2.Tuğra : Pâdişâh adına düzenlenen tüm sultânî belgelerde olduğu gibi ahidnâmeler de devrin sultanın tuğrasını taşırlar37.
Oğuz hâkanları, Selçuklu ve Osmanlı sultanlarının nişân ve yazılı alâmeti ve bir çeşit imzâsı ve son dönemlerde de devlet arması olan tuğranın, menşei konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür ki, biz burda sadece ana hatlarıyla üzerinde duracağız.
Dîvânü Lügâti’t-Türk’te, tuğra kelimesi tuğrağ şeklinde geçmekte ve “tuğra, tura, hâkanın buyrultusu, Oğuzca. Bunu Türkler bilmez. Ben de aslını bimiyorum” denilmektedir.38
Ahmet Vefik Paşa Lehçe-i Osmanî’de; “Nişân-ı padişâhî, Tuğra-yı Garrâ, aslı Türkîdir. Tuğra, turga, tuğrul. Fârisîde toğri veya tuğrı, iki kanadı açık büyük doğan. Nişân-ı hâkânî kabül olunmuştur. Oğuzlar hâkanının nişânı ondan yazı ile taklid olunmuştur” denilmektedir39.
Tuğra hakkında ilginç bilgiler veren ve tuğranın bir arma olduğunu ilk söyleyen Miralay Ali Bey, TOEM’de yayınlanan “Tuğra-i Hümâyûn” adlı makâlesinde A.Vefik Paşa’ya atıfta bulunarak; “Vefik Paşa merhum Türklüğe aşırı sevgisinden bu sözleri ‘varsın öyle bilsinler’ diye kasıtlı olarak yazmıştır. Tuğra, Oğuz Hakanı ile eşinin ongunudur” der. Ali Bey, tuğranın bu şekliyle Anadolu Türklerinin bir icadı olduğunu belirttikten sonra; “ecnebî ülkelerde arma nereye konulursa tuğra da padişahlara mahsus sancağa, fermân, berât, Tezkire-i Osmâniye, Senedât-ı Hâkâniye, sikke, ebniyye-i emîriyye kapıları üzerine, posta pullarına velhasıl arma konulması icab eden mahallerin cümlesine konulmaktadır” diyerek tuğranın bir devlet arması olduğunu belirtir40.
Tuğra kelimesi Farsça’da “işâret ve alâmet” anlamına gelen nişân veya nişâne; Arapça’da, “remiz ve imzâ” anlamına gelen tavki -tevki‘ kelimesi ile karşılanmış olup, berât ve fermânların te’kid kısmında alâmet-i şerîfe şeklinde belirtilir. Ancak, nişân ve tevki‘ kelimeleri tuğrâ’dan daha geniş anlamlıdır. Halk Arapça’sında tuğrâ ile, bir kumaşın kenarı veyâ bir evrâkın üst kenarı anlamına gelen turra bir biriyle karıştırılmıştır. Turra kelimesi Mısır ve civarında tuğra yerine kullanılmıştır. Belgelerde tuğranın konulduğu yerden çıktığı anlaşılan bu karışıklık oldukça eski tarihlere uzanmaktadır41
Değişik türk lehçelerinde tuğrâ kelimesi, tûra ve tura şeklinde teleffuz edilmiş ve zamanla “büyük davul tokmağı, oyunda birbirinin avucu içine vurmakta kullanılan bükülmüş mendil” (arapça turra kelimesinde de bu anlam vardır; ayrıca bkz. Arapça ve Farsça durra, derre “davul tokmağı” anlamına gelen kelimeler de turra şeklinde teleffuz edilmiştir.)42
Günümüzde Anadolu’nun hemen her köyünde, özellikle keçi kılından örülmüş kalın urgan biçiminde iplerle, bacaklara vurma şeklinde bir güç ve kuvvet gösterisi olarak oynanan oyuna da “tura oynama” denmektedir. Bu adın verilmesi oyunda kullanılan örgülü urgandan (örme) kaynaklanmış olmalıdır.
Tuğra’nın menşei hakkında yeni bir görüş de P.Wittek tarfından ileri sürülmüştür. Wittek, Oğuzların Batı Asya’dan aldığı ve diğer türkler tarafından bilinmeyen tuğranın menşei konusunda Barthold’un düşüncesinden43 hareketle, okun siyasi bir simge olarak oynadığı rolü göz önünene alarak, tugra(gh) kelimesinin eski farsça tîr “ok” kelimesinden türemiş olabileceğini ileri sürmüştür44.
Osmanlılar gibi diğer Anadolu beyleri de tuğra kullanmışlardır. Bunlardan bazıları günümüze ulaşmıştır.
Bugün elimizde mevcut olan en eski tarihli tuğra, Orhan Bey’in (h.724/m.1324) tarihine âit Farsça tevliyet nişânında yer alan tuğrasıdır45. Tuğra gayet açık şekilde yazılmış “Orhan b. Osman” ibâresinden oluşmuştur. Yine aynı sultana âit (h749/m.1348) tarihli mülknâmesinde yer alan tuğra46 birinci tuğra gibi basit olmasına rağmen daha gelişmiş haldedir47. Bu tuğra zamanla daha da geliştirilerek klasik Osmalı tuğrası ortaya çıkmıştır.
Tuğranın türk boylarının damgaları ile olan ilişkisi konusunda ilmî bir tez de, Kırım Bahçesaray’da o yıllarda (1926) Saraylar ve Kırım Tatar Kültürü Müzesi müdürü olan Osman Akçokraklı tarafından ileri sürülmüştür. 1925 yılında Kırım Tatarları’nın sanat, edebiyat ve sosyal hayatı ile ilgili bilgiler toplamak amacı ile oluşturulan bir araştırma heyeti yaptıkları çalışmalar sırasında tamga-damga’larla da ilgilenmiş, Kırım’ın değişik yerlerinde 400 kadar damga tesbit etmişler ve bunlar O.Akçokraklı tarafından, Bakü’de toplanan Türkiyat Kurultayı münâsebetiyle İstanbul türkçesine yakın bir Kırım türkçesi ve eski yazı ile Akmescit’de Şubat 1926’da Kırımda Tatar Damgaları adıyla yayınlanmıştır.
Akçokraklı, bu çalışmasında Osmanlı tuğrasının türk damgalarından hareketle oluşturulduğunu ve 500 yıllık zaman içinde mükemmel bir hâle geldiğini iddiâ etmiştir.
Türkler asırlar boyunca çok çeşitli damga-tamgalar kullanmışlar, at, sığır ve koyun sürülerini, hatta eşyalarını bunlarla damgalamışlardır. Bu tamgalar, aynı zamanda başbuğların hükümranlık sembolüdür. Hâkâniye Türkleri’nde, Hakanın damgasına Tuğrak denilirdi. Bu kelime , sonraları Batı Türkleri’nde Tuğra ve Cengizler’de Tarak şeklinde telaffuz olunmuştur48.
P.Wittek ise, XIII. yüzyıl ortalarına âit üç belgede49 yer alan tuğra niyetine kalın kalemle yazılmış “Sultân” kelimesinin Selçuklu tuğralarındaki esaslı basitleştirmeyi gösterebileceğini ve Osmanlı tuğrasındaki şeklin de ilham kaynağı olabileceğini belirtir.50
Tuğra, Büyük Selçuklulardan Eyyûbîler vasıtasıyla, Mısır Memlûklerine geçmiştir.
Osmanlı belgelerinde sık sık tekrâr edilen, tevki‘-i refi‘-i hümâyûn, nişân-ı şerîf-i...,nişân-ı hümâyûn ve misâl-i meymûn, âlemet-i şerîfe, tuğrâ-yı garrâ, tuğrâ-yı meymûn kelimelerinin hepsi de tuğrayı ifâde etmektedir.
Tuğraların sağ tarafına bayrak veya çiçek koyma modası, II.Süleymân’la başlamış ve III.Ahmed’le devam etmiştir. Çiçek motiflerinin yerine ilk defa mahlas koyan II.Mahmud’dur. Mahlası tuğrasının sağında yazılmış olan “Adlî” dir. Daha sonra II.Abdülhamid’inkinde “Gâzî”, V.Reşad’ın tuğrasında ise “Reşad” kelimeleri yer almıştır51.
3.Nişân Formülü52:
Tüm berât çeşitlerinde olduğu gibi bazı ahidnâmelerde de tuğranın hemen altında yer alan bir klişedir ve beratı benzeri vesika çeşitlerinden ilk bakışta ayırt eden özelliklerin en önemlisidir. Beratlarda başlangıç formülü olarak “nişân...” formülünün gâliben kullanılışı ve osmanlı berâtlarında değişmez, standard bir formül haline gelişi Fâtih Sultan Mehmed’in son yılları ile II.Bayazid’in ilk yıllarına rastlamaktadır.
Erken dönem berâtlarında başlangıç cümlesi olarak nâdiren kullanılan nişân formülü ile ilgili rastladığımız en eski örnek I.Bayazid’in oğlu Mustafa Çelebi’nin (h.808/1405) tarihli nişanıdır;
“Nişân-ı hümâyûn hükmü enfezehû’llâhü Teâlâ oldurur kim”53
İlk dönemlere âit başka bir örnek II.Murad’ın (Ra.825 / Nisan 1422) tarihli nişanında şu şekilde yer almaktadır;
“Bu nişân-ı hümâyûn şol sebeb üzere sûret-i tahrîr buldu kim”54
Mehmed Çelebi’nin (Safer 822/ Mart 1419) tarihli nişanı ise çok ilginç bir şekilde “sebeb-i tahrîr” ve “nişân-ı hümâyûn” formüllerini birleştirerek başlıyor. Bu tip bir başlangıç formülüne başka berâtlarda rastlayamadım. Sebeb-i tahrîr-i tevki'-i refi'-i hümâyûn oldur ki... tahrîrle başlayan berâtları anlatırken de verdiğimiz bu misali burada tekrar ediyoruz;
“Sebeb-i tahrîr-i nişân-ı hümâyûn hükmü enfezehu’llâhü Teâlâ ilâ yevmi’d-dîn oldur kim” 55
XV. yy. dan itibâren en çok kullanılan nişân formülleri şu şekildedir;
“Nişân-ı hümâyûn hükmü oldur ki...”56
“Nişân-ı hümâyûn ve tuğrâ-yı meymûn oldur ki”57.
"Nişân-ı şerîf-i âlîşân-ı sultânî ve tuğrâ-yı garrâ-yı kiti-sitân-ı hâkânî hükmü oldur ki..."58
"Nişân-ı şerîf-i âlîşân ve tuğrâ-yı garrâ-yı vâcibi’l-iz‘ân bi’l- ‘avni’l-Meliki’l-Müste‘ân ilâ yevmi’l-haşri ve’l-mîzân hükmü oldur ki..."59
"Nişân-ı şerîf-i âlîşân-ı sâmî-mekân-ı sultânî ve tuğrâ-yı garrâ-yı cihân-sitân-ı hâkânî nüffize bi’l-‘avni’r-rabbânî ve bi’s-savbi’s-samadânî hükmü oldur ki..."60
Klasik dönem berâtlarında en sık kullanılan kalıplar şunlardır;
"Nişân-ı şerîf-i âlîşân-ı sâmî-mekân-ı sultânî ve tuğrâ-yı garrâ-yı cihân (veya kiti)-sitân-ı hâkânî hükmü oldur ki..."
"Nişân-ı şerîf-i âlîşân ve tuğrâ-yı garrâ-yı kîtî-sitân enfezehu’llâhü’l-Melikü’l-Müsteân ilâ âhiri’d-dühûri ve’l-ezmân hükmü oldur ki..."61
"Nişân-ı şerîf-i âlîşân-ı sultânî ve tuğrâ-yı garrâ-yı kîtî-sitân-ı hâkânî nüffize bi’l-‘avni’r-rabbânî- hükmü oldur ki..."62
Yukarda da işâret ettiğimiz gibi klasik dönem ahidnâmelerin bazılarında diğer berâtlarda olduğu gibi nişân formülü yer alır. Bu gibi ahidnâmelerde ünvan nişân formülünü takiben yazılmaktadır.
Erken dönem ahidnâme (sevgendnâme) lerinde nişân formülü bulunmaz. Ayrıca yapı ve içerik açısından da daha farklı bir özellik gösterirler.
Elimizde bulunan en eski tarihli Osmanlıca yazılmış ahidnâme (h.806/m.1403-1404) tarihini taşıyan, Sultan I.Mehmed’in Germiyan Bey’i Süleymanşâh oğlu Yâkub Bey’e gönderdiği sevgendnâme (ahidnâme)63 dir.
Metin içinde; akd ü peymân, sevgendnâme, ahd ü peyman, yemîn-i mugallazât vs., ahd ü mîsâk, muâhede aynı anlamlarda birbirlerinin yerine kullanılmıştır ki, bu durum özellikle XV. Asırdan itibaren tamamen şekillenen ve yerleşen Osmanlı inşâ geleneğinin aynı asır başlarında henüz tam biçimlenmediğini göstermektedir. Ayrıca bu sevgendnâme, gerek dil gerekse yazı özelliği (sesli harflerin hareke ile gösterilmesi vs.) Selçuklu devrinin türkçesini aksettirmektedir.
Sevgendnâme (ahidnâme) iki bölümden oluşmuştur;
1.Giriş kısmı şu şekilde başlar:
“Bu sahîfetü’ş-şerîfe ve vesîkâtü’t-tayyibe kaleme geldiğine sebeb oldur ki;
Çûn akd ü peymân beyne esnâf-i insan sünnet-i mebrûr ve âdet-i müstahsen ve meşhurdur. Te’kîd-i i‘tikad ve izdiyâd ve in‘ikâd mukarrer olmağıçün evvel gelmiş mu‘teber resimdir. Tâ ki tarafeynin hatırları birbirine mutmain olub kavâid-i peymân arada müekked ve müstahkem ola”
Bu cümlelerle kısaca anlatılmak istenen ahidnâmenin yazılma gerekçesidir. İnsanlar arasında tâ eski devirlerden beri böyle anlaşmâlar yapmanın âdet-i müstahsene (güzel bir gelenek) olduğu yeterki iki tarafın birbirine inanması ve güvenmesi gerektiği belirtilir.
Dikkat edilirse başlangıç cümlesi bazı berâtların başlangıçlarında yer alan “sebeb-i tahrîr” formülünü hatılatmaktadır.
Giriş kısmının ikinci bölümünde, sevgendnamenin gönderiliş sebebi belirtilir:
Eyle olsa evvel aramızdaği kavl ü karar üzerine şimdiki halde Seyyidü’l-emâcid bizim Tâcüdddin ketebe Allâhü selâmetehû hidmeti ile sevgendnâmeyi âlî hazretinize virdik. Şerâit-i ahd ü peymân yerine getürüb bahs-i maslahat edesiz ?, Tâki ittihâdımız ve muhabbetimiz kemâle erişüb aradan şekk <ü> şübhe dahi var ise bi’l-külliye zâil ola. Bâkî kemâl-i kifâyetinize taalluk dutar ve’s-selâm.
Aramızdaki sözleşmeye uygun olarak , Tâceddin’i bu sevgendnâme ile size (Yâkub Bey’e) gönderdik. Ahidnâmenin şartları yerine getirilsi ki aramızdaki birlik ve sevgimiz artsın, eğer bir birimiz hakkında içimizde şüphe var ise o da ortadan kalksın.
2.Giriş kısmından sonra “Besmele” ile birlikte ahidnâmenin asıl metni başlar. Ahidle ilgili “Ve evfû bi ahdi’llâhi...”64 âyet-i kerîmesi zikredildikten sonra “Uşhidullâhe..” şeklinde başlayan cümle ile “Ben Allah’ı şahid gösteriyorum ki, O şahid olarak yeter. Ve aynı şekilde melekleri, peygamberleri, Hulefâ-i Râşidîn’i hidâyete erdiren imamları ve bütün insanları da bu yemin üzerine şahitolarak gösteriyorum” anlamında şu cümleler yer alır:
Bismillâhirrahmânirrahîm. Kâle Allâhü Teâlâ hüve esdakü’l-kâilîn ve ehakkü’l-vâizîn: (Ve evfû bi-ahdi’llahi izâ âhedtüm velâ tenkuzü’l-eymâne ba‘de tevkîdihâ) (el-âyetü) eşhedü’llâhi ve kefâ bihî şehîden, eşhedü melaiketihi’l-mukarrebîn, ve enbiyâihi’l-mürselîn, ve eşhedü el-Hulefâi’r-Râşidîn, ve Eimmetü’l-mühteddîn ve’n-nâsü küllühüm ecmaîn ve alâ hâzihi’l-yemîni’l-mugâlaza.
Daha sonra klasik ahidnâmelerin de rükünlerinden olan ünvan bölümüne geçilir.
4.Unvân Bölümü:
Nâme-i Hümâyûn ve ahidnâmelerin karakteristik özelliklerinden olan bu formül, adına belge düzenlenen kişinin, yani sultanın adı, sıfatları, hükmettiği yerler, birkaç nesil öncesine kadar uzanan ecdâd isimlerinin sıralanmasıyla oluşmuştur. Nişân formülü bulunan ahidnâmelerde “unvan” bu formülden sonra yer alır ve bazan nişân ve unvan arasında “şimdiki halde” ifâdesi yerleştirilir. Dâvet rüknünün, nişân formülü ile ünvân arasına yerleştirildiği ahidnâmeler olduğu gibi, nişân formulü hiç bulunmayan ve doğrudan unvanla başlayan65 veya nişân formülü ile unvân arasına eski durumu özetleyen bir bölümün eklendiği (I.Ahmed’in aşağıda incelenen ahidnâmesi gibi) ahidnâmelerde bulunmaktadır.
Yukarda örnek olarak verdiğimiz I.Mehmed’in (h.806) tarihli ahidnâmesinde unvan formülü oldukça sâde bir şekilde yalnızca baba ve kendi isminin zikrinden ibârettir:
Ben ki, Bâyezid Beg oğlu Mehmedün.
Fâtih Sultan Mehmed’in Galatalılar’a verdiği (h.857/m.1453) tarihli meşhûr ahidnâmenin türkçe versiyonunda nişân formulü bulunmamakla birlikte unvan yer almaktadır:
Ben Ulu Pâdişâh ve Ulu Şehinşâh Sultan Mehmed Hân b.Sultan Murad’ım66
Aynı ahidnâmenin (m.1610) tarihiyle yapılan tecdîdi67nde ahidnâme uslûb ve yapısının daha değişik olduğunu görüyoruz. Nişân formülü ile başlayan I.Ahmed’in bu ahidnâmesinde unvân formülü konuya kısa bir giriş yapıldıktan sonra yer almaktadır. Bu ahidnâmenin diğer rükünleri de normal bir imtiyaz berâtında olduğu gibidir. Son kısımda yani te’kîd veya tehdîd rüknü sonunda da “alâmet-i şerîf..” formülü bulunmaktadır.
XVI-XVIII. yy.larda da çok ağdalı üslûbla yazılmış unvân formüllerine rastlıyoruz. Meselâ, (h.1121/ m. 1709) tarihini taşıyan ve III. Ahmed tarafından Rus Çar’ı I.Petro (Deli Petro)’ya verilen ahidnâme’de böyle ağdalı bir ünvan görüyoruz68:
“Ben ki, eşrefü’l-büldân ve’l-emâkîn ve ebrekü’l-medâyin-i ve’l-mesâkîn, kıble-i cümle-i âlem ve mihrâb-ı teveccüh-i kâffe-i ümem olan Mekke-i Mükerreme’nin ve Medîne-i Münevvere ve Kuds-i Şerîf’in hâdim ve hâkimi ve hasretü’l-mülûk olan bilâd-ı selâse-i muazzama ki: İstanbul ve Edirne ve Burûsa’dır ve Şâm-ı cennet-meşâm ve Bağdâd-ı dârü’s-selâm Mısr-i nâdiretü’l-asr-i bî-hemtâ ve külliyyen Arabistân ve Halebü’ş-şehbâ ve Irâk ve Acem ve Basra ve Lahsa ve deylem ve Rakka ve Musul ve Şehr-i zûr ve Van ve Diyârbekr ve Zü’l-kadriyye ve Kürdistân ve Gürcistân ve vilâyet-i Erzurûm ve Sivas ve Adana ve Karaman...ve tâ‘rîf ve tavsîfden müstağnî nice bükâ‘ ve büldânın pâdişâh-ı ma‘delet-penâhı ve şehen-şâh-ı merhamet dest-gâhı, es-Sultân ibnü’s-sultân ve’l-Hâkân ibnü’l-Hâkân es-sultân Ahmed Hân ibnü’s-Sultân Mehmed Hân ibnü’s-Sultân İbrâhîm Hânım”
Diğer sultânî vesiklarda olduğu gibi ahidnâmelerde de , unvandan sonra elkâb ve duâ rükünleri yer almıştır. Duâdan sonra ise çoğu kez “tevkî‘-i refî‘-i hümâyûn vâsıl olıcak ma‘lûm ola ki” veya “bu ahidnâme-i hümâyunumu mütâlaa kılanlara ma‘lûm ola ki”69 tarzında bir geçiş formülü yer alır, bununla birlikte böyle bir formül kullanılmadan hâlâ veyâ hâliyâ vb. kelimelerle nakil veya iblağ (dîbâçe) kısmına geçilen veya her iki şekli birlikte taşıyan ahidnâmelerde vardır.
-
Nakil veya İblâğ (Dîbâçe):
Bu bölümde ahidnâmenin veriliş sebebi açıklanır. Ahidnâmenin çeşidine göre farklılık gösterir. Bir sulh ahidnâmesinin yenilenmesi nedeniyle verilmişse bu durum belirtildikten sonra anlaşma şarlarına uyulması şartı ile sulhun yenilendiği, eğer savaş sonunda verilen bir sulh ahidnâmesi ise iki tarafın artık aradaki düşmanlığı bıraktığı, müzâkerenin nerede ne şekilde yapıldığı, anlaşma maddeleri, süresi vs. konularda karşılıklı anlaşmaya varıldığı kaydedilir.
Ticârî imtiyazlar için verilen ahidnâmelerde, ahidnayi isteyenlere verilen imtiyaz ve bağışlardan bahsedilir. Bu imtiyaz ve ayrıcalıkların devam etmesinin karşı tarafın “ihlâs ve sadâkat” (veyâ dostluk ve sadâkat) ine bağlı olduğu özellikle vurgulanır70.
Bütün ahidnâmelerde nakil ve iblâğ kısmının sonunda, ahidnâme şartlarına sadık kalınacağına söz verilir ve yemin edilir. XV. ve XVII.yy. ahidnâmelerinde bu durum daha ısrarlı ve şiddetli bir biçimde belirtilmiştir.
Söz konusu ahidnâme (I.Mehmed’in h.806 tarihli ahidnâmesi) de şu şekildedir:
Şol Tenri hakkıçün ki Âlimü’s-sırr-ı ve’l-hafiyyâtdır. Hâlisan, muhlisan tahâret-i kâmileyle elimi Kelâm-i Mecîd üzerine koyub Vallâhi ve Billâhi ve Tallâhi et-Tâlibü’l-Gâlibü’l-Müdrikü’l-Müntakîmü’l-Mühlikü’l-Hayyü’l-Kayyûm. Ellezî lâ yemût. Mugâlaza and içdim ve ahd itdim. Hîlesüz ve istinâsüz şunun üzerine ki, ba‘de’l-yevm Süleyman Şah oğlu Ya‘kûb Bey’le dost müttehid olam. Geri kalan beglerden sözümü kesem ve elim çekem.Tâhiren ve bâtınen dostlarıyla dost, düşmenleriyle düşmen olam. Çendân ki, canım tenim içinde ola. Otuz yıla değin bu kavl ü karardan tecavüz itmeyem ve bu ahd ü peymân üzerine sâbit kadem olam.
Fâtih ’in Galatalılara verdiği (1453) tarihli ahidnâmede:
Yeri göğü yaratan Perverdigâr hakkıçün ve Hazret-i Rasûl’ün -Aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm- pâk münevver mutahhar rûhiçün ve Yedi Mushâf hakkıçün ve yüzyirmidörtbin peygamberler hakkıçün ve dedem ruhiçün ve babam ruhiçün benim başım içün ve oğlanlarım başıçün ve kuşandığım kılıç hakiçün”
Bu şekilde yemin formüllerine XVIII.yy. ahidnâmelerinde rastlamıyoruz.
6.Ahidnâme Maddelerinin Belirtilmesi (emir veya hüküm)
Ahidnâmelerin bazılarında yer alan emir veya hüküm formüllerinin en çok kullanılan biçimleri İşbu ahidnâme-i şerîfi virdüm ve buyurdum ki71 veyâ ahidnâme-i hümâyûn-ı ma‘delet /meserret-meşhûnun virdüm ve buyurdum ki72 vb. şeklindedir.
Genel olarak, ahidnâmelerde de emir veya hüküm rüknü yerinde ahidnâme maddeleri sıralanır. Ve sıralan bu maddeler ahidnâmenin çeşidine göre değişiklikler gösterir.
Fâtih’in Galatalılar’a verdiği ahidnâmenin bu bölümü daha farklı bir özellik göstermektedir. Ticâret hayatından dînî hayata kadar yaşamı ilgilendiren hemen her türlü konu madde madde sıralanmıştır;
Şimdiki halde Galata’nın halkı ve merdüm-zâdeleri atabe-i ‘ulyâ’ma dostluk içün Babilan Paravazin vs.. ile kal‘a-i mezkûrenin miftâhın gönderüb bana kul olmağa itâat ve inkiyâd göstermişler. Ben dahî kabül eyledim ki;
Kendülerin âyinlari ve erkânları ne vecihle câri olıgelirse yine ol uslûb üzere âdetlerin ve erkanların yerüne getüre ben dahî üzerlerine varub kalalarını yıkub harâb itmeyem.
Buyurdum ki, kendülerin malları ve rızıkları ve mülkleri ve mahzenleri ve bağları ve değirmenleri ve gemileri ve sandalları ve bi’l-cümle metâ‘ları ve avretleri ve oğulları ve kulları ve cariyeleri kendülerin ellerinde mukarrer ola müteârız olmayam ve üşendirmeyem.
Anlar dahî rençberlik ideler gayri memleketlerim gibi deryâdan ve kurudan sefer ideler kimesne mâni‘ ve müzâhim olmaya muâf ve müsellem olalar.
Ben dahî üzerlerine şer‘î haraç vaz‘ idem sâl be sâl edâ ideler gayriler gibi.
Ben dahî bunların üzerlerinden nazar-ı şerîfim dirîg buyurmayub koruyam gayri memleketlerim gibi ve kiliseleri ellerinde ola, okuyalar ayinlerince çân ve nâkûs çalmıyalar ve kiliselerin alub mescîd itmeyem ve bunlar dahî yeni kilise yapmıyalar.
Ve Ceneviz bâzârganları deryâdan ve kurudan rençberlik idüb geleler ve gideler. gümrüklerin âdet üzere vereler. Anlara kimesne taarruz itmeye.
Ve buyurdum ki yeniçeriliğe oğlan almıyam ve bir kafiri rızâsı olmadan müslüman itmeyeler ve kendüleri erlerinden kimi ihtiyar ederlerse maslahatlarıçün kethüdâ nasb ideler
Ve buyurdum ki evlerine doğancı ve kul konmaya ve kal‘a-i mezkûre halkı ve bâzârgânları angaryadan muâf ve müsellem olalar”.
Fâtih devrine âit (h.878/m.1473) tarihli bir sevgendnâme sûreti73nde bir müslüman bey veya valiye verileceği düşünülerek hazırlan ahidnâme maddeleri;
Ba‘de’l-yevm virdügim tımarları almayam ve aldırmayam.
Ve nefsine ve malına ve evladına zarar itmeyem ve etdirmeyem.
Ve hiç kümesnenin sözüne ve i‘vâsına uyub bu mezkûr yemîn-i mugâlaza ve ahd ü mîsâkı tebdîl ve tagyîr itmekiçün çâre ve te’vîl ve hîle taleb kılmayam ve kıldırmayam.
7.Te’kîd Bölümü:
Ahidnâme maddeleri sıralandıktan sonra verilen hak ve imtiyaz veyâ yapılan anlaşmlara sâdık kalınacağını belirten formüllerin yer aldığı kısma te’kîd rüknü denilmektedir.
I.Mehmed’in ahidnâmesinde te’kîd formülleri şu şekildedir74:
Hiç âferîde sözüne ve iğvâsına uyub bu yemîn-i mugâllazai bu ahd ü mîsâk tebdîl ve tagyîr itmegiçün çâre ve hîle ve te’vîl taleb itmiyem.
Bu andımdan dönmüyem ve eğer dönecek olursam bu Tenri kelamı beni dutsun.
Çendân ki, imkân-ı bekâ bana müyesser ola. Kavlen ve fi‘len bu andımdan tecâvüz kılmıyam.
Kavâid-i muâhedeyi muhâfazat etmegi zimmetimde vâcib ve müfavvaz bilem.
İttihad ve muhâlasatda bi-kadri’l-vüs‘-i ve’l-imkân vahîdü’l-lisân ve’l-cenân olam.
Ve’t-tevfîku mine’llâhi Teâlâ ve’l-i‘nâyetü min ‘indillâhi V’allâhü alâ mâ nekûlü vekîl ve mâ tevfîkî illâ bi’llâhi aleyhi tevekkeltü ve ileyhi ünîb.
Fâtih ’in Galatalılar’a verdiği ahidnâme’de bu bölüm ahidnâme maddeleri içine serpiştirilmiş haldedir. Ayrıca belgenin son kısmında; Şöyle bileler alâmet-i şeife i‘timâd kılalar şeklindeki te’kîd cümlesi eklenmiştir.
Yukarda bahsedilen (h.878) tarihli ahidnâme suretinde te’kîd;
Aslâ bu andddan dönmiyem eğer dönecek olursam Te’ri Teâlâ’nın Kelâm-ı Kadîm’i beni dutsun. Ve’t-tevfîku min Allâh ve’l‘inâyetü min ‘ındi’llâh vallahü alâ mâ nekûlü vekîl vemâ tevfîkî illâ bi’llâhi aleyhi tevekkeltü ve ileyhi ünîb
XVI. yy. Ahidnâmelerinde nakil veya iblâğ kısmının sonunda yer alan yemin bölümünün te’kid rüknüne yerleştirildiği görülmektedir. Örneğin, Sultan II.Bâyezid’in Macar ve Çek kralına verdiği ahidnâmede yemin te’kid kısmındadır75
8.Tarih Rüknü:
Tarihlerin başında genel olarak tahrîren fî, daha az olarak da hurrire fî (...de yazıldı) ibâreleri yer alır. Osmanlı berâtlarında esas alınan tarih hicrî tarihtir. Bu nedenle kamerî takvim’in ay isimleri kullanılmış, yıllarda arapça olarak yazılmıştır. Berâtlarda çok kullanılmamakla birlikte aylar bazen sembol harflerle belirtilir ve ayların bir kısmı mutlaka bir sıfatla birlikte yazılır.
Tahrîren fî yevmi’l-hâmis-i ‘aşar min şehr-i Saferü’l-hayr sene seb‘a ve ‘işrîn ve elf (15 Safer 1027).
Bazı durumlarda gün tam olarak belirtilmeden “onlu” gurublar halinde verilir;
Ayın ilk on günü için, “evâil”, onu ile yirmisi arası, “evâsıt”, son on günü için de, “evâhir” kelimeleri kullanılır. Bu durumda tarih şu şekilde atılır;
Tahrîren fî evâil-i Ramazâni’l-mübârek sene sittün ve semâne mie76 (806 Ramazan ayının ilk on günü).
Her ayın ilk günü için fi gurre-i ....
On beşinci günü için fî muntasafi... ),
Son günü için de fî selhi... kelimeleri kullanılmıştır.
Bazı berâtlarda tarihi tâkiben yılın hicrî olduğunu belirten bazı kelimeler sıralanmıştır. Örneğin II.Murad’ın (825/1422) tarihli nişanı77nda çok ilginç bir şekilde;
“Hicriyye Nebeviyye Yesribiyye Medeniyye” kelimelerinin bir biri ardınca tek satır halinde “mahall-i tahrir” (belgenin düzenlediği yer) in yerinde yazılmış olduğunu görüyoruz. Mahall-i tahrîr ise alışılmışın dışında aşağı doğru 70-80 derece eğik bir şekilde sağ tarafa yazılmıştır.
Tarih atımı bazı erken dönem berâtlarında kağıdın arka yüzünün tam ortasının yerine, ön yüz yazısının ters yönünde, sağ alt köşeye yakın ve yan kenara paralel, timar köyleri öbeğinin yan tarafına gelecek şekilde yazılmıştır78. Daha sonraki dönemlerde tarihin etrafının çok kere beyzî (yumurta şeklinde veya oval) bir resim şeklinde çizildiği görülmektedir79.
Bazı nâme-i hümayunlarda ve daha çok ahidnâmelerde tarihlerin türkçe atıldığına da şahit oluyoruz.
Bazı ahidamelerde yıl, ay ve gün, sadece hici tarihe göre yazılırken bazılarında, bunun milâdî takvime göre karşılığı da yazılmıştır. Örneğin (h.932/m.1525) tarihinde Lehlere verilen bir ahidnâmede;
“Bizim Peyganberimiz iki cihan fahri Muhammed Mustafa’nın -salavâtu’llâh-i aleyhi ve sellem- hicretinin dokuz yüz otuz ikinci yılı Muharrem’inin gurresinden ki, İsâ’yı Nebî -alehi’s-selâm- târihinin bin beş yüz yigirmi beşinci yılında, Ohturus (Octobre/Ekim) ayının on beşinci günü vâki‘ olmuşdur”80.
Bazı berâtlarda ise nâdiren yazım tarihi, metin içinde türkçe olarak ifâde olunmuştur;
“..senesi Muharrem/Receb vs. inin ...günü bu berât-ı hümayunu virdim ve buyurdum ki”
Genel olarak, II.Bâyezid’den önceki döneme âit ahidnâmelerde tarih bölümü diğer berâtlardan farklı değildir. Yukarda belirttiğimiz gibi “Tahrîren fî ... sene...” vb. şeklinde arapça kalıp kullanılmıştır.
II.Bâyezid, Yavuz Selim ve Kânûnî Sultan Süleyman’ın ahidnâmelerinin çoğunda hicrî ve mîlâdî tarihler birlikte, türkçe olarak yazılmıştır81. Bazı ahidnâmelerde tarih atıldıktan sonra aynı kalemle mahall-i tahrir de belirtilmiş, te’yîd formülü ise en sonda yer almıştır.
Kânûnî’nin (h.947/m.1542) yılında Venedikliler’e verdiği ahidnâmede
tarih + mahall-i tahrîr + te’yîd formülü:
Ve bu ahidnâme-i hümâyûn bizim Ulu Peygamberimiz Muhammed Mustafa Salla’llâhü ‘aleyh-i vesellem tarihinden dokuzyüz kırk yedinci yılın Cemâziye’l-âhir’inin evelki gününde yazıldı. Hazret-i İsâ Peygamber Salevâtü’llâhi teâlâ aleyh tarihinden Ohturus ayının ikinci günüdür. Dârü’l-hilâfeti’l-‘aliyyeti Mahrûse-i Kostantıniyye’de yazıldı. Şöyle bilesiz 82.
Kanûnî’nin (h.960/1553) tarihli Leh kralına verdiği ahidnâmenin tarih rüknü ise şu şekildedir:
Bizim Ulu Peygamberimiz ve iki cihân fahri Muhammed Mustafa Salla’llâhü ‘aleyh-i vesellem hicretinin dokuzyüz altmış Şa‘ban’ının yigirminci gününden ki, Hazret-i İsâ Aleyhi’s-selâm tarihinin 1553...vâki‘ olmuştur83.
-
Dostları ilə paylaş: |