ORTADOĞU VE FİLİSTİN SORUNU
İÇİNDEKİLER
Sayfa No
Giriş ……………………………………………………………………………………..3
BİRİNCİ BÖLÜM
FİLİSTİN VE ORTA DOĞU
1.1. Coğrafi Açıdan Filistin……………………………………………………….….…5
1.2. Coğrafi Açıdan Ortadoğu……………………………………………………..……5
1.3. Filistin Sorununun Tarihi Süreci………………………………………………..…7
İKİNCİ BÖLÜM
SİYONİZM
2.1. Siyonizmin Doğuşu………………………………………………………………...9
2.2. Teodor Herzel ve Siyonist Faaliyetler………………………………………….....11
2.2.1. II. Abdülhamit ve Herzel………………………………………………………....13
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
FİLİSTİN
-
1948 Öncesi Filistin……………………………………………………………….15
-
1948’den Günümüze Filistin……………………………………………………...17
SONUÇ………………………………………………………………………………...21
KAYNAKÇA………………………………………………………………………….22
GİRİŞ Ortadoğu’daki sıkıntıların kalbinde yatan Filistin meselesi son derece aktüel bir o kadar da o bölgede yaşayan Türklerin görmemezlikten gelemeyecekleri ciddi bir hadisedir. Halen milletler arası platformda çözüm bekleyen bir problem olması itibarı ile bu konuya eğilenler çok olmuş kütüphaneler dolusu kitaplar yazılmıştır. Fakat, ne var ki bütün bu çalışmalar başlangıç noktası olarak İngiliz mandasının ilanını veya genellikle 1948 ‘de İsrail Devletinin kurulmasını alırlar.
Bundan evvelki devreler sanki meselenin gelişmesinde hiçbir rol ve ehemmiyeti yokmuş gibi geçiştirirler. Halbuki, Filistin meselesini Siyonizm ile başlatmak, Siyonizm de Avrupa’da alevlenen Yahudi düşmanlığına bağlamak lazımdır. Batıdaki Yahudi aleyhtarlığının korkunç boyutlara ulaşmasına bir tepki olarak doğan Siyonizm önce bir felsefe daha sonra da örgütlenmiş bir hareket olarak 1880’ler de tarih sahnesine çıkmıştır.
Emelleri Yahudilerin bir devlet olarak Filistin’de ihya ve tesisi idi. Siyonistlerin 19. Yüzyılın son çeyreğinde emellerine erişebilmek için kollarını sıvaması ile patlak veren “Filistin Meselesi” 1948 yılında İsrail Devleti’nin teşkil edilmesi ile bir dönüm noktasına ulaşmıştır. Bu tarihe kadar Yahudileri Filistin’e sokmamak için uğraşan Araplar, 1948’den sonra çıkartmak mücadelesine girişmişlerdir. Bu itibarla Filistin meselesinin bugününü anlamak ve gelecekteki seyrini daha iyi tahmin edebilmek için menşeini ve tarihi gelişimini
İyice bilmek ihtiyacı baş göstermektedir.
Ortadoğu’nun hassas coğrafyası ve dengeleri zaman içerisinde birçok bölge devletinin yanı sıra dünya siyasetine yön veren büyük devletlerin de sorunun içerisine çekilmesinde birinci derecede etkili olmuştur. Sorunun kendisi uluslar arası siyasete ve bu siyasetin evrimine duyarlı bir hal almıştır.
Bu çalışmada bu gelişimden ve tarihi süreçten bahsedilmiştir. Çalışma üç bölümden meydana gelmektedir. Birinci bölümde; Filistin ve Ortadoğu’nun coğrafi açıdan tanımlaması yapılarak, jeostratejik öneminden bahsedilmekte, ikinci bölümde; İsrail’in temel felsefesi olan Siyonizm’den ve siyonizmin doğuşunda büyük yaralılıklar gösteren Teodor Herzelin faaliyetlerinden, üçüncü bölümde ise 1948 öncesi Filistin ve 1948 sonrası Filistin’den bahsedilmektedir.
Sonuç bölümünde ise genel bir değerlendirme yapılarak Filistin devletinin günümüze nasıl gelişi kısaca belirtilmiştir.
BİRİNCİ BÖLÜM FİLİSTİN VE ORTADOĞU
1. 1. Coğrafi açıdan Filistin
Filistin, I. Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı Devleti’nin toprakları içindeyken savaştan sonra İngiltere’nin “manda” yönetimi altına geçti.Filistin; İsrail, Ürdün, Lübnan, Mısır tarafından işgal edilen, insanlık tarihinin en köklü ülkelerinden biridir. Doğu Akdeniz’de, Litani (yeni adıyla Kasımiye) ırmağından Gazze vadisine kadar uzanan toprakları içerir. Yüzölçümü, 26.350 km kareyi bulur. Kuzeyden güneye 240 km uzunluğunda, doğudan batıya 130 km genişliğindedir.1
Filistin’in batısında; kuzeyden güneye doğru Akka, Şaron, Filistin ovaları birbirini takip eder. Akka ovasının güney doğusundan Şeria ırmağına ve Taberiye gölüne kadar uzanan Esdralton ovası, Celile’nin güneyindeki tepelik alanları, Samiriye dağlarından ayırır.
Filistin halkı, İsrail devleti kurulmadan önce, tam dört yüz yıl Osmanlı Devletinin himayesi altında refah ve huzur içinde yaşamışlardır. 2
1. 2. Coğrafi Açıdan Ortadoğu
Ortadoğu’nun bir sınırını çizmek oldukça zordur. Bunun zorluğu bölgenin belirgin bir coğrafi birim olmamamsından kaynaklanır. Anlamı “Batı Avrupa” gibi coğrafi değil, “Bat” gibi siyasal ve kültürel unsurlar tarafından belirlenmektedir. Bölge ne şekilde tanımlanırsa tanımlansın, burada Arap kültürü ve İslam dini egemendir. Ortadoğu aynı zamanda İslamiyet’e büyük güç ve görkem sağlamış olan Türk ve İranlıların da anayurdudur. Bölge devletlerinin büyük çoğunluğu Lübnan ve İsrail dışında büyük çoğunluğu ile Müslüman’dır.3
İsrail’i bir yana bırakırsak Ortadoğu öncelikle bir İslam medeniyeti bölgesini temsil etmektedir. Her şeyden önce İslam tarihi toplumları ve anlayışları biçimlendirmektedir. İslam dünyasının bütünlüğü içerisinde Ortadoğu’nun problemlerini yerleştirmek için hiç olmazsa başlıca İslami gerçekler hakkında bir görüşe sahip olmak zorunludur. Ortadoğu’nun İslam ülkeleri arasında temelde farklı özelliklere sahip olan Arap olmayan Türkiye ve İran ile Arap Bloku’nu göstermek yerinde olur.4 Bir de bazı hakimiyet teorileri vardır ki bunlar Ortadoğu’nun önemini coğrafi açıdan oldukça güzel aktarmaktadır.
Dünya Hakimiyeti için. “Kara Hakimiyet Teorisi” , “Kenar Kuşak Teorisi” , “Deniz Hakimiyet Teorisi” , “Hava Hakimiyet Teorisi” gibi teoriler ortaya atılmıştır. Kara Hakimiyet Teorisinde, Doğu Avrupa ve Sibirya Bölgesi önem kazanırken, Kenar Kuşak Teorisinde ise, Kuzey Amerika (özellikle ABD) stratejik bakımdan birinci planda tutulmaktadır. Bütün bu teorilerde; Ortadoğu’nun yeri, İç Kenar Hilal kuşağıdır. 5 Ortadoğu bir anlamda dünyanın merkezi durumundadır. Ortadoğu’ya hakim olan dünyaya hakim oluyor.
Ortadoğu’nun dünya politikasındaki rolü Avrupa, Asya ve Afrika kıtaları arasında kültürel ve ekonomik bir “aracı” olmasından kaynaklanır. Uzakdoğu malları Ortadoğu kanalı ile Avrupa’ya ulaşır. Avrupa malları Ortadoğu aracılığı ile Uzakdoğu’ya ulaşır.6
Basit hatlarla açıklanacak olursa, Filistin Sorunu ülkelerinden atılmış 3,5 milyon Filistin linin “kendi kaderini çizme uğraşıdır. 1948 yılında Filistin de İsrail Devleti’nin kurulması ve onu takip eden yıllarda komşu Arap devletleri ile yaptığı savaşlar sonucu Filistin’in bütününe hakim olmasıyla Filistinliler vatanlarını kaybetmişler, bir kısmı İsrail’in işgal ettiği Bati Şeria ve Gazze şeridine askeri yönetim altında yaşamaya, diğerleri ise Arap dünyasına sığınmaya zorlanmışlardır. 7 4,447,138 olarak belirtilen nüfusun % 40’ı Filistin de % 60’ı ise diğer Arap ülkelerindedir.
1. 3 . Filistin Sorunun Tarihi Süreci
Filistin Sorunu, 1880 yıllarında dünya siyasetine giren Siyonizm’den kaynaklanmıştır. Rusya’da dahil olmak üzere bütün Avrupa’da alevlenen Yahudi aleyhtarlığının (Anti-Semitizm) aşırı boyutlara ulaşmasıyla Museviler baskı ve zulüm altında kalmışlar hatta pek çokları hayatlarını kaybetmişlerdir. Irkdaşlarının bu durumu karşısında bazı Yahudi düşünürleri Musevilerin konukları oldukları uluslarla bir arada yaşamalarının mümkün olmadığına inanmışlardır. Siyonistlere göre “Yahudi Sorunu” ancak Yahudilerin bağımsız bir devlet olarak kendilerine ait bir ülkede hiçbir yabancı yönetimin zulüm ve baskısına tabi olmaksızın özgürlük içinde yaşamalarıyla çözümlenebilirdi. Siyonistlerin vatan kabul ettikleri bölge Musevilerin tarihin ilk çağlarından beri tarihsel ve dinsel bağlarıyla bağlı oldukları Filistin’di.8
Filistin sorununun, uluslararası alanda doğuşu, İkinci Dünya Savaşından sonradır. Filistin İkinci dünya savaşı sonrasında Birleşik Krallık tarafından yönetilen bir bölgeydi. Birleşik Krallık Milletler cemiyeti manda rejimi çerçevesinde 1922’den beri Filistin’de idari kontrolü elinde tutuyordu. Savaşın sonlarına doğru Filistin idaresi, bir yanda sürekli artan insan göçü, diğer tarafta hızla tırmanan şiddet sebebi ile İngiliz hükümeti için başa çıkılmaz bir sorun olmuştur. İngiliz hükümeti de sorunu 1946 yılında bir soruşturma komitesine devretmiştir. Böylece Filistin Sorunu bir anda bütün ulusların sorunu haline gelmiştir.9
Ancak bu tarihten önce de sorunun dünya gündeminde az da olsa yer kapladığı unutulmamalıdır. Nitekim Filistin sorununun 19. Yüzyılın son çeyreğinde dünya politikasının gündemine girmesi Osmanlı Devleti’ni oldukça tedirgin etmişti. Çünkü, Filistin 1517 yılından beri Osmanlı devletinin egemenliği altındaydı. Filistin’in Osmanlı yönetiminde bulunması Siyonistlerin bütün girişimlerinin Türkiye üzerinde yoğunlaşmasına neden olacaktır.
Siyonistler önce II. Abdülhamit daha sonra ise iktidarı padişahtan devralan İttihat ve Terakki ile müzakerelere oturacakladır. Önce belirli bir meblağ karşılığında Filistin’i satın almayı düşünecekler, daha sonra ise Düyun-u Umumiye’nin konsolidasyonu deruhte etmeyi tasarlayacaklardır.
İngiltere için Filistin, Hint sömürgesine giden yollarının üzerinde önemli bir stratejik konuma sahipti. Fransa ise Lübnan ve Suriye’de I. François zamanından beri küçümsenmeyecek bir nüfus korumayı başarmıştı. Böylece Filistin, Fransa’nın Ortadoğu da ki ticaret merkezlerinden biriydi. Almanya’nın ise doğuya açılma politikası çerçevesinde Filistin’i ihmal ettiği söylenemezdi .Almanlar gerek gemicilik kumpanyaları ve gerek bankaları ile Filistin’de kendilerine bir yer açmaya çalışıyorlardı. Rusya’da Orta doğu da ki devletler arası rekabetten kendisini soyutlamamış ve Suriye’deki yerli halkın belirli bir kısmın Ortodoks olmasından yararlanarak kilisesi ve misyoner kurumları ile Filistin’de kültürünü ve nüfuzunu yaymaya başlamıştı. 10
Filistin Sorununun milletler arası bir sorun niteliğini koruması en fazla Osmanlı Devletini tedirgin etmişti. Şöyle ki; Musevi devleti hangi büyük gücün himayesine sığınırsa, diğer güçlerde bu devletin Orta doğuda ki artan nüfusunu dengelemek için devlet içinde ki başka uluslara bağımsızlık verilmesini savunarak, o ulusların oluşturacağı devletleri himayelerine almak isteyeceklerdi. Bu operasyon ise ancak Osmanlı Devleti’nin çözülmesi ve toprak bütünlüğünü kaybetmesi ile gerçekleşebilirdi. Bu da kısaca Osmanlı Devleti’nin bağımsızlığını kaybetmesi, büyük güçler arasında paylaşılması ve “Şark Mes’elesi” nin çözümlenmesi demekti.
İKİNCİ BÖLÜM
SİYONİZM
2. 1 . Siyonizmin Doğuşu
“Siyonizm” terim kökünü oluşturan “Siyon” sözcüğü Musevi tarihinin ilk çağlarından beri Kudüs ile eş anlamlı olarak kullanıla gelmiştir. Bir siyasal düşünce akımını simgeleyen bir deyim olarak modern anlamıyla ilk kez 19. Yüzyılın son çeyreğinde bir Rus Yahudisi olan Nathan Birbaum (1864-1937) tarafından siyasal edebiyata sokulmuştur. 11
Batı düşünce sistemi içerisinde bir siyasi doktrin olarak filizlenen “Modern Siyonizmin” umumi bir tarifini “Yahudilerin Filistin’de müstakil bir devlet tarzında ihya ve iskanını amaçlayan cihanşümul bir hareket olarak yapabiliriz.”
Filistin’de Yahudileri tesis etme çabası Napolyon için siyasi bir taktik olsa bile, Lord Shaftesburg ve Henri Dunant gibi 19. Yüzyılın tanınmış simaları için bir “hayır severlik” örneği idi.
Yahudiliğin fanatik amaçlarını gerçekleştirmeyi öngören Siyonizm son aşamada bir de ırkçılık temeline oturtan 1895 yılında “Yahudi Devleti” isimli kitabı azan Yahudi asıllı Macar gazeteci ve yazar Teodor Herzel’dir12.
Tarihin Kızılhaç örgütünün insaniyetçi kurcusu olarak minnetle anıldığı Henri Durant Osmanlı’ya karşı yeni bir haçlı seferinin vurucu gücü olarak Yahudileri kullanmayı düşlemişti. Silah olarak ise “Batı medeniyetinin İslam ülkesine barışçı yollardan aşılanması” fikrini savunuyordu. Peki bu modern zihniyetteki Haçlı hücumu hangi usullerle gerçekleştirilecekti . Durant’ın cevabı basitti: “Bunun en sağlam yolu Avrupalı devletlerin hususi menfaatlerini kollayacak milletlerarası mahiyette bir cemiyetin (Filistin’de) kurulmasıdır.13
Modern Siyonizm dediğimiz hareket tamamen bir Yahudi teşebbüsü ve vaka’sı idi. Din, ırkçılık, komünizm ve Yahudi aleyhtarlığına reaksiyon gibi dört amilden mürekkepti.
Siyonizmin temeli, Yahudilerin din, itikat ve ananelerinden başlar.Bütün saldırılarını muharref Tevrat’a dayandırdılar. Çünkü Musevilerin siyon dedikleri Filistin’e dönme hülyası Tevrat’ın esas prensibini teşkil eder. Yahudilerin nezdinde iman ile milliyet yek vücuttur. Birbirlerinden tecrit edilmeyecek kadar iç içe kenetlenmişlerdir.14
Hıristiyan maiyetlerini bir veba salgını gibi saran ateşli Yahudi aleyhtarlığı bir başka mekanizması olarak menfi yönden de olsa Siyonizmin oluşması ve gelişmesinde bir rol oynamıştır. Rusya’da olsun, Romanya’da olsun Yahudi cemaatleri devamlı ve sistematik bir şekilde hor görülüyorlar, vatandaşlık haklarından yoksun bırakılıyorlar ve akla gelmedik her türlü işkenceye muhatap oluyorlardı.
19. yüzyılın son çeyreğinde ise Yahudi aleyhtarlığı yeni bir boyut kazanmaya başlamıştı. Antropoloji ve ırk bilimi (Etnoloji) gibi bilgi sahalarında ilerlemeler kaydedilmiş ve insanlar maddi manevi özelliklerine göre değişik gruplara ayrılmışlardı. Fransız Gabineau ve İngiliz Chamberlain gibi teorisyenlerin düşüncelerine göre insanları millet yapan en önemli unsur onların ırki özellikleri idi. Böylece Batı Avrupa’da Yahudi aleyhtarlığı ırkçı bir filtreden geçmiş ve “Anti Semitizm” yani Sami düşmanlığı adı verilen bir felsefe ile tanınmaya başlamıştı
Siyonistler, ilk olarak ellerinde meselenin muhtevası, ikinci olarak yerleşim merkezlerinin coğrafi konumu ve son olarak da Yahudi’nin o mıntıkada ne suretle tesis edileceği hakkında aralarında bölünmüşlerdi.
Iskan için en uygun yer Filistin idi. Çünkü Yahudilerin bir kısmı tarihin çok eski çağlarından beri yaşadıkları Filistin’e vazgeçilmez bir aşkla bağlı idiler. Filistin’deki kolonileşmiş yerleşim merkezleri Siyonistlerin büyük Avrupa devletleri ile olan diplomatik müzakerelerinde politikalarını temel taşı onları Siyonizmin amacına ikna edebilmek için öne sürebilecekleri bir koz olacaktı. Siyon aşıklarının düşüncelerine göre, eğer Avrupalı devlet adamlarına ve diplomatlarına Filistin’de Yahudi milli yurdu tesis etmek için haklı bir bahane gösterebilirlerse, Batı Siyonizm inin tezini benimseyebilirdi.15
2. 2. Teodor Herzel ve Siyonist Faaliyetler
Yahudi sorunun en ateşli taraftarı ve savunucu şüphesiz Teodor Herzel idi. Herzel’in bu Yahudi sorunu ile tanışması Viyana yılların arastalar. Fakat Herzel’in bütün enerjisi ile Yahudi sorununa eğilmesini sağlayacak dönüm noktası Paris’te olmuştu. Neu Freie Presse için Yüzbaşı Dreyfus’un davasını izleyen ve sonunda da subaya idam cezası verildiğine tanık olan Herzel, Yaudilerin dünya üzerinde kıyamete kadar böylesine ezilmeyeceklerini savundu.16
“Bu güne kadar (Kolonizatör Siyonistlerin) yaptıklarına müteşekkirim” diyen politik siyonizmin babası Dr. Herzel, Yahudi meselesinin çok ciddi olduğunu ve yegane çözümünün ise Yahudilerin Filistin’de hükümranlık haklarının tanınarak bir devlet tesisi etmeleri ile mümkün olacağını 19. Yüzyılın son çeyreğinde dünya politikasına şekil veren güçlü devletlere inandırmayı kendisine vazife edinmişti.
Hatıralarında “Milletler arasındaki münasebetler bir kuvvet meselesidir” diye not düşen Dr. Herzel “Bugün ve gelecekte belki de kıyamete kadar güçlü, daima haklı karşısında galebe çalacaktır.” diyordu.
Dr. Herzel 1897 tarihinde hatıralarına şu notu düşmüştü, “Bugün Bazel’de Yahudi Devleti’ni kurdum. Eğer bugün bunu (Dünya kamuoyuna) açıklarsam herkes beni alaya alır. Oysa ki belki beş, fakat hiç şüphesiz elli sene içinde herkes bu gerçeği görecektir. Yahudi devletinin mevcudiyeti manevi temellere oturtulmuştur. Bu devlet Yahudi halkının bu husustaki arzu ve azmi ile kurulmuştur.” Hakikaten de Herzel, kehanetinde haklı çıkmış ve o bu yukarıdaki satırları yazdığı andan tam elli sene sonra 1948 yılında İsrail kurulmuştur.
Siyonizmin nihai hedefinin Filistin’de her türlü hükümranlık haklarına sahip müstakil bir Yahudi devletinin kurulması yatıyordu.
1898 Ağustos’unda gene İsviçre’nin Bazel şehrinde yapıla İkinci Büyük Kongre ile Siyonistler mali meselesini tartıştılar ve sonunda teşkilatın iktisadi politikasına yön verecek bir banka kurulmasını kararlaştırdılar. Londra’da sınırlı sorumlu bir anonim Şirketi olarak kurulan bir banka daha ilk kalemde iki milyon sterlin sermaye ile “Yahudi Müstemleke Vakfı” ismi ile çalışmaya başladı.17
Adı geçen banka Filistin’de faaliyetlerini yürütebilmek amacıyla 1903 de sermayesi yüz bin sterlin olan İngiliz Filistin Şirketini kurdu. Bu şirket Hayfa, Kudüs, Hebron, Beyrut, Safed, Tibergas ve Gaza’da şubeler açarak Yahudi göçmenlerin her türlü arazi alım satım işlerine eğilmeye başladı.
Yahudi’yi Siyonist saflara kazanan Herzel için önemli diğer milletleri ikna edebilmekti. Bu maksatla, dünyanın her bucağına dağılmış Siyonist dernekleri tarih boyunca Yahudi’nin çektiği ızdırabı dile getiren kampanyalar açtılar ve milletlerin merhamet hislerini körüklemeye çalıştılar. Yahudi meselesinin yegane çözüm yolunun, Siyonizm’den geçtiğini iddia ederek bu hususta tonlarca kitap yazdılar, tebliğler dağıttılar, broşürler bastırdılar. Hülasa, Siyonistler Yahudilerin Filistin’de Yerleştirilmesini başka devletlere ve o ülkenin kamuoyuna benimsetebilmek amacıyla lobiler kuruyorlar, gerekli olan her türlü kulis faaliyetlerden kaçınmıyorlardı.
Siyonist hareketi Yahudilerin selameti için uğraşan hayır dernekleri mozaiği olmaktan kurtararak, milletlerarası politikada hatırı sayılır bir kuvvet durumuna yükselen Dr. Herzel, amaçlarına erişebilmek için diplomatik manevralara başlama zamanının gelip çattığına inanıyordu. Siyonist liderin Stratejisi Batı Hükümetlerine Filistin’de bir Yahudi Hükümetinin kurulmasının bu devletlerin milli menfaatleri açısından ne kadar yararlı olacağına mantıki bir takım cambazlık oyunları ile iddia ve ikna etmekti. Herzel eğer Avrupa devletlerinin Siyonizme yakınlık duymalarını sağlarsa, Batının ona Türk sultanının Şark vilayetlerinden biri olan Filistin’i Osmanlı Devleti nezdinde tavassut edeceklerini ve hatta yerinde kuvvet kullanarak Osmanlı Hükümet,ine bu yolda baskı yapacaklarını umuyordu. Böylece Herzel Siyonist tezini Bnatılılara satmak ve onları kendi safına katmak amacı ile Viyana, Berlin, Petrograd, Roma ve Londra olmak üzere Avrupa’nın belli başlı şehirleri arasında mekik dokumaya başlamış, devlet ve hükümet yetkilileri ile müzakerelere girişmişti.18
2. 2. 1. II. Abdülhamit ve Herzel
“Hakkımızdaki nihai kararı hükümdar hazretleri verecektir.” Diye itiraf eden Herzel Abdülhamit’i davasına ikna edebilmek için 1896 ile 1902 yılları arasında ikisi Padişahın kendi kesesinden olmak üzere İstanbul’a beş defa gelmiş ve ziyaretlerinde hem Yıldız Sarayında hem de Bab-ı Ali’de Osmanlı Devlet adamları tarafından kabul edilmişti.1 Sultandan Filistin’de bir aristokratik Cumhuriyet kurmak için izin istedi ve bazı tekliflerde bulundu. Hatta Osmanlı Devleti’nin bütün borçlarını ödemeyi taahhüt etti.
Sultan Abdülhamit Han Herzel’in bizzat ve dostları ile yaptığı teklifleri kabul etmeyerek tarihe altın harflerle geçen şu cevabını verdi.
“Ben bir karış dahi toprak satmam; zira bu vatan bana değil milletime aittir. Milletimin bu toprakları kanlarını dökerek kazanmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla öderiz. Ne ile aldıysak onunla geri veririz. Benim Suriye ve Filistin alaylarının efradı, birer birer Pilevne’de şehit düşmüşlerdir. Ben onun hiçbir parçasını satmam. Bırakalım Yahudiler milyarlarını saklasınlar. Benim devletim yıkılırsa maalesef Filistin’i karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat biz sağ iken, bu devlet ayakta iken, sadece bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsade etmem” diyerek bu teklifleri yapan heyeti huzurundan kovdu.
Sultan Filistin’in tamamını arazi-i şahane ilan etti. Bizzat şahsına bağlı orduyu Filistin de vazifelendirdi. Bölgeden Yahudilere toprak satılmasını yasakladı. Kafkas ve Balkanlardaki bir kısım Müslümanları Filistin’e yerleştirdi. 20
Osmanlının, Siyonizmi hasım olarak karşılarına almışsa bunun sebebi siyasi idi ve iki unsura bağlıydı. İlk olarak , Osmanlı Hükümeti İmparatorluk sınırları dahilinde yeni bir milliyetçilik akımının, bölücülük hareketlerinin filizlemesini istiyordu. İkinci olarak da, İstanbul, Düveli Muazzamanın memleketin üzerindeki nüfuzunu arttırmasından çekiniyordu.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
FİLİSTİN
3. 1. 1948 Öncesi Filistin
Osmanlı Devletinin yasaklama ve kısıtlamalarına rağmen Filistin’e yine de birtakım Yahudi göçleri olmuş ve Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde Filistin’deki Yahudi nüfusu da artmış bulunmaktaydı. 1914 de Filistin’de 46 tane Yahudi kolonisi bulunduğunu ve bunların nüfuslarının da toplam 85000 kadar olduğu bilinmektedir.
Yahudilerin Filistin’de toprak mülkiyetlerinin gelişmesi, Mason denilen koloniler (Moşavot) halinde olmuştur. Başlangıçta müsaade ile küçük topraklar üzerine kurulan bu Yahudi kolonilerinin ,topraklarını hızla büyütmelerinde ,satın alınan toprakların ,Yahudilere sempati gösteren Araplar üzerine tescili gibi muvazaa yolu büyük rol olmuştur.
Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti yıkılmış, Filistin İngiliz yönetimi (Manda Rejimi) altına girince ,Filistin’e bir Yahudi göçü furyası başlamıştır.21 İngiliz Hükümeti, Mısır Büyükelçisi Henri Mahan aracılığı ile Mekke Şerifi Hüseyin ile 1914 yılında temas kurdu. İngilizler Hüseyin’e Arap Yarımadasında Osmanlıya karşı başlatacağı bir isyanda yardım alacaklarını ve kendisinin halife yapılacağı vaadinde bulundular. Ayrıca İngiliz Hükümeti, Şerif Hüseyin ‘den halifeliğe karşılık, Yahudilerin Filistin topraklarına yerleştirilmelerinde yardım sözü aldılar. Şerif Hüseyin 10 Haziran 1918 de Osmanlıya karşı Arap isyanı başlattı.22
İngiltere’nin Şerif Hüseyin’e oynadığı oyun bu kadarla da kalmadı. Filistin’i bağımsız Arap Krallığına bırakmadığı gibi ,burada Yahudilere bir yurt edinmeyi vaad eden “Balfour Deklarasyonu “nu da kaleme aldı.
Balfour Deklarasyonu denilebilir ki, Chaim Weismann’ın eseridir. 1907 yılında Filistin’i ziyaret etmiş olan Weismann bu siyasi nüfuzundan yararlanarak , Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulmasında İngiltere’nin desteğini kazanmak için 1909 ocak ayından itibaren harekete geçti. 2 Kasım 1917 de Lord Rostchild’a Balfur Deklarasyonu adını alan mektubu yazan Dışişleri Bakanı Balfour;
“ Majestelerinin hükümeti Filistin’de Yahudi halkı için bir milli yurt tesisini müsait karşılamaktadır.”
İkinci Dünya Savaşı çıktığında ise, Filistin Araplarının liderlerinden hiçbiri Filistin’de bulunmuyordu. Savaş yıllarında kendi içinde bölünmüş olan Filistin Arapları lidersizdir.
İngiltere’nin Kahire’deki Orta Doğu Devlet Bakanı 4 nisan 1945’te hükümetine sunduğu raporunda Filistin’de “ünite” bir devlet yani tek bir bağımsız Filistin Devleti’nin kurulmasını teklif etmiştir.
İngiltere savaş sonrasında Filistin’in kaderini çizileceği şartlara çözüm için kesin bir formül bulamamış olmanın kararsızlığı içine girmekteydi. Bu kararsızlık tabir caizse İngiltere Filistin’i “bırakıp kaçmaya” sevk edecektir.23
3. 2. 1948’den Günümüze Filistin
Dünya Savaşının bitimi Türkiye için, bütün dış politika kararlarının, Sovyet tehdidi açısından değerlendirildiği uzun bir dönemin başlangıcı olmuştur. İsrail Devletinin kuruluş yıllarında izlenen gelişmeler karşısında Türkiye’nin benimsediği tutum da bu dönemimin genel çizgilerini taşımaktadır. Karar alınmasında bir Yahudi devletinin kurulmasıyla, bölgede gerginliğin artacağı yolundaki endişeler etkili olmuştur.
Türkiye,İsrail’in kuruluşunu izleyen günlerde tanınma çağrısı karşısında bekle-gör politikası izlemiştir. 1948 Arap-İsrail savaşı sırasında tarafsız kalmış,çatışmalara her iki taraftan da katılmak isteyen yurttaşlarının savaş bölgesine gitmesine engel olmuştur. Türkiye İsrail’i 28 Mart 1949’da facto olarak tanımıştır.24
Türkiye 1953’ten sonra etkinliğini daha da arttırmış,Orta Doğu güvenliği için Türkiye’yi merkez alan düzenlemeler yapılması için aktif bir tutum benimsemiştir.
Menderes Hükümetinin bu dönemde siyasal sahnede gücünü sağlama aldığı, dış politika da NATO’ya girerek sergilediği başarıyı perçinleyerek kendisini bir bölge lideri olarak gösterecek girişimler başlattığını görmekteyiz.
1958 yılında ,Irak Devrimi sonrasında iki ülke arasında bir örtülü yakınlaşma yaşanmıştır.
60’lı yılların ortalarından başlayarak özellikle ekonomik sorunların etkisi altında kalan Türkiye,çok yönlü bir dış politika eğilimine yönelmiştir.
Türkiye 1967 Arap-İsrail Savaşı sırasında izlediği tutumla, Batılı müttefiklerinden ayrı bir tutum benimsemiş ve 50’li yıllar boyunca Arap ülkeleri ile bozulan ilişkilerini onarmaya çalışmıştır. Dolayısıyla ,60’lı yılların ortalarını,Türkiye-İsrail ilişkileri de soğumanın yaşanacağı yaklaşık 20 yıllık bir dönemin başlangıcı olarak görmek mümkündür. Ancak bu soğumayı, İsrail’e karşı düşmanca çizgiler taşıyan bir değişimin değil Arap-İsrail çatışmasının taraflarına yönelik eşit mesafedeki bir tutumun sonucu olarak görmek daha doğru bir değerlendirmedir.25
70 li yılların ikinci yarısı, Türkiye’nin Arap ülkeleri ile Sovyetler birliği ile ilişkilerini daha da yakınlaştırdığı, ABD ile ikili ilişkilerde sorunların derinleştiği bir dönem olmuştur. Bu dönemin bir başka özelliği ise, 1964 de kurularak güçlenen FKÖ ile doğrudan ilgilendirilebilecek gelişmelerin zamanla Türkiye-İsrail ilişkilerini etkiler bir durum almasıdır.
Filistin’de faaliyet gösteren Filistin Kurtuluş (FKÖ) 1956 yılında İsrail tarafından Gazze’nin işgal sırasında kurulan örgüt, ilk kurulduğunda basın yayın yolu ile mücadele ederken 1965’te silahlı eylem kararı almıştır. Filistin’i İsrail işgalinden kurtarmayı amaçlayan örgütün lideri Yaser Arafat’tır. Tunus, Libya, Irak, Suriye ve Rusya tarafından desteklenen örgütün Cezayir ve Tunus’ta karargahları mevcut, olup Suriye’nin kontrolündeki Bekaa vadisinde eğitim kampları bulunmaktadır.
Bu eğitim kamplarında ülkemiz aleyhine faaliyet gösteren PKK terör örgütü militanlarına eğitim verdikleri bilinmektedir. Topraklarının İsrail tarafından işgal edilip Filistin halkının kendi topraklarından sürülmeye ve kovulmaya başlanması neticesi FKÖ (El-Fetih) adı altında ve halen bu devletin başkanlığını yapan Yaser Arafat liderliğinde kurulan bu örgüt, ülkelerinin bağımsızlığa kavuşması ve İsrail’in işgal ettiği Filistin topraklarından çıkarılması amacını taşımaktadır.26
1974 yılında FKÖ Türkiye tarafından tanınmıştır. Mart 1978 de İsrail’in Güney Lübnan’ı işgal etmesi ile birlikte, Türkiye-İsrail ilişkileri bir başka sorunlu döneme girerken, Türkiye üzerinde de FKÖ’nün Ankara temsilciliğine izin verilmesi için yapılan baskılar artmıştır.
Türkiye 1980’de İsrail’in Kudüs’ü İsrail devletinin ebedi başkenti ilan etmesine karşın Türkiye sert tepki göstermiş ve Kudüs’teki temsilciliğini kapatmıştır.
1980 sonrası dönemi Türkiye’nin bölgeye dönük politikalarında Arap ülkelerini yanlayan bir eğilimin izleri görülür. Bu eğilimin önemli nedenlerinden birisi, 24 Ocak 1980 de başlatılan ihracatı özendirme politikaları nedeniyle Ortadoğu pazarlarının önem kazanmasıdır.
1990 lı yıllar boyunca Türkiye’nin bölgesel konumunu etkileyecek iki önemli olay; Körfez Savaşı ve Sovyetler Birliğinin dağılması. Birinci olay yani Körfez Savaşı; Batı merkezli bölgesel güvenlik düzenlemeleri açısından Türkiye’ye vazgeçilmez bir konum kazandırırken, ikinci olay yani Sovyetler birliğinin dağılması Türkiye’nin küresel ölçekle stratejik öneminin azalmasına neden olmuştur.27
90 lı yılların sonuna doğru ikili temasların düzey ve yoğunluğu çerçevesi Askeri Eğitim ve İşbirliği Anlaşması, Savunma Sanayi Anlaşması ve Serbest Ticaret Anlaşması ile çizilen işbirliği alanlarının kısa bir zaman diliminde derinlik kazanacağını ortaya koymuştur.
90 lı yılların sonunda Türkiye-İsrail yakınlaşması diplomatik boyutlarını aşarak uygulamaya alınan askeri ve ekonomik nitelikteki anlaşmalarla stratejik bir anlayış birliğine dönüşmüştür. Bu dönemde iki eğilimin belirginliği ileri sürülebilir. Türkiye aldığı kararlarla İsrail ile ilişkilerini, Arap-İsrail çatışmasından önemli ölçüde bağımsız, özel bir ilişki olarak algıladığını vurgulamıştır. İkinci gelişme ise, İsrail ile yakınlaşmada askeri yapının sergilediği girişim üstünlüğüdür.
İsrail ile ilişkilerini ekonomik, siyasal ve askeri alanda çeşitlendirmiş ve geliştirmiş bir Türkiye’nin Ortadoğu barış sürecinde karşılaştığı sorunların aşılması sırasında Filistin yönetimine daha fazla destek sağlayabileceği açık bir olgudur. Kaldı ki Türkiye’nin İsrail ile yakınlaşma politikaları gütmek konusundaki istekliliği, Filistin sorununa haktanır bir çözüm bulunması yolundaki çabalarına yoğunluk kazandırılması gerekliliği ile çelişmez. Bir başka deyişle, bir yandan uluslar arası anlaşmaları uygulamak konusunda isteksiz davranan İsrail hükümeti karşısında Filistin yönetimi desteklenirken, öte yandan İsrail ile stratejik bir anlayış birliğinin yaratılması için girilmesi çelişkili bir tutum değildir.28
SONUÇ
Bütün sürecin tahlilinden sonra ulaşılan sonuç, uluslararası ilişkilerde sistem değişikliklerinin etkisi ile ortaya çıkan ve Ortadoğu üzerinde gözle görülürü etkileri olan değişen dünya düzeninin yeni şartlarının kısmi çözüme ulaşmada etkili olduğudur. Yeni şartların getirdiği önceliklerin, barış sürecinde her iki tarafın barışı toptan reddi benimseyen tavırlarından kısmi de olsa bir çözümün kabul edilmesine doğru bir ilerlemenin gerçekleşmesindeki etkisi göz ardı edilemez büyüklüktedir.
Türkiye perspektifinden bakıldığında barış sürecinin yeni kapılar açtığı ve Türkiye’nin güvenlik endişeleri açısından olumlu etkilerde bulunduğu gözlenmektedir.Ancak Türkiye-Ortadoğu ilişkileri açısından problemsiz bir dönem beklemek çok fazla iyimser bir bakış açısı olacaktır.
Geniş kabul gören düşünceye göre “Ortadoğu’da barış ve düzen için Filistin topraklarında istikrarlı ve demokratik bir devletin kurulması bir gerekliliktir.29Sadece demokratik kanunların hakim olduğu bir atmosferde barışın tarafları istikrarlı bir yaşam alanı bulacaklardır. Diğer türlü Filistinlilerle İsraillilerin aynı arenada yer alması ve barıştırılması uzak bir ihtimal olarak görülmektedir.
İsrail, durumu yeni bir bağımlılık ilişkisine dönüştürmemeli ve su toprak gibi hayati konularda Filistinlilerin zayıflığını sömürmemelidir. Barış tek başına İsrail için önemli bir kazançtır. İstikrarlı bir Ortadoğu’nun bedeli Filistin refahının sağlanması olmalıdır. İsrail yönetimi için en uygun alternatif, yeni Filistin devletinin İsrail’e mümkün olduğu kadar az bağıla devamlılığını sağlamaktır. Filistin cephesinde ise barışın ekonomik ve siyasal sonuçlarının toplumun bütün katmanları tarafından şahsen hissedilmesine ihtiyaç vardır.
KAYNAKÇA
ARMAOĞLU, Fahir, Filistin Meselesi ve Arap İsrail Savaşları (1948-1980), Ankara:
Türkiye İş Bankası Yayınları.(t.y.).
ARAS, Bülent, Filistin-İsrail Barış Süreci ve Türkiye, İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 1997.
GUY, Feuer, Çağdaş Ortadoğu Araştırma Kılavuzu, çev:Davut Dursun, İstanbul: İşaret
Yayınları, 1990.
IŞIK, İhsan, Uluslararası Sorunlar İslam Dünyası ve Türkiye, İstanbul: Girişim Yayınları,
1987.
ÖKE, Mim Kemal, II. Abdülhamit Siyonistler ve Filistin Meselesi, İstanbul: Kervan
Kitapçılık, 1981.
ÖKE, Mim Kemal, Osmanlı İmparatorluğu Siyonizm ve Filistin Sorunu (1880-1914),
İstanbul: Üçdal Neşriyat, 1982.
ÖZEY, Ramazan, Dünya Denkleminde Ortadoğu, İstanbul: Öz Eğitim Yayınları,1997.
ÖZEY, Ramazan, Günümüz Dünya Sorunları, İstanbul: Aktif Yayınları, 2001.
SANDER, Oral, Siyasi Tarih, 1918-1994, 8.b., İstanbul: İmge Kitabevi, 2000.
YILMAZ, Ömer Faruk, Belgelerle Osmanlı Tarih, Cilt.4, İstanbul: Osmanlı
Yayınevi, 1999.
Dostları ilə paylaş: |