çıkarmaya ve ayaklanmaya davet eden şeyh, başına toplananlarla çarşıyı basmıştır.
Ayrıca, Hz. Ali'ye hakaret ettiği, Mevlânâ'nın Mesnevî'sinin cehennemde konuşulacak
lisanla yazıldığı iddiasında bulunduğu ve kazadaki ulemaya hakaretler yağdırdığı
kaydedilmektedir.136
5 Cumâdalâhire 994 / 24 Mayıs 1586 tarihini taşıyan bir başka belgede, Amasya
silahtarlarından Mehmed adlı birinin mahkemeye sarhoş gelerek "Ben kâfirim, hamr
içmek helaldir deyu elfâz-ı küfr söylediği", esnafın dükkânını basarak kendilerini
dövdüğü, men olunmak istendiğinde şeriata küfrettiği tespit edilerek muhakemesini
müteakip hapsolunduğu haber verilmektedir.137
11 Şevval 999 / 2 Ağustos 1591 tarihli bir belge ise Üsküp'te geçen ilginç bir
olayı haber veriyor. Nakledildiğine göre, Tebriz'den kaçıp Üs-küp'e gelen Hoca
Mehmed adındaki Acem, "Sebb-i Şeyheyn" (ilk iki halifeye hakaret) etmekte, haram
ve helal kavramlarına karşı çıkmakta ve Kur'an-ı Kerîm'e hakarette bulunmaktadır.
Zendeka ve ilhadına delalet eden daha başka işler de yaptığı tespit edilmiştir. Bu
sebeple yargılanıp katline hükmedilmiş olduğu halde, mâzul kadılar buna engel
olmuşlardır. Bunun üzerine olayın yeniden dikkatle tahkik edilmesi istenmektedir.138
Bu örneklerden anlaşıldığı kadarıyla, içlerinde din hizmetleri dahil, bürokrat ve asker
kesiminden de bazı kimselerin yer aldığı, çeşitli mesleklerden devlet görevlilerinin
çoğunluğu teşkil ettiği bu olaylar, imparatorluğun her tarafında görülebilmektedir. İşin
dikkat çekici yanı, aynı zendeka ve ilhad suçunu işleyen sıradan halka veya
bürokrasiye mensup kişilerin idamları emredildiği halde, sipahi olanların yalnızca
hapsedilmelerinin istenmesidir. Bu, diğer suçlarda da böyledir. Bu ayrıcalığın sebebi,
Osmanlı merkezi yönetiminin kendisine savaşlarda fiilen lazım olan ehl-i seyfı
olabildiğince koruma altına alma gayreti olsa gerektir.
BEŞİNCİ BÖLÜM
OSMANLI İKTİDARININ
VAHDET-İ MEVCÛD'ÇU (PANTEİST)
MUHALİFLERİ
I. BAYRÂMİYYE MELÂMÎSİ "ZINDIK VE MÜLHİD"LER A) Bayrâmiyye Melâmîliği'nin
Teşekkülü:
Bayrâmiyye Melâmîleri, veya 1561'den sonraki adıyla Hamzavîler, Osmanlı sariliğinin
Kalenderîler'den sonra belki en ilginç kesimlerinden biri oldukları kadar, Hallâc-ı
Mansûr geleneğine bütün mevcudiyetleriyle bağlı Vahdet-i Mevcûd'çu sûfi
topluluklarından biri olarak da tasavvuf tarihinin en dikkate değer zümrelerindendir.
ikinci Bölüm'de kısaca temas edildiği üzere, 9. yüzyılda Horasan'ın Merv ve Belh gibi
önemli şehirlerindeki esnaf tabakası arasında güçlü bir tasavvuf akımı olarak doğan
Melâmetiyye'nin, 14. yüzyılda çok muhtemelen Hurufîlik etkisiyle ileri derecede
Vahdet-i Vücûd'çu bir eğilimle birleşmesi sonucu oluşan bu yeni dönemine, Devre-i
Vusta (Orta Dönem) Melâmîliği veya İkinci Devre Melâmîliği demek genellikle âdet
olmuştur. Bununla birlikte Bayrâmiyye Melâmîliği tabiri de çok kullanılır. Devre-i ûlâ
(Birinci Devre) Melâmîliği adıyla da bilinen, 9. ve 10. yüzyıldaki Horasan
Melâmetiyyesi,1 Vahdet-i Vücûd anlayışına yabancı olduğu halde, İkinci Devre
Melâmîliğinin en büyük özelliği, bu anlayışla adeta özdeş hale gelmiş bulunmasıdır ki,
Osmanlı döneminde hedef olduğu zendeka ve ilhad suçlamaları görünüşte bu
noktadan kaynaklanır. Osmanlı düzenine ve resmi ideolojisine karşı takındığı muhalif
tavır dikkate alındığında, bu dönem Melâmîliğini, klasik anlamda bir tarikattan daha
çok, belki "yan siyasi bir toplumsal mistik hareket" olarak nitelemek daha uygun
olabilir.
Bu hareketin, 15. yüzyılda Hacı Bayrâm-ı Velî'nin kurduğu Bayrâmiy-ye tarikatı içinde
oluştuğu çok iyi biliniyor.2 Aslına bakılırsa, Bayrâmiyye tarikatı da genelde böyle
toplumsal bir hareket özelliğini gösteriyor. Kendi geleneğinde Safevîyye silsilesine
bağlanan bu tarikat içinde, Hacı Bayrâm-ı Velî'nin 1429'da vefatıyla birlikte, esasında
eskiden beri mevcut iki eğilim açığa çıkmıştı: Bayrâmiyye dervişlerinin bir kısmı, Ehl-i
Sünnet çizgisine sıkı sıkıya bağlı ve siyasi iktidar çevreleriyle barışık bir tutumu temsil
eden Ak Şemseddîn etrafında toplanırken, diğer bir kısmı da, bıçakçı esnafından
Emîr Sikkînî diye de meşhur Dede Ömer'in (ö. 1475) çevresinde bir araya gelmişti.3
Bu olay Melâmiyye geleneğinde, Hacı Bayrâm-ı Velî'nin hırka ve tacının gerçek
sahibinin kim olduğunun belirlenmesine dair, Ak Şemseddîn ile Dede Ömer arasında
geçtiği rivayet olunan bir menkabeyle de tescil edilmek istenmiştir.4 Kanaatimizce
Bayramiyye Me-lâmîliği'nin teşekkülünü kendi geleneksel mantığı içinde açıklamak
isteyen bu menkabe, aslında Bayrâmiyye tarikatı içinde zaten var olan, ama o
zamana kadar belirginleşmemiş ileri Vahdet-i Vücûd'çu tasavvuf anlayışıyla klasik
zühdi tasavvuf anlayışı arasında eninde sonunda ortaya çıkacak olan meşrep
ayrılığını, görünürdeki bir sebeple açıklamaya çalışmaktan başka bir anlam
taşımamaktadır.5 Güçlü bir Vahdet-i Vücûd'çu espriyle gelişmiş olan bu melâmet
anlayışı, esas itibariyle Hacı Bayrâm-ı Velî'nin kendisinde de mevcut olup,
kanaatimizce asıl Bayrâmîlik, Dede Ömer'in temsil ettiği işte bu anlayışla
sürdürülmüştür.
Aslında Bayrâmiyye Melâmîliği'nin teşekkülünü, yahut başka bir deyişle,
Bayrâmîlik'ten Bayrâmiyye Melâmîliği'ne dönüşümü hazırlayan şartların, bir yandan
Dede Ömer'de ortaya çıkan ve belki onun (veya bizzat Hacı Bayrâm-ı Velî'nin)
halifesi Bünyâmin-i Ayâşî'de de aynı şekilde devam eden coşkun bir Vahdeti Vücûd
anlayışıyla, yalnızca ideolojik bir dönüşüm noktasından açıklamak kanaatimizce eksik
olur. Belki bundan çok daha fazla, Osmanlı Devleti'nde Yıldırım Bayezid'in 1402'deki
vefatından sonra yaşanan otorite boşluğunun, iktidar mücadelelerinin yol açtığı
siyasal, toplumsal ve ekonomik krizleri düşünmek gerekir. On yıl gibi uzunca bir
zaman süren bu mücadelelerin ardından ortaya çıkan büyük bir toplumsal bunalımın
göstergesi olduğuna şüphe bulunmayan Şeyh Bedreddîn isyanının yarattığı sonuçlar,
herhalde Bayrâmiyye Melâmîliği'nin doğuşunu hazırlayan şartların bir başka kısmını
oluşturmaktaydı. Arkasından Fatih Sultan Mehmed'in sıb bir merkeziyetçi yönetim
anlayışıyla tatbik ettiği toprak reformunun yol açtığı sıkıntıların, buna ek olarak
Şehzade Cem ile II. Bayezid arasındaki iktidar kavgasının toplumda yarattığı
güvensizlik ve sarsıntıların, aradan fazla bir zaman geçmeden işlemeye başlayan
Safevî propagandasının 1500'lerde bütün Anadolu'da, hatta Rumeli'de sebebiyet
verdiği tedirginliklerin payına da işaret etmek gerekiyor. Ayrıca Kanuni Sultan
Süleyman döneminde, aslında yeni şartların Osmanlı toplumundaki yankısı olarak
ortaya çıkmaya başlayan değişim krizleri sebebiyle içeride yaşanan sıkıntılardan da
muhakkak ki bahsetmeliyiz.6 Bayrâmiyye Melâmîliği işte peş peşe yaşanan bu bir dizi
siyasal ve toplumsal değişim bunalımının şevkiyle, Anadolu'nun tam ortasında, halkın
beklentilerine, dertlerine çözüm bulamayan, kendi derdine düşmüş siyasal otoriteye
mistik bir tepki olarak doğmuştur. Aşağıda görüleceği gibi, Bayrâmiyye Melâmîli-ği'nin
temel karakteristiğini teşkil eden, hem siyasi, hem dini yetkiyi kendinde toplayan kutb-
mehdî merkezli doktrin, muhakkak ki böyle bir ortamın bu sûfı çevrelerde yarattığı
tepkinin ürünüydü. İşte bütün bunlar arasında Bayramiyye Melâmîliği, kendini siyasal
iktidara karşı bir konuma yerleştirerek gizliden gizliye faaliyetlerini sürdürmeye çalıştı.
B) Yapısal Özellikleri ve Sosyal Tabanı:
Her durumda Bayrâmiyye Melâmîliği böyle bir mistik tepki anlayışıyla, toplumsal ve
siyasal bunalımlardan en çok zarar gören iki zümreye, çiftçi ve esnaf zümresine
dayanarak 15. yüzyılın ikinci yarısına doğru Bıçakçı Dede Ömer'in önderliği
doğrultusunda, ilahi aşk ve cezbeyi sülû-kun esası kabul eden klasik Horasan
Melâmetîliği'nin (veya Birinci Devre Melâmîliği'nin) bir anlamda devamı olarak tarih
sahnesine çıktı. Bıçakçı Dede Ömer'in açtığı bu yolun, klasik anlamda teşkilatlı bir
tarikat olmadığı hep söylenmiştir. Bu teşhis gerçekten doğru görünüyor. Bayrâmiyye
Melâmîleri klasik bir tarikat mensubu olmadıklarına göre, neydiler? Ne 254 tür bir
topluluk oluşturuyorlardı? Bu topluluğun yapısal nitelikleri neydi? Bu yapının
arkasında nasıl bir sûfılik anlayışı, veya ne tür bir tasavvuf anlayışı yahut zihniyeti
yatıyordu?
Hemen belirtmek gerekiyor: Bayrâmiyye Melâmîleri, kendilerinin hem inanç, hem de
siyasi iktidarın meşruiyet çerçevesinde saydığı öteki sûfı çevrelerden yapısal
bakımdan da çok farklı olduklarını, bu farklılığın, hem siyasi iktidarı, hem halkı, hem
de öteki sûfı çevreleri fevkalade tedirgin edeceğini, dolayısıyla kendilerini de zarara
sokacağını çok iyi biliyorlardı. 16. yüzyılın ilk yarısında Edirne'deki Bayrâmiyye
Melâmîleri'nin önderlerinden Pir Ahmed-i Edirnevî'nin müridlerinden birine yolladığı
mektup, bize bu konuda oldukça iyi fikir veriyor. Bu mektuba göre, Melâmiler Ehl-i
Sünnet ve Cemaat'e riayetkar olmaya özen göstermelidirler. Bunu için fikıh ve hadis
öğrenmeleri gereklidir. Cahil sûfilerden olmamalıdırlar. Şer'i hüccet ve sicillere
isimlerini geçirtecek bir duruma asla fırsat vermemeli, yani kesinlikle mahkemeye
düşmemelidirler. Asla imam ve müezzin olmamalı, tekke yapmamalı ve bu gibi
yerlerde bulunmamalıdırlar. Kesinlikle evlenmemeli, kadınlara asla
yaklaşmamalıdırlar, çünkü kadınlar Melâ-mîyi manevi mertebelerden geri bırakır.7 Bir
başka metinde ise, herhangi
bir Melâmî dervişinin şeriatın ve tarikatın icaplarını yerine getirmemesi halinde, tevbe
edip hatasını anlayana kadar cemaatten kovulması istenmekte, ancak tevbe ettiği ve
pişman olduğu takdirde eski statüsüne iade edileceği belirtilmektedir. Pişman
olmayanın bir daha cemaate dahil edilmesi kesinlikle söz konusu değildir.8
Başka hiçbir sûfı topluluğunda örneklerine rastlamadığımız, yukarıya özetlenen şu
kayıtlar, dünyanın her yerinde ve her devrindeki benzerlerinde olduğu gibi,
karşımızda gerçek kimliğinin sezilmesinden azami derecede çekinen, tam anlamıyla
bir gizli cemaat (societe secrete) bulunduğunu gösteriyor. Bir kere, gerçek inanç ve
yaşayışlarının dışarıdan anlaşılmaması için, Melâmîler'in hiç taviz vermeden,
olabildiği kadar sadakatle şeriat kurallarına uymaları, olmazsa olmaz bir şart olarak
ileri sürülüyor.9 Gerçekten Ehl-i Sünnet yolunda olan, şeriat çerçevesinde kalan bir
topluluğun liderlerinin ısrarla bu meseleyi vurgulamasının başka bir mantığı olduğu
söylenemez. Bu ancak gerçekte böyle bir meşrebe mensup olmayan, ama güvenliği
için öyle görünmek zorunda olan bir topluluğun ihtiyatkâr tutumunu yansıtmaktadır.
Dolayısıyla söz" konusu kural, bir çeşit takiyye olabileceği gibi, aşağı derecedeki
müntesipler için geçerli bir kural olarak da kabul edilebilir. Nitekim Bâtınîlik
teşkilatında da aşağı derecedeki müridlere şer'i emirlerden zerre kadar ayrılmama
konusunda kesin talimat verildiğini çok iyi biliyoruz.10 Ayrıca cemaat mensupları
arasındaki ihtilafların, mahkemelere kesinlikle intikal ettiril-meyip cemaat içinde
çözüme kavuşturulması konusundaki ısrar ve her ne şekilde olursa olsun kadı önüne
çıkmaktan ve sicillere geçmekten olabildiğince kaçınma emri, gizliliği tavizsiz koruma
amaçlı tedbirlerden başka bir şey değildir.
Kaynakların tahlilinden, Bayrâmiyye Melâmîliği'nin, kutb tabir edilen şeyhin etrafında,
onun bir bakıma yardımcısı olan "kalbe bakıcı"lar yahut "rehber"ler vasıtasıyla
sımsıkı kenetlenmiş merkeziyetçi bir yapıya sahip bir sûfi çevre olduğunu
görüyoruz.11 Böyle sıkı bir disipline tâbi tutulan Melâmî cemaati, aşağıda genişçe
analizini deneyeceğimiz, kutb denilen bir önder tarafından yönetilir; ancak buna bağlı
hiyerarşik bir idari yapılanma söz konusu değildir. Bu durum 19. yüzyılda Muhammed
Nûru'l-Arabî (ö. 1888) zamanına kadar sürmüştür.
Bu hususun dışında Melâmîliğin yapısal bakımdan belki çok önemli bir başka özelliği,
diğer tarikatlar gibi, mensuplarının tekke, zaviye veya hanikahlarda toplanmış adı
belli bir tarikat zümresi olmamaları sebebiyle, bağlılarının görünürde genellikle
Halvetiyye, Nakşibeııdiyye, Mevleviyye, Bektaşiyye, Rifaiyye gibi tarikatların
bünyelerinde bulunmasıdır. Başka bir ifadeyle, bu tarikatlann derviş ve şeyhleri
arasında pek çok Melâmî mevcut olup dışarıdakiler onları bu tarikatların derviş veya
şeyhleri zannetmekteydiler. Hiç şüphesiz bu sistem, Melâmîliğin yüzyıllar boyu süren
varlığının güvenlik sigortası olmuştur.
Melâmîlik bu yapısal özelliği çerçevesinde, Osmanlı dönemindeki varlığı boyunca,
dayandığı sosyal taban itibariyle de bir gelişim ve değişim çizgisi sergilemiştir.
Bayrâmîlik'ten doğmuş bulunması itibariyle, çok tabii olarak bu tarikatın daha ziyade
çiftçi ve köylülerden, kısmen de sipahilerden oluşan sosyal tabanına vâris olmuş,
ancak bu tabanının içine zamanla şehir ve kasabaların esnaf tabakasını da almasını
bilmiştir. Bizzat Bıçakçı (Sikkînî) Dede Ömer ile başlayan bu dönüşüm, kendinden
sonra sırayla kutb olan Bünyâmin-i Ayâşî, Pir Aliyy-i Aksarâyî ile hızlanmış ve İsmail-i
Maşûkî ile doruk noktasına çıkarak Melâmîliği tam anlamıyla bir esnaf ve tüccar,
dolayısıyla bir bakıma fütüvvet sûfıliği haline yükseltmiştir. Bu sayılanlardan sonra
gelen Hamza Bâlî ve Hüsâmeddîn-i Ankaravî dönemlerinde ise Bayrâmiyye
Melâmîliği siyasal iktidara karşı, söz konusu zümrelere dayanan geniş bir toplumsal
hareket şekline dönüşecektir. Özellikle İsmail-i Maşûkî zamanında, imparatorluk
merkezinde, Anadolu ve Rumeli topraklarında yüksek bürokrasiden, kapıkulu
ocaklarından, sipahilerden, ulemadan, şair ve edipler arasından pek çok taraftar
toplayan Melâmîlik,12 asıl sosyal taban olarak esnaf ve tüccar kesimine dayanması
bakımından, bir anlamda Horasan Melâmedliği ile olan tarihsel bağını da yeniden
kurmuş sayılabilir. Aslında bir kutb olmamakla beraber, İsmail-i Maşûkî'nin eniştesi
Yakub-ı Helvâî'nin ve haleflerinin gayretleriyle başkent Melâmîliği iyice teşkilatlanmış
ve sosyal tabanını önemli ölçüde geliştirmiştir.Bayrâmiyye Melâmîliğinin, yukarıda
sayılan toplum kesimlerinden birçok mensubunu içinde barındırmasına rağmen, esas
itibariyle iki kesime dayandığı görülür:
1) Birinci kesim, en başta bizzat Hacı Bayrâm-ı Velî'nin de temsilcisi olduğu çiftçi
kesimidir. Özellikle Orta Anadolu Melâmîliği'nin hemen büyük çoğunluğuyla çiftçi olan
köylüler ve kasabalılardan oluştuğu söylenebilir. Hacı Bayrâm-ı Velî'den sonra
Bünyâmin-i Ayâşî, Pir Aliyy-i Aksarâyî ve Hüsâmeddîn-i Ankaravî, bu kesimi temsil
ederler.
2) İkinci kesim ise, tıpkı Horasan Melâmedliği'nde olduğu gibi, esnaf ve tüccarlardır.
Mesela Hacı Bayrâm-ı Velî'nin şeyhi olan Hamîdeddîn-i Aksarâyî'nin (ö. 1412) fırıncı
esnafından olduğu ve bu sebeple"Somun-cu", halifesi Dede Ömer'in bıçakçı
esnafından bulunması dolayısıyla"Sik-kînî" lâkaplarıyla tanındıkları hatırlanacak
olursa, bu daha iyi görülecektir. Nitekim esas olarak 16. yüzyıldan 19. yüzyıla
gelinceye kadar, Melâmî kutblarınııı veya önemli simalarının mühim bir kısmı, esnaf
tabakasına mensuptur: Yakub-ı Helvâî (helvacı), Ahmed-i Sârban (deveci), Hasan-ı
Kabâdûz (terzi), Kaygusuz Alâeddin (debbağ), İdrîs-i Muhtefî (terzi, tüccar), Hacı
Kabâyî (elbiseci), Lebenî Beşir Ağa (sütçü) gibi.13 Diğer esnaflarla birlikte hemen
tamamiyle bu zümreye dahil olan peştemalcı esnafı 16. ve 17. yüzyıllar
İstanbul'undaki Melâmî hareketinin temel sosyal tabanını teşkil edecektir.14
Bayrâmiyye Melâmîliği'nin, Osmanlı başkentinde zendeka ve ilhad hareketlerine
sahne olan esnaf tabakası arasında yayılmasını sağlayarak önemli bir gelişimi
gerçekleştiren kişi, İsmail-i Maşûkî oldu. Bu genç kutb, Melâmîliğin tarihinde önemli
bir dönüm noktasını simgeler. Bu yüzden Melâmî hareketini hiç şüphesiz geniş
tabanlı mistik bir esnaf hareketi olarak da değerlendirmek yanlış olmaz.15
Aslında bir meslek sahibi olma, kendi geçimini kendi elinin kazancıyla sağlama
(kedd-i yemîn), belki esasında devletin kontrolünden uzak olma, devletin ihsanına
bağımlı kalmama, dolayısıyla ekonomik özgürlüğünü daima elinde bulundurma
amacını gerçekleştirmek için Bayrâmiyye Melâ-mîliği'nde vazgeçilmez bir erkân
olarak kitaplarına geçmiştir.16 Fakat hiç şüphesiz bu erkân, bir yönüyle cemaati
devlete karşı daha sorumsuz ve bağımsız bir konumda tutmak, diğer yönüyle de
kimliği saklamak suretiyle daha serbest faaliyet gösterebilmek amacına yönelik
olmalıdır. Çünkü bir iş güç sahibi olma, doğrudan doğruya Ahilik teşkilatıyla
bağlantıya girmek demek olduğundan, bir yandan Bayrâmiyye Melâmîleri'ne mesleki
dayanışma aracılığıyla çok güçlü bir destek yaratırken, öte yandan geçimlerini
devlete borçlu olmamaları, bunun sonucu devletle bağlantılı durumda bulunmamaları
sebebiyle gözlerden gizlenme, kontrol ve takibattan kurtulabilme avantajını
bahşediyordu. Nitekim, yukarıda sözü edilen kalbe bakıcılar, yahut rehberler,
genellikle her loncanın ahî reislerinden oluşuyordu.17 Bunun ne demek olduğu ve ne
kadar büyük bir avantaj sağladığı, İdrîs-i Muhtefî'den bahsedilirken görülecektir.
C) Doktrin: "Kutb-Mehdî" Merkezli, Vahdet-i Mevcûd'çu Bir Din ve Dünya Görüşü
Şimdi konumuz itibariyle bizi asıl ilgilendiren meseleye, yani Bayrâmiyye
Melâmîleri'nin zendeka ve ilhad ile suçlanıp ölüme mahkûm edilmeleriyle sonuçlanan
hareketlerin gerisindeki ideolojinin yahut tasavvuf doktrininin tahliline geçebiliriz. Bu
ideoloji yahut doktrinin merkezinde, Vahdet-i Vücûd telâkkisi, daha doğrusu zaman
zaman panteizme (Vahdet-i Mevcûd) kaçan bir anlayış ve bu çerçevede onunla
doğrudan bağlantılı olan bir kutb ve mehdilik anlayışı bulunur. Her üç kavramın da
Bayrâmiyye Melâmîliği'nde diğer sûfi çevrelerden çok farklı ve çok daha güçlü bir
muhteva arz etmesi, bize bu zümre içinde meydana gelen bütün sosyal hareketlerin
ideolojik temelinin, Ulûhiyyet - Kutbluk - Mehdî-lik şeklinde birbirine sımsıkı bağlı bu
üçlü anlayıştan oluştuğunu gösteriyor. Dolayısıyla Bayrâmiyye Melâmîleri'nin
tavırlarının anlaşılabilmesi, bu üçlü telâkkinin iyi bilinmesine bağlıdır denebilir.
Bayrâmiyye Melâmîliği'nin yazılı geleneğinde bu doktrinin en iyi ifade edilmiş, en açık
sergilenmiş halini, 17. yüzyılda yaşamış son derece ilginç bir şahsiyet olan Oğlan
Şeyh İbrahim Efendi'nin, özellikle de Kasîde-i Dil-i Dânâ (veya Kut-biyye-i Dil-i Dânâ)
eserinde buluyoruz.18
Burada Vahdet-i Mevcûd hakkında uzun uzadıya gereksiz izahlara girişmek, bizi
konumuzun bir hayli dışına çıkaracaktır.19 Bugün artık temelde bu doktrinin, bazı sûfi
çevrelerin İslami ulûhiyyet (divinite) kavramını Ortadoğu'nun antik Yeni-Eflâtuncu,
Hellenistik ve Gnostik mistisizminin çeşitli şartlar ve şekillerdeki etkisi altında uzunca
bir süre yorumlaması sonucunda, yaklaşık 9. yüzyıldan itibaren belirginleşmeye
başlayan mistik bir anlayış olduğu iyi biliniyor. 13. yüzyılda bu anlayış Muhyiddîn
İbnü'1-Ara-bî tarafından panteizmden soyutlanarak Vahdet-i Vücûd anlayışına
dönüştürülüp mükemmel bir metafizik sistem haline getirilmişti; böylece tasavvuf
hareketlerini derinden etkilemiş, tasavvufun yarattığı büyük bir devrim olarak İslam
kültür ve düşünce tarihinde yerini almıştır. Bu, aynı zamanda tasavvufun fıkıh
karşısındaki zaferinin de bir göstergesidir.
Vahdet-i Vücûd anlayışının Vahdet-i Mevcûd'a dönüşmüş biçimiyle Bayrâmiyye
Melâmîliği'nin doktrinindeki yerini anlamaya çalışırken, bu kavramın ilk ortaya
çıkışından günümüze kadar süren yüzlerce yıllık gelişim süreci boyunca, tasavvuf
çevreleriyle ulema arasındaki mücadeleler esnasında iki taraf arasındaki
törpülenmeler sonucu yavaş yavaş Sünni İslam'a eklemlenen, özellikle 17. yüzyılda
İmam-ı Rabbânî tarafından Vahdet-i Şühûd adı altında yorumlanmış yumuşak
biçimini değil, Kalenderiy-ye ve Bektaşîlik gibi diğer bazı sûfi çevrelerde aldığı
biçimini, yani, hulul ile yorumlanmış şeklini dikkate almak gerekir. Bu şekil, Hallâc-ı
Man-sûr'u, Fazlullah-ı Esterâbâdî'yi, İmâdeddîn Nesîmî'yi, Şeyh Bedreddîn'i, bir dizi
Bayramı Melâmî şeyhini ve Pir Sultan Abdal'ı ölümü göze aldıracak derecede
coşturan, bu anlayışın tasavvuf tarihindeki mimarı Muhyiddîn İbnü'l-Arabî'ye "şeyh-i
ekfer" dedirten halinden de ötede olan panteist şeklidir.
Bayrâmiyye Melâmîliği'nin bu panteist doktrininde Hurufîliğin de kuvvetle etkili
olduğunu söylemek gerekiyor.20 Aşağıda bu doktrini incelemeye çalışırken, bu
hususu takviye edecek ilginç verilere rastlayacağız. Bizce bu şaşırtıcı değildir. 15.-17.
yüzyıllarda klasik Sünniliğin dışına çıkan bütün sûfi teşekküllerde bu etkiyi açıkça
görmek mümkündür.
En coşkun örneklerini İsmail-i Maşûkî ve Oğlan Şeyh İbrahim gibi kutuplarda
gördüğümüz bu Vahdet-i Vücûd telakkisini Osmanlı dünyasında belirgin bir panteizm
biçiminde seslendiren ilk şahsiyetin Şeyh Bed-reddîn olduğunu daha önce
göstermeye çalışmıştık. Bayrâmiyye Melâmî-leri'nin Vahdet-i Vücûd anlayışları,
aşağıda kendi kaynaklarından yapılan sık alıntılardan da açıkça görüleceği üzere,21
muhakkak ki geniş ölçüde Muhyiddîn İbnü'l-Arabî'nin anlayışına dayanmakla birlikte,
İkinci Bö-lüm'de açıklandığı gibi, asıl 15. yüzyılda Anadolu'daki yoğun Hurûfî
propagandasından bir hayli nasibini almıştı; dolayısıyla Hallâc-ı Mansûr geleneğine
bağlı "Ene'l-Hakk"çı panteist yorumu yansıtıyor. Bu yorum, diğer Ortodoks sûfi
mektepler gibi "fenafillâh" amacını güden zühdçü bir yorum olmayıp, İsmail-i
Maşûkî'ninki gibi Allah'ın insanda zuhur ettiğine inanan cezbeci (coşkucu) bir yorum
şekline dönüştüğü kadar, zaman zaman da tam anlamıyla hem hulûlcü, hem de
panteist bir renk kazanarak Allah'ın insanın veya âlemin kendisinden başka bir şey
olmadığı inancına da dönüşebilmektedir. Bu anlayışın en açık ve coşkun örnekleri,
Oğlan Şeyh İbrahim Efendi tarafından dile getirilmiştir.22
İşte Bayrâmiyye Melâmîliği, esas itibariyle böyle bir Vahdet-i Mev-cûd'çu yorum
çerçevesinde, çok güçlü ve çok yönlü bir kutb anlayışına dayanmaktadır. Bu zümre
içinde Osmanlı merkezi yönetimine, yahut siyasal iktidarına karşı gelişen hareketler,
doğrudan doğruya bu kutb anlayışıyla alakalıdır. Bugün elimizde bulunan Bayrâmiyye
Melâmileri'ne ait metinler, Melâmî kutblarının, "Allah'ın zuhur ettiği beden (mazhar-ı
Hûda)" olarak düşünüldüklerini gösteriyor.23 18. yüzyıl başlarına kadar bu kutbları
Hacı Bayrâm-ı Velî'den başlamak üzere şöyle sıralamak mümkündür:Bilindiği gibi
kutb anlayışı, tasavvurun temel doktrinini oluşturan velayet teorisiyle sıkı sıkıya
bağlantılı, çok önemli bir kavramdır. Bu kavramın ilk söz konusu edildiği yerlerden
biri, 11. yüzyılın sûfı müelliflerinden Hucvîrî'nin Keşfü'l-Mahcûb adındaki ünlü eseridir.
Hucvîrî burada velayet teorisini tartışırken, büyük mutasavvıf Hakîm-i Tirmizî'nin (ö.
Dostları ilə paylaş: |