Osmanlica lügat



Yüklə 11,57 Mb.
səhifə30/181
tarix17.11.2018
ölçüsü11,57 Mb.
#83297
1   ...   26   27   28   29   30   31   32   33   ...   181

DAHYA' (C.: Duhâ) Hayız görmez kadın. * Ağaç ismi.

DAHYE Kuşluk vaktinde kesilen koyun.

DAİ Dua eden, duacı. * Sebep. * Davet eden. Muktazi. (Meselâ: Yemek yemek, iştihadan gelen bir lezzet, bir iştiyaktır. Onu yemeğe sevk eder. Buna dai denir.) Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) bir ismi de daidir. * Çağıran. Müezzin.

DÂİB Âdet ve usulünde devam eden. (Bak: De'b)

DÂİBEYN Âdet ve usulünde devam eden iki şey.

DAİL İçen. Şârib. * Mahvolan. * Zaif.

DAİL Arık, zayıf, küçük hacimli.

DAİM Devam eden. (Daimî, daima, daimen şeklinde de söylenir.)

DAİMA (Devam. dan) Her vakit, bir düziye, daimî suretde.

DAİMÎ (Devam. dan) Sürekli, devamlı.

DAİN (Dâyin) Ödünç veren, borca veren. * Alacaklı. İkraz eden.

DAİN Asıl. * Mâden. * Doğruluk.

DAİN (C.: Daân) Yünlü olan koyun.

DAİR Devreden. Dolaşan. Dönen. Bir şeyin etrafını kuşatan. * Belli bir şey hakkında olan. Alâkalı, müteallik.

DAİRE Resmi hükümet makamlarından her biri. * Yazıhane. * Büyük bir idare adamının makamı. * Ev veya apartman katı. * Bir manevi te'sirin hükmü geçtiği mahal. * Sınır içi. * Büro, büyük ev, konak. * Çember, düz yuvarlak şekil. * Mat: Merkezden aynı uzaklıktaki noktaların çevirdiği düzlük parçası. * Hezimet ve musibet. Beliye-i muhita. * Dönüp dolaşıp meydana gelen hâdise ve inkılâb.

DAİRE-İ ÂFÂK Ufuklar dairesi. Çok geniş ve büyük dâire, kâinat.

DAİRE-İ EHADİYET Allah'ın ehadiyetle tecelli ettiği dâire. (Bak: Ehadiyet)

DAİRE-İ ESBAB Sebepler dâiresi. Sebep ve kanunların bulunduğu yer olan maddi âlem.

DAİRE-İ ESMÂ Cenab-ı Hakk'ın isimlerinin sahası ve dairesi.

DAİRE-İ İMKÂN Kâinat. İmkân âlemi. Mükevvenat. Mümkün olan, şartların müsait olduğu âlem. (Daire-i mümkinat da aynı mânada kullanılır.)

DAİRE-İ MÜMKİNAT (Bak: Daire-i imkân)

DAİRE-İ RESMİYE Hükûmet dairesi, resmi daire.

DAİRE-İ VÜCUB Tebeddül ve tagayyür etmeyen ve mümkinat âleminden olmayan âlemler. Esmâ ve Sıfât-ı İlâhiyye gibi. (Bak: Vücub âlemi)

DAİRE-İ VÜCUD Vücud ve varlık dairesi ve sahası.

DAİREVÎ Daire şeklinde. Daire gibi.

DAİREZEN Mehter takımında def çalan.

DAİYAN (Dâi. C.) Dua edenler, duacılar.

DÂİYE İnsanı bir şeye candan bağlamağa sürükleyen iç duygusu. * Mücib ve sebep. * Bâis olan husus, vakit ve zamanın bir hâleti. * Arzu, hırs. * Dava. * Bahane.

DÂİYE-İ TEFEVVUK Üstünlük iddiası.

DAİYY Şu kimseye derler ki, bir kişi ona "oğlumdur" demiş olsun.

DA'K Ovmak. * Bir şeyi yumuşatmak.

DAKA' Varmak. Ulaşmak. * Buluşmak.

DAK'A Toprak.

DAKA' Fakirlik.

DAKAİK (Dakayık) (Dakik. C.) İncelikler. Anlaşılması çok dikkat isteyen incelikler. Çok ince. Anlaşılması dikkat isteyen keyfiyetler.

DAKAİK-I FENNİYE f. İlmî incelikler. Fennin ince ve güç anlaşılan noktaları.

DAKAİK-İ UMUR f. Üzerinde gayet dikkatle durulması lâzım gelen işlerin ince ve mühim noktaları.

DAKAİK-AŞİNA f. İlmî incelikleri bilen, anlaşılması ve tefhimi müşkül, yüksek ve ince ilmî mes'elelere vâkıf olan.

DAKAL Hurmanın iyi olmayan cinsi. * Gemi oku. * Boya.

DAKDAK (C.: Dakâdık) Kısa boylu ve katı yürüyen kişi.

DAKDAKA Davarın tırnağının taşa dokunup ses çıkarması.

DAKDAKE Tez tez yürümek, hızlı yürümek.

DA'KE Deve sürüsü.

DA'KESE Mecusiler oyunundan bir oyun. ("destibend" de derler.)

DAKİK (Ekseri mânevi mânalar için) Pek ince. Nâzik. Ufak.

DAKİKA (C.: Dakaik) Zaman mikyası olarak bir saatin bölündüğü altmış parçadan beheri. Altmış saniyelik zaman. * İnce fikir, mülâhaza, nükte. * Daire dereceleriyle başka ölçülerde her derecenin bölündüğü parçalar ki bunlar da saniyelere ayrılırlar.

DAKİKA-BİN f. İncelikleri bilen, ince noktaları gören.

DAKİKA-ŞİNAS İnce işleri ve nükteleri anlayan, bir işin incelikleriyle uğraşabilen.

DAKİS Bir kimsenin aksırdığında ağzından saçılan tükrük.

DAKK Vurmak. * Çekmek. Çok yemekten dolayı vücudun ağırlaşması. * Kapı çalma.

DAKK-ÜL BÂB Kapı çalmak.

DAKM Kırmak, kesr.

DAKR Vurmak, darb.

DAKVA(N) Sütü çok içtiğinden dolayı bedeni ağırlaşan kuzu.

DAL Ağacın ilk verdiği kol. * Kur'ân hattiyle yazılan () harfinin okunuşu (Ebcedi değeri dörttür.) Noktasız olduğundan "dâl-i mühmele" de denir.

DAL(L) Kur'ân ve imân yolundan sapan. Dalâlete giden, azan. * Azdırıcı, sapkın. * Şaşkın.

DAL' Meyl. Eğrilik. Kuvvet. * Ağır yük götürmek.

DA'L İçmek, şirb.

DAL Semiz avrat. Şişman kadın.

DAL "Yaban sediri" denen bir ot.

DALAA Kuvvet. * Eğrilik. * Şiddet.

DALAL Sapıklık. * Sapmak. Doğrudan, imân ve İslâmiyyet yolundan sapmak.

DALALET İman ve İslâmiyetten ayrılmak. Azmak. Hak ve hakikatten, İslâmiyet yolundan sapmak. Allah'a isyankâr olmak. * Şaşkınlık.(... Nevâfil kısmında, emr-i istihbabî ile yine ehl-i iman mükelleftir. Fakat, terkinde azab ve ikab yoktur. Fiilinde ve ittibaında azîm sevaplar var; ve tağyir ve tebdili, bid'a ve dalâlettir ve büyük hatadır...... Sünnete ittiba etmiyen, tenbellik eder ise, hasaret-i azîme; ehemmiyetsiz görür ise, cinayet-i azîme; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalâlet-i azîmedir. L.)

DALALETPİŞE Sapıklığı tâkibeden. Sapıklığa giden. İslâmiyetten başka yol tâkib eden.

DALDAL(E) Taşlı sert yer.

DALGAKIRAN t. Bir limandaki tekneleri dalgaların te'sirinden muhafaza etmek için denizde yapılan set.

DALGIÇ t. Mercan, inci ve saire avlamak veya denizin dibine düşmüş olan şeyleri çıkarmak için denizin dibine dalmaya alışık adam.

DALI' Kavi, kuvvetli. * Muhkem, sağlam, sert. * Eğri.

DALİF (C.: Düllef) Nişandan öteye düşen ok. * Ağır yük getirip adımlarını birbirine yakın atan adam.

DALİL Sert, sağlam, muhkem yer. * Yolu azmış kişi.

DALİYE (C.: Devâli) Hayvanla döndürülüp su çekilen dolap. (Suyun döndürdüğü dolaba "nâurâ" derler.)

DALKAVUK t. Eline maddî menfaatler, para vesaire geçirmek için yaltakçılık ve soytarılık edip kendi vakar ve haysiyetini muhafaza etmeyen adam.

DALL Azan. Azıcı, azdırıcı. Dalalette olan.

DALL Delil olan, delâlet eden. Yol gösterici. * Bildiren.

DÂLL-İ Bİ-L FEHVÂ (Dâllibilfehvâ) Fık: Söylenen sözün veya ifâdelerin hülâsasından çıkan mânaya göre delil ve işaret olmak.

DÂLL-İ Bİ-L İBARE (Dâllibilibâre) Fık: Bir ifade veya sözden muayyen bir mânanın ve hükmün anlaşılması. Meselâ: "Zekât, müslümanların fakirlerine verilir, hiçbir zengine verilmez" ibaresi zekâtın yalnız müslüman fakirlere verileceğine delâlet-i mutabıkıyye ile delâletidir. Zengin olan belli şahıslara da verilemeyeceğine delâlet-i tazammuniye ile delâlet eder. Zekât hususunda, zenginler ile fakirler arasında fark bulunduğuna da delâlet-i iltizamiye ile delâlet eder. (Ist. Fık. K.)

DÂLL-İ Bİ-L İKTİZA (Dâllibiliktiza) İktizası ile delâlet eden. * Ist: Şer'an muhtacun ileyh olan bir lâzime delâlet eden lâfızdır. Başka bir tâbir ile; vaz'olunduğu mânadan mukaddem isbatına şer'an lüzum ve ihtiyaç mevcud olan bir medlule delâlet eden ibaredir. Meselâ: Bir kimse bir şahsa hitaben: "Evini şu kadar liraya benim nâmıma medrese yap" deyip o şahıs da evini medrese yapsa, o ev o kadar lira mukabilinde o kimse nâmına medrese yapılmış olur. Çünkü bu söz ile: "Evini şu kadar liraya bana sat" sonra "onu benim nâmıma medrese yap" denilmiş olur. "Evini medrese yap" emri bir muktezîdir. Evin satılması da muktezâdır. Bu muktezâ olmadıkça öyle bir mânanın emri hükümsüz kalır. Artık öyle bir emrin sıhhatı için evvelce bu muktezânın vücuduna lüzum ve ihtiyaç vardır. Binâenaleyh, o emir bu muktezaya bi-l iktiza delâlet etmektedir.

DALL-İ Bİ-L İŞARE (Dâllibilişâre) Sözdeki mânanın işâretine göre delil olmak.Üç nevi delâletten biri ile sevkedildiği mânanın gayrisine yâni; söylenince maksud-u asli olmayan bir mânaya delâlet eden lâfızdır. Meselâ: "Cenab-ı Hak bey'i helâl, ribâyı haram kılmıştır." ibâresi, bey', yani alış-veriş ile ribâ (fâiz) arasında fark bulunduğunu beyan için sevk olunmuştur. Bundan asıl murad budur. O hâlde bu ibâre meşru alışverişle faiz arasında fark bulunduğuna "delâlet-i mutabıkıyye" ile delâlet ettiği gibi, bey'in helâl, fâizin haram olduğuna da yine "delâlet-i mutabıkıyye" ile "bi-l işâre" delâlet etmiş olur. Yine bunun gibi bir malın abde verilmesini veya verilmemesini isteyen bir kimseye karşı "Bu malı hiç bir şahsa vermem" sözü bu malın abde verilmeyeceğine "delalet-i tazammuniye ile" "bi-l işare" delâlet eder.)"Evlâdın nafakaları mevludün leh üzerinedir" ibâresi de çocukların neseblerinin, babalarından sâbit olacağına delâlet-i iltizâmiye ile bil-işâre delâlet eder. Çünkü, babanın mevlüdün leh olması, nesebin kendisinden sübutunu müstelzimdir." (İst. Fık. K.)

DALLE Evini bilmeyip başka yere giden davar.

DALLÎN (Dâllûn) Sapkınlar. Müslümanlıktan ayrılanlar. Kur'an hakikatlerinden ayrılıp sapanlar.

DALLİYET Delil oluş. İsbata vâsıta olmak.

DAM' (C.: Dümu-Edmu) Helâk olmak. * Göz yaşı.

DÂM f. Tuzak. ağ, hile.

DÂM-I ANKEBUT f. Örümcek ağı. Örümcek tuzağı.

DÂM-I BELÂ Bela tuzağı.

DAMA Deniz, bahr.

DAMACANA Su veya başka sıvıları taşımaya mahsus dar ağızlı, şişkin gövdeli çoğu hasırla sarılı veya sepetli büyük şişe.

DAMAR t. İstidad. Huy, tabiat, inat. * İnsan bedeninde kanın dolaştığı yollar, şiryan. * Irk. * Toprağın içindeki maden filizleri ve su tabakası. * Damar veya köke benzeyip bir cismin her tarafına uzanan yollar. * Mermer ve ona benzer dalgalı şeylerdeki çizgiler.

DAMD Yaranın üstüne bez bağlamak, merhem sürmek.

DAMECMEC Katı, şedid. * Uzun boylu bahil kimse.

DAMED Hışım etmek, öfkelenmek, hiddetlenmek, kızmak.

DÂMEN f. Etek. Kenar. Taraf. Zeyl. Elbise veya dağ eteği.

DÂMEN-İ MUALLÂ Yüksek şerefli dâmen, muallâ etek. * Mc: Yüksek namus sâhibi.

DAMEN-BUS f. Etek öpen.

DAMENE f. Dağ eteği, dağın çevresi.

DAMEN-GİR f. Eteğe yapışan, etek tutan. * Dâvacı, hasım, şikâyetçi.

DAMENÎ f. Eteklik. * Kadın başörtüsü.

DAMEN-KEŞ f. Feragat eden, eteğini çeken.

DAMGA Bir şeyin üzerine işaret veya alâmet koymak. * İşaret vurulan âlet. Mühür.

DAMGA-İ VAHDET f. Birlik damgası. Cenab-ı Hakkın birliğini gösteren delil.

DAMHAR Mütekebbir, kibirli, terbiyesiz kimse.

DAMIZ Hayvan üretmeye mahsus dam. Hayvan yetiştirilecek ahır.

DAMİA Yavaş olarak ve damla damla kan sızdıran yara.

DAMİC Karanlık.

DAMİĞA Dimağa işlemiş olan baş yarığı. (Bak: Amme)

DAMİK (C.: Devâmik) Belâ, musibet, dâhiye. Meşakkat, zahmet.

DAMİME (C.: Damâyim) Sonradan yapıştırılmış şey.

DAMİN Kefil olan, tazminat veren. Ödeyen.

DAMİNE Köyde olan hurma.

DAMİR (C.: Damâr) Kalb. * Niyyet.

DAMİR Zayıf, ince.

DAMİSE Örten, setreden. Defneden.

DAMİYE Tıb: Kanı akan yara.

DAMM Yapıştırmak. * Düşürmek.

DAMMAD Hastalara efsun okuyan kimse.

DAMPİNG ing. Bir pazarı elde etmek veya bir malı elden çıkartabilmek için benzerlerinden çok düşük fiyatla satma.

DAMZ Susmak, sükut etmek.

DAMZER (C.: Damazir) Sütü az olan deve. * Sağlam ve sert yer. * Şişman kadın.

DAN Arabca, Farsça veya bazı Türkçe kelimelerin sonuna takılarak, âlet ismi veya sıfat yapılır. Meselâ: Ateş-dan $ : Mangal. Cüz-dan $ : Cüz kabı, çanta.

DAN f. Tane.

DÂNÂ f. Bilgili, bilen, malûmatlı, âlim.

DÂNÂ-İ BÎ-MÜDANÎ Eşsiz âlim. Zamanında emsali olmayan âlim.

DÂNÂ-İ YUNAN Eflatun.

DÂNÂYÎ f. Âlimlik, bilicilik.

DANE f. Tohum, çekirdek. * Kurşun, gülle, tâne.

DANE (Diyn. den) "İtaat etti. İtaatli oldu, boyun eğdi, aziz oldu" mânasında fiil.

DANENDE f. Bilgin, bilen, Haberli.

DANG f. Bir dirhemin altıda biri.

DANIK (C.: Devânik) Bir dirhemin altıda biri ve iki kırât ağırlığı. (Her kırat beş arpa ağırlığıdır.) * Zayıf düşkün davar.

DANIŞTAY (Bak: Şurâ-yı devlet)

DANİ' Hor, zelil.

DANİK Bir dirhemin dörtte biri. * Mangır.

DANİK Nezle.

DANİSTEN f. Bilmek.

DÂNİŞ f. Bilgi, ilim. Biliş.

DÂNİŞ-GEDE Üniversite.

DÂNİŞ-GER f. Alim, bilgin.

DANİŞÎ Alim, bilgin, bilgili.

DANİŞMEND (C.: Dânişmendân) f. Bilgili, ilimli. * Tanzimattan evvel, kadıların yanında stajyer olarak çalışan kimseler için kullanılan bir tâbirdi.

DANİYE Yakında olan.

DANK (Dunuk) Darlık, dıyk.

DANKA' Dar, sıkıntı. Zararlı, zarara sebeb olan.

DANTELA Fr. Tentene. Her nevi iplikle örülen, bir kumaşın kenarına işlenen türlü biçimde ince örgü, dantel.

DANU' Evlâdı çok olmak.

DANV Oğul ve kız, veled.

DÂR Yer, mekân, konak.

DÂR-I BEKA f. Âhiret. Bâki olan yer. (Mâdem dünyada hayat var, elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını su-i istimâl etmeyenler, Dâr-ı Beka'da ve Cennet-i Bâkiye'de hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır. L.)

DÂR-ÜL AMÂN Sığınılacak, korunulacak yer.

DÂR-UL BELVÂ Dünya, imtihan yeri. Belâ ve musibet âlemi.

DÂR-ÜL CİHAD İslâm sınırlarının haricindeki ülkeler.

DÂR-I CİNAN f. Cennet yurtları. Cennetler.

DÂR-I DÜNYA f. Bu dünya memleketi. Dünya. (Dâr-ı fenâ da denir.)

DÂR-I EMÂN Müslümanların zimmetini kabul eden veya müslümanlarla sulh halinde olan, gayr-i müslim bir ahalinin memleketi.

DÂR-I FENÂ Dünya. Bu dünya.

DÂR-ÜL HARB (Bak: Dârülharb)

DÂR-ÜL HİCRE Hicret edilen yer. Medine şehri.

DÂR-ÜL HİKMET Hikmet yeri. Hikmetlerin hükmettiği, hikmet beşiği dünya. * Osmanlı devrinde Şeyh-ül İslâmlık makamının bir ismi.

DÂR-ÜL HİLÂFE Hilâfet Merkezi. Halifenin bulunduğu yer. (Osmanlılar devrinde İstanbul idi ve bir ismi de Dersaâdet idi)

DÂR-ÜL HULD Baki olan yer. Cennetin bir bahçesi. Cennet.

DÂR-ÜL İKAB Cehennem. Çok azab çekilen yer.

DÂR-I İMTİHAN İmtihan yeri. * Dünya. * Dar-ı mihnet, meydân-ı ibtilâ gibi tâbirler de aynı mânada kullanılır. (Bak: İmtihan)(Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhi bir tecrübedir. Tâ, ervâh-ı âliye ile ervâh-ı sâfile, müsabaka meydanında, birbirinden ayrılsın. Nasılki: Bir mâdene ateş veriliyor tâ, elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de, bu dâr-ı imtihanda olan teklifat-ı İlâhiyye bir ibtilâdır ve bir müsabakaya sevktir ki; istidad-ı beşer madeninde olan cevâhir-i âliye ile mevadd-ı süfliyye, birbirinden tefrik edilsin. Mâdem Kur'an, bu dâr-ı imtihanda; bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında, beşerin tekemmülü için nazil olmuştur. Elbette şu dünyevi ve herkese görünecek umur-u gaybiye-i istikbâliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini isbat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse; sırr-ı teklif bozulur. S.)

DÂR-ÜL İSLÂM (Bak: Dârülislâm)

DÂR-ÜL KARAR Kararlı surette kalınan, kıyametten sonraki yer. Cennet. Dâr-ül Beka.

DÂR-ÜL MAARİF Sultan Mecid zamanında Valide Sultan'ın İstanbul'da Sultan Mahmud türbesi civarında yaptırmış olduğu mekteb.

DÂR-ÜL MESAİ Çalışma yeri. Mesai yeri. Atölye.

DÂR-ÜL MÜLK Başkent, baş şehir.

DÂR-ÜN NEDVE Müslümanlıktan evvel, Kureyş kabilesinin münakaşalar için toplandığı bir yerin adı olup, Kusey ibn-i Kilâb tarafından kurulmuştur. (Sonradan Hz. Muhammed'e (A.S.M.) karşı bulunanların toplanmalarından dolayı fesat ve münafıkların toplandıkları yer mânâsına kullanılmaya başlanmıştır.)

DÂR-I RİDDE Aslında Müslim iken sonradan irtidâd eden veya bir zaman İslâmiyeti kabul etmiş iken sonradan mürted olan şahısların hâkim bulundukları yer.(Darürridde, yani: Mürtedlerden müteşekkil bir taifenin istilâ ederek hakimiyetleri altına aldıkları yerler, bazı ahkâm itibariyle dar-ı harbden ayrılır. Meselâ: Dar-ı harb ahalisiyle musalâha akdi caiz olduğu hâlde, darürridde ahalisiyle caiz olmaz. Çünkü riddetin devamına cevaz verilemez. Şu kadar var ki, bunlar bir müddet düşünmek için mütareke talebinde bulundukları takdirde bakılır. Eğer müslümanların hakkında hayırlı görülürse bu mütarekeye muvafakat edilir. Ve eğer harb edilmesi daha muvafık görülürse bu mütarekeye muvafakat edilmez.Mütâreke kabul edildiği takdirde mukabilinde bir bedel, bir haraç alınamaz. Zirâ bu hâlde mütareke, bir akd-ı zimmete müşabih olur. Halbuki mürtedler, zimmete kabul edilemezler. Bu mütarekenin öyle iki-üç günlük, geçici bir zaman için olması icab etmez. Buna lüzumuna göre bir mühlet tayin edilir. (Ist. Fık. K.)

DÂR-ÜS SAÂDE Saâdet yeri, saray.

DÂR-ÜS SALTANA(T) Saltanat yeri. İstanbul.

DÂR-ÜS SELÂM Cennet. Selâmet ve eminlik yeri. * Bağdatın eski ismi.

DÂR-ÜS SIHHA Hastahâne.

DAR-ÜŞ-ŞAFAKA İstanbul'da yetim ve öksüzler için kurulmuş olan yatılı lise.

DÂR-ÜŞ ŞİFÂ Şifa yurdu, sağlık yurdu. * Tımarhâne.

DÂR-I ŞURA-YI ASKERÎ 1296 yılında lağvolunan bu yüksek askeri meclis 1253 yılının muharrem ayında kurulmuştu. 1259 tarihinde çıkarılan kanun ile vazifesi tesbit edildi. Askeri ve mülki ricâlden onbir daimi, altı tane ise geçici azası bulunan bu mecliste bir reis ve bir de müftü yer alıyordu.

DÂR-I TEKLİF Dünya. Allah'ın teklif ve emirleri ile vazifeli olduğumuz yer olan dünya. (Şu dâr-ı dünyâ meydân-ı imtihandır. Ve dâr-ı tekliftir. Hizmet yeridir. Lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. S.)

DÂR-ÜL ULÛM İlimler yurdu. Medrese. Ders görülen yer.

DÂR-I ZİMMET Müslümanların, ahid ve emânını ve himayesini kabul etmiş oldukları; gayr-i müslimlere mahsus yerler.

DAR' (C.: Durâ-Duru) Davar emziği.DAR' : Men'etmek, engel olmak. * Ansızın haberli olmak. * Eğrilik.

DÂR f. Sâhib, mâlik, tutan (mânasındadır.) Meselâ: Bayrakdâr $ : Bayrak tutan.

DÂR Ü GİR Kavga, savaş, muharebe, harp, ceng.

DARA' Zayıf. Zelil, hakir. * Muti, itâat eden, boyun eğen.

DARA f. Eski Fars hükümdarlarından dokuzuncusu Keykubat'ın bir ismi. * Hükümdar. * Cenab-ı Hakk'ın bir ismi.

DAR'A' Başı siyah, gövdesi beyaz olan davar. (Müz: Edrâ.)

DARA' Düz yer. * Birbirine girmiş olan sık bitmiş ağaçlar.

DARAA Tevazu etmek, alçak gönüllü olmak. * Emre uymak, muti olmak. * Zayıf ve zelil olmak.

DARAB Koyu beyaz bal.

DARABAN Vurma, vuruş. Çarpış, çarpıntı, çarpma.

DARABAN-I KALB Kalb çarpıntısı, kalbin vuruşu.

DARABÂT (Darbe. C.) Vuruşlar. Çarpmalar. Vurmalar.

DARABÂT-I ANİFE Şiddetli vuruşlar.

DARABİNE Kapı bekçileri.

DARAFE Çokluk, kesret.

DARAGIM (Dırgam. C.) Arslanlar, esedler, dırgamlar.

DARAĞACI t. İdama mahkûm olanların asıldıkları sehpa.

DARAKA (C.: Derk- Edrâk-Dırâk) Deriden yapılmış olan kalkan. * Gırtlağın hançereyi meydana getiren kıkırdaklarından kalkan şeklinde olanı.

DARAME Ucu ateşli kuru ot ve odun.

DARARE Gözsüzlük.

DARAS Ekşi yemekten dolayı dişin kamaşması.

DARAT f. Debdebe, tantana, şan, gösteriş, çalım.

DARAVET Adet, alışıklık, alışkanlık.

DARAYÎ f. Sahib, mâlik olma. * Hüküm sürme, hâkimiyet kurma. * Bir nevi kumaş.

DARB (C.: Dürub) Kapı, bâb. * Büyük, geniş sokak. * Dâr-ı İslâmla dâr-ı harp arasında olan sınır ve hudut.

DARB (C.: Durub-Edrub) Vurmak, vuruş, çarpmak. * Beyan etmek. * Seyretmek. * Nev, cins. * Benzer, nazir. * Eti hafif olan.

DARB-I HİYÂM Çadır kurma.

DARB-I SİKKE Para basma.

DARB-I UNK Boyun vurma.

DARBAM f. Direk, kiriş.

DAR-BAZ f. Canbaz.

DARBE (C.: Darabât) Vuruş, vurma, çarpma. * Musibet, belâ, âfet, felâket.

DARBEHA Başını aşağı eğmek. * Muti olmak, itaat etmek, söz dinlemek.

DARBELE Bir yürüme çeşidi. * Davul çalmak.

DARBEN Döğerek, vurarak. * Çarparak.

DARBHANE Para basılan yer.

DARB-I MESEL Misâl olarak söylenen meşhur söz. Bir hâdiseye binaen söylenen hikmetli söz. Ata sözü.

DARBÎZ Rutubetli tarla, sulak yer.

DARBUM Bizanslılar zamanında Eskişehir'in ismi.

DARB-ZEN f. Mâdeni levhalar üzerine kabartma olarak nakışlar işleyen. * Kale döven.

DARC Yarmak, şakk.

DARE f. Vazife, görev, ödev.

DARENDE f. Saklayan, tutan. * Ulaştıran, vâsıl eden, kavuşturan, getiren.

DAREYN Her iki dünya. İki yurd. İki yer.

DARH Def'etmek, kovmak. Reddetmek. * Yer kazmak.

DARIT Yellenen, yellenici.

DARİ' Hurma dikeni. Acı ve dikenli bir ağaç.

DARİ' Adımı geniş olan kişi.

DARÎ Ot ve yem satan kişi. * Evinden çıkmayan kimse.

DARİB (Darb. dan) Sütünü sağan kimseye vuran dişi deve. * Ağaçlı yer. * Karanlık gece. * Vurucu, vuran. Darbeden, çarpan. Döven.

DARİBE Tabiat. * Kılıçla vurulmuş. * Eğrilmiş yün.

DARİC Katı, şedid, şiddetli.

DARİCE Ay ve güneş ağılı. (Farsçada "hâle" denir.)

DARİH Kabir. Mezar.

DARİM Aç. * Tavşancıl yavrusu.

DARİM Yanmış nesne. * Dövülmemiş harman. * Odun ufağı.

DARİN Bir yerin adı.

DARİR (C.: Edirrâ) Kör, a'mâ. * Nefis. * Cismin bakiyyesi. * İri vücutlu fakir kişi.

DARİS (Dürus. dan) Yıkılmış, mahvolmuş.

DARİS Çetin huylu kimse.

DARİŞ Siyaha boyanmış kara deri.

DARİYYE f. Divan şairlerinin, dünyevi makamca büyük olanların yaptırdıkları köşk ve konaklara dair yazdıkları manzume.

DARM Şiddetli açlık. Oburluk. * Ateşin yakması.

DARR Süt, leben. * Nüzul. * Hayır ve amel çokluğu.

DARR Zarar, ziyan.

DARR Zararlı, zararı olan.

DARRA Şiddet, mihnet. Belâ. Naks. Ziyan. Sıkıntı. Kötürümlük.

DARRAB Akça kesici, dârp edici, para basan.

DARRE Bir miktar süt.

DARS Dişiyle tutup ısırmak.

DART Yellenmek. * Tez olmak.

DARU f. İlâç, deva, tiryak.

DARU-BERD f. Debdebe, ihtişam.

DARU-HANE f. İlâç satılan yer, eczahane.

DAR-ÜL-ACEZE Düşkünler, acizler evi. Yoksullar yurdu.

DAR-ÜL-FÜNUN Üniversite. (1 Ağustos 1933'de İstanbul Dâr-ul Fünunu yerine Üniversite kurulmuştur.)

DARÜL HARB (Dâr-ül harb) Harp yeri. Müslümanlarla gayr-i müslimler arasında sulh akdedilmemiş memleket. Kâfirlerin ve onların gayr-i islâmi hükümlerinin hâkim olduğu yer. (Bak: Şeair.)

DARÜL HİKMETİL İSLAMİYE (Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye) Bu teşkilât, son devirlerde gerek imparatorluk ve gerekse İslâm Aleminde ortaya çıkan bir takım dini mes'elelerin halli ve İslâma yapılan hücumların İslâm ahkâmına göre cevaplandırılması için 12 Ağustos 1334 (25 Ağustos 1918) tarihinde 5. Mehmed Reşat ve Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi'nin zamanda kurulmuştur.Ayrıca halkın her türlü dini ihtiyaçlarını, ilmi bir metodla yerine getirmek için her türlü neşriyat ve beyannameleri ele almakta ve halkımızı dahilî ve haricî tehlikelere karşı tenvir etmekteydi. Ecnebilerin sordukları suallere, komisyonlarda görüşülmek suretiyle resmen cevap verildiği gibi; müracaat eden her müslümana da gerekli cevap veriliyordu.Osmanlı İmparatorluğu'nun karışık ve Avrupa hayranlığının devlet müesseselerinin her kademesinde revaçta olduğu bir zamada, ahlâk ve imanı elde tutmak, bu teşkilâtın en başta gelen vazifelerinden biri idi.Matbuatta İslâma yapılan hücumlara ve İslâmı, hurafeler dini gibi göstermeğe çalışan yazarlara gerekli cevaplar veriliyor ve cezalandırılmaları için de Dahiliye Nezareti'ne resmen müracaat ediliyordu.Bu teşkilâta tâyin olunan azalar azil, tâyin, istifâ ve vefatlarla 28 kadardır. Aslında, dokuz aza, bir reisten teşekkül ediyordu. Bu zâtların tâyinleri gelişi güzel olmadığı gibi, bu teşkilâtın içinde mevcut bulunan üç komisyondan birine (fıkıh, kelâm ve ahlâk) girebilecek ilmî kariyere (meslek) sahip olmaları icab ediyordu.Bu müesseseye "İslâm Akademisi" veya "Yüksek İslâm Şurası" da diyebiliriz. Kuruluşu ile son derece faydalı ve o nisbette hizmetleri olmuş bir teşkilâttır. Fakat kuruluş tarihi olan 1918'den 1922'ye kadar devam etmekle, ancak dört senelik bir faaliyeti olmuştur.

DARÜL İSLAM (Dâr-ül İslâm) İslâmiyet merkezi. Müslümanların hâkim olduğu yer.

DAR-ÜL KÜTÜB f. Kütübhâne, kitab evi.

DAR-ÜS SELAM Cennetin ikinci katı. * Cennet. Selâmet yeri.

DARVİNCİLİK 19. yy.da yaşamış İngiliz düşünürü Darwin'in kurduğu bir nazariye, görüş. "Evrim teorisi: Tekâmül nazariyesi" adıyla da anılan bu görüşe göre; insan dâhil bütün canlıların başlangıçta tek hücreli canlı olarak meydana geldiklerini, sonra tesadüfen nesilden nesile farklılaşıp başkalaştığını, bu tesadüfî değişikliklerden çevre şartlarına uygun olanlara sahip canlıların yaşadığını, diğerlerinin yok olduğunu, böylece canlıların gittikçe mükemmelleşerek bugünkü şekle girdiğini, insanın da maymun soyundan geldiğini iddia eder. Bu iddianın ortaya atıldığı zamanlarda canlı hücrenin kimyasal ve genetik yapısı bilinmiyordu. Hücre, canlının basit bir yapı taşı zannediliyordu. Bugün elektromikroskoplar sayesinde canlının kimyasal ve genetik yapısıyla ilgili büyük ve önemli keşifler yapıldı. Canlıların sahip oldukları vasıfların hücre çekirdeğinde yer alan ve genlerin yapısını meydana getiren DNA denilen protein moleküllerinde nasıl muhafaza edildiği ve bunların nasıl babadan oğula geçtiği açıklanmıştır. Gerek genlerin, gerek hücrenin yapısında yer alan çeşitli protein molekülleri 20 çeşit amino asit adı verilen daha küçük parçacıkların çeşitli şekilde birleşmesinden meydana gelmiştir. Amino asitlerin meydana gelişi bir yana DNA moleküllerinin ve diğer protein moleküllerinin herbirinin tesadüfen meydana gelip gelemiyeceği matematik olarak hesaplanmıştır. Bir hücredeki tek bir molekülün meydana geliş ihtimali 1 sayısının önüne 240 tane sıfır koyarak elde edilen sayı kadar molekül meydana gelse bunlardan yalnız biri işe yarıyan bir molekül olabilirdi. Tesadüfen bu kadar çok sayıda kimyasal birleşim olabilmesi için kâinatın ömrünün trilyonlarca defa daha fazla zamanın geçmesi gerekir. Daha doğrusu imkânsızdır. Canlı hücrenin bütün moleküllerinin bu şekilde tesadüfen bir araya gelip hücreyi meydana getirmelerini hayal etmek bile imkân dahilinde değildir.Tesadüfen bir hücrenin meydana gelişini açıklamak imkânsız olunca yer yüzündeki bunca canlının tesadüfen meydana geldiğini iddia etmek ise ilim ve akıl dışı bir vehimden başka birşey değildir. İlim adamlarının laboratuvarda yaptıkları çalışmalar sonunda bir canlının değişip başka bir canlı haline gelemiyeceği de ispatlanmıştır. Sirke sineği üzerinde yapılan deneyler sonunda sinekten daha mükemmel bir canlı meydana gelmemiş, aksine kesik kanatlı, hastalıklı, sakat bir yavru sinek doğmuştur. Canlılar "mütasyon" denilen bir kazaya uğradıkları zaman ancak sakat bir yavru meydana geliyor. Kazaya uğrıyan bir araba, jet uçağına dönüşmez, sadece kazalı bir araba meydana gelir. Tek hücreyi yaratan da insanı yaratan da birdir. O da atomdan yıldızlara kadar her varlığın yaratıcısı olan Allah'tır.


Yüklə 11,57 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   26   27   28   29   30   31   32   33   ...   181




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin