DERY Bilmek.
DERYA f. Deniz, bahr.
DERYA-YI AHDAR Yeşil deniz. * Mc: Sema, gök.
DERYA-YI EBYAZ Akdeniz.
DERYA-YI ESVED Karadeniz.
DERYA-YI UMMAN Açık deniz. Umman Denizi. Okyanus.
DERYAB f. Akıllı, anlayışlı, müdrik.
DERYA-BEND f. Liman. * Tersane.
DERYAÇE f. Göl, küçük deniz.
DERYA-MİSAL Deniz gibi çok olan, denizi andıran.
DERYAN Bilmek, ilim.
DERYA-NEVERD f. Denizde dolaşan, denizde gezen.
DERYANİYE Hörgücü ikiden fazla olan sığır nevi.
DERYA-NUŞ f. Çok fazla içki içen.
DERYUZ f. Dilencilik.
DERZEN f. İğne.
DE'S Yemek.
DES' Def'etmek kovmak. * Ağız dolusu kusmak.
DES f. Eş, eşit, müsâvi, benzer, denk.
DE'SA Câriye.
DESAİS (Desise. C.) Vesveseler, desiseler. Gizli hileler.
DESAİS-İ ŞEYTANİYYE şeytanca desiseler, hileler.
DESAK Bir kabın dolduktan sonra taşıp dökülmesi.
DESATİR (Düstur. C.) Düsturlar, kaideler. (Desatir-i hikmet, nevamis-i hükümetle; kavanin-i hak, revabıt-ı kuvvetle imtizac etmezse cumhur-u avamda müsmir olamaz. M.)
DESATİR-İ ÂLİYE Yüksek ve ulvi düsturlar ve kaideler.
DESATİR-İ HİKMET Hikmet düsturları. Hikmet ve maslahatın iktiza ettirdiği kaideler.
DESÂTİR-İ İLMİYE İlmin düsturları. İlmin icab ettirdiği kaideler.
DESÂTİR-İ İSLÂMİYE İslâma ait kaide ve düsturlar.
DESEM (C.: Düsum) Yağ. * Uyuz.
DESEN Fr. Eşyanın, rengini göstermeden, yalnız şeklinin bir satıh üzerine çizilmişi. * Bir kumaşı süsleyen şekiller.
DESFAN (C.: Desâfi) Bir şeye tâlip olan kişi.
DESİ' İki omuz arasında boyun battığı yer.
DESİA Atâ, bahşiş, hediye. * Huy, hulk, tabiat.
DESİK Dolu nesne.
DESİMETRE Fr. Metrenin onda birine eşit uzunluk birimi.
DESİS (C.: Desâyis) Gizlenmiş, gizli.
DESİSE Gizli hile, oyun.
DESİSEKÂR f. Hileci, hile yapan.
DESİSEKÂRÂNE f. Hilekârcasına. Desise ve hile edene yakışır surette.
DESKERE (C.: Desâkir) Dağ başında olan harab kale. * Küçük köy.
DESKERE f. Şehir ve kasaba, il ve ilçe. * Hasta insan, eşya vs. taşımaya yarayan tahta.
DESMA Siyah olan nesne.
DESMERE (C.: Desâmire) Dağ başında olan harap yıkık kale.
DESPOT yun. Rum piskoposu. * Eskiden Bizanslı ve Balkanlı derebeyi.
DESR (C.: Dusur) Bürünmek, örtünmek. * Çok olan mal.
DESR Def'etmek, kovmak.
DESS Yavaş yağan yağmur. * Acıtıcı derecede dövmek. * Def'etmek.
DESS Gizlenmek. * Örtmek.
DESSAS Çok aldatıcı, çok desiseci.
DESSE Toprak içinde gömülüp yatan bir nevi yılan.
DEST (C.: Düsut) Dört bucaklı yastık ve elbise. * Hile.
DEST f. El, yed. * Mc: Kudret, fayda, nusret, galebe. * Düstur. * Tasallut. * İkmâl. * Âlî makam. Meclisin şerefli yeri.
DEST-İ GAYBÎ f. Görünmez el, inâyet-i İlâhi. * Mc: Allah'ın yardımı.
DEST-İ İSTİBDAD İstibdadın verdiği azap, istibdadın eli.
DEST-İ RAST Sağ el, sağ taraf.
DEST Ü PÂ(Y) El ve ayak.
DESTAK Şarabın beyazlığı ve dökülmesi.
DEST-ALAY f. Bulaşık el, bulaşmış el.
DESTAN f. (Dest. C.) Eller. * Hikâyeler, masallar. * Hile, tezvir, mekir. * Meşhur Zâloğlu Rüstem'in babasının nâmı.
DESTAR f. Sarık, imâme, başa sarılan tülbent.
DESTAR-I HÜMAYUN Pâdişah sarığı.
DESTARBEND f. Sarık saran, sarıklı.
DESTAR-ÇE f. Mendil.
DEST-BE-DEST f. Elden ele, el ele. * Peşin satış. * Birbirine bitişik olan.
DEST-BUS f. El öpme.
DEST-BESTE f. El bağlamış, eli bağlı.
DEST-BÜRD f. Kuvvet, kudret. * Üstünlük, zafer, muvaffakiyet.
DEST-DİRAZ f. El uzatan, zulmeden. * Sarkıntılık etme, el uzatma.
DESTE f. Tutam, bağ, demet, kabza. * Muin, mededkâr. * Süpürge. * Küstah.
DESTEC Desti. * Kola takılan bilezik.
DESTE-ÇUB f. Sopa, değnek.
DESTE-DAD f. El veren, yardım eden.
DESTE-DAD-I TESLİM f. Teslim elini veren, itaat eden, uyan.
DESTEK f. Bir şeyin yıkılıp devrilmemesi için, o şeye vurulan payanda, dayanak. * Küçük el. * Yün ve pamuk gibi şeyleri eğirmeye yarıyan âlet.
DEST-ERRE El bıçkısı. Testere.
DEST-GÂH f. İş yeri, tezgâh. * İktidar, servet, kuvvet.
DEST-GİR f. Muavenet. Arka olmak. Tutucu, yardımcı, muin. Zahir.
DEST-GÜŞA f. Avuç açan el açan.
DEST-GÜZAR f. İmdada yetişen, yardım eden, yardımcı.
DEST-HUŞ f. Oyuncak.
DESTİ f. Testi.
DESTİNE f. Bilezik, el bileziği.
DEST-KEŞ f. Gözleri görmeyen bir kimseyi ellerinden tutup dolaştıran. * Kazanç. Kâr. * Yay gibi elde kolaylıkla idare olunabilen şey. * Dilenci. * Bir işten vazgeçen.
DEST-MAL f. Elbezi.
DEST-MAYE f. Sermaye, elde olan şey.
DEST-MUZE f. Armağan, hediye.
DEST-PAK f. Fakir, fukara. * Mendil. * Dindar.
DEST-RENC f. El emeği. El ile yapılan iş. * Ücret, kazanç, kâr.
DEST-RES f. İsteğine ulaşan, elini yetiştiren. * Kudret, zenginlik, iktidar.
DESTROYER ing. Çok sür'atli giden küçük savaş gemisi, torpido muhribi.
DEST-SUZE f. Nişanlı kız.
DESTUR (DÜSTUR) Asıl. * Kanun. * Vezir-i azam, baş vezir.
DESTUR f. İzin, müsaade. Şerlilerden kurtulmak için söylenen söz. * Allah'ın inayeti.
DEST-VANE f. Savaşta giyilen demirden yapılmış eldiven. * Kadınların kollarına taktıkları süs eşyası, bilezik. * Meclisin baş kısmı.
DEST-VAR(E) f. Çoban değneği. Baston. * El bileziği. * Ele benzer, el gibi, el kadar.
DEST-YAR f. Yardımcı, muin. Arka.
DEST-YARÎ f. Yardım, muavenet.
DEST-ZEN f. Tutunma. * El uzatma.
DEŞİŞE Bulgur.
DEŞNE f. Hançer.
DEŞNE-İ SUBH Tan yeri. (Bu tabir, tan yerinin ilkönce hançer şeklinde göründüğünden kinaye olarak denmiştir.)
DEŞT f. Bozkır, çöl, sahra. Kumluk ve nebatsız geniş arazi.
DEŞT-İ HAYAT Hayat çölü.
DEŞT-İ KIPÇAK Dinyester ile İrtiş arasında bulunan geniş step.
DETEKTİF (Bak: Dedektif)
DETERMİNANT Fr. Denklemlerin çözümlerini rahatlıkla bulmaya yarayan matematiksel tablo.
DEV şeytan, ifrit, cin.DE'V : Aldatmak, hud'a.
DEVA İlâç, çare. Hastalığın iyi olmasına sebeb olan gıda.
DEVABB (Dabbe. C.) Binek hayvanları. Hayvanlar. * Yürüyenler.
DEVAC f. Üste örtünecek şey. Yorgan.
DEVADAR f. Devâlı, devâ verici, iyileştiren.
DEVAHİ (Dâhiye. C.) Büyük belâler. Afetler. Kazâlar. * Çok üstün zekâ sahipleri.
DEVAHİL (Dâhile. C.) İçler, batınlar.
DEVAHİN (Dâhine. C.) Duman çıkaran bacalar.
DEVAÎ (Devâiye) İlâç cinsinden. İlâca âit ve müteallik. Devaya dâir.
DEVAİ (Dâiye. C.) Batından, içten gelen bir duyguyu teşvik edici hâlât.
DEVAİR (Dâire. C.) Daireler. Resmî işlerin görüldüğü yerler.
DEVAİR-İ ASKERİYE Askerî daireler.
DEVAİR-İ DEVLET Devlet daireleri.
DEVAİR-İ MÜTEDAHİLE İç içe daireler.
DEVAİR-İ RESMİYE Resmî daireler.
DEVALÜASYON Fr. Paranın değerinin düşürülmesi.
DEVAM Bir halde bulunma, sürekli olma, daimîlik. * Bir işe veya bir memuriyete gidip gelme. * Sebat.
DEVAN f. Hızlı yürüyen, koşan, seğirten.
DEVA NA-PEZİR Devâsı bulunmaz hastalık.
DEVANİK (Dânık. C.) Bir dirhemin dörtde birleri.
DEVAR Baş dönmesi hastalığı.
DEVARİ' (Dır. C.) Zırhlar. Zırhlılar. Zırhlı gemiler.
DEVA-SAZ f. Çâre bulan, ilâç tertip eden.
DEVAT (C.: Devâyât) Divit.
DEVAVİN (Divân. C.) Divânlar, eski şairlerin şiirlerini topladıkları kitablar.
DEVB Kötü hâl.
DEVBEL Bir karar üzere durup büyümeyen küçük eşek.
DEVDAT Çocukların oyun oynadığı yer.
DEVDERÎ Kısa boylu cariye.
DEVENDE f. Seyyah. Seyahat eden, gezen, dolaşan.
DEVERAN Dönüş, dolaşmak. Tedavül. Yerinde durmamak. Devretmek.
DEVERAN-I DEM Kan dolaşımı, kan deveranı.
DEVERAN-I DÜNYA Dünyanın dönüp devretmesi.
DEVF Suda ıslamak. * Irak etmek, uzaklaştırmak. * Misk ezmek.
DEVH Hor, hakir olmak. Hor, hakir etmek. * Kahretmek.
DEVHA (C.: Devah-Devâyih) Büyük ağaç.
DEVİR (Devr) (C: Edvâr) Nakil. Birisinin uhdesinden diğerinin uhdesine geçirmek. * Bir şeyi sonuna kadar okuyup bitirmek. Geçmiş dersleri hatırlama. * Bir şeyin çevresinde dolaşmak. Dönme. * Seyahat. Bir memleketi dolaşmak. * Bir şeyin kendi mihveri üzerinde dönmesi. * Aktarma, bir şeyin bir kaptan veya bir yerden diğerine nakli. * Bir şeyin diğerine teslimi. * Bir bölük veya takım askerin teftiş veya emniyeti muhafaza için dolaşması. * Bazı ehl-i tarikatın dönerek ettikleri zikir, sema. * Müzikte, her ölçüye verilen isim olup, umumiyetle büyük ölçüler ve peşrevler için kullanılır. * Tas: Dünyaya gelme (Nüzul), geldiği yere dönme hali (Uruc). * Dairevî bir hareket. Bir şeyin diğer bir şey etrafında dönmesi. Dolaşmak. * Müddet. Zaman. Çağ. * Bir şeyi başkasına devretmek. * Biri birisini icad etmek. (Bak: Hudus)
DEVR-İ ÂLEM Dünya seyahati, dünya gezisi, dünyayı gezmek.
DEVR-İ BÂTIL Man: Kısır devir. Bir hükmü ikinci bir hüküm ile, bunu da birincisi ile isbatlamaya çalışma yolu.
DEVR-İ EBVAB Kapı kapı gezip dolaşmak.
DEVR-İ FELEK (Bak: Devr-i zaman)
DEVR-İ KASIR (Devre-i kasire) Fiz: Kısa devre.
DEVR-İ LÂLE Lâle devri, lâle mevsimi, lâle zamanı.
DEVR-İ MİHNET Dünya, cihan, küre-i arz.
DEVR-İ SÂBIK Bir önceki hükümet. Geçmiş devir.
DEVR-İ TEFRİH Kuluçka devri.
DEVR-İ TERAKKİ İlerleme devri.
DEVR-İ ZAMAN (Devr-i felek) Tali, kader. şans.
DEVİR DAİRESİ Denizde geminin çeşitli hızla ve muhtelif dümen açısı ile çizdiği dâire.
DEVİRLİ Fiz: Müsavi zaman aralıkları ile tekrarlanan hareket. Periyodik.
DEVİR VE TESELSÜL Davanın delile ve delilin davaya taalluk etmesiyle kaziyenin dönüp dolaşıp yine eski hâline gelerek hallolunamaması.
DEVİYE Otsuz sahrâ. Otu olmayan çöl
DEVİYY Nerden geldiği anlaşılamayan sesler, gürültüler, patırtılar.
DEVK Döğmek. * Karışmak.
DEVKE (DEVEKE) Karışmak, ihtilât.
DEVKES Arslan. * Çok adet, çok miktar.
DEVLE (DÜVLE) "Devlet" kelimesinin Arapça tabirlerde geçen bir şekli. * İki asker muharebe ettiklerinde birinin diğerine galip olması. (Düvlet malda; devlet harpte ve mertebede kullanılır.)
DEVLET Sınırları belli olan bir memleketin sahibi olan insanların kurduğu siyasî, hukukî, idarî mahiyetteki merkezî teşkilât. Devlet, teşekkül tarzı, takip ettiği esas siyaset, temsil ettiği hâkimiyet ve iktidarın mahiyeti bakımından çeşitlere ayrılır:1- Kapitalist Devlet: İktisadî siyasete, şahsî mülkiyet, şahsî teşebbüs ve serbest rekabete dayanan, iktidar ve hâkimiyetin kapitalist sınıfın elinde bulunduğu devlet şeklidir.2- Sosyalist ve Komünist Devlet : Şahsî mülkiyeti ortadan kaldıran, yerine işçi sınıfı adına devlet mülkiyetini ikame eden, işçi sınıfı hâkimiyeti namı ile komünist partisi diktatörlüğünü getiren devlet şeklidir.Bu iki devlet şeklinin iktisad siyasetleri ile siyasî iktidar ve hâkimiyet anlayışları farklı olmakla beraber devlet idaresinde dine yer vermemekte birleşirler.3- Faşist Devlet: Menfî milliyet ve unsuriyet fikrini siyasette hâkim kılan, şahsî teşebbüse müsaade eden; fakat devletin vesayeti ve hâkimiyeti altına alan, meslek zümreleri adına iktidar ve hâkimiyeti tek parti ve şefinin eline veren devlet şeklidir.4- Teokratik Devlet: Hâkimiyet ve iktidarın, ruhban sınıfının elinde bulunduğu bir devlet şeklidir. Daha çok Hristiyan âleminde asırlar boyunca bu devlet şekli cemiyet ve milletlere hükmetmiş, fakat tahrif edilmiş İncil'e sâhib oldukları ve İlâhî iktidar ve hâkimiyet yerine ruhban sınıfının hâkimiyet ve iktidarını ikame ettikleri için, insanın fıtratındaki hakikatı taharri ve hürriyet fikri galebe çalarak bu devlet ve idare şekli Fransız ihtilâliyle yıkılmış, fakat ihtilâlciler ve muakibleri beşeriyeti yeniden ıztırablara dûçar eden kapitalist, sosyalist ve faşist sistemlerden başka birşey getirememişlerdir. Çünki hareket ve istinad noktaları beşerî fikir ve ölçüler olup materyalist (maddeci) dünya görüşlerinin zarurî neticesi olarak teavün yerine cidal; hak yerine kuvvet; iktisat yerine ihtiyaçları tezyid ve tahrik ettiklerinden beşeriyetin huzur ve saadetlerini bozdular.5- İslâm Devleti: İktidar ve hâkimiyeti milliyet ve unsuriyet, yahut içtimaî sınıflarda veya ruhban sınıfında değil; yalnız Allah'ta kabul eder. Halkı veya siyasî temsilcisi olan kişiyi yahut meclisleri, İlâhî iktidar ve hâkimiyetin tatbikçi memurları olarak kabul eder.(Zaman-ı sâbıkta revabıt-ı içtima ve levazım-ı taayyüş ve fevaid-i medeniyet o kadar tekessür ve teşa'ub etmediğinden, bazı kalil adamların fikri, devletin idaresine yarı kâfi gibi idi. Amma bu zamanda revabıt-ı içtima o kadar tekessür etmiş ve levazım-ı taayyüş o derece taaddüt etmiş ve semerat-ı medeniyet o kadar tefennün etmiş ki, ancak yalnız kalb-i millet hükmünde olan meclis-i meb'usan ve fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i Şer'î ve seyf ve kuvvet-i medeniyet menzilinde bulunan hürriyet-i efkâr o devleti taşıyabilir ve idare ve terbiye edebilir. R.N.)
DEVLET-İ ÂLİYE Osmanlı İmparatorluğu.
DEVLET-ABADÎ f. Hindistan'ın Devlet-âbâd şehrinde imal edilen ve güzel san'atlarda kullanılan bir çeşit kâğıt.
DEVLETÇİLİK Halk işlerinin, hususan büyük sanayi ve ziraatin devlet vasıtası ile işletmesi usulü. Cemiyetin umuma âid olan işleri ve bu işler için lâzım gelen teşkilât, müessese ve sâirelerini devlet eliyle yapılmasını kabul eden idâre sistemi. * Halkın hususi teşebbüslerini veya büyük müesseselerini devlete devretmek fikri. (Bunun ifratı fertlere ve millete zulümdür ve dinsizlik rejimi olan komünizme giden bir usuldür.)
DEVLETHANE f. Ev, köşk, konak.
DEVLETLİ (DEVLETLÜ) f. Eskiden vezir ve müşir gibi büyük rütbeli kimselere verilen bir ünvan.
DEVLETLÜ NECÂBETLÜ Osmanlılar zamanında şehzâdeler için kullanılan bir tabirdir.
DEVLETLÜ RE'FETLÜ Eskiden seraskerler için kullanılan ünvan.
DEVLETLÜ SEMÂHATLÜ Zamanında Şeyh-ül İslâmlara verilen bir ünvan.
DEVLETLÜ UTUFETLÜ Vezirlere, müşirlere, padişah damatlarına verilen ünvan.
DEVLET-MEAB Devletin saadet ve ihtişamının sığınacağı yer, hükümdar.
DEVLET-MEDAR Büyüklük merkezi olan (hükümdar)
DEVLET Ü İKBAL Ulviyet ve iyi tâlih.
DEVR (Bak: Devir)
DEVR-İ DİL-ÂRÂ En hoş devir. Gönlü hoş eden zaman.
DEVR f. Casus, hafiye.
DEVRAK Şarap ölçeği.
DEVRAN Devir, felek, zaman, deveran, dünya.
DEVRANÎ Deverana âit ve müteallik.
DEVRE (C.: Devrât) Dönüş dönme, dönem. * Birkaç yıldan meydana gelen zaman süresi. * Elektrik devresi. Üzerinden elektrik akımı geçmekte olan bir iletken yolun tamamı.
DEVR-HAN f. Kur'an-ı Kerim'i devamlı okuyup devreden kişi.
DEVRİY (Devriyye) Geceleri gezen kol takımı, gezici karakol. * Bülbül, karatavuk, sığırcık ve bu gibi kuşların dahil olduğu sınıf.
DEVRİYYE Osmanlı İmparatorluğu devrinde ilmiye sınıfına mahsus bir pâye.
DEVS Ziynet etmek, süslemek. * Bir şeyi ayağı ile basıp çiğnemek.
DEVSERE Büyük, semiz, kuvvetli deve.
DEVŞ Fâsid olmak.
DEVV Otsuz çöl.
DEVVAR Durmayıp dönen, devreden. Devredip gezen. * Gerdân. * Kâbe-i Muazzama'nın bir adı. * Haremden alıp beraber tavaf edilen taş.
DEVVARE Geo: Daireler çizmeye yarayan bir âlet, pergel.
DEYABÜZ İki ırgaçla dokunan bez.
DEYACİR (Deycür. C.) Karanlıklar, zulümatlar.
DEYBUB Koğucu, dedikoducu.
DEYCUC (C.: Deyâcic) Karanlık, zulmet.
DEYCUR (C.: Deyâcir) Karanlık.
DEYDAN Edep. * Âdet.
DEYDEN Edep. * Âdet.
DEYDENET Âdet, usul.
DEYDENUN Toplamak. * Haslet, huy, âdet. * Oyun.
DEYH (C.: Diyeha) Hor ve rezil olmak.
DEYKU' Katı, şedid.
DEYLEM Karıncaların ve kenelerin toplandığı yer. * Belâ. * Zahmet. * Düşman. * Türaç kuşunun erkeği. * Cemaat. * Bir kabile adıdır ve ehline "Deylemî" derler.
DEYMAS (C.: Deyâmis) Hamam. * Alçak zemin.
DEYMUM Devamlı, berkarar, zevalsiz.
DEYMUMET Daimlik, devam, dâimiyet.
DEYMUMÎ Devamlılık, devam, dâimiyet.
DEYN Borç. Verilmesi lâzım gelen şey. * Fık: Zimmetinde sâbit olan şey.
DEYN-İ HÂL Huk: Herhangi bir vakte bağlı ve te'hir edilmeyen borç.
DEYR (C.: Edyâr) Kilise, manastır. * Âlem-i insaniyet, insanlık âlemi.
DEYRANÎ Manastır adamı.
DEYRHANE f. Kilise, manastır.
DEYSAK (C.: Deyâsik) Uzun yol. * Beyaz olan şey.
DEYSAN Cömertlik.
DEYSEM Köpekten olmuş kurt eniği. * Sultan böreği denilen kırmızı çiçekli bir ot.
DEYSEME İnci.
DEYYAN Herkesin hesabını ve hakkını en iyi bilen ve veren. Hâk Teâla. Kahhar. Hâsib. Hâkim. Kadir. Râi. Cenâb-ı Hak.
DEYYAR Bir kimse. Ehad. * Yurt sahibi birisi. * Manastır sahibi.
DEYYAS Kaba, galiz olan kimse.
DEYYUS Derare. Karısının kötü hâllerine göz yuman ve ses çıkarmayan adam.
DE'Z Boğmak. * Bir şeyi doldurmak.
DIA Rahat.
DIAME (C.: Diam-Deâyim) Evin direği. * Ulu, şerif kişi, seyyid.
DIAYET Dâvet.
DIBABE Yumuşak nesne.
DIB'AN (C.: Dabâin-Dıbâ) Erkek sırtlan.
DIBATR Katı nesne.
DI'BİL Belâ. * Meşakkat, güçlük.
DIBK Bürc dedikleri nesne ki ağaçta biter; yazda ve kışta bitmez. * Ağaç posası.
DIBNE Gülmek. * Maymun sesi.
DIDD (C.: Ezdad) Mugâyir, aykırı. * Düşman. * Nazir, misil, benzer.
DI'F (C.: Ez'âf) Her nesnenin bir misli miktarı.
DIFDA' (C.: Defâdı') Kurbağa.
DIFDI' (DIFDA') (C.: Dafâdi) Kurbağa.
DIFFE Irmak ve kuyu kenarı.
DIGS (C.: Edgas) Yaş ve kuru karışık bir tutam ot. * Te'vili sahih olmayan karışık rüya.
DIHAM (Dahm. C.) Kalın ve iri olan şeyler.
DIHAS Çok, kesir. * Eskimeye yakın olan.
DIHH Güneş, şems.
DIHK Gülme.
DIHK-ÂVER f. Güldüren, güldürücü.
DIHL Kısa boylu, tıknaz kimse.
DIHLE Bir kişinin her işine karışan has adamı.
DIHRAC (Dahrece) Yuvarlama.
DIHRIS (C.: Dehâris) Terzilerin kullandığı tiriz denen cisim.
DIHVENNE Habis kimse. * Semiz kısa boylu, tıknaz kişi.
DIHYE Sahabeden bir zâtın adı. (R.A.)
DI'ÎL Ölüme yakın olan hasta deve. * Kurbağa yumurtası.
DIÎN Asıl. * Maden.
DI'ÎS Süngü ile çok vuran kimse.
DIKAK Herşeyin ufalmışı, incesi, kırıntısı. * Şirden adı verilen bağırsak.
DIKÎS Akılsız kadın.
DIKK Yufka gibi ince olan şey. * Bir nevi sıtma.
DIKKA (C.: Dükuk) Rüzgârın savurduğu toprak. * Uzaklaşmış olan şey.
DIKRAR (C.: Dekârir) Koğucu, dedikoducu. * Belâ. Zahmet. * Yalan söz. * Fuhşiyât.
DIL' Karpuz veya kavun dilimi. * Tıb: Kaburga kemiği. * Geo: Dik kenar. Kenar.
DIL'-İ KÂZİB Tıb: Göğüs kemiğine dayalı beş adet küçük kaburga kemiği.
DILAMİS Yumuşak ve berrak olan şey.
DI'LİYE Deve kuşunun dişisi.
DIMAD Yara üstüne yapılan yakı ve bağlanan bez.
DIMAR Cehalet devrinde Arabistanda bir sanem (put) ismi. * Bir daha sâhibinin eline geçmesi ümid edilmeyen zâil olmuş mal. * Sonraya bırakılan vâde. Müddeti hudutsuz borç. * Gizli.
DIMIŞK (Bak: Dimişk)
DIMN Her nesnenin arası. * Koltuk.
DIMS Duvar temeli.
DINA İzdihamlık, kalabalık, çokluk.
DINN(E) Bahillik.
DINTAR Çok yaşamış kertenkele.
DIR' (C.: Dırâ'- Duru') Cevşen. Cenkte, muharebede giyilen zırh.
DIRAB Erkek dişiye aşmak. * Küçük dağlar.
DIRAHŞAN f. Parlak. Parıldayan. Parlaklık. Münevver, ziyâdar.
DIRAHT f. Ağaç. Şecer.
DIRAK (Daraka. C.) Deriden mâmul kalkanlar.
DIRAM Ateşin alevlenmesi. * Ateşin alevi. * Odun parçası, tahta parçası (tezcek ateş tutuşup alevlenir.)
DIRAR Ziyân yetiştirmek.
DIRAZ f. Uzun.
DIRAZ-DEST f. El uzatan. El uzunluğu.
DIRAZÎ f. Uzunluk.
DIREFS İpek. * Katı, sağlam nesne. * Büyük iri yapılı adam. * Büyük deve.
DIRGA Sıvı, balçık.
DIRGAM (C.: Darâgım) Arslan, esed, gazanfer, şir, leys, haydar.
DIRHAMİ Bir dirhem.
DIRR Avret üzerine avret almak, evli iken bir daha evlenmek.
DIRRE (C.: Direr) Sütün çokluğu. * Sütün akanı. * Turra. * Kırbaç.
DIRRİZ Bahil kimse. * Kısa boylu, âdi kadın.
DIRS Azı dişi. * Katı, muhkem yer. * Az yağmur. * Kötü huy.
DIRS (C.: Derâsa-Edrâs) Kertenkele, fare ve kedi gibi hayvanların eniği.
DIRV(E) Av öğrenmiş olan köpek yavrusu. * Dağ ağaçlarından pelit ağacına benzer bir ağaç.
DI'S Kum. * Kumdan yığılmaş yumuşak tepe.
DI'VE Nesep dâvâsı etmek. * Yalan dâvâ etmek.
DIYA Helak olmak, telef olmak.
DIYK (Bak: Dîk)
DI'ZABE Kısa boylu ve eti çok olan kimse.
Dİ f. Dün, dünkü gün, bugünden bir evvelki gün.
DİABE Davet.
DİAE Şehadet parmağı.
DİAM(ET) Binaya vurulan destek, direk, payanda. * İleri gelen, makamca yüksek olan baş başkan, reis, şef.
DİBAC (C.: Debâbic) Atlas dedikleri kıymetli ipek bez.
DİBACE f. Mukaddeme, başlangıç, önsöz.
DİBAGAT Tabaklama. Deriyi kullanılır ve temiz hale koyma işi.
DİBARE (C.: Dibâr) Bir evlek yer.
DİBBÎC Bir, ehad.
DİBBÎH Bir, ehad.
DİBG Dibâgat etmek. Arınıp pâk olmak.
DİBL Belâ ve zahmet.
DİBR Çokluk.
DİBRE Çokluk.
DİBS (DİBİS) Pekmez. Hurma pekmezi. Bal. * Çok cemaat.
DİBSA' (DEBSÂ) Dişi çekirge.
DİCAC Ummanda yetişen büyük bir dikenli ağacın suyudur ve sabun gibi kiri izâle eder.
DİDA' Devenin şiddetle yelmesi ve sıçraması. * Ay sonu.
DİDAKTİK yun. Mevzuu, hikmet ve nasihattan ibaret olan söz. Öğretici.
Dİ'DAN Devenin çok yelmesi. * Bir şeyi örtmek.
DİDAR f. Mülâkat, görüş. * Görünme. * Yüz. Çehre. * Görüş kuvveti, göz. * Açık, meydanda.
DİDAR-I HÜRRİYET Hürriyetin güzel yüzü.
DİDAR-I PÂK Temiz yüz.
DİDE f. Göz, ayn, çeşm. * Görmek. * Gözcü. * Göz bebeği. * Göz ucu.
DİDE-BÂN Gözcü, bekçi, nöbetçi.
DİDE-GİRYAN Teessürle ağlayan göz. Ağlayarak.
DİF (C.: Edfâ) Çok hararet. * Derin duvar. * Deveden gelen fayda, menfaat.
DİFAF Hazırlandırmak.
DİFL Zakkum ağacı. * Katran. Zift.
DİFLA Ağu ağacı denen ve çok acı olan nesne.
DİFNAS Akılsız, ahmak kimse. (Müe: Difnes) DİG : f. Topraktan yapılmış tencere, çömlek.
DİGER f. Başka, diğer, öteki.
DİGER-BÂR f. Başka zaman, başka defa.
DİGER-BİN f. Başka kişilerin faydaları için fedakârlıkta bulunan kişi.
DİGER-GUN f. Değişmiş, başkalaşmış, bozuk.
DİGER-KÂM f. Başkalarını düşünen.
DİGER-RUZ f. Diğer gün, başka gün.
DİH f. Köy, karye. * On sayısı.
DİH f. "Veren, verici" mânalarına gelir ve kelimelerle birleşir. Meselâ: Ârâm-dih $ : Rahatlık veren.
DİH (C.: Diha) Hurma salkımı.
DİHAK Dolu bardak.
DİHAN Kırmızı deri, sahtiyan. * (Dühn. C.) Vücuda sürünülecek yağlar.
DİHAT (Dih. C.) f. Köyler, karyeler.
DİHÇE f. Küçük köy. * Çiftçi, köylü.
DİHDA Yuvarlamak. Döndürmek.
DİH-DAR f. Köy ağası.
DİH-GAN f. Ekinci, çiftçi, köylü.
DİH-HÜDA f. Köy kâhyâsı, köy ağası.
DİHI Köyle ilgili, köylü, köye mensub.
DİHİM f. Taç.
DİHİŞ f. Verme, veriş, bağışlama, ihsan, atiyye.
DİHKAN (DÜHKAN) (C: Dehâkin) Sipâhi. * Köy kethüdâsı. * Emirlerin tasarrufunda kuvvetli olan, sözü geçen adam. * Bezirgân. * Acem fellahlarının maslahatgüzarı.
DİHLAS Arslan. * Yavuz, bahâdır, kahraman, çeri kimse.
DİHLİZ (C.: Dehâliz) Ev ile kapı arası.
DİK Horoz.
DİK-ÜL EFRAF Çatal ibikli horoz.
DÎK Darlık, sıkıntı. Gam. Kalbe sıkıntı veren.
DÎK-UL ELFAZ İfade zorluğu. Gayet ince ve derin ve ruhen hissedilen bazı mânaların ifade edilemeyişi.
DÎK-UN NEFES Nefes darlığı.
DİKKAT İncelik, dakik oluş. Ehemmiyet ve kıymet verme.
DİKKAT-İ NAZAR İnceden inceye düşünme ve bakma. Bakış inceliği.
DİKTA Lât. Diktatörlerin davranışları. * Hiç ses çıkarmadan yerine getirilecek emir.
DİKTATÖR Fr. Mevcut kanunları çiğneyerek, örf ve adalet esaslarına aykırı olarak, devleti keyfine göre idare eden devlet adamı. Müstebid.
DİKTE Fr. Başkası tarafından yazılmak üzere söyleyip yazdırma. * Karşı koymayacak olan birisine, aşırı arzu ve isteklerini bildirip kabul ettirme.
Dostları ilə paylaş: |