan,
-Neyi mi?
Birbirlerinin soruları karşısında ikisi de şaşırıyor. “At izinin it izine karıştığı” anlaşılıyor. Demek ki buralarda herkesin birden çok işi var. Ya da en azından yaşananlardaki karmaşa beyinlerde de karmaşaya neden oluyor.
Yukarı odadan bir başka ses kayıyor işin içine. Bir bayan sesi. Bayan pervasızca, inliyor; bitip tükenmeyen bir orgazmı yaşıyor. Yalancıktan mı, gerçekten mi anlamak olanaksız. Ama aralıksız sürüyor kösnül ve iştah kabartıcı inilti. Beyni yukarıdaki sese takılıyor adamın, öylesine takılıyor ki bir türlü kendini alamıyor gizemli, çekici iniltiden; sevgilisine sarılamadan bedeni uyanıyor.
Yerdeki halı pütür pütür olmuş. Öylesine eski! Badanası iyice matlaşmış odanın ortasındaki büyük yatağın üstünde de pütür pütür bir battaniye... Kirli ve günahkar. Dokunulduğunda insanın bedenini yaralayacak ya da kirletecek kadar çirkin görünüyor. Sözüm ona, “televizyonlu” odadaki her şey de aşağı yukarı öyle; eski, yamuk, yapay, çirkin... Dalga geçer gibi duruyor, içeri giren insanları o inlemeli kadın pervasızlığında izliyorlar. Bir gözü kör etajerden, bir ayağı sakat elbise dolabına, alt dudağı yamuk sürahiden, birkaç dişi eksik duvar askısına kadar her şey biraz sonra sırat köprüsünden geçemeyerek veyil deresine düşecekmiş gibi dehşetli bir kasılmayla dona kalmışlar.
-Çok kötü! dedi, kadın.
-Ne yapabiliriz ki, diye tanıtladı adam. İvedisi varmış gibiydi.
Pütürlü battaniyenin pütürlü halının üstüne tepe takla düşmesinden yalnızca bir, iki dakika sonra,
-Ne oldu? dedi kadın. “Neden bu kadar erken?”
-Bilmem... diye yanıtladı erkek.
Erkeğin tepe takla düşüşünden az sonra kapı vuruldu, “tık..tık...tık..” Kadın erkeğin altından hızla yana sıyrılıp yerdeki pütürlü battaniyeyi aldı ve üstüne örtmeye çalıştı. Battaniyenin yepelek bedenini örtebildiği kısımları kaşınmaya başladı. Erkek hızlı devinimlerle üstüne bir şeyler geçirip ayağa kalktı, kapıyı açtı.
-Havlu getirdim, dedi hizmetli bayan. “Temiz havlu istemiştiniz...” Garip bir ışıltı vardı gözbebeklerinde. Olanların ya da olacakların onun açısından nasıl bir anlamı ve önemi olabilirdi? Ya da iş bulabilmesinin koşulu muydu, bu yüzden mi mutlu gibi görünüyordu... Çok şeylere tanık olmanın ya da çok şey yaşamışlığın verdiği engin bilgi ve deneyim yüzündendi belki de. Kurnazca, anlamlı, sorgulayıcı bakmayı belki de burada öğrenmişti. İyi de başının örtüsü, Anadolu biçemi tutucu giyimi de neyin nesiydi?
Belki çok varlıklı kesimden insanlar değil, ama geniş bir yelpazede Bursa orta tabakasının uğrak yeriydi bu otel. Sahibinin renkli ve politik kişiliği, otelinin yıldızlı olması bütün kirlenmişliğine karşın müşteri çekmekte lüks otellerle yarışır kılmıştı onu. Bir de müşterisine tanıdığı geniş güven ve özgürlük alanı elbet: Bu nedenlerle ne polis uğrayabilirdi buraya ne de jandarma...
Bağırmak, çağırmak, inlemek serbestti. Yüksek sesle erotik, estetik, kösnücül sözler söylemek de... Servisi de fena sayılmazdı hani. Kim olursan ol hesap sorulmuyor, ince ince kimlik, kişilik, evlilik, bekârlık sorguları yapılmıyordu. Hatta istenen odanın Bursa’ya ya da dağa bakması konusunda da müşterilerden görüş alınıyor, onların kendi aralarında konuşup kararlaştırabilmeleri için süre bile tanınıyordu.
“Hizmetli bayan da fena sayılmazdı hani...” Allıklı yanakları, sürmeli kaşları, ıslakmış gibi duran yüzü, hinoğlu hin bakışı, kırmızı dudakları ve etli, tombul ama düzgün kalçalarını kıvırarak yürümesi gözden kaçacak gibi değildi.
-Teşekkür ederim, dedi ve ekledi:” Burada çalışmaktan hoşnut musunuz? Ya da nasıl bir şeydir böyle bir yerde iş yapmak?”
-İş iştir efendim, ekmek parası kazanmak hiçbir yerde kolay değil ki. Başka bir isteğiniz var mıydı efendim? Yine öyle, ışıklı, alımlı ve delici bakmıştı. Sorguluyor, ölçüyür, biçiyor, tartıyordu. O kısa zaman aralığında bütün bunları yapabilecek ustalığa erişmişti demek ki. Şimdi de öyle, radar gibi taradı adamı tepesinden tırnağına. Neden taradıysa!
-Sağol.
Yan odadaki âlem de başkaydı, bambaşka.
-Ulan orospu çocuğu, ben sana, çağırdığım zaman geleceksin, demedim mi?
-Hayır gelmeyeceğim, senin emir erin değilim!
-Geleceksin!
-Gelmeyeceğim!
Son sözcükle birlikte bir tokat sesi çınladı yan odada ve her şey, herkes sustu. Suskunluğun en derin yerinde,
-Kadın sana nasıl bakıyordu öyle? diye sordu adamın sevgilisi. Gözünden kaçmamıştı demek ki.
İkisi de işlerini güçlerini bırakıp can kulağıyla yan odadaki kavgayı dinliyorlardı.
-Nasıl bakıyordu?
-Bilmem, sen daha iyi biliyorsun. Ya da ben söyleyeyim; örümcek gibi...
-O da ne demek yahu, örümcek gibi bakmak nasıl bakmaktır ki?
-Bin gözenekli bir mercekle bin gözeneği birden görmek gibi...
Yukarıdan gelen kösnül inleme alçalıp yükseliyor, daralıp genişliyor, incelip kalınlaşıyor, sığlaşıp derinleşiyor... Akıl almaz bir durum. Adamın erkeklik organının bu kadar zaman diri kalıp kalamayacağı da, kadının bu kadar uzun süre ve aralıksız orgazm halindeymiş gibi ses çıkarması da kuşku verici. Sanki özel bir senaryo yaşanıyordu yukarıda. Tek amacı diğer odadakileri kıskandırmak, hatta çatlatmak ya da bunalımlara sokmak olan bir senaryo. “Aaah!..” diyordu arada sırada da. “Ah, ah!”
-Sen bir orospusun, yoksa gel dediğim zaman çıkar gelirdin.
-Gelmedim işte, gelmek istemedim çünkü.
-Bu doğru değil, iş üstündeydin belki de o yüzden gelemedin. Hem eskiden böyle miydin, böyle mi yapardın?
-O, senin de dediğin gibi eskidendi.
Öyle bir an geldi ki, bütün bu sesler, gürültüler, inlemeler birbirine girdi. Hiçbir şey anlaşılamaz oldu.
-Sen de yukarıdakine mi imrendin sevgilim?
Belki de bütün bunlar ister istemez sevgilisini de etkilemişti. Belki de imrenmişti, kimbilir. Yoksa o da yukarıdaki bayanı yansılar gibi yüksek sesle inlemeye durmazdı. Sevişme biçemi tam olarak böyle değildi çünkü.
Herkesi, kendini kanıtlamaya ya da “ben neymişim görsünler” dedirtmeye mi çalışıyor nedir?
Yüzü kızararak sustu kadıncağız. Bunca ses kirliliğinin ortasında sessizce sevişebilmek belki de o andaki en fantastik sevişme biçemiydi.
Hizmetli Kadını düşünüyordu adam. Onda kendisini bir biçimde etkileyen özel bir şeyler bulmuştu. Adını veremediği, tam olarak tanımlayamayacağı, ama iç gıdıklayıcı, hatta belki biraz da rahatsız edici bir şeyler. Ayrıca bir davet mi vardı bakışlarında? Ya da buna benzer bir etki... Hani “örümcek gibi baktı,” demişti ya sevgilisi. İyi de nasıl olabilir ki bu? Kadın her şeyden önce ekmeğini bu otelden kazanan zavallı bir emekçi. Böyle bir eğilimi ya da yaşantısı olsa kolayca işinden olabilirdi. Değilse, nasıl? Amaaa... Aması var bu işin! Hem tavanı, tabanı, boyası, cilası, yatağı yorganı, halısı kilimi, çalışanı yöneteni, müşterisi, bahçıvanı, yerlisi yabancısı, orospusu, nataşasıyla saniye saniye cinselliğin yaşandığı, özendirici, imrendirici, çığlıkların ayyuka çıktığı, paranın su gibi harcandığı böyle bir yerde çalışacaksın, hem de ortalarda dolaşan pastadan bir dilim de sen almaya kalkışmayacaksın. İsetemesen de vermeye çalışanlar çıkmayacak mı karşına, bu yönlü olası baskılara ne kadar dayanabileceksin ki? İnsan istencinin bu kadar güçlü olduğunu söylemek öyle kolay değil. Ya çoluğu çocuğu varsa, eşi dostu? Belki de yoktur, kim bilir. Her kadın da böyle bir otelde çalışmaz değil mi? İyi de ülkede iş bulmak öyle kolay mı, umarsızlık denen şey insana her şeyi yaptırmaz mı? Yedek işçi ordusu ne güne duruyor? Özellikle de söz konusu kadın olunca... Akan sular duruyor. Patron isterse kadının bütün özelliklerini milimetrik ölçümlerle değerlendirip kendince, canının ve işinin gereksindiği en güzelini, güzeller güzelini seçebilir. Kadın ve güzel kadın deposu ülkemiz; uçkur düşkünlerinin de para düşkünlerinin de diledikleri ölçülerde, diledikleri kadar var. Lüks mağazaların göz kamaştıran yanı, büyük fabrikaların en ucuz ve nietlikli iş üreten üniteleri, sokakların nadide süsleri, barların pavyonların, randevuevlerinin, her türden kent izbelerinin sorusuz, sorgusuz, sessiz, ürkek, korkak, çekingen, itilp kakılan gülleri ... Gözlerinden ışık fışkırıyor kadının. Örümcek gibi bakıyordu, evet... Yağlı, ılık, yapışkan, insanı bin parçaya bölen... Örümcekkkk!
Arka odadan yalnızca karyola gıcırtısı, alt odadan da kahkahalar duyuluyordu. Otelin en dingin, düzenli, ağırbaşlı odaları onlar olsa gerekti. Uzaktan bakınca ya da yalnızca bu biçimde duyulunca böyle düşünülebilirdi. Oysa odaların en dikkat çekenleri, en çok rahatsız edenleri bunlardı. Ritmik devinim ne kadar ve nasıl sürecek, giderek hızlanacak mı, yavaşlayacak mı ya da orgazm anında nasıl olacak. Öyleyse beklemek, hep beklemek ve çok büyük bir dikkatle dinlemek gerekir. Oysa karyola bu; durur, devinir, gıcırtısı artar, azalır... Kahkahalara gelince... Tıpkı karyola gıcırtısı gibi; sürecek mi, dinecek mi, her kahkahanın altında ne var, üstünde ne? Kahkahaların arasında ne konuşuyorlar yahu, fısır fısır ne fısıldaşıyorlar? Şu anda yaşamın en güzeli o kahkahaların olduğu yerde mi yaşanıyor, bu yüzden mi o odadakiler bu kadar neşeli?
“İyi de ben neden buradayım? Adam viagra mı kullanmış nedir? Ya kadın? Bir viagracı da alttaki; gıcır da gıcır... Hizmetli Kadın ne kadar namuslu acaba? Aslında örümcek gibi değil de, arı gibi bakıyordu, beni çiçeközü falan sandı herhal... Arrrrı!”
Kuşların o güzel ötüşlerinin arkasında yatan bir neden de; doğal olarak barındıkları bu yeşil yamaçlara doğal olmayan şeylerin sokulmasını istememeleri olsa gerek. Kuşlar öyle yaparlar; özellikle sabahları ilk iş olarak bulundukları yeri savunmak adına ötüşürler. İstemiyorlardı elbet; yurtları, yuvaları düşman işgaline uğramış gibi duyumsuyorlardı çünkü. Hem de büyük bir işgal... Her gün biraz daha genişleyen, her gün biraz daha acımasızlaşan... Doğrusu şu ki ne otel istiyorlardı ne araba gürültüsü... Ne insanların yapay, ikiyüzlü, gösterişçi inlemelerini duymayı ne de paranın pulun iğrenç yüzünü görmeyi... Yalnızca doğayla başbaşa olmak arzularını şakıyorlardı hep. Bu yüzden böylesine güzel ötüyorlardı. Bu gidişle, tıpkı İtalyanlar tarafından gözlerine mil çekilerek kafeslere tıkılan, kurtulmak için çırpınan çırpındıkça ötmeyi, hatta daha güzel ötmeyi öğrenen tarla kuşları gibi daha da güzelleşecekti ötüşleri.
Uludağ’ın yeşil, yüksek, devinimli, oylumlu doğasına zehirli bir yılan gibi saplanan asfalt yolun üstü fokur fokur araba kaynıyor. Büyük çoğunluğu da lüks... Köknarların, kayınların, gürgenlerin, titrek kavakların, porsuk ve kızılağaçların yurdu Uludağ’ın böğürlerine hançerler gibi saplanan, karanlık insanların cirit attığı otellerse turist, yerli, kadın, erkek, seks kaynıyor, sperm kokuyordu.
Yandaki odanın gürültüsüne alışmışlardı; tıpkı günlük yaşamda olduğu gibiydi orada yaşananlar; kavga, barış, sevişme... Ama kötü bir şey oluyordu; kadın sürekli olarak aşağılanıyor, buyruklarla hırpalanıyordu. “Keşke kendini bu hale düşürmeseydi!”
Üst odadaki kadın, ikiyüzlülüğü ve doyumsuzluğu oynuyordu. Hem yaşam dediğimiz de sonuçta tiyatro oyunu gibi bir şey değil miydi?
Arka odadaki gıcık gıcırtıyla alt odadaki kahkahalar duyulmaz olmuştu. Adam bunun ayrımına vardığında kuşların cıvıltılarının da ayrımına vardı. “Demek buralarda da kuşlar varmış!”
-Ben bir tuvalete gitmeliyim, dedi sevgilisine. Çırılçıplaklığını soyunarak bir şeyler giydi üstüne başına. Çıktı.
-Ben de susadım, dedi sevgilisi.
-Tamam, dedi adam. İçinden çok sevindi sevgilisinin isteğine.
Tuvalete gitti, döndüğünde otelin lobisine inerek hizmetli bayana bakındı. Örümcek ya da arı bakışlı bayan her şeyin ayrımındaydı.
-Buyrun, dedi.”Bir iseğiniz mi vardı?”
-Evet, dedi.”Var.” Çevresine bakındı, kimsecikler yoktu o an. “Var tabi, isteklerim var. Bir su, bir neskafe, bir de seni istiyorum.”
-Tamam, dedi bayan. “Ücreti öderken telefon numaranı, kartını falan tepsiye bırakabilirsen, uygun olduğum bir zaman ararım.”
Eli, ayağı buza kesmişti adamın. Geri geldi.
-Tamam, dedi. ”Hizmetli bayana söyledim su getirecek. ”Bana da neskafe…”Takometresi yoktu ki a. dediğinin, s. dediğinin, herhangi bir iz de kalmıyordu; ne kaç kez kullanıldığı anlaşılabiliyordu ne de aşınıp aşınmadığı… “İnsan-ı kâmil” için ciddi bir kusur!
ÇOCUKLARA BURSALI ÖYKÜLER
SİNAN’IN KANARYASI
Kanaryanın Sitemi
Kanaryanın başının üstündeki tüyler diken diken olmuş. Çok düşünceli…”Bu insanları anlamıyorum,” diyor. ”Kuş olduğumu unutmuşlar. Ait olduğum yer bura değil. Ne bu kente aitim. Ne bu eve, ne de bu kafese… Dağdan dağa sekmeliyim. Ağaçtan ağaca, buluttan buluta uçmalıyım. Bildiğim, tanıdığım, alıştığım yerlerde yaşamalıyım. Yemimi de kendim bulmalıyım. Cırnaklarımla kazarak, gagamla kopararak…
Sinan’ın Telaşı
Sinan kız kardeşimin oğludur. İlköğretim çağında güzel bir çocuk. Hayvanları, hele de kuşları çok sever. Alır, getirir, kafesine koyar ve ilgilenir. Hayvanların yaşam süresinin insanlarınki kadar uzun olmadığını düşünmez. Bir süre sonra kuşu ölünce üzülür, hatta gizli gizli ağlar.
İşte yine üzüntülü… Yerinde duramıyor. İçeri giriyor, dışarı çıkıyor. Kanaryasının kafesini bir öteye taşıyor, bir beriye. Kanarya acılı, ağrılı ve şaşkın.
Hasta olduğum yetmedi sanki, oradan oraya taşıdı durdu beni. O odadan öbürüne… İçeri… Dışarı… Bir sıcak bir soğuk… Derken, başım döndü, midem bulandı.
-Ne oldu yine Sinan? diye sordum telaşının ayrımına varınca.
-Hiç dayı…
Ama ben anlamıştım. Belli ki kanaryanın önemli bir sorunu vardı..
Kanarya Sevgisi
Hastayım Sinan abi, çok hastayım. Üç yaşındayım, ama otuz üçümdeymişim gibi yorgunum. Bırakmadınız uçayım, kaçayım. Kendime emek vereyim. Bu küçücük kafese tıktınız beni, sıkışıp kaldım, devinemedim. Ekmek elden su gölden bir yaşam verdiniz. Çok sevgi gösterdiniz, çok ilgilendiniz. Bir kanarya için yeter sandınız. Ama yetmedi Sinan abi. Yetmez de… Sevginiz yüzünden kötürüm oldum.
-Kanaryanın bir sorunu mu var?
Susuyor Sinan, yanıtlamak istemiyor.
-Söylesene…
-Herhalde yine hastalanmış dayı, öyle de nazlı ki…
Nazlı mıyım?... Nazlı olan sizlersiniz, nazınızı da biz çekiyoruz. Bizimle oyalanıyorsunuz. Canınız nasıl istiyorsa öyle kullanıyorsunuz.
Kanaryanın Yalnızlığı
Sözün yeri gelmişti:
-Yahu Sinan, dedim. “Hayvanlar elbette güzeldir. Sevgiye de gereksinmeleri var. Ama bir insan yaşamının içine bir sürü hayvanın yaşamı sığar. Bu gün gibi anımsıyorum, geçen yıl üzüldün. Hem de çok üzüldün. Neden? Çünkü Muhabbet kuşlarının ikisi de öldü. Şimdi yine üzgünsün. Bir sorun var değil mi?
-Kanaryam hasta.
-Ama kafeste.
-Evet, ama onu çok seviyorum dayı.
Çok sevseydin kafese konmama engel olurdun. Çok sevseydin satın alıp getirmez, evin bir köşesine atmazdın. Bir arkadaş bile vermediniz yanıma. Siz arkadaşsız olabiliyor musunuz? Ah Sinan abi, ah!
Gül Dalında Güzeldir
-Biliyorum, senin çok güzel bir yüreğin var. İçi sevgi dolu. İnsanlara da, hayvanlara da yetecek kadar çok… Ama gül, dalında güzeldir. Çiçek de toprağında.
-Kanaryam da kafesinde güzeldir.
-Onun asıl istediği kafes mi sence?
-Bıraksam…
-Artık bırakamazsın. Çünkü kötü alıştırdınız onu. İnsan eliyle beslenmeden yaşayamaz. Kafeste dura dura, uçmaya uçmaya kanatları işe yaramaz hale gelmiştir. Artık uçamaz. Hazır beslendiği için yem aramayı bilmez. Avlanmak isteyen hayvanlardan saklanamaz, sıkıştırılsa kaçamaz.
Kanaryanın Hüznü
Gözünüzün önünde gıdım gıdım eridim. Gücüm kalmadı. Değil yalnızca bu kafes, bu ev, bu bina dar gelmeye başladı bana. Bu kent, hatta bu dünya bile. Nefes almakta zorlanıyorum. Gerçekten hastayım. Ama bunu size anlatamıyorum. Nasıl anlatabilirim, onu da bilmiyorum.
-Ne yapmalıyım öyleyse?
-Her şeyden önce şunu bilmelisin; hiç bir hayvan doğal ortamından koparılmamalıdır. Yalnızca hasta ya da sakatsa… O zaman alınır, bakılır. İyileşir iyileşmez de asıl yaşadığı yere gönderilir.
Ne hastaydım, ne de sakat. Daha yumurtadan çıkar çıkmaz özgürlüğümü elimden aldılar. Bir cimcik yavruydum, doğal yaşamımdan koparıp bir kafese tıktılar. Ne üzüntüm işe yaradı, ne de zaman zaman hastalanmam. Hiç kimse hiçbir zaman anlayamadı beni. Bir insan bir kuş değil ki, onun halinden anlasın. Halinden anlayamayacağınız kuşu ne için tutsak edersiniz i!
-Şimdi ne yapacağız dayı?
-Önce bir bakacağız. Getir bakalım.
Kanaryanın Hasta Ayağı
Sinan’ın kanaryasının bir ayağında sorun var. Kuşcağız onu kıvırıp kanatlarının altına sokmuş. Bırakıyoruz, tek ayağının üstünde yürümeye çalışıyor. Alıp bakıyoruz, dokunuyoruz, ayağı cansız. Hiçbir devinim yok. Direnç de yok. Kurumuş dal gibi, işlevsiz. Yapabileceğimiz bir şeyin olmadığını anlıyoruz.
Bir bacağım gitti, o benim değil artık. Yaşantım böyle sürerse, korkarım ben de peşinden gideceğim.
-Kafesine koy, yarın onu Botanik Parkı’ndaki Hayvanat Bahçesi’ne götürelim, diyorum. “Orada ona daha iyi bakarlar, hatta belki iyileştirirler…”
Hayvanat bahçesi mi?... Yani kafesin büyüğü… Ama olsun, hiç değilse biraz daha geniş.
-Hayır dayı, diyerek ağlamaya başlıyor.
Hayır mı?... Hani beni çok seviyordun Sinan abi? Hani bana acıyordun?... hani hastalığıma üzülüyordun?...
Kanaryadan Ses Yok
Ama ben kararlıyım. Yarın Cumartesi ve hiçbir işim yok. Balkondan Sinanlara sesleniyorum. Annesi çıkıyor balkona, kız kardeşim Banu.
Kanaryadan ses yok.
-Sinan baksın hele, diyorum.
Kanaryadan ses yok.
-Ağlıyor, diye yanıtlıyor.
Kanaryadan ses yok.
-Neden?
Kanaryadan ses yok.
-Kanaryası öldü ölecek.
-Nasıl yani?
-Ya ölmüş, ya da ölmek üzere bayılmış.
Kanaryanın Karamsarlığı
Hiçbir şey yok artık. Kanaryadan ses yok. Kanarya yok. Kafes yok. Kafesin içinde olduğu ev yok. Evin içinde olduğu bina yok. Binanın içinde olduğu sokak yok. Sokağın içinde olduğu cadde yok. Caddenin içinde olduğu kent yok. Kentin içinde olduğu ülke yok. Ülkenin içinde olduğu dünya yok. Dünyanın içinde olduğu galaksi yok. Galaksilerin içinde olduğu evren yok…Yok, yok, yok…
-Sen de mi ağladın, gözlerin kızarmış?
Kanaryanın Gecesi
-Evet, zavallıya çok üzüldüm. Gece boyunca öttü durdu. Sanki bir şeyler söylüyordu. Konuştu, çırpındı, konuştu çırpındı. Sonra da bir kıyıya büzülüp kanatlarını bırakıverdi.
O arada Sinan da balkona çıkmıştı. Gözleri şişmiş ve kızarmıştı. Çok üzüntülüydü.
-Haklıymışsın dayı, dedi. ”Gül dalında güzelmiş, çiçek de toprağında.” Ama daha ölmemiş. Senin dediğini yapalım mı?
-Çabuk öyleyse, dedim. “Al, gel.”
Atladığımız gibi arabaya, çeyrek saat içinde Botanik Park’a vardık. Kanaryayı koştura koştura Hayvanat Bahçesi’nin Veterinerine teslim ettik. Baktı,
-Kötü, dedi.
-Ölecek mi? diye yalvarırcasına sordu Sinan.
-Bakacağız.
Kanaranın Yaşama Sevinci
Baktılar, çok iyi baktılar. Veteriner gerçekten sevebilen biri. Elleri sevgi dolu. Parmakları sevgi dolu. Gözleri sevgi dolu. Beni sevgisiyle iyileştirdi. O gece gidenler, yitirdiğimi sandıklarım geri geldiler. Artık her şey var. Ben varım. İçinde rahatça uçabildiğim, hatta doğal biçimde yemlenebildiğim bahçe var. Bahçenin içinde olduğu Botanik Park var. Botanik Park’ın içinde olduğu Soğanlı semti var. Soğanlı’nın içinde olduğu Bursa kenti var. Bursa’nın içinde olduğu Türkiye adlı bu güzel ülke var. Türkiye’nin içinde olduğu yaşanılası bir dünya var. Dünyanın içinde olduğu galaksi, galaksilerin içinde olduğu evren var. Her şey var…
SERÇELER VE ŞAHİN
Bursa’nın Sol Kolu
Doğuya doğru uzayıp giden Ankara yolu Bursa’nın Anadolu’ya uzattığı kolu gibidir. Ne zaman Gölbaşı’na gidecek olsak, bir süre bu yolu kullanırız. Ben de her kezinde yüzümü güneye dönerek böyle düşünürüm. “Bursa’nın sol kolu…” Kuzey yanında şeftali kokan Bursa Ovası, güney yanında da Uludağ’ın rengârenk uçuşan etekleri…
Annem ve babamla Gölbaşı’na gidiyoruz yine. Kır yürüyüşü yapacağız. Doğa güzel, hava serin, oksijen bol… Ayrıca benim okul ödevim için yaprak toplayacağız.
Gölbaşı mı?
Bursa’nın yirmi kilometre doğusunda… Dudaklı köyü sınırlar içindeki bir baraj göletinin adıdır. Vadiden Bursa Ovası’na akan küçük derelerin önünü büyük bir duvarla kapatıp baraj yapmışlar. Sular toplansın ve Bursa Ovası rahatça sulansın diye. Sulanan Bursa Ovası verimini ikiye, üçe katlasın diye… Örneğin şu bahçeden yüz kilo şeftali alınıyorsa, üç yüz kilo şeftali alınabilsin diye…
Keçilerin Dansı
Yolun sağ yanında bir keçi sürüsüne rastladık. Harıl harıl otluyorlar. Benim gözüme çarpan da iki keçinin dalaşması. Şaka mı yapıyorlardı, kavga mı ediyorlardı, bilemedim. Ama görmeye değerdi doğrusu. Keçilerin dalaşması bir başka oluyormuş demek. Önce birisi dikiliyor iki ayağının üstüne, sonra diğeri. Her biri, ayağa kalkmış bir insan gibi görünüyor. Sonra biri kafasını yana eğip öbürünün böğrüne vurmaya çalışıyor, sonra da öbürü. Devinimleri öylesine kibar ve öylesine gösterişli ki!... Önce dans ettiklerini sandım. Sonra birden kafa kafaya geldiler. Uzun, ince, kıvrımlı boynuzlarını birbirine taktılar. O zaman kavga ettiklerini anladım ve korkmaya başladım. Birbirlerini yaralayacak ya da boynuzlarını kıracaklardı.
-Baba, dedim korkuyla. “Baksana, baba, keçiler birbirlerini öldürecekler. Onları ayıramaz mıyız?”
Oysa keçiler bizden epeyce uzakta ve yamacın üstündeydiler. Babam arabayı durdurdu.
-Bir şey yapamayız kızım, dedi. “Ama sen merak etme. Onlar dövüşürler de, barışırlar da. Hiç birine bişeycik olmaz. Görürsün.
Tam o sırada bir başka keçi çıkageldi onlara doğru. Sağına bakındı, soluna bakındı, durdu. Bir süre de kavga edenleri inceledi. Ayrılmadıklarını görünce onlara doğru yürüdü. Yavaş yavaş giderken birden hızlandı. Dans edercesine iki ayağının üzerine dikildi. Başını bir yana eğdi, kulaklarını, boynuzlarını havaya dikti ve saldırıya geçti. Kafasını şöyle bir ayarladı, kavga eden iki keçinin kafalarını birleştiği yere “güm!” diye tosladı. Toslar toslamaz keçiler birbirinden ayrıldı. Ayrı ayrı yönlerden sürüye karışıp kayboldular.
Dostları ilə paylaş: |