B. TAŞRA TEŞKİLÂTI XVII. Yüzyılda Taşra Yönetimine Genel Bir Bakış / Prof. Dr. Yücel Özkaya [s.699-709]
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi / Türkiye
Onsekizinci yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu artık kuruluş ve yükseliş devirlerindeki sağlıklı ve düzenli durumunu kaybetmiştir. İmparatorluğun ilk kuruluşundaki sağlam temellere dayalı kurumlar, yanlarına yenilerinin de eklenmesi ve bazı değişikliklerle devam etmekte ise de, merkezi otorite zayıflamış, yolsuzluk, rüşvet her yeri sarmıştır. Gerek idarî yönetimde, gerekse askerî sistemde (timarlı sipahiler-yeniçeriler) bozukluklar ortaya çıkmaya başlamıştır. Taşradaki halk, ağır vergi yükleri, yerel yöneticilerin zulmü, eşkıyaların nahiye ve köyleri talanı sonucunda perişan olmuş, yerini-yurdunu terk eder hale gelmiştir. Vergiler geride kalan halkın omuzlarına yüklenmiştir. Yerel yönetimlerde de önemli değişiklikler olmuştur. Bu değişiklikleri sırasıyla görmekte yarar vardır.
A. İdarî Alanda
Mutasarrıf diye adlandırdığımız beylerbeyleri, sancakbeyleri, XVIII. yüzyılda çoğu kez görev yerlerine gitmemişlerdir. Bunların bir bölümünün sancaklarda saray adı verilen büyük konakları bulunurdu. Bu konakların yangınlar ve diğer nedenlerle onarımı gerektiğinde, bunun masrafı kaza halkına yüklenmekteydi. Beylerbeyleri, bütün sancakları yönetimleri altında bulundurur ve paşa sancağı denen merkez sancakta otururlardı. Ancak, XVIII. yüzyılda gerek beylerbeyleri, gerekse sancakbeyleri sancaklarında pek az kalmışlardır. XVIII. yüzyılda sancakları, bunların yerine vekilleri durumunda olan mütesellimler yönetmiştir.
Mütesellimlik, XVII. yüzyılın sonlarından Tanzimat dönemine kadar devam etmiştir. Talat Mümtaz Yaman, XVII. yüzyıldan bahsederken bu görevin “Daha mühim şahıslara ve hemen ekseriyetle dergâh-ı alî kapıcıbaşılığı payesine haiz kimselere ihâle edildiği görülmektedir” ifadesini kullanmaktadır.1
Mütesellimlik kurumu, her ne kadar XVII. yüzyılın sonlarında da var olarak görülüyorsa da, bu tarihlerde sayıları yok denecek kadar azdır. Oysa, XVIII. yüzyılda sancakların çoğu mütesellim ile yönetilmektedir. Artık, taşrada yönetim enderunlulardan çıkmış, yerli ve Türk kökenli kişilerin eline geçmiştir.
Memleket ayânının ve ileri gelenlerin mütesellimlikleri elde edişleri, XVIII. yüzyılın başlarından itibaren yaygınlaşmıştır.2 XVIII. yüzyılın ikinci yarısında dergâh-ı alî kapıcıbaşlarından, mutasarrıflardan mütesellim olanlar var idi ise de, bunların yanı sıra memleket ayânından olanların sayısı çok daha fazladır. Kaldı ki, bunlar da memleket ayânındandır.
XIX. yüzyılda, özellikle İstanbul’dan taşradaki dergâh-ı alî kapıcıbaşları arasından ve diğer büyük rütbeli görevliler arasından tayin edilen mütesellimler de görülmeye başlanmıştır.3
Beylerbeyleri ve sancakbeyleri olan kişiler görev bölgeleri olan sancaklara gitmedikleri ya da gidemedikleri (bir savaş ile görevli oldukları) zaman yerlerine mütesellim adı verilen bir vekil tayin etmekteydiler. Bu kişi beylerbeyinin ya da sancakbeyinin görevlerine sahipti. Bu kişiler genellikle bulundukları yerlerde nüfûz ve kudret sahibi yerli ailelere mensup kişilerdi. Bu kişiler mütesellimlik ve voyvodalık gibi önemli görevlerden alındıktan sonra, ayânlık mücadelesine girişmekte iseler de, daha değerli ve önemli olan mütesellimlik görevini bir yolunu bulup ele geçirmek için uğraşmakta idiler. Genellikle aynı kişiler bazen ayân, bazen de mütesellim olarak görevlerini sürdürmekteydiler.
XVIII. yüzyılda yaygın olan bir usul de “arpalık” tarzında sancak tevcihidir. XVI. yüzyıldan beri sayıları artan vezirlere gelirleri kâfi gelmediğinden, geçim kaynağı olarak “arpalık” adı ile sancaklar verilmeye başlanmıştı.4 Önceleri “arpalık” olarak verilen sancakların sayısı çok azdı. XVII. yüzyılın sonları ile XVIII. yüzyılın başlarında arpalık olarak verilen sancakların sayısının çok büyük boyutlara ulaştığı görülmektedir. Arpalık olarak sancaklara atanan kişiler sancaklarına gitmekten ise, yerlerine mütesellim atamayı daha uygun görmüşlerdir.
XVIII. yüzyılda mütesellimlerin sayısının artmasında arpalık şeklinde sancak tevcihi yanı sıra, uzun süren savaşlar nedeniyle beylerbeylerinin, sancakbeylerinin savaşlarda bulunmaları, uhdelerinde başka görevler olmasının etkisi büyüktür.
XVIII. yüzyılda mütesellimlik görevini elde eden yerli hanedanların bu görevlerinin kendilerine kazandırmış olduğu yetki sebebi ile artırdıkları servet sonunda iyice kuvvetlendikleri de bir gerçektir.
Mütesellimler bazen yerlerine bir vekil, “mütesellim vekili” tayin etmektedirler. Örneğin, Bozok Mutasarrıfı Capar-zâde Süleyman, aynı zamanda Çankırı, Ankara, Kayseri mütesellimidir. Bu kadar geniş sahada hüküm süren bu kişi Çankırı, Ankara, Kayseri’ye mütesellim vekilleri tayin etmiştir.
Mütesellimlerin büyük çoğunluğu yerli hanedanlara mensup kişiler ise de, bu bir kaide değildir. Sayıları fazla olmasa da, yerli hanedana mensup olmayan, dışarıdan olan kişilere de mütesellimlik görevi verilmiştir. Fakat, bunlar görevlerine gittikleri yerlerde ellerinde fazla kuvvet olmadığı için tutunamamışlardır. Elinde yeterli kuvveti olmayan, mal, eşya ve serveti bulunduğu yerin hanedanına göre yok denecek kadar az olan, dışarıdan gelen bu kişiler, devletin ve sancakbeyinin gelirlerini yeteri kadar toplayamamış, emirleri yerine getirememişlerdir. Muhtemelen bunlara karşı hanedan sahibi ailelerin halkı kışkırttığı da düşünülebilir.
Mütesellim tayinlerinde, atanacak kişinin halkı ve sancağı koruyabilecek, devlete ve valilere ait vergileri toplayabilecek dirayette bir kişi midir, değil midir hususları üzerinde dikkatlice durulmaktaydı.
Mütesellimler vali buyrultusu ile tayin edilir, devlet de bunu onaylardı. XVIII. yüzyıl boyunca tayin edilen mütesellimlerin hemen hemen hepsinin yerli hanedana mensup oldukları gözlemlenmektedir. Örneğin, Capar-zadeler (Bozok-Yeniil), Zenneci-zâdeler (Kayseri), Gaffar-zâdeler (Konya), Kara Osman-zâdeler (Saruhan), Yılanlı-zâdeler (Hamid), Turunç-zâdeler (Karahisar-ı Sahip), İlyas-zâdeler (İzmir), Cizyeci-zâdeler (Hüdavendigar), Tuzcu oğulları (Rize), Nakkaş-zâdeler, Müderris-zâdeler (Ankara) vb. Tayinlerde, atanacak kişinin sancağın ileri gelenlerinin istediği ve tasvip ettiği kimse olması, devlete ve valilere ait vergileri zamanında toplaması yanı sıra halkı “def’u ref’u te’adiyat ve mezâlimden” koruması, “sair fermân olan hidemât-ı aliyyenin edâ ve temşiyeti” yerine getirmesi üzerinde de durulmaktaydı.5
Halk tarafından seçilip, devletin onayı ve vali buyrultusu ile atanan ayânlar ile mütesellimler arasında sık sık çekişmeler olur, bu durumda da halk büyük zarar görürdü. Dikkati çeken bir husus da yerli ailelerin uzun süre ayânlık görevini elde ettikleri gibi, daha sonraki tarihlerde mütesellimlik görevini de elde ettikleri hususudur. XVIII. yüzyılın ikinci yarısında, valiler gibi mütesellimler de sık sık görevlerinden alınmaktadır.
Mütesellimler “Mütesellimlik Şehriyesi” adıyla bir ücret aldıkları halde, aç gözlülükleri nedeni ile kadı ve ayân ile anlaşıp “tevzi defterleri”ne fazla akçeler de eklemekteydiler. Hanedanların büyük bölümü uzun süre zaman zaman ayânlık, zaman zaman da mütesellimlik görevlerini ellerinde tutmuşlardır.6
XVIII. yüzyılda voyvodalık idaresi de yaygınlaşmıştır. Has olan yerlere voyvoda atanmaktadır. Voyvodanın görevleri de sancakbeyinin görevlerinin aynısıdır. Voyvoda tayin edilen kişiler de yerli aileler arasından olmaktadır. Beylerbeyine bağlı olan bu görevliler, devletin, beylerbeyinin emirlerini yerine getirirlerdi. Bunlardan kapucubaşılık payesine sahip olanlar da vardır. Örneğin, Bilecik’te Kalyoncu-zâdeler, Yeniil’de Capar-zâdeler kapucubaşı rütbesine haizdir. Voyvoda tayinleri ismi açık bırakılan “zabt temessükü” ile olmaktaydı. Voyvodalar arasında bir zamanlar ehl-i şer’ sınıfına mensup olanlar da vardır. Örneğin bir zamanlar Eğin Naipliğini yapmış olan Ebubekir, daha sonra burada voyvoda olmuştur. Ancak, ehl-i şer’ zümresine mensup olan Ebubekir’in reayayı korumaya muktedir olamadığı yolundaki şikâyetler üzerine hanedandan bir başka kişi, Mehmet Bey voyvoda olarak atanmıştır.7 Mütesellimler gibi voyvodalar hakkında da şikayetler sık sık ortaya çıkmaktaydı. Örneğin, Beypazarı Voyvodası hakkında olan şikâyetler bunlardan yalnızca bir tanesidir.
Voyvodalar da yerli hanedanlara mensup kişiler olup, uzun süre fasılalarla bu görevlerini yürütmektedir. Örneğin, Bolu ve Viranşehir Sancağı’nda Çalık-zâdeler buna örnek gösterilebilir. XVIII. yüzyılın sonlarında Bolu “iri has” olmuş ve sancakbeyliği görevi kaldırılarak voyvoda ile idare olunmaya başlamıştı. Bolu Sancağı’nın mutasarrıflarının, mütesellimlerinin kaza halkından “gel-geç akçesi” gibi adlarla tekâlif-i şakka diye tanımlanan yasa dışı vergiler toplamaları ve bu yüzden pek çok köyün “harap ve harabe” olması nedeniyle 1107 (1694-1695)’de Bolu Sancağı “Sancaklıktan ihrâç ve havass-ı hümâyûna” katılmış, her sene bir kişiye iltizam ile voyvodalık şeklinde idare edilmeye başlanmıştı.8
Denizli de voyvodalık ile yönetilen önemli sancaklardan biridir. Güzelhisar-Menemen, Soma, Akhisar, Manisa, Uşak, İzmir, Bayındır, Bilecik voyvoda ile idare edilen yerler olarak görülmektedir.
XVIII. ve XIX. yüzyıllarda bazı sancakların muhassıllık ile yönetildiğini görmekteyiz. Bunlar da sancakbeyinin yetkilerine sahiptir. Canik (Samsun), Hamit (Isparta), Karahisar-ı Sahip ve çevresi, Saruhan (Aydın) muhassıllıkla yönetilen yerlerdir. Muhassıllıkları da yerli aileler ele geçirmekteydi. Örneğin, Canik (Samsun)’te Canikli-zâdeler bu görevi uzun süre ellerinde tutmuşlardı. Teke, mütesellimlikle idare edilmiş, ancak, 1812’de mütesellimlikten çıkarılmış ve muhassılık ile yönetilmeye başlanmıştı.9
XVIII. yüzyılda devlet ile halk arasında işlerin yerine getirilmesi konumunda ayânların önemli bir fonksiyonu olduğunu görmekteyiz. Osmanlılarda, XVI. ve XVII. yüzyıllarda ayân olarak ileri gelen kişiler kastediliyordu. XVIII. yüzyılda “ayân-ı vilâyet”, “ayân ve eşraf”, “vücûh-u memleket” diye adlandırılan ileri gelenlerin dışında resmî ayân tabiri 1726’dan sonra yaygınlaşmıştır.
XV. ve XVI. yüzyıllardan beri mevcut olan ayân ve eşraf sınıfının sayısının XVIII. yüzyılda çok arttığı görülmektedir. XVI. yüzyılın ortalarında bu sınıfa giren mültezimler, mukataa eminlerine XVI. yüzyılın sonlarından itibaren azledilmiş ya da tekaüt olmuş sancakbeyleri, kadılar, naipler, müderrrisler, müftüler ile bunların çocuklarının da katılmasıyla ayân-ı vilâyetin sayısında büyük artmalar görülmüştür. Bu kişiler daha sonra halk ile devlet arasında aracılık görevini yerine getiren resmî ayânlık görevini ele geçirmeye başlamışlardır. Bu yüzden XVII. yüzyılın sonlarında az sayıda görülen ayânların sayısı XVIII. yüzyılda yaygınlaşmıştır.
XVI. yüzyılda ileri gelen hanedanlar, bulundukları yerlerdeki zenginlikleri, sosyal durumları, prestijleri nedeni ile sivrilmişler, devlet ve halkın gözünde etkili bir durum kazanmışlardır. Devlet, bu ailelerin çoğundan henüz resmî ayân değiller iken bile eşkıya tedibi, asker temini, zahire sağlanması, hazinenin sağ-salim İstanbul’a ulaştırılması gibi konularda yardım istemekte idi.
Tevzi defterlerine, ayânlar için “ayâniye” adıyla bir ücret konmaktaydı. Ancak, ayânların vali ve kadılarla anlaşarak tevzi’ defterlerine fazla akçeler konmasına neden olmaları çok sık şikâyete neden olmaktaydı.
Ayânlığın kuvvetlenip, gelişmesi Anadolu’daki devlet memurlarının itibardan düşmesi ile orantılı olmuştur. Vali buyrultusu ve devletin onayı ile halkın istediği kişiler arasından atanan ayânların zulmü artınca, bunun yerine, daha önce de var olan şehir kethüdalığı kaim oldu. Bunlar da görevleri karşılığı olarak “şehir kethüdalığı” ücreti almaktaydılar.
Ayânlık lafzının değiştirilmesi, ayânların yerine şehir kethüdalarının halkın isteği ile iş başına getirilmesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun üç koluna da yazılmıştı. Ancak, şehir kethüdalığı peşinde koşan ve elde edenlerin bir kısmı da eski ayân ve ayân-zâdeler idi. Şehir kethüdalığının tesis edildiği tarihlerde de, ayâniye, zahire baha gibi zulümlerin kaldırılmasına çalışılmış ise de önlenememişti. Bu tarihlerde bazı kazalarda ayânlık, bazılarında şehir kethüdalığının olduğu görülmektedir. Şehir işleri şehir kethüdalarına bırakıldığında, şehir kethüdalarının büyük bir bölümünün nüfûz ve kudretli kişiler olmaması, aciz kişiler olmaması nedeni ile ahali arasında itibarları olmamış ve işler yürütülememiştir. Kazalarda iş görenler, o yerin iş yapabilen ve nüfus sahibi “kişi-zâdeleri” idiler. Ancak, ayân lafzı kalktığından ve bunların fonksiyonu kalmadığından, devletin işi düştüğünde, ileri gelen aileler “Biz ayân değiliz, işe karışmayız” diye şehir kethüdasını ortaya koymakta idiler. Devletin işleri de görülememekteydi. Bu yüzden 1790’da çıkarılan ferman ile ayânlık yeniden yürürlüğe kondu.
Halk, ayân olmak isteyenlerin hepsine aynı bağlılığı göstermemekteydi. Ayân olmak isteyen kişiyi şehir ayânının desteklemesi önemlidir. Ayân olanların ekserisinin, bulundukları yerin ileri gelenlerinin büyük çoğunluğu ile bu mevkiyi ele geçirdikleri bilinmektedir. XVIII. yüzyılda ayân olmak isteyenlerin ve “ayânlık iddiasında” bulunanların sayısı çok artmıştır. Halk ve vilâyet ileri gelenleri bir kazada birden fazla ayânlık iddiasında olanlar olursa ikiye bölünmekte, bir kısmı birini, diğerleri ötekini tuttuğundan karışıklıklar olmaktaydı.10
1790’da ayânlığın yeniden tesisinden sonra çıkarılan fermanlara göre, ayânının seçimine sancakbeyleri müdahale etmeyecekler, ayânlık için “ferman, mektup ve buyrultu verilmeyecek” rüşvet ile ayân atanmayacaktı. Ama, bunlara pek uyulmamıştır.11
B. Adlî Durum
Ehl-i şer’ zümresi de XVIII. yüzyılda, eski nüfûz ve kudretini kaybetmiştir. Kadılar ya da vekilleri durumundaki naiplerin elinde kuvvet yoktu. Bu yüzdendir ki, beylerbeyleri ve sancakbeyleri gibi, kadılar da XVI. yüzyıldaki itibarlarını kaybetmişler, zaman zaman sancakbeyleri, mütesellimler, mütegallibeler tarafından azlettirilmişler veya onların isteklerini yerine getirmek zorunda kalmışlardır. Bunun böyle olması, yani kadıların git gide kuvvetlerini ve önemlerini kaybetmeleri kaçınılmaz bir sonuçtu. Çünkü, mütesellimlerin, ayânların ellerinde çok sayıda kuvvet olmakta ve onlar kuvvetleriyle halk kitlesini kendilerine bağlayabilmekte idiler.
XVIII. yüzyılda, kadılara ve valilere halkı korumaları konusunda pek çok ferman yollanmıştır. Adalet fermanı adı ile yollanan bu fermanların dışında, valilerin gönderdikleri adalet buyrultuları da halkı korumayı sağlayamamıştır.
Yerli aileler, mütesellimlik, ayânlık gibi görevleri elde ettikleri zaman kuvvet ve servetlerini artırırlarken, kadılar ve diğer ehl-i şer’ zümresi zayıflamıştır. Mütesellim ve ayânlar ekseriye ehl-i şer’ zümresi ile anlaşarak halkı soymayı alışkanlık haline getirmişlerdir. XVIII. yüzyılın sonlarına doğru, kadı ve naiplerin yolsuzlukları ile ilgili fermanların arttığı ve özellikle “mahsul defi” konusunda yazıların yazıldığı görülmektedir.
Adalet fermanlarının bir kısmı doğrudan doğruya ehl-i şer’ mensuplarına ve bunların yolsuzluk hareketlerini önlemeye, bir kısmı da bütün devlet görevlilerine ve yolsuzluklarına yöneliktir. XVII. yüzyılda da mevcut olan adalet fermanlarının12 sayısının XVIII. yüzyılda çok fazla artmış olması, yolsuzlukların boyutunun artması ile ilgilidir.13
Kadıların XVIII. yüzyılda kendilerine arpalık olarak tevcih edilen kazalara gitmemeleri yerlerine işten anlamayan kişileri naip olarak atamaları da ehl-i şer’deki bozukluğun artmasına neden olmuştur. Mahkemedeki başkâtip, kâtipler şer’iye sicil defterlerini (kadı defterlerini) tutmakla yükümlü idiler. Başkâtiplerin görev süreleri hakkında bir kural yoktur. Bu görevi bazen ölümüne kadar sürdürmektedir. Kadı ve naipler azil olunduğunda, ölümleri halinde ya da istifaları halinde, “mürasele” veya mutasarrıfın buyrultusu ile naip vekili olarak görevlendirilmekteydiler. Davalara baktıkları gibi, olay yerine keşfe de giderlerdi. Kâtiplerin sayısı birkaç tane olabilmektedir. Mahkeme dışında görevlendirildikleri olay yerine gidip, incelemeler yapar, sonucu mahkeme kayıtlarına işlerlerdi. Mahkemede kendilerine ayrılan odada oturmaktaydılar. Duruşmaların zamanında yapılması, kararların ve gelen yazıların imlâ kurallarına göre yazılması ile naibin göstereceği işleri yapması görevlerindendi.
Mukayyidler, naibin müraselesi ve padişah beratı ile atanmaktaydı. Naip, güzel yazı yazan, kâtiplikten anlayan, dindar, emin bir kişiyi mukayyid atar, bu kişi daha sonra kâtipliğe geçer ve başkâtipliğe kadar yükselirdi.
Mahkeme imamı, mahkemedeki mescide naibin müraselesi ve beratla atanırdı. Ayrıca, kâtiplere yardımcı olurlardı.
Naiplerin müraselesi ile atanan kethüda, mahkeme dışındaki davaların keşfine gitmekteydi. Mahkemede kendisine büyükçe bir oda ayrılmıştı. Ayrıca, naibin ve mahkemenin mutemetlik ve veznedarlık işlerinin yürütülmesi, mahkemedeki personelin maaşlarının ödenmesi görevleri içindeydi.
İmarethânelerde, medreselerde inzibat işlerine bakan noktacılar berât-ı şerif ile tayin olmaktaydılar.
İstanbul’da oturan Nakibü’l-eşrâf peygamber sülalesinden gelen seyyid denen kişilerin işleri ile uğraşırdı. Taşradaki Nakibü’l-eşrâf kaymakamlarının başı olup, Nakibü’l-eşrâfları mektup ile tayin ederdi.
Nakibü’l-eşraf Kaymakamı, Anadolu’da seyyid denen ve peygamber soyundan gelen kişileri denetlerdi. Anadolu’da seyyidlerin sayısı sürekli artmaktaydı. Her ne kadar Köprülü Mehmet Paşa’nın sadrazamlığı sırasında bunlar denetlenmiş, bu hakka sahip olmayanların berâtları ellerinden alınmış ise de, bu denetleme usulü daha sonra gereği gibi düzenli yapılamamıştı. Seyyidler besleyebildikleri yüz elli koyunun vergisini ödemekten muaftılar. Daha fazla koyunları olursa bunun vergisini ödemekteydiler. Kendilerinden “arûsâne” ve diğer bahanelerle vergi alınmamaktaydı. XVIII. yüzyılda seyyidlerin sayısı çok artmıştır. Bunun üzerine, XVIII. yüzyılda seyyid olmayanlara seyyidlik berâtı verilmemesi, seyyidlik iddiasında bulunanların durumlarının iyice incelenmesi konusunda pek çok fermân çıkarılmıştır.
XVIII. yüzyılda nakibü’l-eşrâf kaymakamları da pek çok yolsuzluk hareketine başvurmuşlar, bazı kazalarda “harc-ı makûl”, “devriye”, “tevcih”, “sadat akçesi”, “murûriye” adları ile kendi adlarına paralar toplamışlardı. Bu tip yolsuzlukların yapılmaması ve sahte seyyidliğin önlenmesi için çeşitli tarihlerde Anadolu’ya sayısız fermân yollanmıştır.
Mütevelliler vakıf işlerini vakfiye şartları ve şer’i hükümler dairesinde yürütürlerdi. Mütevelli, ya vakıf nazırının arzı yani “berât-ı şerîf” ile ya da kadının ataması ile göreve gelirdi. Tayin ile ilgili berâtlarda ekseri vakıfa mütevellinin tayin tarihi ve alacağı ücret de yer alırdı.
Kazalarda şeyhülislamın temsilcisi olan müftüler, idarî bakımdan bir mutasarrıf, mütesellim, naip kadar etkili olmasalar da, sosyal hayattaki etkileri büyüktür. Sancak yöneticileri yürüttükleri bazı işlerde, şehirde baş gösteren sosyal huzursuzluklarda müftünün yardımını isterlerdi.
Muhzır ve muhzırbaşı bir çeşit adlî polistir. Mahkemede güvenliği sağlarlar. Mahkeme dışındaki keşif, soruşturma ve “akd edilen meclis-i şer” gibi olaylar için kadı ve naiple birlikte giderlerdi.
Vakıflar ve Mütevelliler
Mütevelliler, vakıfları vakfiye şartları ve şer’i hükümlere göre yönetirlerdi. Mütevelliler ya vâkıf nazırının arzı gereği berât-ı şerif ile ya da kadının ataması ile göreve gelirlerdi. Tayin ile ilgili beratlarda ekseri vâkıfa mütevellinin tayin tarihi, alacağı ücret de yazılırdı.
Vakfa mütevelli olan kişi “kayd-ı hayat” şartı ile atanırdı. Ancak, görevini kötüye kullandığında görevinden alınabilir ya da kendi isteği ile görevinden ayrılabilirdi. Küçük vakıflarda mütevelli görevini tek başına yaparken, orta ve büyük ölçekli vakıflarda mütevellinin kâtip ve cabi gibi yardımcıları vardı. XVIII. yüzyılda, seyyidlerin vakıf mütevelliliği görevinde oldukça fazla yer aldıkları da gözlemlenmektedir.
Vakıfların gelirleri, arazilerden alınan öşür, “rüsûm-u örfiye”, “bâd-i heva”, “resm-i tapu”, “resm-i küvâre”, “resm-i kovan”, “resm-i bennâk”, “resm-i ispence”, “resm-i öşr-ü bagât” vb., kent içindeki vakıf arsalarının zemin kirası, vakfa ait han, hamam, dükkan, bedestendan alınan paralardı. XVIII. yüzyılda vakıfların geliri çok azalmış ve kendi binalarının tamirlerini dahi karşılayamaz olmuştur.
XVIII. yüzyılda mütevelli tayinlerinde yolsuzluklar da sık sık görülmeye başlanmıştır. Vakıflara dışarıdan yapılan müdahalelerin sayısı artmıştır. Evkâf müfettişleri sık sık ihbâr edilen şikâyetleri incelemeye gönderilmişlerdir. Bu yüzyılda, vakıf davalarının evkâf müfettişleri ya da vekilleri tarafından görülmesi gerektiği, vakıf nezareti kurulduktan sonra kadı ve naiplerin bu davalara müdahalesi gerekmediği halde, usulsüz olarak kadı ve naiplerin bunlara müdahale ettikleri de görülmüştür.
XVIII. yüzyılda mütevelliler, taraftarlarından diledikleri kimselere “bilâ-fermân” kendi tezkereleri ile tayinler tertip etmişler, bunun sonucunda vakıfların masrafları artmış ve vakıflar harap olmuştur. III. Selim aldığı bir kararla, hatt-ı hümâyûn çıkarılmadıkça kimseye yeni vazife ve mütevelli tezkeresiyle görev verilmemesini emretmiş ve vakıfların böylece çöküşünü önlemek istemiştir.
Medresede ders veren müderris, bu okutulan dersleri tekrar ettiren muîd, medrese kitaplarından sorumlu hafız-ı kütüb, medrese görevlilerinin ve öğrencilerinin derslere zamanında gelip, gelmediklerini tespit eden noktacı, yine vakıflarda hizmet gören bevvâb yani mektep kapıcısı ile cami, mescit, imaret gibi kurumların temizliğini yapan ferraşların maaşları vakıf gelirlerinden sağlanmaktaydı.
C. Askerî Durum
Taşrada zabıtan denilen ve askerî kuvvetleri oluşturan yeniçeriler, yeniçeri serdarının, altı bölük halkı kethüdayerinin emrinde bulunurdu. Yeniçeri serdarlığı yerine, yeniçeri ağalığı tabirinin de kullanıldığı görülmektedir. Yeniçeri serdarı olmadığı zamanlar, bu görev yeniçeri serdar vekilleri tarafından yerine getirilirdi. Yeniçeri serdarları her üç ayda bir “zabt mektubunu” yenilemek veya “ibkâ” larını almak ve eski “caize”leri ocağa vermek zorundaydılar. Ancak, XVIII. yüzyılda rica ve iltimas ile yeniçeri serdarı olunduğu da görülmektedir. Yeniçeriler sefer sırasında ordugâhta bulunmaktaydılar. XVIII. yüzyılda yeniçerilerin önemli bir kısmı seferlerden kaçmakta, kasaba ve köylerde “seferliyiz” diye halkın mallarını zorla almakta, zulümler yapmaktaydılar.
Müslümanların yeniçeri olmaması hususu XVIII. yüzyılda yoktur. Yasalara uyulmamaktadır. Yeniçeriler evlenmekte, kışlada talim yapmamaktadır. Her geçen gün şehirlerde, sanatkârlık, küçük tüccarlık gibi mesleklere giren yeniçeriler yasaları göz ardı etmektedir. Bu arada yeniçeri olmadıkları halde “İstanbul’a gidip, biz yeniçeri olduk” şeklinde bazı kişilerin halkı rahatsız ettikleri de göze çarpmaktadır.
Altı bölük halkının (sipah, silahdar, sağ garipler, sol garipler, sağ ulufeciyan, sol ulufeciyan) başkanlığına kethüdayeri denen komutanlar atanırdı. Bunların tayininde altı bölük halkının imzası olduğu gibi, yalnız bir kısmının imzası da olabilmekteydi.
Kethüdayerleri, altı bölük halkının davalarının, anlaşmazlıklarının şer’ ile görülmesinde, kendilerine karşı gelenlerinin isim ve bölüklerinin yazılmasında, reayayı rencide edenlerinin cezalandırılmasında da rol oynamaktaydılar.
Eyalet askeri de denen timarlı sipahilerin başında alaybeyi bulunurdu. XVIII. yüzyılda, timarlara rağbet olmadığı açıkça görülmektedir. Timarların durumunu düzeltmek için alınan tedbirler bu dönemde işe yaramamakta, timarlı sipahilerden sefere gidenlerin sayısı da sürekli düşmekteydi. Bu dönemde alaybeyleri, beylerbeyleri tarafından sebepsiz yere azledildikleri, yetenekli olmayan kişilerin alaybeyi olmaya başladıkları da görülmektedir. 1743 Nisanı’nın başlarında Anadolu Valisi’ne yazılan fermanda, hakkı olmayanlara alaybeylik rütbesinin verilmemesi, alaybeylerinin özrü ya da zulmü olmayınca azledilmemesi, alaybeyi tayininde tayin olan kişilerden “arz akçesi” olarak fazla para alınmaması bildirilmişti. Daha sonraki tarihlerde de alaybeylik ve timarların düzeni için tedbirler alınmış, ama bunlar fazla bir işe yaramamıştır.
Kale dizdarlıkları da timarların dağıtımı gibi verilirdi. Kale dizdarı öldüğünde talipler arasında oğlu var ise o tercih edilirdi. Kalelerin yoklanması, kale neferlerinin toplarının, cebehanelerinin ve diğer malzemelerinin tamamlanmasında o kalenin dizdarı sorumlu idi.14 XVIII. yüzyılda devlete karşı gelen pek çok asinin kalelere gönderildiği ve orada hapsedildiği görülmektedir.
XVIII. yüzyılda gemiler için gerekli kereste ormanlık bölgelerden sağlanırdı. Başta Batı Karadeniz Bölgesi’nde Bolu olmak üzere, Karadeniz sahilindeki kazalar Tersane-i Amire’ye kereste temin ederlerdi. Ancak, bu dönemde deniz erlerinin yeteneksiz kişilerden tertip edildiği görülmektedir. Penah Efendi, 1759’da yazdığı risalesinde, derya erlerinin hizmette bulunmadıklarına, çiftçilerin kalyoncu diye yazılıp götürüldüklerine değinmektedir.15
Gemi yapımı eski devirlere göre daha az olmaktadır. Fırat Nehri’nde işleyecek gemiler için ağaçlar Maraş, Elbistan, Birecik, Kumkale dağlarından sağlanmaktaydı.
Valilerin savaş sonrası kapı halkı denen kuvvetlerinin önemli bir kısmını boş bırakmaları sonucunda leventler gittikleri yerlerde halka zulüm yapmaya başlamışlardı. XVII. yüzyıl sonlarında türedi eşkıyası diye adlandırılan ve ellerinde çok sayıda sarıca- sekban bulunduran eşkıya reislerine (Yeğen Osman Paşa, Cerid oğlu vb) sancakbeyliği verildiğini görmekteyiz. XVIII. yüzyılda leventlik sorunu devleti çok uğraştırmıştır. Başıboş leventlerin sayısının artması nedeni ile Anadolu’da asayiş iyice bozulmuştu. Başıboş leventlerden kurulu eşkıyaların yakalanması için bahar aylarında “ağaçlar yapraklanmadan” harekete geçilirdi.
D. Esnaflar
XVIII. yüzyıl belgelerindeki hitaplarda, şehrin ileri gelen, nüfûzlu, sözü geçen kişilerinin kastedildiği “ayânı vilâyet”, “vücûh” ya da “vücûh-u memleket” ten sonra iş erleri gelir. Burada iş erlerinden kastedilen esnaf zümresidir. Bazı belgelerde bu belirtilmiştir.
Osmanlılarda esnaf sistemindeki hiyerarşi esnaf şeyhi (kethüdası), yiğit başı, usta, usta başı (kalfa), usta çırağından ibaretti.
Yeni dükkan açımı için mutlaka esnaf kethüdasının ve yiğitbaşının onayı şarttı. Ancak, dükkan açma iznini devlet verirdi.
XVIII. yüzyılda esnaf kethüdalarının bütün iyi niyetine, esnafların kaliteli mal yapmak istemelerine karşın, yine de karaborsacılık alıp yürümüş, yabancılara bazı malların satımı yasak olduğu halde bu devam etmiş ve bunun sonunda yerli esnaf büyük sıkıntı içinde kalmıştı. Deri, güherçile, Ankara tiftiği gibi hammaddeler yabancılar tarafından yüksek fiyatla satın alındığından yerli esnaf hammadde bulamaz olmuş, bunun sonunda da fiyatlar yükselmişti.
Her esnaf eskiden olduğu gibi kendi başkanını (kethüdasını) kendi seçerdi. XVIII. yüzyılda dükkan açılması konusunda titiz davranıldığı, her isteyene dükkan açtırılmadığı, esnaf sayısının sınırlı tutulduğu gözlemlenmektedir. Bir esnaf kethüdası ya da şeyhi tayin olacağı zaman buna esnaf karar verirdi. Örneğin 26 Nisan 1762’de Ankara’ya ekmekçibaşı tayininde “Cümle ayân ve ahali ve etmekçiler (ekmekçiler) marifetleriyle es-seyyid Hızır oğlu es-seyyid Mehmed Çelebi ekmekçibaşı nasb ve tayin” olmuştu. 1753 senesinde Ankara’da 37 ekmekçi esnafı bulunmakta olup, bunlar görevlerini çeşitli mahallelerde yerine getirmekteydiler.16
Bu dönemde esnaf kethüdalarının tayininde de yolsuzluklar görülmektedir. Esnaf kethüdası tayinlerinde yolsuzluklar daha çok naiplerden haksız olarak alınan ilâmlardan kaynaklanmaktadır. Ama bu konularda hep esnafın şikâyeti dikkate alınır, kethüda ya da şeyhin bu şikâyete göre atanması gerçekleşirdi.
XVIII. yüzyılda esnaf kethüdaları, esnaflar arasında anlaşmazlıklar, yolsuzluklar olduğu gibi, esnaf zümresine mensup olmayan kişiler yol başlarını, köşeleri tutarak esnafa gerekli olan hammaddeleri ellerine geçirmekte, bu yüzden de hammadde sıkıntısı doğmaktaydı. Bozuk mal yapan ve yüksek fiyatla satış yapan esnafların cezalandırılmalarının, ekseriya sürgün edilmeleri şeklinde sonuçlandığı görülmektedir.17
E. Özel Çiftliklerin Teşekkülü
Bir çift hayvanla sürülebilecek toprak ünitesi, “çiftlik” olarak vasıflandırılmaktadır. Bir çiftlik, ölçü itibarıyla 100-150 dönüm tutmaktaydı. 1595-1610 yılları arasında reaya yerini yurdunu terk etmiş, yasak olmasına karşın özel çiftlikler ortaya çıkmıştı. I. Ahmet’in 1606’da yayınladığı hükümden çıkan sonuca göre, Aydın, Saruhan, Menteşe halkı topraklarını satıp, vilâyet ayânından aldıkları para ile borçlarını ödemişler ve vergi ödeyecek güçleri kalmamış, yerlerini terk etmişlerdi. Yine, I. Ahmed zamanında 1609’da çıkarılan hatt-ı hümâyûna göre, halkı firar eden köylerden bazı beyler, kadılar, müderrisler, müteferrikalar, çavuşlar ve bölük halkı, yeniçeri, kapıcı gibi kul taifeleri, timar sahipleri ve vilâyet halkının kudretli kişileri artık bu toprakların asıl sahipleri olarak görülmeye başlanmışlar ve buralarda müstakil çiftlikler kurmuşlardı. I. Ahmet’in çiftlikleri yıkmak ve yerlerini terk eden reayanın geri döndürülmesi yolundaki çabaları pek işe yaramamıştır.
XVII. yüzyılda sayıları az olan bu çiftliklerin, XVIII. yüzyılda iyice yaygınlaştığı görülmektedir. Bu, XVIII. yüzyılın, klâsik döneme göre gittikçe bozulmaya yüz tuttuğunun bir göstergesidir. Bu çiftlikleri elde edenlerin çoğunluğunu taşrada servetleri ve kuvvetleri ile ün yapmış “ayân-ı vilâyet” zümresini oluşturan kişiler oluşturmaktadır.
XVII. ve XVIII. yüzyıllarda, önce sahib-i arzın rızası ve daha sonra ona hiç danışılmadan toprak alım satımı hızlanmış ve kânûnnâmelere uyulmaz olunmuştur. Devletin aldığı bütün önlemlere karşın özel çiftliklerin kurulması sürmüştür. Reaya, kudretli kişilerin çiftliklerine sığınmayı adet haline getirmiştir. Malikâne mutasarrıflarının zorbaca hareketleri yüzünden halk yerini yurdunu terk etmiş, ayân ve mütegalibelerin çiftliklerine sığınmaya başlamıştır. Cizye vermek istemeyen reaya da, bağ, bahçe, çiftlik ve değirmenlerde çalışmaktadır. Bu arada özel çiftliklerin sayısı da süratle artmıştır. Örneğin, Sarı Kadı Oğlu Şakir Efendi’nin, Mimar-zâdelerin Ankara’da, Beypazarı eski voyvodası olan Ankara sakinlerinden Abdullah’ın, Kağırbeykarı köyündeki çiftliği gibi pek çok çiftlik ortaya çıkmıştır.18
1796 Mayısı başlarında Anadolu’nun orta koluna yollanan emr-i şeriften anlaşıldığına göre; eskiden köy olan yerlerin sonradan çiftlik olmasının, defter-i hakaniye ve yasalara aykırı olmasına karşın Edirne, Keşan civarı ile diğer yerlerde reaya tefecilere borçlanıp, arazilerini borçlandıkları kişilere belirli bir ücret karşılığında, hâkimden hüccet alıp, satmışlar ve bunun sonucunda çiftlikleri ortaya çıkmış, 1209 (1794-1795)’da bu tip işlemlerin önlenmesi için çıkarılan fermanlar bir işe yaramamıştır.19
Güneydoğu Anadolu’da Yavuz Sultan Selim zamanında yurtluk-ocaklık tarzında, sahiplerinde kalmak şartıyla verilen topraklar da zaten XVIII. yüzyılda müstakil olarak yönetilmekteydiler. Buralarda toprak ağalığının daha sonraki tarihlerde mevcut olması bundan kaynaklanmaktadır.
F. Göçler
Osmanlı İmparatorluğu’nda Celâlî İsyanları, büyük kaçgunluk zamanlarında olagelen göçler, XVIII. yüzyılda büyük boyutlara ulaşmıştır. Taşradan olan göçlerin büyük kısmı İstanbul’a olmaktadır. Vergi vermekten ve reayalıktan kurtulmak isteyen halk tarım ve ziraatı bırakarak, yerini, yurdunu terk etmektedir. XVIII. yüzyılda bu göçlere “ev göçü” denilmektedir. İstanbul dışında, Bursa ve Edirne’ye de büyük bir göç vardır.
İstanbul’a gruplar halinde gelenler mahalle, çarşı, pazar aralarında ve diğer yerlerde bekar odaları, tahta evleri, kiracı odaları ve değişik yerleri seçmiş ve buralarda boşuna zaman öldürmüş yiyecek ve içecek sıkıntısına, yangınlara neden olmuşlar, bac ve gümrük alınan malları İstanbul’da işlemeye başlayıp, bunları işlemeleri karşılığı verecekleri vergiden muaf olmayı başarmışlardır.
XVIII. yüzyıl boyunca İstanbul’a ve diğer yerlere olan “ev göçlerinin” önünü almak amacı ile sayısız ferman çıkarılmış ama bunlar işe yaramamıştır.
Kıbrıs’tan Anadolu’ya, özellikle Karaman’a da epey göç olmuştur. Haymanateyn (Büyük ve Küçük Haymana)’den olan göçlerin sayısı da pek fazladır. 16 Nisan 1795’te, Haymana’dan Ankara ve Günyüzü’ne olan göçler nedeni ile, Haymana’daki köy sayısı on beşe inmiştir.20
İstanbul’a gelmelerini önlemek için, İstanbul’a yalnızca işi olanların gelmesi (dava görmek, koyun getirmek vb) yolunda alınan kararlar ve İstanbul’a gelmek için “men-i mürûr” tezkeresi alınması yolunda pek çok ferman çıkarılmış ama, bundan bir sonuç alınamamıştı. XVIII. yüzyılda, özellikle İstanbul’a göçün önlenememesi ve “men-i mürûr” tezkeresi almadan İstanbul’a gelinmemesi için sayısız ferman çıkarılmıştı. XIX. yüzyılda da bu konuda pek çok ferman çıkarılmıştır.21
G. Cemaatler
Osmanlı İmparatorluğu’nda toplum, cemaatler ya da taife şeklinde yönetilmekte idi. Müslümanların dışındaki cemaatler din ve mezhep seçiminde özgür idiler. Ayrıca, medenî işlemlerini (nikah, boşanma vb) din liderleri vasıtasıyla yapıyorlardı. Eğitimlerini de kendi okullarında yapabiliyorlardı.
Gayrimüslimlerin ayrı mahalleleri olduğu gibi, Müslüman mahallelerinde Müslümanlar ile birlikte oturdukları da görülmektedir.
Konya’da Ermeni ve Rumların yanı sıra çingeneler de mevcuttu. XVII. yüzyılın ikinci yarısında Konya’da 235 gayrimüslim vergi yükümlüsü vardı. Bunların 165’i iç kaledeki Ayn Zimmi Mahallesi’nde, 67’si ise yirmi üç mahallede Müslümanlarla karışık oturmaktaydı. XVIII. yüzyılda bu sayının arttığı anlaşılmaktadır.22
Ankara’da da Ermeniler ve Rumların sayısı bir hayli fazladır. 1785-1840 arasında Ankara’da 27 gayrimüslim mahallesi mevcuttu. Bu 27 mahallede oturan zimmiler Hıristiyanlık (Gregoryan, Katolik, Protestan mezhepleri) ya da Musevilik olmak üzere iki semavi dine inanmaktaydılar. Bunlar köken bakımından Ermeni ve Rum milletlerine tâbi idiler. Gayrimüslimler, ayrıca 23 mahallede karışık, yani Müslümanlarla birlikte oturmakta idiler. Bu karışık mahallelerde Müslüman Türkler ile Ermenilerin, Rumları, Yahudilerin bir arada yaşadıkları da görülmektedir.23
Van’da Ermeniler daha çok Tebriz Kapısı civarında oturmaktaydı. Ermeniler, XVI. ve XVII. yüzyıllarda Tebriz Kapısı ve Ortakapı mahalleleri ve civarında yaşamaktaydılar. XIX. yüzyılda Tebriz Kapısı civarındaki Kızıl Cami, Ermeni Mahallesi içerisinde kalmıştır.24
Gaziantep’te XVIII. yüzyıl terekeleri incelendiğinde, çok fazla gayrimüslim terekesine bakılmadığından genel bir değerlendirilmeye gidilmese de, gayrimüslimlerin, Müslüman ailelerine oranla, daha az mala sahip oldukları görülmektedir.25
XVIII. yüzyılda, eskiden olduğu gibi gayrimüslimlerin kilise, manastır ve havra yapması yasaktı. Çünkü, nüfusun az olduğu yerlere bu tür dinî binaların yapılması istenmiyordu. Ancak, emr-i alişân ile kiliselerde büyütmeler, ekler, tamiratlar yapılabiliyordu. Bu tip istekler eskiden olduğu gibi sancak valileri ya da vekilleri mütesellimler, kadı, ayân, iş erleri tarafından araştırılır, daha sonra İstanbul’a gerekli bilgi verilirdi. Kiliselerin harap olması halinde, Hıristiyan cemaati, durumu devlete arz eder ve İstanbul da uygun görürse, konu ile ilgili izini kapsayan fetva çıkarılırdı. Örneğin, Ankara’daki Rum Kilisesi’nin onarılması için başvuru olmuş, incelenmiş, durum Şeyhülislam Dürri-zâde Mehmet Arif’e arz edilmiş, genişletilmemesi kaydı ile kilisenin onarımına 1793’te olumlu cevap verilmiş, ayrıca Ankara Kadısı ve Mütesellimine kilisenin onarılması sırasında halktan para alınmaması tenbih olunmuştu.26
Bursa’da da Müslümanların yanı sıra Rumlar ve Ermeniler birlikte yaşamaktaydılar. Rumlar daha çok, Bursa’nın dışındaki Mudanya ve Gemlik’te bulunuyorlardı. Rumlar Apolyont, Zeytinbağı, Kurşunlu gibi köylerde oturmakta iseler de, Müslümanların oturdukları köylerde, onlarla beraber de yaşamaktaydılar. Ermeniler, yalnızca Bursa’nın içinde değil, köylerde de yaşamaktaydılar. Yahudiler daha çok kendi mahallelerinde oturmaktaydılar. Bursa’da 1487’de hiç Yahudi yok iken, bunların avarızhaneleri 1521’de 117’ye, 1573’te 308’e yükselmiştir. İbadetlerini rahatça yapan, kültürlerini koruyan Yahudiler, kendilerine sağlanan olanaklar ve hoşgörü nedeni ile Osmanlı Devleti’ne güven duymuş, kendi arzuları ile davalarını Osmanlı mahkemelerine getirmişlerdir.
İhtida olaylarına (Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçiş) baktığımızda, Bursa’da Müslümanlığı tercih edenlerin sayısı 1740-1749’da 21 iken, 1750-1799 arasında 31’e, 1800-1849’da 176’ya yükselmiştir.27 İhtida olayları yüzdeye vurulduğunda, Rumlar %46, Ermeniler %33, Yahudiler %14 ile bunları izlemektedir.28 Müslüman olan gayrimüslimler Mehmet, İlyas, Fatma, Hatice gibi adlar almaktadır.
XIX. yüzyılın ilk çeyreğinde Cuınet’e göre Milas nüfusunun %19’unu gayrimüslimler oluşturmaktadır. 1830-1831 nüfus sayımında Milas Kazası’nın nüfusu 11.000 olup, bunun 2294’ü Rum, 52’si Ermeni, 36’sı Yahudi’dir.29
Gayrimüslimlerden Rumların daha çok deniz kenarındaki kazalarda, İzmir, Karadeniz sahilinde Samsun, Çarşamba, Trabzon gibi yerleri tercih ettikleri gözlemlenmektedir.
Gayrimüslimlerin, daha kolay ve çabuk olduğu için davalarını şer’i mahkemelerde görmeye özen gösterdikleri de görülmektedir.
H. Fiyatlar
Taşrada narhın tespitinde kadının önemi büyüktür. Narh tespitinde huzur-u şer’de kazanın ileri gelenleri de bulunurdu. Narh tespitinde kadı, halk ile esnaf arasında, iki tarafın da zarar görmemesi için çalışmaktadır. Kadı, daha sonra narhları sicil defterine işletirdi.
Fiyatlar, yaz-kış aylarında, sefer sırasında, Ramazan aylarında farklılıklar gösterirdi. Malın kalitesine göre, müsaadeli fiyat da tespit olunmaktaydı.
XVIII. yüzyılda fiyatlara baktığımızda önemli bir artışın olmadığı da görülmektedir. Ekmek ve un mamullerinde fiyatlar genellikle sabit kalmış, ancak, dirhemlerde azalmalar görülmüştür. Örneğin, Kastamonu’da nân-ı somun 1753 ve 1754 Ocağı başında 110 dirhem, 1755 Mayısı’nda 105, 1756 Ocağında 100 dirhem bir para olarak saptanmıştır.30 Ankara’da 1704’te, 1747’de 116 gram 1 akçe, 1785’te bir kıyye (1282 gram has ekmek) 7.5 akçe, 1776 Eylülü’nde 4 akçe, müsaadeli 4.5 akçe, Aralık’ta 6 akçe olmuştur. Balıkesir’de 1717’de 160 dirhem bir akçe iken, 1730’da 100 dirhem bir akçe (bir ara 130 dirhem 1.5 akçe), 1756’da 66 dirhem bir akçe, 1780’de 85 dirhem nân-ı aziz 3 akçe, 1786 Şubatı’nda 160 dirhem 3 akçedir.31 Trabzon’da has ekmek 1771’de 3.6 para, 1785’te 3 para, 1791’de 5 paradır. Normal ekmek 1771’de 2.6, 1773’te 4, 1776’da 2, 1783’te 2, 1785’te 2, 1791’de 3.3 paradır. Koyun eti 1771’de 5, 1773’de 6, 1776’da 6, 1791’de 7 paradır. Pirinç 1771’de 9, 1773’te 10, 1776’da 9, 1785’te 8, 1791’de 10 paradır. Gıda maddelerinde yarım yüzyıllık süreç içerisinde artış ancak %20 ile %30 arasında gerçekleşmiştir.32
Ekmek fiyatları çeşitli şehirlerde farklılık göstermektedir. Örneğin 1792’de Ankara’da ekmeğin kıyyesi 6 para iken, Konya’da 8.5, Kayseri ve Sivas’ta 8 paradır. Orta Anadolu’da ekmeğin en ucuz olduğu şehir Ankara’dır. Konya Ankara’ya göre %41.6, Sivas ve Kayseri’ye göre, %33 daha pahalıdır. Sivas ise, et bakımından daha ucuzdur. 1788’de Ankara’da koyun eti 33, Sivas’ta 18
paradır. Fiyatlar arasında dalgalanmalar olsa bile büyük artışlar yoktur. Bu bakımdan fiyatlar ile ilgili uzun listeler vermeye gerek görmedik. Hiç şüphesiz şehirlerin ulaşım sorunu, köylerden şehirlere nakliye (yol olmayış nedeni ile), maliyetler fiyatların artmasına ve azalmasına neden olmaktadır.
Sade yağ (tereyağı) fiyatları bazı mevsimlerde, özellikle yaz aylarında düşmektedir. Örneğin, 1704 Ocağı’nda Ankara’da 1 kıyye sade yağ 60 akçe iken, Mayıs’ta 53 akçe, 1714 Ekim’inde 36, 1747 Haziranı’nda 48, Ocak’ta 66 akçedir.
Görülüyor ki, genelde fiyatlarda istikrar vardır. Köylünün, çiftçinin malı pek para etmemektedir. Bu durumda üretici, buğday, deri, pirinç, yapağı vb. mallarını devlet düşük ücret verdiğinden yabancı tüccarlara satmayı yeğlemektedir. İstanbul, bu yüzden bazı malları temin etmekte güçlük çekmektedir.
Halkın yaşam standardı, devletin düşük ücret politikası yüzünden yükselememiştir. Bunun yanı sıra göç edenlerin vergilerinin geride kalanlara yüklenmesi, tevzi’ defterlerine yasa dışı fazla akçeler eklenmesi, eşkıyalık olayları, ehl-i şer’ ve ehl-i örfün zulümleri halkı canından bezdirmeye ve onların daha güvenilir yerler aramasına neden olmuştur.
I. Nüfus
Taşrada kazalarda mahalleler, XVIII. yüzyılda, daha önce de görüldüğü gibi ekseriya, ya bir caminin, bir mescidin, ya da bir esnaf topluluğunun, tanınmış bir kişinin adını almaktadır. Örneğin Trabzon’daki Mahalle-i Mescid-i Der Bâb-ı Bayar, Bezesistan, Tabakhane, Gülbahar Hatun, Hatuniye, İskender Paşa Câmi Mahallesi, Mahalle-i Câmi’-i Cedîd Mahallesi gibi. Bunun dışında zimmilerin mahallelerine kendi cemaatleri ile ilgili isimler de verilmektedir. Kayseri’de Alacamescid, Eslem Paşa, Fırıncı, Hacı Abdullah, Hamurcu, Kalender hane, Hürrem Çavuş, Hacı Arab, Hasan Faki, Kürtler, Gürcü vb. Mudurnu’da Câmi-i Cedîd, Akkadı, İmaret, Kazgan, Hızır Fakih, İmaret vb. Bolu’da Eskicami, Akmescid, Hocabeğ, Debbağlar, Aslıhatun, Yenicami vb.
XVIII. yüzyılda kazalarda önemli bir nüfus artışı olmamıştır. Zaman zaman da önemli düşüşler olmuştur. Başlangıçta otuz senede bir yapılan tahrirler de bırakıldığından, biz nüfus tespitini avarız hane miktarlarına göre tespit ettik. Çoğu kazada da avarız hanesinin ne kadar olduğu belirtilmediğinden bunu 5 olarak belirledik.33 En sağlıklı nüfus sayımı tespitinin bu şekilde olduğunu düşünmekteyiz. Nitekim bu hesaplarımız, 1831’deki nüfus sayımına çok yakındır. Diğer yapılan hesaplamaları tutmaktadır.
Bolu Sancağı kazalarının 1641’de 2424 avarız hanesi vardır. Buna göre Bolu merkez kaza dahil bütün kazalarının toplam nüfusu 145.750’dir.
Bolu Sancağı kazalarının nüzul hanelerinde büyük düşüş görülmektedir. 1673’te 6342.5 iken, 1678’de 3795.5, 1718’de 2377.5 ve iki sülüstür. Bolu merkez kazanın nüzul hanesi 374’tür. Dodurga 22.5, Pavli 66, Mudurnu 256 ve 3 rub’, Üskübü 15.5, Konrapa 30 ve 1.5 rub’, Akçaşehir 67 ve bir rub’, Benderekli 13.5, Samoka 116, Kıbrıscık 56 ve bir rub’ nüzül hanesine sahiptir. Buna göre, nefs-i Bolu’nun nüfusu 1718’de 18.700. Oysa, 1673’teki nüfusu 42.950 idi.34 Görüldüğü üzere önemli bir düşüş vardır.
Kayseri’nin nüfusu XVIII. yüzyılda 20.000 ile 21.000 arasında değişir. 1723’te 345.5, 1730’da 350, 1745’te 336, 1756’da 331.5 ve üç rub, bir sülüstür. Buna göre, Kayseri’nin nüfusu 1723’te 21.593, 1730’da 21.875, 1745’te 21.000, 1756’da 20.718’dir.35
Kastamonu’da 1756’da 262 ve bir rub’ avarız hanesi olup, nüfus 15.365’tir. Bu 1831’de 14.661 olarak görülür. 1756’da Kastamonu Sancağı (merkez kaza ve diğer kazalarıyla)nın nüfusu 127.313, 1831’de ise 126.497’dir.36 Görüldüğü üzere Kastamonu’da bir asra yakın sürede çok az bir nüfus kaybı vardır.
Ankara’da avarız hanesi sayısında 1785 ile 1809 tarihleri arasında çok az değişiklik olmuştur. 1785’te 267 olan avarız hanesi 1790’da 264, 1817’de ise 212’dir. Avarız hane sayısına düşen miktar bu tarihlerde 9’dur. Buna göre, Ankara’da nüfus 1785’te 21.150, 1790’da 21.200’dir.37
Bolu Kazasında 1707’de 14 mahalle ve 70.5 menzil hanesi mevcuttur.38 Bolu Kazası, 1704’te 393 ve bir rub’, 1708’de 376.5 ve bir rub’, 1718’de 374 avarız hanesi vardır. Buna göre, Bolu Kazası’nın nüfusu, 1704’te 24.540, 1707’de 24.405, 1708’de 23.531, 1718’de 23.375’dir.39 Bolu Sancağı’nda (bütün kazalar dahil) 1704’te 2456.5, 1705’te 2440.5, 1708’de 2410.5, 1718’de 2377.5 ve iki sülüs avarız hanesi vardır.40 Buna göre Bolu Sancağı’nın 1707’deki nüfusu 152.781, 1718’de 148.594’tür. Görüldüğü üzere, az da olsa Bolu Sancağı’nda ve merkez kazada nüfus azalması vardır.
Konya’da da önemli nüfus değişiklikleri görülür. 1584’te Konya’nın nüfusu 18.430’dur. XVII. yüzyılın ikinci yarısında gerçek avarız hanesi 10 olarak gösterilen Konya 236.5 avarız hanesi olup nüfusu 29.562’dir. XVIII. yüzyılın ilk yarısında ise avarız hanesi 182’ye düşer ve nüfus da 22.700’e iner. XVIII. yüzyılın ikinci yarısında Konya Kazası’nın avarız hanesi 321.5 ve bir rub’tur. Bunun 215’i Konya’nın merkezine aittir. Konya’nın nüfusu 25.875’dir. XIX. yüzyıl başlarında ise nüfus 23.620 civarındadır. Bu rakam, XVIII. yüzyılın ilk yarısına kıyaslandığında nüfus artışının %6 olduğu ortaya çıkar.41 Konya’da bu dönemde gayrimüslimlerin nüfusu tam belli değildir. Ancak, 250 hanenin üstünde bir nüfusa sahip oldukları öne sürülmektedir.42
Saruhan Sancağı’nın (bütün kazalar) 1702’de 2737 olan avarız hanesi 1768’de 2722’ye, 1821’de 1899’a düşmüştür. Manisa Kazası 1702’de 11025.5 ve 1.5 rub’ iken, 1821’de 906.5 avarız hanesine inmiştir. Güzelhisar 1702’de 114.5 iken, 1821’de 114 olmuştur. Gördes 1702’de 243 ve iki sülüs, 1821’de 1435’a, Marmara aynı tarihlerde 33.5’dan 23.5’a, Belen 1686’da 118.5’dan 1820’de 43.5, Emlak 153.5’dan 41’e, Yurtdağı 132.5’dan 61’e düşmüştür. Bunun yanı sıra Manisa’daki Adala ve Ilıca kazalarında yükseliş vardır. Adala 1702’de 65 iken 1821’de 120’ye, Ilıca 1686’da 73 iken 1821’de 205’e yükselmiştir.43 Ancak, Saruhan Sancağı’nın pek çok kazasında nüfus eksilmesi açıkça görülmektedir.
İzmir’de XVIII. yüzyılın ilk yarısında nüfus 100.000 civarında olup, yüzyılın ikinci yarısında bu 150.000’e yükselmiştir. Lucas ve Pockocke İzmir’in nüfusunu 100.000 olarak gösterirken, Saumery mübalağalı olarak 300.000 olarak göstermiştir. XVIII. yüzyılın ilk yarısında İzmir’de Türk nüfusu 60.000 ile 100.000 arasında değişmektedir.44 XVIII. yüzyıla ait İzmir’in şeriyye sicilleri mevcut olmadığından seyyahların verilerini belirtmek zorunda kaldık.
Görüldüğü üzere, Orta Anadolu ve Karadeniz kazalarında bu dönemde belirli bir şekilde az da olsa nüfus azalması var iken, İzmir’de nüfus artışı vardır. İzmir’deki nüfusun dörtte birini gayrimüslimlerin oluşturması, gayrimüslimlerin ticarete yatkın olmalarına ve bu yüzden buraya yerleşmelerine bağlamak mümkündür.
DİPNOTLAR
1 Yaman, Talat Mümtaz, “Mütesellimlik Müessesine Dair”, Türk Hukuk Dergisi, Ankara 1944, c. 1, s. 80.
2 Özkaya, Yücel, “XVIII. Yüzyılda Mütesellimlik Müessesesi”, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Ankara 1977, c. 28, S. 3-4, s. 360-394.
3 Çadırcı, Musa, “Tanzimata Girerken Mütesellimlik Müessesesi”, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Ankara 1977, c. 28, S. 3-4.
4 İbnü’l-Emin Mahmut Kemal, “Arpalık”, Tarih-i Osmani Mecmuası, S. 94 (17), İstanbul 1926.
5 Bursa Şeriyye Sicilleri, B. 219/446, Varak. 17-B.
6 Özkaya, Yücel, “XVIII. Yüzyılda Mütesellimlik Müessesesi”, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Ankara 1977, cilt. 28, S. 3-4, s. 369-386.
7 Egin Şeriyye Sicilleri, No. 1, s. 82.
8 Özkaya, Yücel, “XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda Bolu”, İkinci Tarih Boyunca Karadeniz Kongresi, Samsun 1990, s. 115.
9 Özkaya, Yücel, Osmanlı İmparatorluğu’nda Ayânlık, Ankara 1994, s. 23.
10 Özkaya, Yücel, “XVIII. Yüzyılın İkinci Yarısında Anadolu’da Ayânlık İddiaları”, Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi Degisi, Ankara 1966, c. 24, S. 3-4, s. 195-231.
11 Özkaya, Yücel, Osmanlı İmparatorluğu’nda Ayânlık, s. 272-292.
12 İnalcık, Halil, “Adalet-nâmeler”, Türk Tarih Belgeler Dergisi, Ankara 1967, c. II, S. 3-4.
13 Özkaya, Yücel, “XVIII. Yüzyılda Çıkarılan Adalet-nâmelere Göre Türkiyenin İç Durumu”, Belleten, no. 151, Ankara 1974, sayfa. 445-491.
14 Özkaya, Yücel, XVIII. Yüzyılda Osmanlı Kurumları ve Osmanlı Toplum Yaşantısı, Ankara 1985, s. 30-50.
15 Berker, Aziz, “Mora İhtilâli Tarihçesi Veya Penah Efendi Mecmuası”, Tarih Vesikaları Dergisi, Milli Eğitim Bakanlığı Yayını, Ankara 1942, S. 10, s. 237-238.
16 Ankara Şeriyye Sicil, 130, Vesika. 330.
17 Özkaya, Yücel, XVIII. Yüzyılda Osmanlı Kurumları ve Osmanlı Toplum Yaşantısı, Ankara 1985, s. 63-82.
18 Ankara Şr. Sc. 175, Vesika 188, 219 vb.
19 Ankara Şr. Sc. 189, Vesika. 225.
20 Ankara Şr. Sc. 156, Vesika. 250.
21 Çadırcı, Musa, “Tanzimat Döneminde Çıkarılan Men’-i Mürûr ve Pasaport Nizâm-nâmeleri”, Belgeler Dergisi, Türk Tarih Kurumu Yayını, c. 15, S. 19, s. 169-181.
22 Tuş, Muhittin, Sosyal ve Ekonomik Açıdan Konya, Konya Ticaret Odası Yayını, Konya 2001, s. 127-128.
23 Özdemir, Rifat, XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Ankara, İkinci Baskı, Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 1998, s. 96-98.
24 Kılıç, Orhan, XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Van (1548-1648), Van Belediyesi Yayını, Van 1997, s. 246.
25 Eken, Galip, “XVIII. Yüzyıl Ortalarında Antep’te Aile”, OTAM, Ankara Üniversitesi Yayını, Ankara 2001, S. 11, s. 121.
26 Özkaya, Yücel, XVIII. Yüzyılda Osmanlı Kurumları ve Osmanlı Toplum Yaşantısı, s. 154.
27 Çetin, Osman, Sicillere Göre Bursa’da İhtida Hareketler ve Sosyal Sonuçları (1472-1909), Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara 1994, s. 25-29, 34.
28 Çetin, Osman, a.g.e., s. 45.
29 Adıyeke, Nuri, XIX. Yüzyılda Milas Kazası, İzmir 1994, s. 120-121.
30 Özkaya, Yücel, “XVIII. Yüzyılın Ortalarında Kastamonu Sancağı”, Kastamonu Kültür Sempozyumu (21-23 Mayıs 2000), Kastamonu 2001, s. 5.
31 Özkaya, Yücel, XVIII. Yüzyılda Osmanlı Kurumları ve Toplum Yaşantısı, s. 262-263.
32 Öztürk, Mustafa, “Trabzon’da Fiyatlar (1771-1791)”, İkinci Tarih Boyunca Karadeniz Kongresi (1-13 Haziran 1988), Samsun 1990, s. 133-134.
33 Bu bakımdan hesaplamayı, örneğin Bolu Kazalarının toplamı 2424 olduğuna göre şu şekilde planladık: 2424X10= 24. 240X5= 121. 200, %20 vergi dışı muafları da göze alarak 121. 200x %20= 24250+121. 200=145. 750.
34 Özkaya, Yücel, “XVII. Ve XVIII. Yüzyıllarda Bolu”, İkinci Tarih Boyunca Karadeniz Kongresi (1-3 Haziran 1988), Samsun 1990.
35 Özkaya, Yücel, “XVIII. Yüzyılda Kayseri”, I. Kayseri Kültür ve Sanat Haftası (7-13 Nisan 1987), Kayseri 1987, s. 36.
36 Özkaya, Yücel, “XVIII. Yüzyılın Ortalarında Kastamonu Sancağı”, Birinci Kastamonu Kültür Sempozyumu (21-23 Mayıs 2000), Kastamonu 2001, s. 3.
37 Özdemir, Rifat, XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Ankara, Kültür Bakanlığı Yayın, Ankara 1998, s. 106-107.
38 Bunların avarız hanesi şöyledir: Aslı Hatun 3. 5 ve bir rub’, Solakoğlu diğer adı Akpınar 9, Hacı İlyas 4 ve bir rub’, yanan ve bu yüzden civardaki Kasaplar ve Salcılar 8, Soku 4. 5, Okçular 4. 5, Uç Pare köyleri 16. 5 ve bir rub’un yanı sıra yanan ve bu yüzden vergileri diğer hanelere yüklenen yerler. Bolu Şr. Sc. 845. Vr. 10-A. Bolu Kazasının, köyleri ile nüfûsu 40. 106’dır.
39 Bolu Şr. Sc. 845, Varak. 13-B, Sc. no. 846, Vr. 21-A.
40 Bolu Şr. Sc. 843, Vr. 51, 56, Bolu Şr. Sc. 844, Vr. 66, 75, 78, Bolu Şr. Sc. 845, Vr. 14-B, Bolu. 846, Vr. 21-A,
41 Tuş, Muhittin, Sosyal ve Ekonomik Açıdan Konya, Konya Ticaret Odası Yayını, Konya 2002, s. 121-122.
42 Tuş, Muhittin, a.g.e., s. 129.
43 Uluçay, Çağatay, 18. ve 19. Yüzyıllarda Arauhan’da Eşkiyalık ve Halk Hareketleri, Berksoy Yayınevi, İstanbul 1955, s. 40-45.
44 Baykara, Tuncer, İzmir Şehri ve Tarihi, İzmir 1974, s. 56-57.
Dostları ilə paylaş: |