Fıkıh kitaplarına göre cinayet, büyük camiler, ana caddeler, büyük köprüler, büyük pazar yerleri gibi kamuya ait mekanlarda işlenirse anılan yerler kimsenin mülkiyetinde veya zilyedliğinde olmadığından kasâme icra edilmez; buraların korunması kamuya ait olduğundan maktûlün diyeti beytülmalden ödenir.37 Osmanlı padişahlarının geniş bir yorumla İstanbul ve havalisinde gerek devlete gerek reayaya ait mekanlarda işlenen faili meçhul cinayetlerde kamunun sorumluluğunu kabul ettikleri anlaşılmaktadır. Ancak bu noktada halli gereken diğer bir mesele ortaya çıkmaktadır. Bu yorumun kurallar hiyerarşisindeki yeri nedir? İslâm hukukunda devlet başkanı sınırlı bir yasama yetkisine sahiptir. Devlet başkanının Kur’ân ve sünnet ile konulan hükümlere müdahale etme yetkisi yoktur. Kasâme sünnet ile fıkha ithal edilmiş bir kurumdur. Her ne kadar İslâm hukukçularından Ömer b. Abdülaziz, Katâde ve Ebû Kılâbe gibi bazıları kabul etmemişler ise de cumhûra göre kasâme sünnetle sabittir. O halde bu özel uygulama bir hukuka aykırılık teşkil etmekte değil midir? İslâm Ceza Hukuku’nda kasâmeyi de kapsamak üzere bir üst ilke vardır. Bu ilke kanların heder olmaması yani masum bir kimsenin kanının zayi olmaması, kısas veya diyetle bir karşılığının bulunmasıdır. Osmanlı fukahası burada mademki anılan gaye tahakkuk etmiştir o halde bir hukuka aykırılık bulunmamaktadır şeklinde bir düşünceyle bu uygulamaya cevaz vermiş olabilir.
Değerlendirilmesi gereken bir diğer husus da şudur: İslâm hukukuna göre devlet başkanı, kadıların yargı görevlerini zaman, mekan ve belirli davaların görülmesiyle tahsis edebilir. Mesela Osmanlı Devleti’nde terekesi beytülmale kalan kimselerden üç bin akçeden fazla alacak iddia edildiğinde davanın mahalli mahkemede değil İstanbul’da görüleceğine dair kanun vardır. Keza ruhanî reislerin işledikleri suçlardan dolayı yerel mahkemede değil Dîvân-ı Hümâyû’nda yargılanacakları kararlaştırılmıştır.38 Nispeten benzer bir şekilde İstanbul’da kasâme davasının dinlenilmeyeceğine hükmedildiği de düşünülebilir.
Bu çalışma Osmanlı hukukuna ilişkin bir probleme ışık tutma amacına yönelik olarak kaleme alınmıştır. Eldeki verilerle nihaî bir hükme varabilmek fazla iddialı olur. Daha sonra elde edilecek bilgi ve belgelerle meselenin billurlaşması ve bu iyice karışmış gözüken problemin çözülmesi umulmaktadır.
DİPNOTLAR
1 Kasâme kelimesinin farklı bir bağlamda, bir tür yazılı taahhütname anlamında kullanıldığı da anlaşılmaktadır; bk. D. S. Richards, “The Qasama in Mamluk Society: Some documents from the Haram Collection in Jerusalem”, Annales Islamologiques, 25, (Kahire 1991), s. 245-284.
2 Kasâme uygulaması başka kültür çevrelerinde mesela Eski Yunanda, Ortaçağ İngilteresinde, Yahudilikte ve Cahiliye Arap toplumunda da görülmüştür. Geniş bilgi için bk. Patricia Crone, “Jahili and Jewish Law: The Qasama”, Jerusalem Studies in Arabic and Islam, (4) 1984, s. 155-156.
3 Abdullah b. Sehl hadisi diye bilinen hadis İslâm hukukunda kasâme kurumunun referansını teşkil etmektedir. Bu hadis kütüb-i sitte gibi meşhur hadis kaynaklarında geçtiği gibi füru kitaplarında da bulunmaktadır; mesela bk. Alaüddin Ebi Bekr b. Mesud el-Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi fi tertibi’ş-şerâi, Beyrut 1996, c. VII, s. 422-423.
4 Kasâme hakkında şu çalışmalara bakılabilir: Semire Seyyid S. Beyyûmî, el-Kasâme ve ahkâmühâ fi’ş-şerîati’l-islâmiyye, Kahire 1990; Crone, s. 153 vd; B. Johansen, “Eigentum, familie und obrigkeit im Hanafitischen strafrecht”, Die Welt des Islams, (19) 1979; Cemalettin Şen, İslâm Huk. Kasâme, yayımlanmamış yüksek lisans tezi, İst. 1996.
5 Ahmed Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri, c. IV, İstanbul 1992, s. 302, (md. 38). Bu maddenin bir başka nüshasında maddeye “Emr-i şer‘ mûteberdir. Şer‘le tazmin eylerse itdürilür ve illâ felâ. ” ifadesi eklendiği görülmektedir; bk. Uriel Heyd, Studies in Old Ottoman Criminal Law, Oxford 1973, s. 76-77, d. n., 77.
6 Akgündüz, IV, s. 299, (md. 18). Bu kanunnamenin bir başka nüshasında maddeye keza “(Bunda) emr-i şer‘-i şerîf mûteberdir, şer‘le diyet lazım gelürse (diyetdür); (ve illâ) gelmez ise nesne yokdur; şer‘-i şerîf ne emr ider ise ol olur. ” ibaresi eklenmiştir; bk. Heyd, s. 67, d. n., 44.
7 Ahmed Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri, c. II, İstanbul 1990, s. 43, (md. 30).
8 Akgündüz, II, s. 170, (md. 7).
9 Akgündüz, IV, s. 369, (md. 30).
10 “Karye-i mezbûrede karındaşım fülan maktûl bulundu bi-hasebi’ş-şer‘-i şerîf dem ü diyet taleb iderim didikde. ihtar itdüği kimesnelerden elli nefer kimesneye yemin-i billah teklif olunub. karye-i mezbûre halkının üzerlerine diyet hükm olunub.” Mecmûa-yı Sakk, Süleymaniye, Reşid Efendi, 281, v. 26b.
11 Mesela bk. Fetâvâ-yı Çatalcalı Ali Efendi, c. II, İstanbul 1312, s. 317.
12 Fetva metni için bk. Akgündüz, IV, s. 57.
13 Ömer Hilmi, Mi‘yâr-ı Adâlet, İstanbul 1301, md. 139-170.
14 Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm Şerhu Mecelleti’l-ahkâm, İstanbul 1330, c. IV, s. 557.
15 İstanbul Ahkâm Defterleri, İstanbul’da Sosyal Hayat, İstanbul 1997, c. I, s. 11.
16 İstanbul Ahkâm Defterleri, I, s. 186-187. Benzer bir hükm-i hümâyûn için bk. a.g.e., s. 221.
17 “. İbrahim nam kimesne hasta olup kendü evinde fevt olup karye-i mezbûre halkı müteveffa-yı mezbûru defnitdüklerinden sonra Mansûr nam mültezim meyyiti makbereden çıkarup başın kesüp karye-i mezbûre kurbinde bırağup badehu “Karyenüz kurbinda maktûl bulundı”. “diyü ahali-i karyeye diyet salup hılaf-ı şer‘ akçaların alup.”, bk. 6 Numaralı Mühimme Defteri (972/1564-1565), c. I, Ankara 1995, s. 313.
18 Hans Georg Majer, Das Osmanische Registerbuch Der Beschwerden (Şikâyet Defteri) vom Jahre 1675, Wien 1984, v. 5a/6.
19 İŞSA, Evkaf-ı Hümayun Mahkemesi, nu. 2, s. 225/3.
20 “Sen ki kadısın, mektub gönderüb, (kaza-i mezbûrda Divane Ahmed nam karyede Nasuh nam kimesne gelüp sakin olalıdan berû karyesi kurbında vaki olan derede maktûl bulunur olup Dumanlı nam karye, mezbûr dereye karîb olmağın ahalisi merkûm derede Yasemin nam maktûlenin bi’l-fiil dem diyetinde zaruret çeküp. meclis-i şer‘de ‘Yasemin nam maktûle deminde halimiz nice olupdı? deyu tezallüm itdüklerin bildirmişsin. 8 Zilkade 979”; 12 Numaralı Mühimme Defteri (978-979/1570-1572), c. II, Ankara 1996, s. 209-210 (1097 numaralı hüküm).
21 Molla Hüsrev, Dürerü’l-hükkâm fî şerh-i Gureri’l-Ahkâm, c. II, İstanbul 1317, s. 428.
22 Heyd, s. 311.
23 Gülnihâl Bozkurt, “İslâm Hukukunda Müste’menler”, Fadıl Hakkı Sur’un Anısına Armağan, Ankara 1983, s. 361-379.
24 Mecelle Cemiyeti’nin hazırlık evrakında şöyle denmektedir: “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’nin muhakemâta dair olan kitabına bed ü mübaşeret olunmak üzre idüğine anın cem ve tertibi sırasında kasâme meselesi dahi mevzû-ı bahs olmak lazım gelüb ancak ol vakte kadar bir çok cinayât davalarının keşmekeşte kalması münasib olamayacağı cihetle şimdilik Mehakim-i Nizamiyece bir şahsın katil olduğu malum ve kanunen idam ya kürek cezasıyla mahkum olduğu halde bu hükm-i kanuni mevki-i icraya konularak kasâme davasının şimdilik tehiri Komisyonca bir çare-i muvakkat olmak üzre Mecelle Cemiyetinde tezekkür olunmuşdur”; BOA, YEE, No: 18/552, Osman Kaşıkçı, İslâm ve Osmanlı Hukukunda Mecelle, İstanbul 1997, s. 320.
25 BOA, YEE, No: 18/552, Kaşıkçı, s. 324.
26 Kaşıkçı, s. 320.
27 Kasâme doğal olarak Osmanlı hakimiyeti altındaki Arap şehirlerinde de uygulanmıştır. Raymond, mahallenin bu anlamdaki sorumluluğundan bahsetmektedir: André Raymond, Osmanlı Döneminde Arap Kentleri, çev. Ali Berktay, İstanbul 1995, s. 92, özellikle s. 118-119. Kıbrıs’ta (Lefkoşa) rastlanan 2 Şaban 1002 tarihli bir kasâme uygulaması için bk. Ronald C. Jennings, “The Use of oaths of denial at an Ottoman sharia court Lefkoşa (Nicosia) 1580-1640”, Journal of Turkish Studies 20 (1996), s. 20. Bursa’da 894/1488-9 tarihinde yaşanan bir kasâme örneği için bk. Bursa sicili, A 7, v. 289a (Heyd, s. 249). Keza Erdek’te geçen bir diğer olay için bk. BOA, İstanbul Ahkâm Defteri, c. II, s. 35, no: 123; ayrıca bk. BOA, İstanbul Ahkâm Defteri, c. I, s. 130, no: 579 ve s. 230, no: 1027.
28 İskilip Şer‘iye Mahkemesi tarafından kasâmeye dair verilip bazı eksiklikleri sebebiyle fetvahane-i âlice nakzedilen 1271/1854 tarihli ilâmın metni için bkz. Ö. Nasuhi Bilmen, Hukukı İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, c. III, İstanbul 1950, s. 196-197.
29 2 numaralı İstanbul Ahkâm Defterinin 72. sayfasındaki 251 numaralı hüküm; bk. İstanbul Ahkâm Defterleri, I, s. 224-225. Metinde geçen bazı okuma hataları düzeltilmelidir: “Serkaz(?), Serkiz”; “mesfûrede kalmaz(?), mesfûrun da kanlımız” şeklinde okunmalıdır. Ayrıca bu hükmün başlığı da muhtevaya muhaliftir.
30 BOA, İstanbul Ahkâm Defteri, c. III, s. 148-149, no: 561.
31 3 Numaralı Mühimme Defteri, Ankara 1993, s. 427; 14 Receb 967 tarihli 950 numaralı hüküm.
32 İŞSA, Galata Mahkemesi, nu. 30, v. 48a/2.
33 İŞSA, Galata Mahkemesi, nu. 42, v. 12b/1.
34 İŞSA, Bâb Mahkemesi, nu. 124, v. 150a/1. Bu kayıttan beni haberdar eden Ömer Menekşe’ye teşekkür ederim.
35 İŞSA, Bâb Mahkemesi, nu. 124, v. 135a/1. Tarihlere bakılırsa bu iki sicil, ya defter ciltlenirken yanlışlıkla birbirlerinin yerine konmuş ya da katiplerin bazen bilinçli olarak sayfalarda boş yer bırakması sonucu sonradan doldurulmuş olmalıdır.
36 Bk. Damad Abdurrahman Efendi, Mecmeu’l-enhur fî şerh-i Mülteka’l-Ebhur, c. II, İstanbul 1311, s. 687; Ömer Hilmi, md. 159: “Bir han odalarının birinde bir kaç kimesneler ma‘an sakin iken içlerinden birisi ol odada katîl bulunup katili malum olmasa kasâme ve diyet ancak katîlin oda refiklerine lazım gelir. Ol hanın sair odalarında sakin olanlara nesne lazım gelmez”.
37 Molla Hüsrev, II, s. 428; Damad Abdurrahman Efendi, Mecmeu’l-enhur, II, s. 684; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr ale’d-dürri’l-muhtâr, c. X, Beyrut 1994, s. 316.
38 M. Âkif Aydın, Türk Hukuk Tarihi, İstanbul 1996, s. 88.
Osmanlı Devleti’nin Son Dönemlerinde
Örfî İdare Uygulaması
Yrd. Doç. dr. OSMAN KÖKSAL
Osmangazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Giriş
Bugünkü “sıkıyönetim” yerine kullanılan “ idare-i örfîye” veya “örfî idare”nin hem kavram hem de kurum olarak ortaya çıkışı oldukça yenidir ve Osmanlı tarih literatürüne I. Meşrutiyet dönemiyle girmiştir. Meşruti yönetimin hukuki zeminini teşkil eden 1876 (1293) Kanun-ı Esasisi1 ile tebaaya tanınan hak ve hürriyetler tanzim edilirken fevkalade hallerde söz konusu hak ve hürriyetlerin ne şekilde sınırlandırılacağı veya askıya alınacağı hususu da düzenlenmişti. Anayasanın meşhur 113. maddesi bu konuda şu hükmü taşıyordu: “Mülkün bir cihetinde ihtilal zuhur edeceğini müeyyed asar ve emarat görüldüğü halde hükümet-i seniyenin o mahalle mahsus olmak üzere muvakkaten idare-i örfîye ilanına hakkı vardır. İdare-i örfîye kavanîn ve nizamât-ı mülkiyenin muvakkaten tatilinden ibaret olup idare-i örfîye tahtında bulunan mahallin suret-i idaresi nizam-ı mahsus ile tayin olunacaktır.”2
Bu hükümle biraz mübhem olmakla birlikte idare-i örfîyenin hukuki bir tanımı da yapılmış3, ancak idare tarzının özel düzenlemelerle belirleneceği vurgulanmakla yetinilmiştir.
Ancak Kanun-ı Esasi siyasi açıdan son derece hassas bir devrede mer’iyete konulmuştu. Anayasanın top sesleri arasında ilan edildiği 23 Aralık 1876 (7 Zilhicce 1293) tarihi, aynı zamanda Rusya’nın isteği ile Rumeli’deki ıslahat programını görüşmek üzere bir araya gelen Düvel-i Muazzama temsilcilerinin Tersane Konferansı için masa başına oturdukları tarihti. Konferansın somut bir karar almadan dağılmasına rağmen Balkanlar meselesini yarım bırakmak istemeyen Rusya, General Ignatief vasıtasıyla Viyana, Paris, Berlin ve Londra ile temasa geçti. Bu teşebbüs neticesinde adı geçen devletler Rumeli’ye yönelik ıslahat taleplerini yineleyen bir protokolü deklare ettiler (23 Mart 1877).4 Osmanlı yönetimi Londra protokolünü kabule yanaşmayınca Rusya başka bazı sebepleri5 de bahane ederek 24 Nisan 1877’de Osmanlı devletine savaş ilan etti.
Örfî İdarenin Doğuşu ve
Yerleşmesi
Kanun-ı Esasinin ilanı tarihinden 4 ay bile geçmeden karşı karşıya kalınan Osmanlı-Rus Savaşı beraberinde örfî idareyi de getirdi. Sulh halinde bile asayiş ve emniyet altına alınamayan Rumeli ciheti harbin ilanıyla tekrar kaynamaya başlayınca hemen hemen tüm yerleşim birimlerinin mahalli mülkî ve askerî idarecileri merkezi yönetimden idare-i örfîye ilan edilmesi talebinde bulunmaya başladılar.6 Hükümet bunları değerlendirmeye çalışırken İstanbul’a Anadolu cephesinde Ardahan’ın işgal edildiği haberi ulaştı.7 Bu hezimet, önce Osmanlı Mebusan Meclisini karıştırdı.8 Arkasından üniversite öğrencilerinden büyük bir grup toplanarak Meclis-i Meb’usan binasını sardılar. Serasker Redif Paşa ile Tophane Müşiri Damat Mahmut Paşa’nın azledilip cezalandırılmasını istediler.9
Olaylara tahammül edemeyen hükümet şiddetle mukabelede bulundu ve 14 Mayıs 1877’de İstanbul’da örfî idare ilan etti.10 İki gün sonra Seraskerlikten Dördüncü Ordu Müşirliği vekaleti, Batum Kumandanlığı, Hersek, İşkodra, Bosna, Yenipazar, Niş, Sofya, Yanya ve Yenişehir Kumandanlıklarına bir telgrafname yazılarak “ahval-i hazıra-i fevkaladeden dolayı lüzum ve mecburiyet-i sahiha göründü-
ğü takdirde Tuna, Varna ve Bosna vilayetleri ile İşkodra valiliğinin ve Rumeli ve Anadolu’da sair mevaki-i muktaziyede hudud-ı malumeleri ile idare-i örfîye altına alınabileceğine” izin verildi ve idare-i örfîye altına alınan yerlerde hükümet-i askeriyenin yetkilerini belirten dört maddelik bir de talimat eklendi.11
Bu hadiseden sonra örfî idare kararları birbirini takip ederek 10 Temmuz’da Bosna vilayetinin Travnik, Banyaluka, Bihke ve Hersek sancakları12, arkasından 28 Temmuz’da Selanik vilayeti idare-i örfîye altına alındı. Mütakiben Yanya vilayeti ile Yenişehir sancağında (28 Ağustos) ve yine aynı vilayetin Tırhala ve Preveze sancaklarında13, Saray ve İzvornik’de14 idare-i örfîye ilan edildi. Ağustos ayı içerisinde Edirne dahil tüm Rumeli bölgesi15 örfî idare altına girdiği gibi yıl içerisinde Girit Adası16 ile Doğu Anadolu’da başta Erzurum17 olmak üzere ihtiyaç duyulan bölgelerde söz konusu idare te’sis edildi.18
Osmanlı Rus Harbinin hitamıyla birlikte Rumeli vilayetlerindeki örfî idare hemen kaldırılamadı. 29 Ekim 1881 tarihinde Sadrazam Said Paşa tarafından Harbiye Nezaretine yazılan bir yazıyla “idare-i örfîye tahtına alınmış olan mahallerden bu muamelenin icrasına ihtiyaçtan vareste olan yerler nereleri ise oralarca kavanin-i adliyenin icrası zımnında tahkikat yapılması emr-i padişahi…” gereği olarak istenmiş19, mahalli askerî mülki yöneticilerden hiç de olumlu cevap alınamamıştır.20
Osmanlı-Rus Harbi yenilgisi dolayısıyla Meclis-i Mebusan’daki ağır eleştirilerden rahatsız olan II. Abdülhamid’in 13 Şubat 1878’de (10 Safer 1295) Meclisi tatil etmesiyle başlayan istibdat rejimi fiili bir örfî idare rejimi olarak sürdüğü gibi o’nun saltanatı boyunca devam eden Girit, Şarki Rumeli, Makedonya, Bulgar ve Anadolu’da Ermeni meseleleri ile 1898’de patlak veren Yemen ayaklanması ve bunu izleyen olaylar siyasi açıdan örfî idareye bir yerde sebep olmaya devam etmiştir.21
II. Meşrutiyet ve Sonrasında
Örfî İdare
23 Temmuz 1908’de Meşrutiyetin yeniden ilanı hürriyet isteyenler için beklenmedik bir başarı22 olmasına rağmen uzun ömürlü olamadı. 13 Şubat 1909’da Kâmil Paşa Kabinesinin güvensizlik oyuyla düşürülmesi ve Hüseyin Hilmi Paşa Kabinesinin kurulmasıyla İstanbul’un siyasi gerginliği günden güne arttı. 6 Nisan’da İttihat Terakkiye karşı keskin muhalefetiyle bilinen Serbestî Gazetesi başyazarı Hasan Fehmi’nin Galata Köprüsü’nde vurulması bu gerginliği zirveye çıkardı. 12/13 Nisan gecesi Taşkışla’da bulunan IV. Avcı Taburu askerlerinin ayaklanarak Sultan Ahmed’de Meclis-i Mebusanı sarmasıyla başlayan 31 Mart Vak’ası 24 Nisan 1909’da Mahmut Şevket Paşa idaresindeki Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girişiyle sonuçlandı. Ertesi gün yani 25 Nisan’da Mahmut Şevket Paşa-yasal prosedüre bile riayet etmeksizin-İstanbul, Çatalca ve İzmit’te re’sen örfî idare ilan etti.23
Hareket Ordusu kumandanlığının örfî idarenin 1911 (1327) yılı Martına kadar uzatılması isteği Meclis-i Vükelaca kabul edilmiş, daha sonra 1912 Temmuzu’na kadar bu rejim sürmüştür.24 22 Temmuz 1912’de göreve gelen Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın büyük kabinesi 24 Temmuz’da idare-i örfîyeyi kaldırmış,25 ancak çoğunluğu ittihatçı olan Meclis-i Mebusanla ilişkileri bozulup 5 Ağustosta Meclisi kapattırma kararı aldırdıktan sonra çıkan olaylar üzerine 17 Eylülde İstanbul’da üç günlük örfî idare ilan edilmiştir.26
Arkasından Heyet-i Vükela’nın Osmanlı basınında “tahlif senedâtı” olarak adlandırılan ve devlet memurlarının politika yapamayacaklarına dair yeminli senet imzalamaları yükümlülüğünü getiren bir karar kabul etmesi ve aynı yükümlülüğün üniversite öğretim üyelerine tatbiki için kararın Maarif Nezaretine bildirilmesi üzerine üniversite öğrencileri “Babıali Nümayişi”ni düzenlemişlerdir. Daha önceleri de “harp isteriz” diye gösteriler yapan öğrencilerin bu son hareketi üzerine hükümet aynı gün “Rumeli ve İstanbul vilayeti ile Çatalca Sancağı” dahilinde idare-i örfîye ilan etmiş27, ertesi gün de Balkan Harbi patlak vermiştir.28
Bu döneme kadar örfî idere rejimi sadece İstanbul’a münhasır olarak uygulanmadı. Yukarıda değindiğimiz gibi Rumeli’de, Makedonya’da aralıklarla da olsa bu idareye başvuruldu. Nitekim Edirne ve Selanik gibi merkeze oldukça yakın bölgeler bu vilayetlerdeki etnik ve siyasi faaliyetler sebebiyle uzun süre örfî idare altında tutuldu.29 Yine Kosova valisi Mazhar Bey’in bazı garip uygulamaları yüzünden 1 Nisan 1910’da patlak veren Arnavutluk isyanı sebebiyle bölge örfî idare altına alındı.30
Karadağ’ın 8 Ekim 1912’de Osmanlı Devletine savaş ilan etmesiyle başlayıp, 30 Mayıs 1913’de akdedilen Londra Anlaşmasıyla sona eren I. Balkan Harbi devletin Rumeli’deki topraklarının tasfiyesiyle sonuçlandı. 11 Haziran 1913’de Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesinden sonra yönetime iyice yerleşen İttihatçılar muhaliflerine karşı en şiddetli tedhiş hareketlerine başladılar.31 örfî idareyi kalkan olarak kullandılar. Kısa süre sonra I. Dünya Savaşı bulutlarının Osmanlı topraklarına ulaşmasıyla Osmanlı Devleti 2 Ağustos’ta başladığı seferberlikle birlikte tüm ülke sathında örfî idareye de başvurdu.32 Böylece devlet merkezi İstanbul’da 1909’da
başlayan örfî idare-Ahmet Muhtar Paşa Kabinesinin kaldırdığı üç aylık dönem hariç tutulursa-1918 yılına kadar aralıksız sürmüş, hürriyet rejimi olarak meriyete konulan meşrutiyet tamamen örfî idareli meşrutiyet veya askerî meşrutiyete dönüşmüştür.33
Örfî İdareyi Gerektiren
Haller ve İlan Şekli
1876 Kanun-ı Esasisinin örfî idare rejimine müracaatı “mülkün bir cihetinde ihtilal zuhur edeceğini müeyyed asar ve emarat görülmesi” şartına bağladığına yukarıda işaret etmiştik. Ancak buradaki ihtilal geniş anlamda kullanılmış olup pratikte harp, isyan ve ihtilal ile sonuçlanabilecek derecede iç ve dış güvenliği tehdit edici haller örfî idareyi meşru ve zaruri kılacak sebepler arasında yer almıştır.34 Söz konusu hallerde örfî idare ilanı yetkisi “hükümet-i seniyye”ye verilmiştir. Hükümetin aldığı örfî idare kararı padişahın iradesi (onayı) ile kesinleşmektedir.35
Harp halinde savaş mahallindeki askerî yetkililer de mahallin mülki hükümet yetkilisi ile görüşmek suretiyle örfî idare ilan edebilmektedir. Ancak bu durumda karar derhal hükümete arz edilip hükümetin izniyle padişah iradesinin alınması şarttır.36 Zaten buna benzer hallerde askerî yetkililere önceden örfî idare ilan izni verilmektedir.37 örfî idare altına alınan bölgenin sınırları hükümetin kararında belirtilmek durumundadır. örfî idarenin süresi konusunda mevzuatta tahdid edici bir hüküm yoktur. Kanun-ı Esasi sadece “muvakkaten” ilan edilebileceğini belirtmiştir. örfî idare kararının Dahiliye Nezaretince bütün ilgililere duyurulması ve örfî idare hudutları dahilinde halka ilanı da kuraldır.38
örfî İdarenin Görev ve
Yetkileri
Yönetim fonksiyonu açısından idare-i örfîye, söz konusu idare altına alınan bir mahalde emniyet ve asayişin korunması için “mülkî (sivil) hükümete ait hak ve yetkilerin askerî hükümete devri”nden ibarettir. Askerî idare bozulmuş (muhtel) olan asayişi yeniden tesis edebilmek için bazı yetkilerle donatılmıştır. Bu yetkiler örfî idareye dair ilk hukuki düzenleme olarak bilinen 20 Eylül 1293 (2 Ekim 1877) tarihli İdare-i örfîye Kararnamesi’nin39 altıncı maddesinde şöyle sıralanmıştır:
a) Lüzum görülen eşhasın gece ve gündüz ikametgahlarını arama,
b) Şüpheli ve sabıkalılardan olup da hükümet tarafından yakalananlar ve İdare-i örfîye mıntıkasında ikametgahları olmayanları bir başka mahalle tard ve teb’îd,
c) Ahalinin esliha ve cephanesini toplama,
d) Zihinleri karıştırıcı yayın yapan neşriyatı kapatmak,
e) Ve her türlü cemiyetleri men etmek.
örfî İdare rejimini donatan bu yetkilerin Kanun-ı Esasinin ikinci kısmında Osmanlı tebaasına tanınan kişi dokunulmazlığı, mesken masuniyeti, matbuat serbestisi gibi temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırdığı meydandadır.
örfî İdareye tanınan en önemli yetkilerden biri de “devletin dahili ve harici emniyetini ihlal edici bilcümle cünha ve cinayet cürümlerinin asıl failleriyle bunlara medhaldar olanların Divan-ı Harp huzurunda yargılanması”dır ki biraz da bu mahkemeleri tanımaya çalışalım.
Divan-ı Harb-i örfîler
örfî İdarenin bir an önce düzeni tesis edebilmesi için suçluların vakit geçirmeden cezalandırılmalarını sağlayacak ve böylece caydırıcı bir unsur olarak yeni yönetime destek olacak seri çalışan bir yargıya ihtiyacı vardır. İcra yetkisi askeri idareye geçince yeni idarenin kendi yargı mekanizmasıyla birlikte işletilmesi mantık açısından da gerekli ve faydalı görülüyordu.
Osmanlı Devleti’nin yenileşme sürecinde yargı müesseselerindeki değişime paralel olarak askeri ceza mahkemeleri de “Divan-ı Harp”40 genel adıyla teşkilatlanmıştır. Örneğin gerek 1837 tarihinde kabul edilen ve kısaca “Cezaname” olarak adlandırılan Kanunname-i Cezada41, gerekse 24 Ocak 1870 tarihli Askeri Ceza Kanunname-i Hümayununda42 mahkeme adı budur. Hatta Cezanamede Divan-ı Harb-i Daimi, Divan-ı Harb-i Mahsus ve Divan-ı Harb-i Tecessüs olarak üç özel askeri mahkeme yer almıştır.43Ancak bunların hepsi asker mensuplarını görevleriyle ilgili suçları sebebiyle yargılayan özel mahkemelerdir. örfî İdare rejimini düzenleyen mevzuat, başlangıçta örfî İdarenin bir parçası olarak kurulacak askeri mahkemeleri de aynı adla, yani “Divan-ı Harp” olarak isimlendirmiştir.44 Ancak ilerleyen süreçte bu ad mahkemelerin nizami askeri ceza mahkemeleri olan Divan-ı Harplerle karıştırılmasına yol açtı. Bu sebeple isim karmaşasından kurtulmak ve örfî idare dolayısıyla kurulan mahkemeleri ikincilerden ayırmak için mahkemelerin sonuna İdare-i örfîyenin “örfî”si eklendi ve adı “Divan-ı Harb-i örfî” olarak yerleşti.45 Zaman zaman “İdare-i örfîye Divan-ı Harbi”46 veya yine başlangıçta olduğu gibi “Divan-ı Harp” şeklinde adlandırmalar olmuş ise de söz konusu mahkemeler kendilerine ait tüm resmi yazışmalarda yerleşmiş olan ilk ismi kullanmışlardır. Bir Örf-i İdare bölgesinde birden fazla mahkeme kurulması ge-
rektiğinde bunların numaralandırılması yoluna gidilmiştir. Örneğin İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra 31 Mart sanıklarını yargılamak üzere İstanbul’da iki, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki Ermeni isyanları üzerine ilan edilen Örf-i İdareyle birlikte Adana’da üç, Cebelibereket’te iki Divan-ı Harb-i örfî birden kurulmuş Adana’dakiler (Adana), Birinci, İkinci, Üçüncü Divan-ı Harb-i örfîsi, Cebelibereket’tekiler de yine Cebelibereket Birinci, İkinci Divan-ı Harb-i örfîsi şeklinde adlandırılmıştır.47
Mahkemelerin İlk Teşekkül
Tarihi ve Osmanlı Dönemindeki
Faaliyet Süreci
Divan-ı Harb-i örfîlerin -Örf-i İdarenin adeta bir unsuru durumundaki yargı kurumları olarak- söz konusu rejimle eş zamanlı olarak kurulup faaliyete başladıklarına hükmetmek için fazla bir kanıta ihtiyaç olmasa gerek. Buna rağmen Osmanlı Devleti’nde mahkemelerin ilk tatbikatının 31 Mart Vak’ası sebebiyle İstanbul’a gelen Mahmut Şevket Paşa’nın 25 Nisan 1909’da (12 Nisan 1325) İstanbul, Çatalca, İzmit bölgesinde ilan ettiği İdare-i örfîye ile başladığı yolunda görüşler ileri sürülmüştür.48 Bu görüşlerin pratik bir değeri olmayacağı açıktır. Çünkü her şeyden evvel Örf-i İdare rejimini tanzim eden mevzuat bu rejimi Divan-ı Harb-i örfîlerle birlikte düzenlemiştir. İkinci olarak örfî İdare altına alınan yerlerde hemen bir mahkeme teşkiliyle göreve başlatılması hükümet tarafından o yerin mülki ve askeri idarecilerine yapılan ilk ve en önemli tenbihat olmuştur.49 Nihayet mahkemelerin 1877 yılında Örf-i İdareyle kurulup faaliyete başladıklarının en önemli kanıtı söz konusu mahkemelerin yargılama kararlarıdır.50
Dostları ilə paylaş: |