İki Sulhiyye Işığında Osmanlı Toplumunda Barış Özlemi / Doç. Dr. Ali Fuat Bilkan [s.598-605]
Fatih Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Osmanlı Devleti’nde XVII. yüzyıldan itibaren başlayan ve gittikçe derinleşen çözülmenin etkisi birçok alanda olduğu gibi, askerî alanda da görülmektedir. Osmanlı düzeninin çözülüşü, mutlakiyetçiliğin zayıflayıp çökmesiyle birlikte mütalaa edilmelidir. Çözülmenin getirdiği en önemli değişim, “bürokrasinin güçlü bir konuma gelmesi”dir. Böylece padişahın mutlak iradesi ve daimî muzafferiyet imajı da sarsılmıştır. Taşrada devleti uzun yıllar meşgul eden ve yorgun düşüren isyanlar, a’yânlık sisteminin giderek derebeylik halini alması ve birçok iç karışıklık, “mutlak otorite” anlayışını ve “devlet nizamı”nı da zayıflatmıştır. Artık her savaş alanından muzaffer dönen bir ordu yoktur. “Ateşli silahların yaygınlaşması ve piyadenin öneminin artışına paralel olarak devletin ücretli asker sayısını artırması ve dirlik olarak tahsis edilen gelirleri nakdî vergilere dönüştürme çabaları sonucunda da tımar sistemi zayıflamaya başlamıştır”1
Bütün bu zarurî değişmeleri takip eden ve gelişmelere ayak uydurmaya çalışan Osmanlı Devleti, artık savaş alanlarından yorgun ve fazla zayiat vererek dönmektedir. Savaşın toplumda uyandırdığı çağrışımlar değiştiği gibi, halkın savaşa bakışı da olumsuz bir hal almıştır. Konuyla ilgili olarak, çoğu tarih kitaplarında ayrıntılarını bulamayacağımız “toplumun nabzı”, büyük oranda dönemin edebî eserlerinde belgelenmiştir. Cornell H. Fleischer’in “yumuşak kanıtlar“2 tabiriyle vasıfladığı edebî metinleri, “hissî tarih metinleri” olarak algılamak, tarihî olaylara yaklaşım yolunda bize yeni imkânlar kazandıracaktır. Özellikle Osmanlı şiirinin tarihî bir metin olarak değeri konusuna da ışık tutacak değerlendirmelerimizi iki önemli şiir üzerinde yoğunlaştıracağız. Bu çalışmada, Osmanlı Devleti için dönüm noktası olarak kabul edilen iki Sulhiyye metnini ele alacağız.
Metinlerden biri, XVII. yy. şairlerinden Nâbî’nin (1642-1712) Karlofça Anlaşması münasebetiyle Sadrazam Amcazâde Hüseyin Paşa için yazdığı Sulhiyye’dir.3 İkinci metin, XVIII. yüzyıl şairlerinden Sâbit’in (öl.1712) Hüseyin Paşa övgüsünde yazmış olduğu ve Pasarofça Anlaşması’nı anlattığı Sulhiyye’dir.4 Her iki kasidenin de konuyla doğrudan ilgili bölümleri dikkate alınmış olup Nâbî’nin 121 beyitlik kasidesinin ilk 60 beyiti, Sâbit’in 90 beyitlik kasidesinin de ilk 30 beyiti değerlendirilmiştir.
Nâbî, “Sulhiyye Kasidesi”ni 1697-1702 tarihleri arasında sadaret makamında bulunan Amcazâde Hüseyin Paşa’ya takdim etmiştir. “Sulhiyye”, “barışa ait, barışla ilgili; savaştan barışa geçilmesi münasebetiyle yazılan kaside” türüdür. Osmanlı edebiyatında pek az örneği bulunan bu kaside türü, genellikle Osmanlı Devleti’nin düşmanlarını barışa mecbur bırakması sonucu, padişah veya vezirin övülmesi münasebetiyle yazılmaktadır. Esasen sulh, İslam tarihinde daima Müslümanların lehine cereyan etmiş bir uygulamadır.
Kuran-ı Kerim’de “cihâdı teşvik eden” birçok ayet bulunmaktadır.5 Hatta birçok sahabi arasında rahatsızlığa sebep olan Hudeybiye Anlaşması, Kuran’da “apaçık bir fethin”6 müjdecisi olarak zikredilmiştir. Aynı şekilde, Muhammed Suresi’ndeki “sizler daha üstün durumda iken, zillet gösterip sulha yalvarmayın”7 âyetinde de barışın hangi şartlarda yapılması gerektiğini bildirmektedir.
Osmanlı Devleti’nde imzalanan sulh anlaşmaları, genellikle devletin yeni kazanımlar elde etmesi ve düşmanın kayıplara uğratılması biçiminde gerçekleşmiştir. Denilebilir ki 1683’teki İkinci Viyana kuşatmasının yenilgiyle sonuçlanması, devletin ilk kez “acı bir gerçekle” karşılaşmasına da sebep olmuştur.
Esasen Osmanlı Devleti’nin XVII. yüzyıla kadar yaptığı anlaşmalarda, maddelerin büyük bir kısmı düşmana yaptırımlar içeren mahiyettedir. Bu hususta kaleme alınmış kasidelerde, Osmanlı Devleti’nin muzafferiyeti ve padişah ile vezirin gösterdikleri başarılar anlatılmaktadır. Birer tarih metni muhtevasına sahip bu tür kasidelerde devletin kazanımları sayılarak devlet ve padişah için “mutlak muzaffer” imajı çizilmiştir. Özellikle Viyana bozgunundan sonra savaş ve barış konulu şiirlerde daha gerçekçi bir yaklaşım ve üslubun hâkimiyeti dikkat çekicidir.
1699 yılında imzalanan Karlofça Anlaşması, içeriği ve imzalandığı zaman itibariyle Osmanlı Devleti açısından büyük önem taşımaktadır. Osmanlı’nın Avusturya, Venedik, Lehistan ve Rus temsilcileriyle bir araya gelerek imzaladığı bu anlaşma ile, 1683’teki Viyana kuşatmasından beri devam eden savaşlara son verilmiştir. Nâbî, bu anlaşma hakkında kaleme aldığı kasidesine büyük bir rahatlama ve emniyet duygusu ifadesi ile başlamaktadır:
Li’llâhilhamd olup ma’reke-i ceng tamâm
Buldu âlem yeniden sulh u salâh ile nizâm
(Allaha şükür ki savaş meydanı sona erdi. Dünya yeniden barış ve huzurla düzen buldu.)
Burada şair “Li’llâhilhamd” ifadesiyle sözlerine başlayarak savaşın sona ermesi üzerine Allah’a hamd etmektedir. Osmanlı şairinin şükrettiği husus, bu kez düşmana yaptırımlar içeren ve Osmanlı’nın menfaatlerinin anlatıldığı bir muhteva taşımamamaktadır. Aksine bu anlaşma, Osmanlı Devleti’nin ilk önemli toprak kayıplarıyla sonuçlanan ve devletin lehine hemen hemen hiç bir unsur taşımayan bir niteliktedir.
Sultan II. Mustafa ile Lehistan Kıralı II. Auguste arasında akd olunan harpler sebebiyle bozulmuş olan Osmanlı-Lehistan dostluğunun yenilenmesi ve komşuluk ilişkilerinin düzenlenmesi için İngiltere Kıralı III. William ile Netherland’ın (Hollanda) aracılıkta bulunduklarını Sadrazam ve Serdar-ı Ekrem Hüseyin Paşa’nın (Amcazade) arzetmesi üzerine barışa karar verilmiştir.
Karlofça’da Lehistan, Osmanlı vekilleri ve elçileri ile aracı devletlerin temsilcileri arasında yapılan görüşmelerden sonra, 6 Ocak 1699 (4 Rb.1110) tarihinde anlaşmaya varılmış ve bu hususta, Lehistan Elçisi Stanisiaw Mateusz Rzewuski tarafından takdim olunan nâmede belirtilen istekler kabul olunarak, Karlofça Antlaşması yürürlüğe girmiştir. 11 Ekim 1699’da İstanbul’da kaleme alınan ve 11 maddeden oluşan bu antlaşma metni özetle şu hususları ihtivâ etmektedir:
“1. Bu anlaşma ile taraflar arasında bir zamandan beri süregelen düşmanlık eski dostluğa döndüğünden, her iki devlet halklarının sükun içinde olması ve iki harpten önceki sınırın aynen korunması.
2. Harpten evvel Boğdan’ın eski sınırları dahilinde olan ve içlerinde halen Leh askeri bulunan kalelerin boşaltılması ve harpten önceki duruma getirilmesi.
3. Harplerden önce Lehistan hududu içinde bulunan Kamaniçe Kalesi’nin boşaltılmasına ve Boğdan’da oturan Ukranya Hetmanının çıkarılmasına Mart’ta başlanıp 15 Mayıs’a kadar bitirilmesi, boşaltma sırasında kimseye zarar verilmemesi ve zor kullanılmaması.
4. Osmanlı teb’asından hiç kimsenin, özellikle tatarların herhangi bir bahane ile Lehistan hudutlarına tecavüz etmemeleri ve barışıklığa riayetkâr olmaları, aksi halde cezalandırılacakları, Lehliler’in de, barışın devamı için aynı şekilde davranmaları.
5. Lehistan öteden beri bağımsız bir devlet olduğundan, Osmanlı Devleti ve ona tâbi olanlar tarafından herhangi bir istekle zorlanmaması.
6. Harp sonunda Bucaklı ve başka tatarların Boğdan’dan aldıkları yerlerde kalmaları Lehistan’la olan anlaşmaya aykırı bulunduğundan, çıkarılmaları ve yerlerine gönderilmeleri.
7. Kiliselerde yapılacak âyinlere müdahale olunmaması.
8. Lehistan’dan ticaret maksadıyla gelenlerin, Gümrük resmini ödedikten sonra, mallarını serbestçe satmaları ve kendilerinden ayrıca vergi istenmemesi, götürülmesi yasaklanan eşyanın memleketlerine izinsiz götürülmemesi, iki taraf tüccarlarından, yurtları dışında ölenlerin mallarına müdahale edilmemesi, aradaki anlaşmazlıkların hak ve adalet yoluyla çözümlenmesi.
9. Harp sırasında alınan Lehli esirlerin bahaları ödendikten sonra serbest bırakılmaları, bu hususta arada bir anlaşmazlık çıkarsa hak ve adalet yolu ile çözümlenmesi, beylik zindanlarda bulunan esirlerin her iki tarafca bedelleri ödenerek serbest bırakılmaları.
10. Evvelki anlaşmalarda olduğu gibi, Lehistan ile aradaki dostluk devam ettikçe, Boğdan Voyvodası’nın da Lehistan ile eski ilişkilerini sürdürmesi, Boğdan ve Eflak’ten bir suç işleyip Lehistan’a kaçan olursa geri gönderilmesi, Lehistan teb’asından da bir kimse suç işleyip Osmanlı Ülkesine sığınırsa geri gönderilmesi.
11. Evvelce yapılan anlaşmalarda bulunan ve halen yapılan anlaşmaya aykırı ve iki devletin çıkarlarına zararı olmayan şartların yürürlükte kalması ve zararlı olanların yürürlükten kaldırılması ve anlaşmanın imzası tarihinden otuz gün sonra, anlaşma şartlarına aykırı harekette bulunanların cezalandırılmaları.
12. Anlaşma şartlarına uyuldukça dostluk ve barışıklığın devam edeceğine dair.” (Tarih: 15 Rebiyülahir 1111/11Ekim 1699) 8
Osmanlı Devleti, Karlofça’dan çok önce, savaştığı devletlerle zaman zaman olumsuz maddeler de içeren anlaşmalar yapmıştır. Ancak bunların hiçbiri, Karlofça kadar “yenilginin açıkça kabulü”nü yansıtan mahiyette değildir. Osmanlı Devleti, 1489 yılından itibaren Lehlilerle de birçok siyasî ve ticârî anlaşma imzalamıştır. Ancak Karlofça bir daha geri alınamayan toprak kaybının tescillendiği bir anlaşmadır. Nitekim ünlü tarihçi Hammer, konuyu şöyle değerlendirmektedir:
“Karlofça barışı Hıristiyanlık için saydığımız sonraki (Pasarofça, Kaynarca ve Edirne antlaşmalar –AFB-) üç muahededen daha çok, daha faydalı ve çok daha zafer taşıyanı sayılmak gerekir. Çünkü on altı yıldır süren bir savaşa son verdiği gibi, bu savaşta kazanılmış olan Transilvanya ve Macaristan’ın mülkiyetini Avusturya’ya, Mora ve Dalmaçya’nın mülkiyetini Osmanlı hâkimiyetinden çekip alarak Venedik Cumhuriyeti’ne vermiştir.”9
Bu yorumlara bakılırsa, Osmanlı şairinin “coşkuyla” karşıladığı bu anlaşmanın Osmanlı Devleti açısından pek de olumlu neticeler doğurmadığı anlaşılacaktır. İşte edebî bir metin olan bu kasidenin tarihsel değeri burada karşımıza çıkmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, kayıplarla neticelenen bir anlaşmanın ve barışın, “şükürle karşılanması” bile bir anlamda yeni bir anlayış ve yeni bir dünya görüşünü temsil etmektedir.
Nâbî’nin kasidesinin bütününde bu duygu ve düşünce hâkimdir. Şair “dünyanın yeniden barış ve huzur bulmasını” çeşitli benzetmelerle anlatırken, savaştan bıkan ve yorulan Osmanlı insanının da psikolojisini ele vermektedir. “Savaş eziyeti âdeta soğuk bir kışın getirdiği zahmet” gibi tahayyül edilirken, barış rahatlık ve huzur veren bir bahara benzetilmiştir.
Nâbî’nin savaş ve barışı tabiattaki unsurlarla mukayese ederken biribirine zıt kavramları kullanması dikkat çekicidir:
Savaş Barış
sermâ-yı sitem : bahâr-ı rahat
âteş-i harb ü vegâ : pîrehen-i Berd ü Selâm
tûfân-ı fiten : keştî-i emn ü emân
Toplumda, savaşın etkileri ve oluşturduğu ruh hâlini de anlatan şair, ülkeyi baştan başa saran savaşların halkı çaresizlik içerisinde bıraktığını söyler:
Şarkdan garba dolup ‘arbede-i ceng ü cidâl
Kimse bilmezdi ne yüzden bulacağın encâm
(Hiç kimse doğudan batıya kadar dolan savaş ve kavga gürültüsünün ne zaman son bulacağını bilmezdi.)
Hâtıra gelmez idi bir dahi fikr-i sıhhat
Mübtelâ-yı maraz olmuşdu mizâc-ı eyyâm
(Sıhhat bulma düşüncesi bir daha akla gelmezdi. Günlerin tabiatı hastalığa tutulmuştu.)
Osmanlı aydınının “demir atmamış devlet gemisinin batmasında” söz etmesi, bu barışa mecburiyeti de haklı kılmaktadır:
Garka yaklaşmış iken keştî-i bî-lenger-i mülk
Bâd-ı tevfîk erişip eyledi tefrîk-i gamâm
(Demir atmamış mülk gemisi batmak üzereyken, Allah’ın yardım rüzgarı yetişip bulutları biribirinden ayırdı.)
Nihayet, “kader mahkemesinin kadısı bu zor davâya kesin bir hüküm vermiş ve barış imzalanmıştır.” Şairin barışı “gayb âleminden ansızın çıkıveren nazlı edâlı bir güzele” benzetmesi de üzerinde durulması gereken bir noktadır:
Nâgehân eyledi dûşîze-i hoş-çihre-i sulh
Mâverâ-yı harem-i gaybdan ızhâr-ı hırâm
(Barışın güzel çehreli dilberi ansızın gayb hareminin ötesinden nazlı nazlı salınarak göründü.)
Padişahın yaptığı bu anlaşma, Osmanlı insanı için bir “azatlık belgesi” olmuştur. Bu anlaşmayla devranın dağılmış şirazesi yeniden bir araya getirilmiş ve kuvvetlendirilmiştir. Artık dostluk temelleri atılmış ve barış seddi muhkem hale getirilmiştir. Halkın barışı sevinç ve memnuniyetle karşılamasını, cemiyet manzaralarından sunduğu kesitlerle anlatan şair, “dost ve düşmanın dostluk şarabıyla aynı rengi aldığını” ve “vefâ macununun düşmanlık kederlerini ortadan kaldırdığını” söyler.
Karlofça Antlaşması’na kadar birçok ülkeyle savaş sonrası antlaşmalar imzalamış olan Osmanlı Devleti, belki de barış konusunda, ilk kez bu kadar farklı bir yaklaşım sergilemektedir. Devletin bu kez düştüğü zor durum, barışı her zamankinden daha aranır hale getirmiştir. Bu yönüyle, Nâbî’nin barışı mübalağalı bir üslupla övmesi, Osmanlı insanının düştüğü zor durumu da anlatmaktadır. Halkta, morallerin bozulmasına, keder ve üzüntüye sebep olan savaş hali, yerini barışa bırakınca herşey bir anda değişivermiştir:
Girih-i cebhe leb-i handeye oldu tebdîl
Bezmden çıkdı yerin verdi selâma düşnâm
(Alın kırışıklığı gülen dudağa dönüştü. Söğüp sayma meclisten çıkıp yerini selama verdi.)
Hâk-i cenge ekilen tohmdan etdi giderek
Feyz-i Rabbânî ile sünbüle-i sulh kıyâm
(İlahî bolluk ve bereketle savaş toprağına ekilen tohumdan giderek barış başakları çıktı.)
Eyledi halka ifâze semerât-ı râhat
Mezra’-ı ‘âlemi gark-ı gil eden ebr-i zalâm
(Alem tarlasını çamura batıran karanlık bulut,bu kez rahatlık meyveleriyle halka feyiz verdi.)
Savaşın sona ermesi ve barışın tatlı esintilerle toplumda bir rahatlamaya yol açması, en çok orduyu etkilemiştir. Böylece Osmanlı askerinin dört bir yanda açılan cephelere koşması, belli bir süre için de olsa sona ermiştir. Şairin bu konuyla ilgili olarak yaptığı benzetmeler, “yorgun bir asker” portresi niteliğindedir. Savaş sona erip barış gelince, dört bir yanda dolaşan sancaklar da artık dinlenmek için kumaşlarını yatak çarşafı yapmışlardır:
Pây-ı gavgâ çekilip geldi dem-i âsâyiş
Hâb için şukkaların çâr-şeb etdi a’lâm
(Kavga ayağını çekip gitti ve yerine huzur geldi. Sancaklar uyku için kumaşlarını çarşaf yaptılar.)
Artık kılıçlar dostluk büyüsünün cazibesiyle kınlarına geri dönmüştür:
Oldu efsûn-ı musâfât ile hıyât-ı süyûf
Ser-fürû-bürde-i sûrâh-ı siyeh-fâm-ı niyâm
“Siperler neş’e meclisinin mekânı olmuş ve mızraklar da yerlerini neylere bırakmıştır. Artık savaşlardaki istirahat davulları eğlence aletine dönüşmüştür. Yay çileden çıkmış ve ok da hedefle dost olmuştur.”
Şairin savaş aletlerini çeşitli benzetme ve nitelemelerle farklı bir mahiyette düşünmesi, savaş yorgunu bir insanın psikolojisini yansıtmaktadır. “Siperin eğlence mekânına, mızrağın neye ve savaş davulunun eğlence aracına dönüşmesi”, esaslı bir anlayışın ve bütünüyle değişmeye başlayan bir hayata bakış tarzının ip uçlarını da vermektedir. Buradaki olumsuz unsurların olumlu vasıtalara dönüşmesi, barış özlemi içerisindeki insanın sorgulayıcı ruh dünyasını da yansıtmaktadır. Tuğların bir insan olarak tahayyül edilmesinde de aynı yorgunluk ve bıkkınlık hali sergilenmektedir:
Gezmeden saçı sakalı ağarıp tûğların
Etdi pîrâne-ser âsâyiş için meyl-i menâm
(Tuğların gezmekten saçı sakalı ağardı. Yaşlılıktan dinlenmek için bir kenara çekilerek uykuya daldılar.)
Halka-i zırh-ı girân ile olundu tebdîl
Halka-i gîsû-yı hûbân-ı mülâyim-endâm
(Ağır zırhın halkasının yerini uygun boylu sevgilinin kâküllerinin halkası aldı.)
Nâbî bu anlaşmayı,“çocukların parmaklarını keserek biribirlerinin kanlarını içmeleri” şeklindeki mahalli oyuna benzeterek anlatmaktadır:
Kan yalaşmak revişi olmadı zâyi’ âhir
Tîğle eylediler ‘akd-ı uhuvvet ecsâm
(Sonunda biribirinin kanını emerek dost olma adeti kaybolmadı. Bedenler kardeşlik sözleşmesini kılıçla yerine getirdiler.)
Barışın gelmesiyle birlikte, silaha olan rağbet de azalmıştır. Artık halk eğlence yerlerine akın etmektedir:
Cânib-i sûk-ı silâha dökülüp gerd-i kesâd
Sâha-i kûçe-i ‘ayş u taraba düşdi zihâm
(Silah çarşısı tarafına kıtlık ve yokluk sardı. Kalabalık yeme içme, eğlence yerlerine akın etti.)
Şair, barışla birlikte hareketlenen dış ilişkilere ve elçilerin gelip gitmesine de değinmektedir:10
Çıkdı üsrüb aradan top u tüfeng etdi sükût
Oldu âmed-şûde âmâde sefîr u peygâm
(Kurşun aradan çıktı ve toplar tüfekler sükut etti. Elçi ve sefirler gelip gitmeye hazırlandı.)
Artık tüfeğin nişangâhından düşmana bakmak yerine, dürbünle dostun gelişini seyretme zamanıdır:
Yetişir hasma nişângâh-ı tüfekden bakdın
Dûrbîn al ele gör kanda eder dost hırâm
(Düşmana tüfeğin nişangâhından baktığın yetti. Artık eline dürbün alıp dostun nereden geldiğini seyret!)
Bütün bu olanlar yine de şairin geçmişte olanları düşünmesini engelleyememektedir. Çünkü bütün bu olan bitenleri, rüyada bile görmek mümkün değildi. Şair, toplumun içerisinde bulunduğu durumu değerlendirirken “zelzele-i hâ’ile” (trajik deprem) ifadesini kullanmaktadır. Devlet ve dinin kargaşa içerisinde olduğu ve İslâm’ın perişanlıkla karşı karşıya bulunduğu bu hal, bütün bir Osmanlı toplumunda tedirginlik ve güvensizliğe sebep olmuştur:
Kimse bu zelzele-i hâ’ileden ummaz idi
Ki bula bir dahı erkân-ı umûr istihkâm
(Kimse bu trajik depremden kurtulup işlerin kuvvetle yoluna girebileceğini beklemiyordu.)
Çekmemişdi dahı bu dağdağayı devlet ü dîn
Görmemişdi bu perîşânlığı mülk-i İslâm
(Din ve devlet bu kargaşayı hiç çekmemişti. İslâm mülkü bu perişanlığı görmemişti.)
Mülk gemisinin yuvarlanmaya başladığı bir ortamda, işlerin düzene girmesi konusunda halkı büyük bir ümitsizlik sarmıştır. Kimse, bir daha işlerin düzelebileceğine inanmamaktadır:
Böyle meydân-ı hatarda kim ümîd eyler idi
Eşheb-i mülk tekerlenmiş iken ede kıyâm
(Böyle tedirginlik meydanında mülk atı yuvarlanmış iken bir daha nasıl ayağa kalkabilirdi?)
Kimin eylerdi güzer dâ’ire-i hâtırına
Ki cihân-ı maraz-âlûde bula sıhhat-ı tâm
(Kimin aklına hastalığa yakalanmış bu dünyanın sıhhate kavuşabileceği gelirdi?)
Tayy-ı meydân-ı ümîd etmege az kalmış idi
Tevsen-i ye’s o kadar etmiş idi bast-ı licâm
(Yeis serkeşi, o kadar gemi azıya almıştı ki, ümidin meydanı terketmesine az kalmıştı.)
Nâbî’nin barışla ilgili bütün olumlu gelişmelerin arkasında kabul ettiği husus, irade, akıl ve kabiliyet sahibi bir vezirin başa geçmiş olmasıdır:
Ehline şimdi olunmakla emânet teslîm
Eyledi sâye-i hak mühr-i şerîfe ikrâm
(Şimdi emanet ehline teslim edilerek doğruluk gölgesi kutsal mühre saygı gösterdi.)
Böylece “yabancıların devlet yönetimine karışmaları” da engellenmiş olacaktır:
Vâris-i sadr dururken meger insâf mıdır
Ecnebî maslahat-ı saltanata vere nizâm
(Sadaret varisi dururken, yabancıların saltanat işlerine karışması insaf mıdır?)
Şairin yaşadığı XVII. yüzyıl, tam manasıyla bir “istikrarsızlık yüzyılı”dır. Bu yüzyılda (1603 ile 1703 yılları arasında), tahta dokuz padişah geçmiş ve sadrazamlık mevkii 62 kez el değiştirmiştir. Şairin “perişanlık”, “trajik deprem”, “mülkün sahipsizliği” ifadeleriyle vasıfladığı XVII. yüzyıl Osmanlı düzeninde, olumsuzlukları aşikar bir barışın “coşkuyla” karşılanmasının arka planında askerî ve siyasî istikrarsızlık yatmaktadır. Karlofça Antlaşması’na Osmanlı elçisi sıfatıyla katılmış olan Râmî Mehmed Paşa, devletin Orta Avrupa’dan çekilmesini onaylayan bu anlaşmaya rağmen, büyük bir kahraman kabul edilerek takdir toplamış ve antlaşma sonrası İstanbul’a dönüş yolunda Edirne’de büyük törenlerle karşılanmıştır. Râmî Mehmed Paşa, Karlofça görüşmelerinde gösterdiği başarılardan dolayı, 1702 yılında üç tuğ ihsanıyla kubbe-nişîn olup 1703’te Sultan II. Mustafa’nın padişahlığı sırasında, sadr’azamlık makamına getirilmiştir.11
Râmî’nin Karlofça Antlaşması’nın mimarı olarak sarayda ve halk arasında gördüğü rağbet, bu barışın “beklenmeyen”, hatta “umulmayan” bir rahatlama getirmiş olduğunu ve kamuoyunda siyasî bir başarı olarak kabul edildiğini göstermektedir.
XVIII. yüzyıl şairlerinden Sâbit’in Hüseyin Paşa övgüsünde yazmış olduğu ve Pasarofça Antlaşması’nı anlattığı Sulhiyye, Nâbî’nin kasidesine nazire niteliğindedir. Daha önce de belirtildiği gibi, Osmanlı Devleti 1699 yılında imzalamış olduğu Karlofça Antlaşması ile, Macaristan ve Transilvanya’yı Avusturya’ya, Podolya ve Ukrayna’yı Polonya’ya, Mora’yı da Venedik’e bırakmak zorunda kalmıştır. Bu antlaşma sonunda Asof’u alan Ruslar, ilk kez Karadeniz’e inme yolu bulmuşlardır. Antlaşmanın siyasî dengeleri Osmanlı aleyhine bozan ve dünyadaki güç dengelerini değiştiren önemli bir yönü de vardır. Osmanlı Devleti, antlaşma gereği, birçok devletten aldığı vergilerden vazgeçtiği gibi, Hıristiyanlara daha çok haklar tanımak zorunda kalmıştır.
Karlofça’dan ondokuz yıl sonra, 1718’de imzalanan Pasarofça Antlaşması için III. Ahmet, Sadrazam Nevşehirli Damad İbrahim Paşa’yı görevlendirmiştir. Antlaşmadan yaklaşık ikibuçuk ay önce bu mevkiye getirilen Damat İbrahim Paşa, Osmanlı ordusunun düşman orduları karşısındaki zayıflığını bilmektedir. Onun kendi ordusuna duyduğu güvensizliği, ordugâhtan padişaha gönderdiği şu takririnden de anlamak mümkündür:
“Şevketlu, kerametlu, kudretlu efendim,
Egerçi müsaleha hususı olur derdim; amma bu veçhile suret-pezir olması bir veçhile tasavvur olunmazdı; bu işin böylece vücuda gelmesi pâdişahın baht-ı hümayunları kuvvetinden nâşidir. Askerimizin hali malûm, on bin düşman olsa yüz bin askerimiz mukavemete kadir olmayup firar ederler. Düşmanın kırk elli bin miktarı askeri Zemun sahrasında olup bu veçh ile sulhe rıza vermeleri kuvvet-i baht-ı hümâyuna havâle olunmaz da nedir? Farzedelim İspanya’dan hücum varmış, o dahi muktezâ-yı baht-ı hümâyunlarıdır”12
Ancak III. Ahmet, ısrarla vezirini anlaşma yapması konusunda iknâ etmeye çalışmış ve kendisine bu konuda “ruhsat-ı kâmile” verdiğini belirtmiştir. Nihayet yapılan on iki toplantı sonunda 22 Şaban 1130’da (21 Temmuz 1718) Pasarofça Antlaşması imzalanmıştır.
Antlaşma, yirmi maddeden oluşmaktadır. Bu antlaşmada da Osmanlı’nın ciddi toprak kayıpları olmuştur. “Osmanlı Devleti Eflâk voyvodalığına ait, Aluta (Olt) nehrinin batısındaki Küçük Eflâk arazisi ile Banat da dahil olmak üzere Macaristan’da son Osmanlı eyaleti olan Temeşvar’ı ve Kuzey Sırbistan’daki Belgrad ile Semendire’yi ve bundan başka Tuna’ya dökülen Timok çayından Sava’ya dökülen Una nehrine kadar olan iki taraflı yerleri Avusturya’ya terk etmekte idi; bundan sonra Osmanlı hududu Niş’den itibar edildi.”13
Bu antlaşmayla Osmanlı Devleti, Avusturya ile 25 yıl süreli karşılıklı saldırmazlık konusunda da uzlaşmıştır. Antlaşma geleneğine uygun olarak Damat İbrahim Paşa, bir yıl sonra Avusturya’ya elçi olarak gönderilmiştir. Pasarofça’yı büyük bir başarı olarak kabul eden Sâbit de -tıpkı Nâbî gibi- kasidesine barışın gelişi sebebiyle “Allah’a şükr ederek” başlamaktadır:
Şükr-i Bârî be-fetvâ-yı imâm-ı İslâm
Şerbet-i sulh helâl oldu mey-i ceng harâm
(Allaha şükür ki İslâm imâmının fetvasıyla savaş şarabı haram olup ve barış şerbeti helal oldu.)
Sâbit de savaş ve barışla ilgili tezat teşkil eden benzetmeler yapmaktadır. Bu beyitte savaş, haram olan şaraba ve barış da helal şerbete benzetilmiştir. “Artık savaş çadırları kaldırılmış ve bombalar kandil etrafına süs olarak asılmıştır. Varılan anlaşma ve verilen sözler gereği, düşmanlık kandilleri söndürülmüştür. Şair bu beyitte eskiden kandillerin uzun borulardan üflenerek söndürüldüğünü hatırlatmakta ve tüfek namlusunun artık bu iş için kullanıldığını belirtmektedir. Savaş topları da “gönül köşküne safa bahşeden su borularına” dönüşmüştür. Sâbit’in kasidesinde savaş aletlerinin ve simgelerinin mutluluk ve huzur ortamına ait unsurlara dönüşümüne şu örnekleri verebiliriz
Savaş Barış
toplar sevgi ve vefâ yolunun su borusu
kös (savaş davulu) yemek kazanı
mızrak kebap şişi
savaş miğferi eğlence meclisinin kadehi
zil dostluk balının tabağı
istirahat davulu helva kabı
“Kan içici hassasiyete sahip olan ok, kana bulaşmış dudağını kırmızı şerbetle yummakla” bir bakıma farklı bir mahiyet kazanmıştır. Sâbit, savaş timsali olan unsurları, sosyal çevreye ait birer eğlence aracı biçimine sokarak yeniden yorumlamıştır. Savaştan bıkmış olmanın ve savaş yorgunluğunun etkileri, üslubun zaman zaman ironileşmesine sebep olmaktadır. Öyle ki “sırmalı sancak parçası, bir hamam takımı olarak dolaptaki yerini almakta” ve “çadır ipleri çehizlik elbise gibi, gelin odasının süsü” olarak yorumlanmaktadır.
Ateş renkli bombanın, barış antlaşmasının metnini yazan kâtibe mürekkep hokkası haline gelmesi de savaş ile barış arasındaki benzetme ve yorumların zıtlıklar üzerine kurulmuş örneklerinden biridir:
Âteş-i aştî ile nâme-nüvis-i ‘ahde
Hokka-i mihberedir humbâra-i âteş-fâm
(Barış ateşiyle anlaşmayı yazan kâtibe, ateş renkli bomba şimdi mürekkep hokkası olmuştur.)
Sâbit, ülkeyi bir limana benzeterek barışla birlikte dalga kalmadığını ve ortamın güven kazandığını söylemektedir:
Talgalık kalmadı lîmân emândır şimdi
Rûzgâr-ı sitemin dadını alsın eyyâm
(Dalga kalmadı, liman şimdi emin bir haldedir. Geçmiş günler o eziyetli günlerin tadını alsın.)
Savaşı, “Ye’cüc fitnesi” ve barışı da “onun önüne çekilen İskender’in seddi” olarak anlatan şairin coşkusu, kayıplarla ve olumsuzluklarla neticelenmiş bir barış için doğrusu pek tuhaf kalmaktadır.
Sonuç olarak, her iki kasidenin de ortaya koyduğu husus, Osmanlı insanının XVII. yüzyıldan itibaren barışa özlem duyması ve savaştan bıkmış olmasıdır. Gerek Nâbî’nin kasidesinde gerekse Sâbit’in kasidesinde dile getirilen görüşler, “çözülme” ve “gerileme” dönemi aydınının devletin zayıflığını ve karşı karşıya kaldığı mecburiyetleri farkettiğini göstermektedir. Buradaki kanaatlerin temelinde, Osmanlı askerî düzeninin bozulması ve ordunun eski “savaşçı” niteliğini kaybetmesi büyük rol oynamaktadır. Savaşın bezdirdiği yeniçerilerin ulufe için sık sık isyan etmesi, savaşa niyetlenen padişahları tereddüde sevketmiştir. Zira ordu, artık eski disiplinli ve gaza ruhuyla yanıp tutuşan ordu değildir. Ne gariptir ki Osmanlı ordusunun karşısına çıkan düşman ordularında da benzer disiplinsizlik ve başıbozukluk hakimdir. Nitekim 1688 yılında Viyana’ya elçi tayin edilen Zülfikar Efendi, Mükâleme Takriri’nde, “Avusturyalıların ne kadar bitkin şartlar içinde harbettiklerini, Osmanlı ordusunun da karşısındaki kuvvetin mahiyetini bilmeden, düşmandan perişan bir şekilde kaçmakta bulunduğunu”14 yazmaktadır. Zülfikar Efendi eserinde, 1699 Karlofça Antlaşması öncesinde barış için yürütülen diplomatik faaliyetleri de anlatmaktadır. Eserde, Avusturya ordusunun moral bozukluğu ve disiplinsizliğinin Osmanlı yöneticileri tarafından değerlendirilemediği de belirtilmektedir.
Osmanlı askeri düzeninin bozulmasında, yeniçerilerin sayıca artmakla birlikte, nitelik olarak zayıflaması önemli bir etkendir. XVII. yüzyılın ortalarından itibaren gerçekleştirilen Girit, Avusturya, Lehistan, Çehrin seferleri için çok miktarda askere ihtiyaç duyulmuştur. Ancak sayıca artan askerlerin birçoğu sefere katılmayıp bende, hademe veya esnaf olarak İstanbul’da kalmaktaydı. Hatta “bunlar bilfiil ocakta bulunmayıp hariçte efendilerinin yanında yerler, içerler ve bir kısmı da esnaflık ederlerdi. Bunların arasından efendilerinin kapılarında bulunanlara ‘yahni kapan’ denilir ulûfelerine de ocak efradı arasında “kapıkulu ulûfesi” ismi verilirdi.”15
On altı yıl süren ve 1699 yılında imzalanan Karlofça Antlaşması ile sona eren seferler, devletin askerî sisteminin iyice bozulmasına sebep olmuştur. Nitekim barış imzalandıktan sonra, Sadrazam Amcazâde Hüseyin Paşa devletin diğer kurumlarıyla birlikte, askerî teşkilatınında ıslahı için bir ferman irâd etmiştir. Padişah II. Mustafa’nın da desteğini alan Hüseyin Paşa’nın fermanında başlıca şu hususlar dile getirilmiştir:
“1. Muharebeler sebebiyle Ocağa hariçten ve asker sınıfından olmayan halk ve köylü arasından adam girmişti; muharebe nihâyet bulup sulh akdedilmekle Ocağın tasfiyesi lazım ve zarurîdir; bunun için dirlikte alâkası olmayıp yeniçerilik iddiasında bulunanların tasfiyesi icap ediyordu; çünkü kasaba ve şehirlerden bir haylisi kendilerine bir imtiyaz teşkil eden ve kendilerini vergi ve rüsûmdan muâf bırakan Yeniçeriliğe intisâp için, Yeniçeri zabit ve serdarlarına rüşvet vererek ulûfesiz Yeniçeri kaydedildiklerinden, evvelâ bunların temizlenmesi emrolunmuştur.
2. Bundan başka bu gibilerden İstanbula gelip Bedergâh olmuş, yani ocağa girmiş ve fakat ocakta durmayarak tekrar çıkmış olanlar bir daha ocağa kaydedilmeyeceklerdir.
3. Muharebeler esnasında ocağa kaydolunup seferlerde ve serhatlerde hiç bir hizmeti sebkat (geçme) etmeyenlerin de tahkik olunarak ocaktan ihraçları ile ocakta yalnız isimleri doğru olan Yeniçerilerin bırakılmaları ve bu hususun temini için Yeniçeri kâtibi tarafından verilen mühürlü esâmi defteri mucebince bunlar yoklanarak defterde isimleri olanlar ibkâ edilip olmayanlar ve dirlik iddia edenler reaya kısmına ayrılacaklardır.”16
Ancak bütün bu buyruk ve önlemlere rağmen, Ocak mevcudu yine artmaya devam etmiş ve Yeniçeriliğin ilgâsına kadar, sık sık yeni düzenlemelerin yapılması ve bu hususta tedbirlerin alınması yollarına başvurulmuştur.
Ordu nizamının bozulmasında, sık aralıklarla seferlere çıkılması ve artık askerin savaştan bıkması da önemli rol oynamıştır. Osmanlı Devleti’nin barışa mecbur kalması ve Osmanlı aydınlarının, halkın hissiyatına tercüman olarak barışı bir “kurtuluş vesikası” olarak coşkuyla karşılamaları, bir gerçeği ortaya koymaktadır: Büyük diplomasi gerektiren ve tamamen siyasî kabiliyet eseri olan Karlofça ve Pasarofça antlaşmaları, esasen Osmanlı’nın harp alanlarında daha fazla kaybetmesini önleyen tedbirler cümlesinden sayılmaktadır.
Toplumun hissiyatına tercüman olan şairlerin sisteme duydukları güvensizlik ve Osmanlı askerî sisteminin bozulmasına şahit olarak artık savaşlarda mevcut orduyla başarı kazanılamayacağı yönündeki kanaatleri, barışın tek çare olarak kabulünü gerektirmektedir. Nâbî ve Sâbit, toplumun hislerine tercüman olarak, bu yöndeki yaygın düşünceleri dile getirmişlerdir.
XVII. yüzyılın son çeyreği ile XVIII. yüzyılın ilk yarısında yazılmış birçok edebî eserde “yorgun Osmanlı”nın bu yöndeki “insanî” duygularına şahit olmaktayız.
“Gezmekten saçı sakalı ağarmış tuğlar, artık dinlenmek için bir kenara çekilmiştir.”
1 Doç. Dr. Mehmet Öz, “Onyedinci Yüzyılda Osmanlı Devleti: Buhran, Yeni Şartlar ve Islahat Çabaları Hakkında Genel Bir Değerlendirme”, Türkiye Günlüğü, Sayı: 58, Kasım-Aralık 1999, s. 52.
2 Cornell H. Fleischer, Tarihçi Mustafa Âli, Bir Osmanlı Aydın ve Bürokratı, Çev. Ayla Ortaç, Yurt Vakfı Yay., İstanbul 1996, s. 3.
3 Ali Fuat Bilkan, Nâbî Divânı, MEB. Yay. Ankara 1997, c. I, 85-96.
4 Turgut Karacan, Bosnalı Alaeddin Sâbit, Divân, Sivas 1991, s. 284-291.
5 Kuran-ı Kerim, Tevbe Suresi, 29. ve 36. âyetler.
6 Kuran-ı Kerim, Fetih Suresi, 1-3 âyetler.
7 Kuran-ı Kerim, Muhammed Suresi, 35. âyet.
8 Topkapı Sarayı Arşivi No: D. 7018/1, yp. 34a-37a. Karlofça Antlaşması’nın sadeleştirilmiş özet metni için bkz. Nigâr Anafarta, Osmanlı İmparatorluğu ile Lehistan (Polonya) Arasındaki Münasebetlerle İlgili Tarihi Belgeler, -tarihsiz-., s. 19-20.
9 Baron Joseph Von Hammer Purgsatall, Büyük Osmanlı Tarihi, Üçdal Neş. İst. 1990, s. 580.
10 “Karlofça Antlaşması’ndan sonra II. Mustafa, İbrahim Paşa’yı 571 kişilik büyük bir heyetle Viyana’ya büyükelçi olarak göndermiştir. ” (Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, c. 6, Ötüken Yay., İst. 1983, s. 216).
11 Şeyhi Mehmed Efendi, Vekâyi-i Fudelâ, Neşre Haz.: Doç. Dr. Abdülkadir Özcan, Çağrı Yay., 1989 İstanbul, s. 220.
12 Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, IV. Cilt, 1. Bölüm, 3. baskı, TTK. Bas. Ankara 1982, s. 143.
13 A.g.e., s. 144.
14 Faik Reşat Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, TTK. Yay. Ankara 1987, s. 51.
15 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtından Kapıkulu Ocakları I, TTK. Yay. Ankara 1988, s. 488.
16 Uzunçarşılı, a.g.e., s. 491.
ANAFARTA, Nigâr, Osmanlı İmparatorluğu ile Lehistan (Polonya) Arasındaki Münasebetlerle İlgili Tarihi Belgeler, tarihsiz.
BİLKAN, Ali Fuat (1997), Nâbî Divânı, c. I-II, MEB. Yay. İstanbul 1997.
–––, Hayrî-nâmeye Göre XVII. Yüzyılda Osmanlı Düşünce Hayatı, Ankara 2000.
FLEISCHER, Cornell H., Tarihçi Mustafa Âli, Bir Osmanlı Aydın ve Bürokratı, Çev. Ayla Ortaç, Yurt Vakfı Yay., İstanbul 1996.
KARACAN, Turgut, Bosnalı Alaeddin Sâbit, Divân, Sivas 1991.
KORTANTAMER, Tunca, “Nâbî’nin Osmanlı İmparatorluğu’nu Eleştirisi”, Tarih İncelemeleri Dergisi II, Ege Üniv. Edeb. Fak. Yay. İzmir 1984.
OSMANZÂDE Tâib, Hadikatü’l-Vüzerâ, Der Garten der Wesire, Dr. Robischon, Freiburg, İstanbul 1969.
ÖZ, Mehmet, Osmanlı’da “Çözülme” ve Gelenekçi Yorumlar, dergah yay. İstanbul 1997.
–––, “Onyedinci Yüzyılda Osmanlı Devleti: Buhran, Yeni Şartlar ve Islahat Çabaları Hakkında Genel Bir Değerlendirme”, Türkiye Günlüğü, Sayı: 58, Kasım-Aralık 1999, s. 50.
ÖZTUNA, Yılmaz, Büyük Türkiye Tarihi, Ötüken Yay., İst. 1983, c. 6.
PURGSATALL, Baron Joseph Von Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi, Üçdal Neşr., c. 6, İstanbul 1990.
SULHNÂME-İ Râmî Pâşâ, İstanbul Üniv. Ktp., nu: 268, 101 vr.
SULHNÂME-İ Râmî Pâşâ, İstanbul Üniv. Ktp., nu: 9742, 103 vr.
ŞEYHİ Mehmed Efendi, Vekâyi-i Fudelâ, Neşre Haz.: Doç. Dr. Abdülkadir Özcan, Çağrı Yay., İstanbul 1989.
UNAT, Faik Reşit, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, TTK. Yay., Ankara 1987.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, TTK. Yay. III. c., 2. kısım, Ankara 1982.
–––, Osmanlı Devleti Teşkilâtından Kapıkulu Ocakları I, TTK. Yay. Ankara. 1988.
YÜCEL, Yaşar, Osmanlı Devlet Teşkilâtına Dair Kaynaklar, TTK. Yay. Ankara 1988.
Dostları ilə paylaş: |