Saray'da / Mabeyn-İ Hümâyûn'da Yâverlik Kurumu (1839-1920) / Yrd. Doç. Dr. Ali Karaca [s.610-628]
Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
I-Mabeyn-i Humâyûn’da Yâver-i Hazret-i Şehriyâriler
Osmanlı Devleti’nde idare merkezinin saray olduğu malumdur. Zaman zaman idarede zaafa uğramış olmakla beraber, genellikle Saray hakimiyetinin daha güçlü bir duruma gelmesi takip edilen politikanın esasını oluşturdu. Bununla birlikte Köprülü Mehmed Paşa’dan itibaren, idarenin ağırlığının Bâbıâli’ye kaydığı bilinmektedir.1 l9. yüzyıla gelindiğinde idarî yapılanmaya yönelik olarak köklü değişikliklere girişildi. Bilindiği üzere III. Selim ve II. Mahmut bu düzenlemenin mimarları oldular. Devlet bürokrasisi ve saray teşkilatında yeni bir yapılanma vücuda getirildi.2 Bu devre, aynı zamanda Bâbıâli’nin yani bürokrasinin idarede hakim olmaya başladığı bir devredir. Yeni teşkilâtlanma ve yetki alanlarının belirlenmesiyle, taşranın idaresi merkezden daha etkili bir şekilde kontrol altına alındı. Aynı zamanda Saray karşısında, Bâbıâli’nin yönetimdeki pozisyonu ve rolü daha da belirginleşip, güçlendi. Bu güçlenme o derece arttı ki; bir aralık Sultan Abdulmecid’e, “iradesi alınacak hususların önem ve önemsizliğinin Bâbıâli’de tespiti” hususunda teklif dahi yapıldı.3
Tanzimat Dönemi’nde (1839-1875), Hariciye orjinli bürokratların sadâret makamını ellerinde bulundurmaları ve oluşumların merkezinde yer almaları, idarî yetkilerin Bâbıâli’de toplanmasında etkili oldu. Abdulaziz’in devlet işlerinin yürütülüşünü kontrol maksadıyla da olsa, arasıra Bâbıâli’ye gitmesi, giderek Mabeyn için devlet işlerinin görüşülme mercî olmaktan ziyada, sadece bir onay makamı olma statüsünün benimsemeye başlandığına bir işaretti. Bu devirde sadrazam olan Fuat Paşa’nın, Saray’la Bâbıâli arasındaki bürokratik ilişkileri takip eden Mabeyn Başkâtipliği’ne4 yaklaşımı, Bâbıâli ile Mabeyn’in birbirine karşı durumunu ortaya koymaktaydı.
Dokuz ay kadar Mabeyn Başkâtipliği’nde bulunan İzmirli Mustafa Paşa’nın, Bâbıâli’nin bazı maruzâtı hakkında mütâlaa beyan etmesi ve fikirler ileri sürmesi üzerine, “Başkâtiplerin Mabeyn-i Hümâyûn/Saray ile Bâbıâli/Hükümet arasında muhabere vasıtası olmaktan başka vazifeleri olmadığı halde Mustafa Efendi haddini aşıyor” diyerek tavır koyması ve onu azlettirmesi,5 bu tarihlerde Saray ile Hükümet arasındaki tarzı açıkça göstermektedir. Âlî ve Fuat Paşalar Sâdaret makamında bulundukları sürüce Sultan Abdulaziz’in birçok iradesini çeşitli vesilelerle icrasız bırakmaktaydılar.6 Tabii olarak l876 senesine gelindiğinde Bâbıâli, idarede oldukca güçlendi. Bunun müşahhas bir göstergesi bazı bürokratların Meşrutiyet’in ilanında önemli roller üstlenmesidir. Böylece Bâbıâli’nin, idarî rejimi etkileyecek bir konuma geldiği anlaşılmaktadır. Bu itibarla sadrazamlar, Padişah’ın iradesine aykırı davranmakta sakınca görmeyecek bir tavır içine dahi girdi. Mesela; 19 Şubat 1876’da sadrazam olarak atanan Ahmed Mithat Paşa, II. Abdulhamid’in arzusu hilafına Ziya Bey’i İzmir’e vali olarak atayabilmiş, hatta padişahın deyimiyle: “huzurunda dahi sanki padişah oymuş gibi davranmaya başlamıştı”.7 Bu bakımdan II. Abdulhamid, Saray’ı tekrar güçlendirmek ve Bâbıâli’yi denetlemek maksadıyla sarayda bir takım yeni düzenlemelere gitti.
Bazı görevleri lağvetti ve geleneklerin korunmasına taraftar olmasına rağmen çağdaş usullere göre bir saray kurmaya girişti. Bu maksatla bir hükümdarın “sağ kolu ve ağzı” olarak nitelendirdiği ve mevkii olarak sadrazama eşit konumda değerlendirdiği Mabeyn-i Hümâyûn Başkâtipliği’ne, Sadrazam Mithat Paşa’nın itirazına rağmen Küçük Said Paşa’yı atadı,8 Abdulaziz ve Fuat Paşa’nın yaklaşımı hilafına, Bâbıâli’ye karşı konumunu güçlendirme yolunu benimsedi. 1878’den itibaren Başvekil/Sadrazam dahil nazırların, devletin mühim konularını görüşmek üzere sık sık Mabeyn-i Hümâyûn’da toplandıkları, hatta bazen bu toplantılar nedeniyle günboyu makamlarına hiç uğrayamadıkları görülüyordu.9 İncelendiğinde, bu tarihten sonra devlet idaresinde esas rol oynayan teşkilatın, tepesinde II. Abdulhamid’in yer aldığı Mabeyn-i Humâyûn10 olduğu görülecektir. Zira Sultan’ın idarî merkezi burasıydı11, Saray teşkilatının ana unsurları ve Padişah’ın birinci derecede maiyyetini teşkil edenler bu bölümde bulunmaktaydı. Bu çerçevede, l879 senesinden sonra, Mabeyn-i Humâyûn’da artık mühim bir yer işgal eden Yaverân bölümü de, teşkilatlanma ve fonksiyonları itibariyle önceki dönemlerden daha farklı bir duruma büründü.
Buraya kadar yazılanlarla Saray’la Hükümet’in birbirine karşı durumlarına dikkat çekmedeki maksat, idarî erkin Saray’a aktarılmasında kullanılan mekanizma ve yapının ne olabilceği sonusunu gündeme getirmeye ve cevap aramaya yönelikti. Böylece bu makaleyle; II. Abdulhamid zamanı ağırlıklı olmak üzere Mabeyn-i Humâyûn teşkilatının şematik yapısı içinde, Padişah’ın idareyi kontrolde fonksiyonel dayanaklarından başlıcasını, belkide birincisini oluşturduğu düşünülen Yâverân sınıfının, Saray ve idarî yapıdaki rolleri ile bürokrasideki yerlerinin ortaya konulması hedeflenmektedir.
Mabeyn-i Humâyûn şeması12 ve Yâverler
Mabeyn teşkilatlatında, ilk bakışta dikkatti çeken durum, personel bakımından en kalabalık kısmı Yâverler bölümünün teşkil etmesi ve sardazam, mareşal, nazır ile her dereceden mülki idareci ve her rütbeden askerden, yabancı uyruklu danışmanlara kadar çeşitli önemli mevkilerde bulunan kimselerin bu sınıfta yer almasıdır. Dolayısıyla bu bölümün devlet idaresindeki etkinliğinin ne derecede olduğu sorusunu da akla getirmektedir. Bu soruya; Yâver-i hazret-i şehriyârilikin tarifinden başlanıp, ilgililerin Mabeyn’e ve Yâverân sınıfına alınmaları, yetişmeleri ve aldıkları görevlerle, bazı yaverlerin biyografileri ortaya konularak bir cevap aranacaktır.
A. Yâver-i Hazret-i Şehriyâriler
II. Abdulhamid Dönemi’nde Saray’da, resmî işleri yürüten ve Padişah’ın özel işlerine bakan özel ve resmî sınıfdan oluşmuş iki daire mevcuttu. Esvapcıbaşılık, Seccadebaşılık, Tütünbaşalık, Kahvecibaşılık, Kilercibaşılık ve Kitapcıbaşılık Hususi teşkilatta yer alan dairelerdi. Bunların protokolde yerleri yoktu.13 Resmî protokolde yer alan daireler ise yukarıdaki şemada gösterildiği gibiydi. Resmî daireler içerisinde Yâverler, gerek mensuplarının özellikleri, gerekse sayıları ve fonksiyonları itibariyle dikkat çekmektedir. Söz konusu edilen Yâver-i hazret-i şehriyârilikin tam kapsayıcı bir tarifine Osmanlı deyim ve terimlerini konu edinen eser ve lügatlerde tesadüf edilemedi.14 Bu bakımdan terimin ifade ettiği mananın anlaşılabilmesi, Yâver-i hazret-i şehriyârilerin hususi durumlarının irdelenip, fonksiyonlarının tespitini gerektirmektedir. Kemiyet ve keyfiyet bakımından izahı ise ancak makalenin bütünüyle değerlendirilmesi halinde mümkün olabilecektir.
Seryâver ve Yâver-i harp ünvanlarının ilk olarak Abdulmecid zamanında kullanıldığı anlaşılmaktadır. 1855 tarihli bir belgede Mabeyn-i Humâyun’da bulunan zabitân, mülazım ile Emir çavuşlarıyla diğer görevlilerden bahsedilmektedir. Bunlar; bir ferik, bir miralay, beş kaymakam, dört etibba, bir kâtip, iki hazinadâr, elli dokuz çavuş, otuz yüzbaşı, üç sancakdar, yetmiş bir mülazım ve mülazım-ı evvel ile sâni, dört onbaşı, üç baltacı ve yedi imamdır.15
Bir eserde ise, 1848 senesinde Mabeyn-i Humâyun’da görevli memurların, Serkurena Ferik Selim Efendi, Kurenadan Ferik Hasan Efendi, Ferik Râgıp Ağa, Mirliva Ziver Ağa ve Mirliva Mustafa Ağa, Başkâtip Ferit Efendi (evveli), İkinci Kâtip Rıza Efendi (evveli sânisi), Üçüncü Kâtip Safvet Efendi (evveli sânisi), Dödüncü Kâtip Halim Efendi (evveli sânisi) ve Beşinci Kâtip Mehmet Bey (evveli sânisi), Seryâver Erkân-ı Harbiye Mirlivası Ethem Paşa, Mabeyn-i Humâyun Müdürü Mehmet Bey (sâniye), Esvabcı Sami Ağa (sâniye), biri erkân-ı harp, yedisi Hassa süvari ve piyade subayı sekiz Yâver-i harp ile Istablıâmire Müdürü Mustafa Ağa’nın olduğu kaydedilmektedir.16
Abdulaziz zamanından Mabeyn-i Hümâyûn idaresinde bazı düzenlemeler yapıldığı gibi, Mabeyn işlerinin yönetimi Hazine-i Hassa İdaresi’ne bağlandı ve yine bu maksatla Mabeyn-i Hümâyûn Nezareti ünvanı ihdas edildi.17 Daha Abdulmecit zamanında varlığına tesadüf edilen Yâverlerin18 ilerde bir sınıf teşkil etmelerine zemin hazırlayan ilk oluşumun da bu devrede ortaya çıktığı anlaşılmaktadır.19 “Yâveri-i ekremlik” ünvanı da yine ilk defa onun zamanında kullanılmıştır.20 Bu ünvan, Mısır seyahati esnasında21 Sultan Abdulaziz’e refâkat eden Serasker Fuat Paşa’nın, Mısır valisine karşı daha yüksek bir derecede temsil kabiliyeti kazanabilmesi için ihdas edilmiş (21 Mayıs 1863) bir mertebeyi ifade etmekteydi. Daha sonraları Fuat Paşa’dan bahsedilirken Yâver-i ekremlik ünvanının kullanılmaması,22 bu ünvanın seyahat süresiyle kayıtlı olduğunu akla getirse de, sadrazamlığı esnasında yâverlik kordonunu takması bunun böyle olmadığı göstermektedir.23 Yine Abdulaziz zamanında, Mabeyn teşkilatını veren Devlet salnâmelerinde, Mabeyn-i Hümâyûn’da 1878 yılına kadar bu ünvanı haiz kimselerden oluşan bir birimin olmayışı dikkat çekmekle birlikte Askerî salnâmelerde, “Yâver-i harb-ı hazret-i şehriyârî” ünvanını taşıyan kimseler yer almaktaydı.24 Bu kayıta Devlet salnâmelerinde “Mabeyn-i Humâyûn’a memûr zâbitân-ı askerî” şeklinde rastlanmaktadır.25 Bundan Yâver-i harp hazret-i şehriyâri ile Mabeyn-i Humâyûn’da görevli zâbitân-ı askerinin aynı olduğu anlaşılıyor. Eserinde Yâverân sınıfına bir kaç cümleyle değinen son devir tarihcilerden Ziya Şâkir, Sultan Abdulaziz’in 7’si Rum, geri kalanı Türk, Arnavut ve Araplardan müteşekkil 29 yâveri olduğu, bunların en yüksek rütbelisinin Hassa piyade feriği Mehmed Paşa, en düşük rütbelisinin ise piyade mülazımı olduğunu kaydeder.26 Bununla birlikte kaynaklar dikkate alındığında sabit bir sayının verilmesi pek mümkün görülmediği gibi, burda bahsi geçen yâverlerin Yâver-i harp = Zâbitân-ı askeri olduğu anlaşılmakta ve Mehmed Paşa’nın da 1878’den önce mirliva rütbesinde bulunduğu görülmektedir. Mehmet Paşa’yı ferik olarak zikretmesi ise bahse konu olan sultanın Abdulaziz değil Abdulhamid olması ihtimaline daha fazla ağırlık kazandırmaktadır.27
Şu halde salnâmeler esas alınarak teşkilât incelendiğinde Mabeyn-i humâyûn’da 1878 yılına kadar Yâverler’e ait bir bölüme rastlanmamakla beraber, 1876 senesinde Mabeyn’de Seryâver-i ekrem olarak Erkân-ı harbiye mirlivası Mehmed Paşa’nın yer alması,28 diğer yâverlerin varlığına da delâlet etmektedir. Bahriye meclisi azası’ndan Vesim Paşa’nın, bu görev uhdesinde kalmakla birlikte daha 1863 yılında Padişah yâverliği’ne tayini de buna bir delildir29 1879 yılında ise Mabeyn’de 5’i müşir, diğerleri çeşitli rütbelerden 39 Yâver-i hazret-i şehriyâri bulunmaktaydı.30 1880’de bu rakam, yine 5’i müşir rütbesinde olmak üzere 56 kişiye ulaşmış ise de,31 bu yıllarda Yâverân’ın bir tasnife tâbi tutulmadığı görülüyor.
Yâverânın Mabeyn-i Humâyûn’daki ilk sınıflandırılmasının 1881 senesinde yapıldığı göze çarpmaktadır.32 Buna göre, Saray’da muhaberât ve resmî işleri doğrudan doğruya yürüten daireler arasında yer alan Yâverler Dairesi yanısıra, Mabeyn’de görevli yâverân üç kısma ayrılmaktaydı33: 1- Yâverân-ı kirâm-ı hazret-i şehriyâriler, 2- Yâverân-ı (harp)34 hazret-i şehriyâriler, 3- Yâver-i fahri hazret-i şehriyâriler. Bazı yazarlar bu sayıyı dörde çıkarmaktadırlar.35 Bu farklılığın sebebi, değişik kaynaklarda Yâver-i hâs ve Yâver-i husûsi terimlerinin kullanılmış olmasıdır. Halbuki resmî teşkilâtı veren mehazlarda bu şekilde isimlendirmeye pek tesadüf edilmemektedir. Anlaşıldığı kadarıyla bu şekilde sınıflandırmaya itibar edenler, Yâver-i husûsi/ Yâver-i hâs/ Yâver-i harp = Yâver-i hazret-i şehriyâri örtüşmesini dikkate almamakta veya tespit edememektedirler. Belki böyle bir sınıflandırmaya Mabeyn-i Humâyûn’da yer alan ve üyelerinin tamamı Yâverân silkinde bulunan, başkanlığını II. Abdulhamid’in yaptığı Teftiş-i Umûmî-i Askerî Komisyon-ı Âlîsi Hey’eti’ni dahil etmeleri daha uygun olurdu.
Bu tespitten sonra, en kalabalık sınıf olarak vasıflandırdığımız Yâverân-ı hazret-i şehriyâri silkinde yer alanların sayısına bakıldığında; bunun da yıllara göre değişiklik arzetiği görülür: Salnâmelerde bu sayı; 1889’da 182,36 1892’de 239,37 1901’de 169,38 1903’te 39039 ve 1908’de 40040 kişidir. Başka bir kaynak olan arşiv belgelerinde ise bu sayılar şöyleydi; 1881’te 59, 13 Temmuz 1892’te 119,41 2 Ocak 1893’te 10342 26 Şubat 1895’te 133,43 13 Temmuz 1898’de 16244 ve Şubat 1904’te bu rakam 269’a45 ve 17 Aralık 1908’de 5746 şeklindedir.
Kaynaklarda görülen farklılık, Yâverân sınıfına kaydedilenlerin hepsinin Mabeyn’de bizzat yer almamaları ve maaşlı olup olmamalarından kaynaklanmakta ise de, salnâmelerin verdiği bilgiyle arşiv kaynaklarının ihtiva ettiği bilginin çeliştiği izlenimine yol açmaktadır. Her iki kaynakta gerçekcidir, fakat salnâmelerde verilen sayıya Fahri yâver ve Askerî Komisyon-ı Âlîsi Hey’eti mensupları dahil edilirken, belgelerde sadece Yâverân-ı hazret-i şehriyâri zikredilmektedir. Bu bakımdan Mabeyn’de görevli olanlar hususunda salnâmeler değil arşiv kaynaklı cetveller esas alınması daha isabetlidir. Mabeyn’deki yâverler Seryâver-i Ekrem’in maiyyetinde bulunurlardı.47 Gerektiğinde Seryâver’in görevini üstlenmek üzere bir de Seryâver-i ekrem-i sâni bulunmaktaydı.48 Mabeyn’de, Seryâverden daha yüksek rütbeli Yâver-i ekremlerin varlığı, Seryâver’in yetki ve konumunun tespitinde bir problem gibi görünmektedir. Bu husus Fahri yâverler için de geçerlidir. Zira Fahri yâverân sınıfında müşir rütbesinde kimseler yer aldıktan başka, nazırlardan valilere kadar çeşitli görevlerdeki memûrlar da mevcuttu.49
B. Seçim, Tayin, Terfi ve Taltifleri
Kaynaklar bize Yâverân sınıfına alınanlar arasında sivil ve askerî görevlerde bulunanlarla, farklı sosyal kesimlere mensup kimselerin var olduğunu göstermektedir. Bunların bu sınıfa alınmalarında bazı kıstaslara itibar edildiği ve belirlenmiş bir bürokratik prosedürün yürütüldüğü anlaşılmaktadır. Askerî sınıftan Yâverlik silkine alınacak olanlar Mabeyn-i Humâyûn Feriği/Müşiriyetince tesbit olunur, Seraskerî’den muamelinin kabulü yönünde görüş alınır, bu durum Sadâretin bir arzıyle Padişah’a sunulur ve iradesi çıkardı.50 Res’en irade ile Yâverân kaydedilenler de olurdu. Diğer memûriyetlerde bulunanların bu silke alınmaları halinde ise bağlı oldukları nazaretten görüş istenirdi. Ayrıca adayların tespitinde devlet görevlerinde itibar kazanmış kimselerin tekliflerinin de etkili olduğu anlaşılmakta, hatta bu kimselerin çocukları tercih edilmekteydi.51 Adayın seçim ve kabulü için genellikle liyakat aranılmakla birlikte, sınıf ve rütbelerinde belli bir ayrım yoktu. Zira müşir rütbesinden mülazım rütbesine, öğrenceden nefere kadar her kademeden insan Yâverân sınıfına girebilmekteydi.52 Bu bakımdan devlet hizmetine alınmış olan bir çok Avrupalı uzmanın da yâverlik sınıfına kaydedilmeleri dikkate değer bir husustur.53 Fahri yâverlikten Yâverlik’e yükseltilmelerin görülmesi ise derecelendirmede Fahri yâverlikin konumuna işaret etmektedir.
Yâver-i hazret-i şehriyârilerin seçiminde II. Abdulhamid, tercihlerinde bir dereceye kadar siyasî maksadını da önplanda tutmaktaydı. Bu cümleden olarak Sultan’a/ Devlet’e bağlılıklarının güçlendirilmesi gerekli görülen kimseler bu sınıfa kaydedilmekteydi.54 Bulgaristan Prensi Ferdinand gibi idareciler,55 bir zamanlar Hakkari yöresinde diğer aşiretlere karşı tutumuyla devleti Avrupalı devletler nezdinde zor durumda bırakan Bedirhanoğulları,56 bir asra yakın Suriye bölgesinde, özellikle Mîrü’l-Hac olarak devlete hizmet eden Azm-zâdeler57 ve yine Şam’ın ileri gelenlerinden Cezayirli Emiroğulları gibi yerel ailelerin bazı fertleri bu maksatla Yâverân silkine alınanlardandı.
Yâverlerin tespitlerinde olduğu gibi terfi ve taltiflerde de Mabeyn-i Humâyûn Müşiriyeti’nin teklifi, Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî’nin tezkeresi ve Sadâret’in arzı üzerine58 iradesi çıkmakta,59 durum sonra ilgili birimlerden Seraskerî’ye60 veya Daire-i Askeriye’ye61 yada Bahriye Nazareti’ne62 tebliğ edilmekteydi. Yabancı devletler tarafından Yâver-i hazret-i şehriyârilerden birine nişan verilmesi halinde, bu hususta, Hariciye Nazareti’nin ilgili yazısı üzerine yine Sadâret’in arzıyla gerekli izin istenmekte ve bu yönde iradesi çıkmaktaydı.63 Yâverlerin kendilerine olduğu gibi64 ailesinden olanlara da nişan verildiği oluyordu.65
Yâverler, kendilerini diğer saray mensupları ile devlet memurlarından ayıran özel bir kıyafet giyiyordu. Gerekli resmi formaliteleri tamamlanıp, Yâverân sınıfına alınanlar kendilerine mahsus üniforma, kırmızı fes, beyaz eldiven ve mahmuzlu rugan çizme giyip, yâverlik kordonu ile nişanını takarak, son model arslan başlı bir kılıç kuşanırdı.66 Bu kıyafet aynı zamanda onların özel bir statüye sahip olduklarının göstergesiydi.
C. Maaşları
Yâverlerin kendilerine mahsus kıyafetleri olduğu gibi bir maaşları da vardı. Yâverân’ın maaşları ile ilgili detaylı bilgiyi havi kayıtlara şimdilik ulaşılamadı67 ise de, bize bir fikir verebilecek kadar parakende belgeler mevcut olup, bunların vereceği bilgilerle bir sonuç çıkarılmaya çalışılmıştır. Mesela; 1880 tarihinde Mehmed Namık Paşa’nın Yâverânlık hizmetine karşılık olarak, Hazine-i Hassa-ı Şâhâne’den aylık aldığı anlaşılmaktadır. 20 bin kuruş olan bu maaşı, tenzîlât-ı umûmi sırasında 10 bin kuruşa indirilmişti.68 Yine 1882 tarihli bir belgede, Yâverân-ı fahri Mirliva Baron Von Goltz Paşa’ya aylık olarak 9389 kuruş 30 para maaş bağlandığı ve tahsis edilen bu para Nizamiye Hazinesi’nden ödendiğini görmekteyiz.69
Kayıtlardan 1897/98 senesinde ise yâverliğe mahsus maaşlarda bir indirime gidildiği ve bu maaşın 320 kuruş olarak belirlendiği anlaşılıyor.70 Mart 1903 tarihli bir diğer kaynak ise Yâverândan Şâkir Paşa’ya 10 bin, Zeki Paşa’ya 8300, Romafi Bey’e 7096, Mehmed Paşa’ya 6400, Thomas Bey’e 2580, Şerif Paşa’ya 800 ve farklı rütblerde 258 kişiye ise 320’şer kuruş aylık verildiğini göstermektedir.71 Bu son belgeye bakarak şimdilik maaşlara dair söyleyebildiğimiz, yâverân ödeneklerinin çok yüksek olmadığı, ancak esas görevlerine karşılık aldıkları aylığa ilaveten ve sembolik bir yâverlik tahsisatı aldıklarıdır. Yâverlik sınıfında olanlar da diğer devlet memûrları gibi emekli olduklarında emekilik maaşı almaktaydılar. Mesela, uzun süre devlete sadakatla hizmet ettikten sonra emekliye ayrılan Fahr-ı yâver-i ekrem Direse Paşa’ya, 1885’te Meclis-i Vükelâ’da görüşüldükten sonra, kayd-ı hayat şartıyla 30 lira emekli maaşı bağlanmıştı.72
II. Meşrutiyet’ten sonra ise bu husustaki bilgiler daha açıktır. Bu dönemde bütün değer alanlarda olduğu gibi, yâverlere ait muamele de değişikliğe uğradı. İleride daha detaylı bir şekilde temas ediceğimiz bu konuda, sadece maaşlar hususuna bakıldığında; Seryâver’e Hazine-i Hassa’dan ayda 4000 altın kuruş/140 altın lira maaş bağlanıp, senede 50 altın lira elbise bedeli ödendiği ve Yâverân sınıfına yeni alınanlara ise 150 altın ihsan edildiği görülmektedir.73
Maaşların kaynağına gelince: Yâverân maaşları Hazine-i Hassa ve Nizamiye Hazinesi’nden ödenmekteydi. 1895 yılında bazı vilayet ve sancakların gelirlerinden tahsisat ayrılmaya başlanıldığı anlaşılmakta ise de, bu tarihten önce vilayet ve sancaklardan söz konusu tahsisatın ayrılıp ayrılmadığı tespit edilemedi. Maaş ve elbise bedeli olarak alınan bu tahsisâtın diğer vergilerde olduğu gibi eksiksiz tahsil edilemediği görülüyor. Sözkonusu bakiye 1895-1898 yılları arasında 4.401.446 kuruş 14 parayı bulmuş olup74, aradaki açığın nasıl kapatıldığına dair bir bilgiye ulaşılamamakla birlikte, bu açığın Hazine-i Hassa’dan karşılandığı galip ihtimaldir.
D. Yâverlere Ait Bina
Önceleri sayı olarak kalabalık olmayan ve Dolmabahçe sarayında barınan75 yâverlerin, II. Abdulhamid zamanında giderek etkili bir statü kazanır hale gelmeleri ve sayılarının artması, onlara mansus bir binayı gerekli kılmaktaydı. Bu maksatla Padişah tarafından Yıldız sarayının yanında uygun bir bina yapılması emredildi. Bu bina, daha çok Saray’da nöbette kalan yâverler için inşa edilmekte ise de, aynı zamanda Saray Teşkilatı’nda Yâver sınıfının varlığının kalıcı olduğunun da bir deliliydi. Zira kendilerine mahsus bir kıyafetleri ve görevlerine ait aylıkları olduğu gibi şimdi Yıldız’ın müştemilâtında bir de binaları bulunmaktaydı. Bina yâverlerin yatak odakları ve temel ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde iki katlı olarak planlanmıştı. Yapımı 1890 tarihinde tamamlanan bina, 117.672 kuruşa tefriş edildi.76 Yâverân Dairesi de denilen binada, Mabeyn Müşiri Şakir Paşa, Sakallı Mehmed Paşa ve Seryâver ile nöbette kalan yâverlere ait odalar bulunmaktaydı.77 Ayrıca yâverlerin hizmetini görmek üzere bazı görevliler de atanmıştı.78
II. Meşrutiyet’te Seryâver olan Hurşid Paşa, yâverlerin Sultan Mecid zamanında (1838-1861) sarayın dışındaki Hazine-i hassa nezareti dairelerinde kaldıkları bilgisini verdikten sonra, Meşrutiyet’in ilanıyla teşkilâtın karıştığını, seryâver ve yâverlerin aynı odada kalmaya başladıklarını kaydetmetedir. Öyle anlaşılıyorki II. Abdulhamid’in tahttan uzaklaştırılmasından sonra, sayıları iyice azaltılarak müesseseleşme imkanını kaybetmeleriyle birlikte, kendilerine ait bu binadan da mahrum kaldılar. Dolayısıyla yeni statü ve görevlerine uygun olarak sarayda, Seryâver’e bir, diğer yâverlere de ayrı bir oda tahsis edilmesi yeterli bulundu.79
E. Yetişmeleri ve Tahsilleri
Buraya kadar genel hatlarıyla Yâverân sınıfının bir müessese olarak ortaya çıkmasına esas teşkil eden unsurlar üzerinde duruldu. Böyle bir teşkilatın bünyesinde yer alanların özelliklerine dikkat çekilmesi, konuyu tamamlayıcı olması bakımından önem arzetmektedir. Bu hususun başında ise devletin, yöneticileri hazırlama politikasının da bir göstergesini oluşturan, bürokratların yetişme şartları ve eğitimleri gelmektedir. Bilindiği gibi Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyılda benimsediği politikalardan biri de Avrupa’ya öğrenci gönderilmesidir. Özellikle ihtiyaç duyulan alanlarda uzman yetiştirilmeye yönelik bu uygulamayı80, hayata geçiren reforumcu II. Mahmud oldu.81 Daha sonra da sürdürülen bu devlet politikası gereği82 II. Abdulhamid, ülke çapında modern eğitimi hedefleyen okullaştırma politikasına hız verdi83 diğer yandan da yine bu politikanın bir icabı olarak Avrupa’ya öğrenci gönderilmeye devam edildi.84
Yâver-i hazret-i şehriyâriler, dönemin şartlarına göre eğitim imkânlarını en iyi kullanan kimselerdi. Bir başka ifadeyle, Yâverân sınıfına alınanlar, genelde iyi eğitim görmüş ve bunların önemli bir kısmı Avrupa’da uzmanlaşmış veya eğitilmiş kimselerdi.85 Bunlar arasında Avrupa’da öğrenim gördükleri esnada bu silke kaydedilenler bulunduğu gibi Avrupalı olup, orada yetişip, uzmanlaşan ve daha sonra belli bir süre Osmanlı Devleti’nin hizmetine alınanlardan da Yâverân sınıfına katılanlar mevcuttu.
Uzman yetiştirmek üzere Avrupa’ya öğrenci, özellikle askerî öğrenci gönderilmesi 1883 yılından itibaren daha sistematik bir hale getirildi.86 Böylece Avrupa seyahati esnasında Abdulaziz’in, disiplin ve eğitim ile askerî tekniklerini çok beğendiği Almanya ordusu sistemine geçilmesi yönünde başlattığı politika da bir nevi gerçekleştirilmiş oluyordu. Zira daha ziyade Almanya’ya askerî öğrenci gönderilmeye başlanmıştı. Yirmi yıldan daha fazla sürecek olan bu politikada, İngiltere’nin 1871 yılından itibaren Osmanlı Devleti’nin aleyhine siyaset izlemeye başlamasının ve bazı konularda Fransa ile Rusya ile birlikte hareket etmesinin rolü, ayrıca 1877/78 sonrası gelişmeler de belirleyici olmalıydı.
Bahsettiğimiz planlama çerçevesinde 21 Ağustos 1903 tarihi sonuna kadar ortalama üç ile beş yıl arasında değişen sürelerle Almanya’ya beş kafile halinde subay gönderildi ve bu 92 subaydan 84’ü eğitimlerinde başarılı oldu.87 Birinci kafile 1883-1887,88 ikinci kafile 1887-1890,89 üçüncü kafile 1890-1894,90 dördüncü kafile 1894-189991 ve beşinci kafile1899-190392 senelerinde gidip döndü. Bu kafilelerde çok sayıda Yâver-i hazret-i şehriyâri bulunmaktaydı. II. Abdulhamid, 1897’de Almanya’ya 15 tıp, yaklaşık 24 subay, bir hayli ziraat öğrencisi93 ayrıca Fransa’ya da bir çok öğrenci gönderildiğini belirtmekteydi.94
Yine bu politikaya istinaden getirtilen Avrupalı uzmanların, eğitim alanında istihdam edilenleri, bilhassa askerî sınıftan olanlar üzerinde tesirli oldu. Bir dereceye kadar Alman disipliniyle yetişen subayların, ordu-siyaset ilişkisi çerçevesinde Almanya taraftarı bir politika benimsemiş olmaları bu eğitimin bir sonucudur. Meşrutiyet’ten sonra da Avrupa’ya öğrenci gönderilmeye devam edildi.95 Bunlar içerisinde kendi imkânları ile gidenler olduğu gibi96 devleten tahsisât alanlar da bulunmaktaydı.97 1909 tarihinden sonra Yâverân sınıfına alınanların hemen hemen hepsinin daha önce Avrupa’da eğitim görenler arasından seçilmesi ayrıca kayda değer görünmektedir.
Dostları ilə paylaş: |