DUHAS Denizlerde çok olan büyük bir canavar. (Arkasıyla, boğulan kimselere yardım edip kurtarır, "dülfin" de derler.)
DUHH Tütün.
DUHL (C.: Dehâhil) Ufak kuşlar.
DUHMESAN Kara yağız, iri yapılı adam. * Akılsız adam.
DUHN Darı.
DUHNE Tohum tânesi, tek tâne. * Darı.
DUHRUCE (C.: Dehâric) Yellengen böceğinin yuvarladığı ters. * Deve kuşunun yavrusu.
DUHSEMAN Kara yağız, iri vücutlu adam.
DUHT f. Kız, kerime.
DUHTE f. Sağılmış. * İğne ile dikilmiş.
DUHT-ENDER f. Üvey kız. * Eskiden kadın esirlerinin bir cinsi.
DUHTER f. Kız.
DUHTER-İ HİNDÎ Hindistanlı kız.
DUHTERE f. Bekârlık, kızlık.
DUHTERÎ f. Kızlık, bekârlık.
DUHUK Doğurduktan sonra rahmi çıkan dişi deve.
DUHUL İçeri girme. İçeri dahil oluş.
DUHUL-İ MUZAFFERÂNE Muzafferce giriş.
DUHUL Ü HURUC İçeri girip çıkma.
DUHULİYE Eskiden, satılmak üzere şehir ve kasabalara getirilen her cins ticaret malından alınan vergi. * Bir yere girmek için verilen para.
DUHUR Def'etme, çıkarma, kovma, uzaklaştırma.
DUHUR Zillet, zelillik, hakirlik, aşağılık. Adilik.
DUHUS Bâtıl olmak.
DUHYE Kuşluk vakti kesilen kurban.
DU'K Zayıf adam.
DUKA Eskiden Avrupa'ca pek yüksek bir asalet ünvanı idi.
DUKAK (C.: Dekâyık) İnce nesne. * Un. * Zor, güç.
DULL Helak.DUM $ (Devâm) : Sâbit ve sâkin olmak.
DU'MA Ulu yol.
DUMR Zayıflık. * Hafiflik.
DUMU' (Dem'. C.) Göz yaşları.
DUMUR Bir uzvun maddi veya mânevi kabiliyetinin körelmesi. Gıdasızlıktan dolayı bir uzvun kuruyup kalması. Helâk. Körelmek. * Bir yere izinsiz gitmek.
DUMUR Büyüyüp gelişememek. Zayıflıktan, hayvanların karnının içeri çökmesi.
DU'MUS (C.: Deâmis) Rengi siyaha benzer bir küçük su canavarı.
DUMUZ Susma, sükut.
DÛN Aşağı, alçak. Kolay. Zayıf. Gölgeli. Aşağılık. Altta, aşağıda.
DÛN Gayrı, diğer, maadâ.
DUNAK Nezle.
DUNE Hastalık.
DUNEHU HART-ÜL KATAT "Elini dikenli ağaç üzerine çekmek, ondan daha kolay." meâlinde bir tabirdir.
DUN-HİMMET Gayretsizlik, himmetsizlik. (Bak: Himmet.)
DÛN-PERVER f. Kötü kimseleri koruyan, alçak kişileri muhafaza edip onların ilerlemelerine yardımcı olan.
DURA-DUR f. Uzaktan uzağa. Uzak uzak. Uzun uzadıya.
DURAH Gökte melâike kâbesi olan beyt-il mâmur.
DURAT Yellenme.
DUR-BAŞ f. "Uzak ol!" anlamına gelen bir emir. * Değnek, sopa, âsa.
DURBE Âdet, haslet. * Cür'et. * Tecrübe.
DUR-BİN f. Uzak gören. Uzağı gösteren âlet.
DUR-BİNÎ f. İlerisini görürlük, uzağı görmeklik.
DURC İçine inci ve altın konulan küçük hokka.
DUR-DEST f. Ulaşılması zor şey, erişilmesi güç şey. Uzak, uzun.
DURE Hakir ve şânı küçük olan adam.
DUR-ENDİŞ f. Önceden görüp düşünen. Tedbirli. Her şeyin ilerisini evvelden mülâhaza eden. İlerisini düşünen.
DURÎ f. Uzaklık.
DURİT Kovmak, def etmek.
DUR-NÜMA(Y) f. Uzağı gösteren.
DUR-NÜVİS f. Uzağı yazan. Telgraf.
DURR Zayıflık. Hâli yaramaz olmak.
DURRE (C.: Dür-Dürrât-Dürer) İnci.
DURU' (Dır. C.) Savaşda giyilen zırhlar, cevşenler, çelik elbiseler.
DURU' Uzak, ırak, baid.
DURUB (Darb. C.) Döğmeler, vurmalar, darblar.
DURUB-U EMSAL Meşhur sözler. Darb-ı meseller. Ata sözleri.
DURUS Kuyu örülen taş.
DUR Ü DİRAZ Uzun uzadıya.
DÛŞ f. Omuz. Ketif. * Dün gece. * Âlem-i menâm, rüya âlemi. * Mütesadif ve mütelâki olan.
DÛŞ AZMAK Rüyâda iken kirlenmek, ihtilâm olmak.
DUŞAB f. Hurma ve üzüm pekmezi. Pekmez.
DUŞİZE (C.: Duşizegân) f. Kız, bâkire. El değmemiş.
DU'ŞUKA Bir böcek cinsidir ve sahrâlarda olur.
DUUD(E) Nezle olmak.
DUVA Baykuş sesi.
DUZ f. Dikici, diken, dikmiş.
ÇUVAL-DUZ Çuval dikmeye yarayan iğne.
DUZAH f. Cehennem. Tamu. * Mc: Keder. Külfet.
DUZAHÎ f. Cehennem'e mahsus, cehennemî, zebani.
DUZAH-MEKÂN f. Makamı Cehennem olan kâfir, münâfık.
DUZENE f. Sivrisinek, arı gibi haşeratın iğnesi.
DÜ-ÂLEM İki dünya. Dünya ve âhiret.
DÜ-BÂLÂ f. İki kat.
DÜ-RU İki yüzlü.
DÜABE Lâtife etme, şaka yapmak. * Oyun.
DÜBAR Çarşamba günü.
DÜBAR(E) f. İki kat, çift kat, kat kat, katmerleşme.
DÜBB Ayı.
DÜBB-Ü ASGAR Küçük ayı denen ve Kutup yıldızı etrafında devreden yedi tanelik yıldız kümesi.
DÜBB-Ü EKBER Büyük ayı tâbir edilen, kutup yıldızı ile beraber etrafındaki yedi yıldız.
DÜBBA' Kabak.
DÜBBE Yol, tarik.
DÜBEYT f. İki beyitten müteşekkil rübainin diğer ismi.
DÜBLE Beyaz helva parçası. * Büyük lokma.
DÜBR (Dübür) Kıç, mak'ad, süfre. * Bir işin nihayeti, sonu. * Bir şeyin arkası, gerisi.
DÜBSE Siyaha benzeyen kırmızılık.
DÜBSİYY Kumruya benzer bir kuş.
DÜ'BUB Zayıf nesne. * Çirkin huylu, kısa boylu kimse. * Kolay yol. * Uzun at. * Karınca nevinden bir nev. * Hububattan bir cins.
DÜBUL Su arkı.
DÜ'BUS Ahmak.
DÜCA Zulmet, karanlık.
DÜCAC Galebe ile çağrışmak. * İnlemek. * Aldatmak, kandırmak.
DÜCACE (Bak: Decace)
DÜCALE Katran.
DÜCCE Fazla karanlık, ziyade zulmet.
DÜCCE-İ LÜCCE Denizin engin karanlığı.
DÜCİ (Dücye. C.) Karanlıklar, zulümat.
DÜ-CİHAN İki cihan. Dünya ve âhiret.
DÜCME Karanlık, zulmet.
DÜCNE (C.: Dücen-Dücenât) Kapalı hava, karanlık.
DÜCUN Bulutun göğü bürüyüp örtmesi.
DÜCÜC (Decâc. C.) Tavuklar. Tavuk, horoz ve piliç cinsleri.
DÜCÜNNE (C.: Dücünnât) Bulut kat kat olma. * Karanlık, zulmet. * Yağmur yağma.
DÜCYE (C.: Dücâ) Bal arısının kovanı. * Avcılar kümesi. * Zulmet, karanlık.
DÜDEN Coğ: Yerin altında akan suların oyup meydana getirdiği derin kuyu.
DÜ-DİDE f. İki göz.
DÜ-DİLÎ f. Tereddüt, kararsızlık, neticeye varamamak.
DÜELLO İtl. Hakareti tamir için iki kişi arasında hususan Avrupa'da ve şâhitler önünde yapılan silâhlı çarpışma.
DÜF (C.: Düfuf) Def.
DÜF'A (C.: Difâ) Çok çabuk akan su.
DÜFAK Bir şeyin dolu olması.
DÜFFA' Büyük sel.
DÜFN Gömülmüş kuyu.
DÜFUK Atılmak. * Dökülmek.
DÜ-GANE f. İki adet, iki tane, ikiz. Çift.
DÜ-GİTİ f. İki âlem. Dünya ve âhiret.
DÜHAT Akıllılar. Akılda çok ileri olanlar. Dehâ sâhibi. Son derece anlayışlı ve zekâ sahibi olanlar.
DÜHDÜN Bâtıl nesne.
DÜHDÜR Bâtıl nesne.
DÜHME Siyahlık, karalık.
DÜHN Ot, yemiş veya çiçekten çıkarılan yağ.
DÜHRİYY Yaşlı, ihtiyar, müsinn.
DÜHÛR Devirler, zamanlar. Dünyalar.
DÜHÜL f. Davul.
DÜKA' Deve öksürüğü.
DÜKAS Uyuklamak.
DÜKNE Siyâha benzer bir renk.
DÜLAKE Davar emziğinde kalan süt bakiyesi.
DÜLBE (C.: Düleb) Çınar ağacı.
DÜLBENT f. Tülbent.
DÜLCE (Delce) Gece vakti bir yere gitmek.
DÜLDÜL Fahr-i Kâinat (A.S.M.) Efendimize mahsus bir katır ki, sonradan Hz. Ali (R.A.) Efendimize bahş buyurulmuştur.
DÜLFİN Denize düşenlere yardım edip, onları kurtaran bir balık.
DÜLKE Küçük bir canavar.
DÜLU' Huruç etmek, çıkmak.
DÜLUK Batma, güneş batması.
DÜLUK-UŞ ŞEMS Güneşin batışı.
DÜ'LUL (C.: Dâlil) Belâ, zahmet, dâhiye.
DÜM f. Kuyruk.
DÜMA (Dümye. C.) Suretler. Küçük putçuklar.
DÜMA' Hastalık veya ihtiyarlık sebebiyle gözden akan yaş. * Bahar günlerinde üzüm çubuğundan akan su.
DÜMAC Çok sağlam nesne. * Gizli örtülü olan şey.
DÜMAN Yemişin çürüklü olması. * Ekine su düşüp, kesilmek.
DÜMASİR (Demser) İnişi yumuşak olan yer. * Etli, büyük deve.
DÜM-BÜRİDE f. Kuyruğu kesik.
DÜM-ÇE f. Kısa kuyruk, kuyrukçuk.
DÜMDAR f. Askerlikte arttaki emniyeti te'minle vazifeli, geriden gelen ve askeri tâkib eden birlik. Ordunun geriden emniyet kuvveti. * Mc: Son zamanlarda gelen büyük evliyâullah.
DÜMEL (DÜMMEL) Tıb: Büyük kan çıbanı.
DÜMLUK Yassı, yuvarlak taş.
DÜMLUS Berrak, yumuşak nesne.
DÜMLÜC Doğan kuşu. * Kan alacak yer.
DÜMME Arap oyunlarından bir oyun ismi. * Yol, tarik.
DÜMU' (Dem'. C.) Gözyaşları.
DÜMUK Ansızın duhul etmek, birdenbire girmek.
DÜMUR Destursuz olarak eve girmek.
DÜMUS Geceleyin çok karanlık olmak.
DÜ-MUY f. Saçına sakalına kır düşmüş adam.
DÜMYE (C.: Dümâ) Oyun. * Ağaçtan yapılmış nakışlı suret. Sanem.
DÜNB(E) f. Kuyruk.
DÜNBAL(E) f. Kuyruk.
DÜNBEK f. Bekçi davulu. * Dümbelek.
DÜ-NİM(E) f. İki parça, ikiye yarılmış, bölünmüş ikiye ayrılmış.
DÜNU' Horluk, hakirlik.
DÜNÜVV Ulaşmak, yakın olmak.
DÜNYA (Müz: Ednâ) (Denâet veya dünüvv. den) En yakın, en aşağı. * Şimdiki âlemimiz. (Ahirete veya ölüme en yakın olmasından bu isim verilmiştir.) (Dünyâ, âhiretin tarlasıdır. Bir kitab-ı Samedanîdir. Hem bir mezraadır. Hem birbiri arkasında dâim gelen geçen âyineler mecmuasıdır. Hem seyyar bir ticaretgâhtır. Hem muvakkat bir seyrangâhtır. Hem bir misafirhânedir.)(Ehl-i dalâletin vekili der ki, ehadisinizde dünya tel'in edilmiş. "Cife" ismiyle yâdedilmiş. Hem bütün ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat, dünyayı tahkir ediyorlar. "Fenadır, pistir" diyorlar. Halbuki: Sen bütün kemalât-ı İlâhiyyeye medar ve hüccet, onu gösteriyorsun ve âşıkane ondan bahsediyorsun?Elcevap : Dünyanın üç yüzü var: Birinci Yüzü : Cenab-ı Hakk'ın esmâsına bakar. Onların nukuşunu gösterir. Mâna-yı harfiyle, onlara ayinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubât-ı Samedaniyyedir. Bu yüzü gayet güzeldir. Nefrete değil, aşka lâyıktır.İkinci yüzü : Âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır. Cennet'in mezraasıdır. Rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir. Tahkire değil, muhabbete lâyıktır.Üçüncü yüzü: İnsanın hevesatına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel'abe-i hevesâtı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü: Fânidir; zâildir, elemlidir, aldatır. İşte hadiste varid olan tahkir ve ehl-i hakikatın ettiği nefret bu yüzdedir.Kur'ân-ı Hakim'in kâinattan ve mevcudattan ehemmiyetkârane, istihsankârane bahsi ise; evvelki iki yüze bakar. Sahabelerin ve sair ehlullahın mergub dünyaları, evvelki iki yüzdedir. Şimdi dünyayı tahkir edenler dört sınıftır:Birincisi : Ehl-i mârifettir ki, Cenab-ı Hakk'ın mârifetine ve muhabbet ve ibadetine sed çektiği için tahkir eder.İkincisi : Ehl-i âhirettir ki ya dünyanın zaruri işleri onları amel-i uhreviden men'ettiği için veyahut şuhud derecesinde imân ile Cennetin kemalât ve mehâsinine nisbeten dünyayı çirkin görür. Evet Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm'a güzel bir adam nisbet edilse yine çirkin göründüğü gibi; dünyanın ne kadar kıymetdar mehâsini varsa, Cennetin mehâsinine nisbet edilse, hiç hükmündedir.Üçüncüsü : Dünyayı tahkir eder. Çünkü; eline geçmez. Şu tahkir, dünyanın nefretinden gelmiyor; muhabbetinden ileri geliyor.Dördüncüsü : Dünyayı tahkir eder. Zira dünya, eline geçiyor. Fakat durmuyor gidiyor. O da kızıyor. Teselli bulmak için tahkir eder. "Pistir" der. Şu tahkir ise; o da, dünyanın muhabbetinden ileri geliyor. Halbuki, makbul tahkir odur ki; hubb-u âhiretten ve mârifetullah'ın muhabbetinden ileri gelir.Demek makbul tahkir, evvelki iki kısımdır. Cenab-ı Hak, bizi onlardan yapsın. Âmin. S.) (Bak: Alessevri velhut)
DÜNYADÂR f. Dünya işleriyle uğraşan, mal ve mülk sahibi olan. Dünya hayatına fazla meyilli olan.
DÜNYALIK t. Zenginlik, para ve mal.
DÜNYAPEREST f. Dünyaya tapacak derecede ehemmiyet verip âhiretini düşünmeyen. Maddiyatı çok seven.
DÜNYEVÎ (Dünyeviye) Bu âleme mensub ve müteallik. Dünyaya âit ve dünya ile alâkalı.
DÜ-PA İki ayaklı.
DÜR (Bak: Dürr)
DÜRAHİS Katı nesne. * Gövdesi etli olan insan veya hayvan.
DÜRAMİH Yürürken sallanan kişi.
DÜRB (Bak: Derb)
DÜRBE Âdet. Haslet. * Cür'et ve mümareset. Tecrübe.
DÜRC(E) Kutu, kutucuk, küçük kutu. * Mücevherat kutusu. * Hokka gibi olan ağız, biçimli ağız.
DÜRC-İ ZER Altın kutusu.
DÜRD(E) f. Tortu, çöküntü, posa, işe yaramayan kısım.
DÜRDAKIS Başla boyun arasında olan kemik.
DÜR-DANE f. İnci tanesi. * Mc: Çok güzel ve sevimli çocuk.
DÜRDÎ f. Çöküntü, tortu.
DÜRDÜR Dişin kök yeri. * Çocukların dişlerinin çıkıp bittiği yer.
DÜRECE Süllem, merdiven. * Bağırtlak kuşu. (Kanatlarının içi siyah ve dışı boz olan bir kuş.)
DÜRER (Dürr. C.) f. Büyük inciler.
DÜRER-İ SEMAVÎ Aslı vahiy ile gelen, parlak hakikatlı mânalar. Semâvi inciler.
DÜRER-BÂR İnciler yağdıran. * Mc: Çok kıymetli ve güzel sözler söyleyen.
DÜRHAMİN Belâ. Zahmet, meşakkat.
DÜRNUK (C.: Derânik) Bir cins döşek.
DÜRR (Dürdâne, dürre) f. İnci. İnci tanesi.
DÜRRE-İ BEYZÂ f. Parlak, büyük inci.
DÜRR-İ CÂN f. Canın incisi. Çok sevgili.
DÜRR-İ DIRAHŞÂN Parlak inci.
DÜRR-İ MEKNUN Mahfazalı parlak inci.
DÜRR-İ MİSÂL f. Misâlin incisi. İnci misâlinde, misâlin parlağı.
DÜRR-İ NÂB Beyaz, parlak inci.
DÜRR-İ ŞİRAB İri, büyükçe inci.
DÜRR-İ YEGÂNE Eşi ve benzeri bulunmayan tek inci.
DÜRR-İ YEKTA f. Benzeri olmayan, tek inci. * Mc: Hz. Peygamber (A.S.M.)
DÜRR-İ YETİM f. Sadef içinde tek olan inci. * Mc: Hz. Peygamber Muhammed (A.S.M.)
DÜRRACE (C.: Derrâc) Türac denilen kuş.
DÜRRAE (C.: Derâri) Ferâce, kaftan, elbise.
DÜRRAT (Dürre. C.) Büyük, iri inci taneleri.
DÜRR-DANE (Bak: Dürdâne)
DÜRR-EFŞAN f. İnci serpen. Söylediği sözler inci olan ağız.
DÜRRÎ Dürr'e mensub, inci ile ilgili.
DÜRŞE Hâcet, ihtiyaç.
DÜRU' (Dır'. C.) Zırh gömlekler.
DÜRUC Dürmek. * Geçmek. * Koymak.
DÜRUD f. Dua, medih, tahiyye, selâm. * Ekin biçme. * Yontmuş ağaç, kereste.
DÜRUG f. Yalan, Doğru olmayan söz.
DÜRUG-ZEN f. Yalancı.
DÜRUR İnmek. * Akmak, seyelân.
DÜRUS (Ders. C.) Dersler. * Müfret olarak: Bir şeyin eseri mahv ve müzmahil olmak.
DÜRUS-İ NÂFİA Faydalı olan dersler.
DÜRÜST f. Sıhhati yerinde, sağ, sahih, salim. * Doğru, hatasız. * Bütün, tam.
DÜRÜSTÎ f. Doğruluk, düzgünlük, sağlamlık.
DÜRÜŞT f. Katı, kalın, yağun. * Kaba, sert.
DÜRÜŞTÎ f. Kabalık, sertlik, katılık, kalınlık, yoğunluk.
DÜRYE Bilmek.
DÜRZİ (C.: Düruz) Suriye'nin güneyi ile Ürdün ve İsrâil'de yaşayan ve sonradan Araplaşmış olan bir kavimdir. Arapça konuşurlar. Dalâlet fırkalarından en bâtıl yolda olan bir fırkadır.
DÜSME Toz bulaşmış olan nesne. * Adi, alçak kimse.
DÜSSE Başa soğuk geçmek.
DÜSSE Arap çocukları arasında meşhur olan bir oyun.
DÜSTUR f. Umumi kaide. Kanun, nizam. * Örnek, nümune * Üslub. İzin, müsaade. * Mu'teber ve mu'temed kimse. * Destur.
DÜSUM (Desem. C.) Yağlar.
DÜ'SUR (C.: Deâsir) Yıkılmış havuz.
DÜSUR Mahvolma. Eseri kalmama. Ortadan kalkma. Nişanı belirsiz olma. * Kaftan eskime. * Ev köhne olma.
DÜSÜR (Disar. C.) Perçinler, halatlar, kenetler. Geminin tahtalarını birbirine bağlayan rabıtalar.
DÜSÜR (Disar. C.) Üste giyilen kaftanlar, elbiseler. * Yatak çarşafları.
DÜŞ f. (Bak: Dûş)
DÜŞAB f. Pekmez.
DÜ-ŞAH(İ) f. Çatal ağaç. * Tomruk. * Eskiden suçlunun boynuna takılan çatal ağaç.
DÜŞENBİH f. Haftanın ikinci günü, pazartesi.
DÜŞEŞ f. İki altılık. Tavla zarında iki defa altı gelmesi.
DÜŞİN(E) f. Dün gece.
DÜŞNAM f. Sövme, sövüp sayma, ta'n.
DÜŞVAR f. Müşkil. Güç. Zor.
DÜŞVAR-GER f. Dağ.
DÜŞVARÎ f. Zorluk, güçlük, suubet.
DÜ-TA İki kat.
DÜVAB İşi birbirine ulaştırmak.
DÜVAL f. Tasma, kayış.
DÜVAM Sabit ve sakin olmak.
DÜVAR Baş çevrilme.
DÜ-VAZDEH f. Oniki.
DÜVEL (Devlet. C.) Devletler.
DÜVEL-İ MUAZZAMA f. Büyük devletler. Düvel-i muazzama-i İslâmiyye gibi.
DÜVEL-İ MÜ'TELİFE Anlaşmış devletler. Birinci Cihan Harbinde: İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya.
DÜVEL-İ MÜTTEFİKA f. İttifak etmiş, birlik olmuş, birleşmiş devletler.
DÜVELÎ (Düveliyye) Devletlerle alâkalı.
DÜ-VİST f. İki yüz.
DÜVUK Ahmaklık, hamâkat.
DÜ-VÜM(İN) f. İkinci, saniyen.
DÜVVAC Hâkimlerin giydiği bol kaftan. * Yorgan. * Tac.
DÜVVAME Çocukların çevirerek oynadığı bir fırıldak.
DÜYUN (Deyn. C.) Borçlar.
DÜYUNAT (Düyun. C.) Borçlar.
DÜZD (C.: Düzdân) f. Sârık, hırsız.
DÜZDAN (Düzd. C.) f. Hırsızlar, sürrak.
DÜZDÂNE f. Hırsız gibi, hırsıza yakışır şekilde, hırsızca.
DÜZDÎ f. Hırsızlık, sirkat.
DÜ-ZEBAN f. İki dilli.
DÜZEÇ (Uydurma bir kelimedir.) (Bak: Tesviye âleti)
DÜZENBAZ Hile yapan, aldatıcı.
DÜZİNE On iki parçadan ibaret takım.
DÜZLEM (Uydurma bir kelimedir.) (Bak: Müstevi)
DÜZTABAN t. Tıb: Ayak tabanı düz olan kimse. Böyle kişiler çabuk yorulurlar ve hızlı yürüyemezler.
E Gr: İstifham, sorgu edatı. (Ezehebe Nuri: Nuri gitti mi? derken Ezehebe'nin başındaki "E" harfi gibi) * Arapça kelimelerin sonuna "e" gelerek onları müennes yapmaya yarar. Âdil, Âdile... Emin, Emine... Kâmil, Kâmile... Nuri, Nuriye... gibi. (Bak: Müennes)
EÂCİB (U'cube. C.) Çok tuhaf ve acaib, şaşılacak şeyler.
EÂCİB-İ DEHR Dünyanın ve zamanın çok şaşılacak yerleri, şeyleri.
EACİM (Acem. C.) Yabancılar, Arap olmayanlar. İranlılar.
EADİ (Adüv. C.) Düşmanlar. Hasımlar.
EALİ (A'lâ. C.) İtibarı ve şerefi yüksek zâtlar. İyiler. Günahtan sakınan temiz ve sâlih amel sâhibi kimseler.
EAMM Pek şumullü, daha umumi ve geniş.
EARİB (A'rabî. C.) Çölde yaşayan, göçebe Arablar.
EARİZ (Aruz. C.) Aruzlar, şiir vezinlerinden bahseden ses kalıpları. Şiirde beytin birinci mısraının son kısımları.
EARR Hörgücü küçük deve.
EASİR (İ'sâr. C.) Şiddetli fırtınalar, kasırgalar.
EÂZIM (A'zam. C.) İleri gelen büyükler. Büyük adamlar.
EÂZIM-I ESMÂ İçinde çok isimlerin mânası bulunan, isimlerin en büyükleri. Cenab-ı Hakk'a mahsus isimlerin en mühim ve büyükleri.
EÂZIM-I MİLLET Millet büyükleri.
EÂZIM-I ÜDEBÂ Ediplerin, edebiyatçıların en büyükleri.
EAZZ Galip. * Daha aziz, daha şerefli, en şerefli, azizler.
EAZZ-İ AHİBBÂ Dostların en azizi.
EB (Ebâ, Ebu, Ebi) Baba, peder. Ced.
EB-İ MÜŞFİK şefkatli baba, merhametli peder.
E'BA Yükler, hamuleler, çuvallar.
EBAB Bir yere gitmek için hazır olmak.
EBABİL Dağ kırlangıcı. Kuş sürüsü. Sürüler, bölükler.(Hz. Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) doğumundan evvel, Hristiyan Habeşliler dinlerini yaymak için San'ada bir mâbed yaparak, Kâbe yerine Arabları bu mâbede çekmeğe çalıştılar. Kâbe-i Muazzama durdukça buna muvaffak olamıyacaklarını anladıkları için Kudsi Kâbe'yi tahribe karar verdiler. Ebrehe kumandasındaki Habeş Hristiyan Ordusu Mekke'ye kadar geldiği sırada Ebâbil kuşlarının gökten taş yağdırmaları üzerine mahvoldular. Habeş ordusunun önünde bir fil yürütüldüğü için bu meşhur irhâsatdan olan tarihi hâdiseye "fil vak'ası" denir.) (B.O.L.) (Çendan velâdet gecesinde değil, fakat velâdete pek yakın olduğu cihetle, o hâdiseler de İrhâsât-ı Ahmediye'dir ki (A.S.M.) Sure-i Elemtera Keyfe'de nass-ı kat'i ile beyan edilen "Vaka-i Fil"dir ki; Kâbe'yi tahrib etmek için, Ebrehe nâmında Habeş Meliki gelip, Fil-i Mahmudi namında cesim bir fili öne sürüp gelmiş. Mekke'ye yakın olduğu vakit fil yürümemiş. Çare bulamamış, dönmüşler. Ebâbil kuşları onları mağlub etmiş ve perişan etmiş; kaçmışlar. Bu kıssa-i acibe, tarih kitablarında tafsilen meşhurdur. İşte şu hâdise, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın delâil-i nübüvvetindendir. Çünki velâdete pek yakın bir zamanda, kıblesi ve mevlidi ve sevgili vatanı olan Kâbe-i Mükerreme, gaybi ve hârika bir surette Ebrehe'nin tahribinden kurtulmuştur. M.) (Bak: Ebrehe)
EB'AD Çok uzak, en uzak, daha uzak.
EB'ÂD (Bu'd. C.) Mesafeler, uzaklıklar.
EB'ÂD-I BÎNİHAYE Sonsuz uzaklıklar.
EB'ÂD-I NÂMAHDUD Hudutsuz uzaklıklar ve mekânlar.
EB'ÂD-I SELÂSE Üç uzaklık ki bunlar : En, boy, yükseklik (derinlik).
EBADİD Müteferrik, dağınık.
EBAET (C.: Abâ) Kamışlık yer. * Kamış.
EBAHH Sesi kısık olan kimse. Avazı tutkun kişi. (Müe: Buhhâ)
EBAHİR Kuş kanadının üçüncü mertebede olan yelekleri.
EBAİD (Eb'ad. C.) Yakın olmayan (hısım ve akraba.) * En uzak yerler.
EBALİS (Ebâlise) (İblis. C.) İblisler, şeytanlar.
EBARİK (İbrik. C.) Su kapları, ibrikler.
EBARİK Balçıklı, kumlu yer. * (Ebrak. C.) Alaca atlar.
EBATIL Böğürler, yanlar.
EBATİH (Ebtah. C.) Kumlu dereler ve ırmaklar.
EBATİL (Ubtule. C.) Beyhude, bâtıl, hurâfe, mantıksız, hakikatsız şeyler.
EBAZER (Bak: Ebu Zerr-i Gıffarî)
EBAZİR (Ebzâr. C.) Yemeklere katılan baharatlar, kurumuş kekikler.
EBB (C.: Abâb) Kuru ot. Taze ot. * Mer'a, otlak, çayır. * Kavga etmek veya bir yerden gitmek için hazırlanmak.
EBBAL Deve çobanı.
EBBALE Bir yüklük odun. * Bir kısım halk. Cemaat. Cemiyet.
EBBAR İğneci. İğne yapan veya satan kimse.
EBBAZ Kaçma, ürkme. * Sıçrayıp atlayan karınca.
EBBED-ALLAH (Allah ebedî, dâim eylesin!) mânasına bir dua.
EBCED Arabça Eski Sâmi alfabesindeki harf sırasının sayı değerine göre tertiplenmesinden meydana gelen birinci kelime. Bu tertip İbrâni ve Süryâni Alfabesindeki harfleri içine alır. İbâredeki kelimelerin sırası ve harflerin rakam değerleri şu suretle gösterilmektedir. $(Ebced) $(Hevvez) $(Hutti) $(Kelemen) $(Sa'fes) $(Kareşet) $(Sehaz) $(Dazig)Bu sekiz kelime bütün huruf-u hecâ denen yirmi sekiz harfi içine almış ve sıra ile eliften gayn harfine kadar, birden bine kadar her harfte aşağıdaki sıra ile gösterildiği gibi değerler verilmiştir. Elif: 1, Bâ: 2, Cim: 3, Dal: 4, He: 5, Vav: 6, Ze: 7, Ha: 8, Tı: 9, Yâ: 10, Kef: 20, Lâm: 30, Mim: 40, Nun: 50, Sin: 60, Ayn: 70, Fe: 80, Sad: 90, Kaf: 100 Rı: 200, Şın: 300, Te: 400, Se: 500 Hı: 600, Zel: 700, Dad: 800, Zı: 900, Gayn: 1000 Şimdiki Arabcada alfabe bu sırayı tutmuyorsa da harflerin rakam gibi kullanıldığı zaman, yine eski sıraya uymak için Ebced sırasını da devam ettirmişlerdir. Hem birbirine benzeyen harfler bu sırada dizilmiştir. Eskiden İslâmlarda matematik ve fizikte bu harflerin rakam yerine kullanıldıklarını biliyoruz.
EBCEDHAN f. Ebced okuyan. Mektebe yeni başlayan, acemi.
EBCED HESABI Ebced harf tertibinde görüldüğü gibi, Kur'ân-ı Kerim daha nâzil olmadan harflere rakam değeri verilerek tarih yazılır ve hâdiseler kaydedilirdi. Bundan böyle Arab, Fars ve Türk Ebediyatında hâdiselerin tarihleri Ebced hesâbı ile yazılırdı. Birçok muharebe, zafer, büyüklerin doğum ve ölümü, yüksek mevkilere geçiş, câmi, köprü, çeşme yapılış ve açılış tarihleri bu hesaba uyularak mısralarla ifade edilirdi. İşte bu ebcede göre harflere sayı değerleri verilerek kuvve-i kudsiye sâhibi ve büyük evliya ve allâmelerden ve ehl-i sünnet ve cemaat eshabı birçok müellifler, Kur'ân-ı Kerim'den, âyet ve hadis-i şeriflerden de mânalar çıkarmışlardır. Ebced hesabının Kur'ân'a tatbikinden çıkan şudur ki: Kur'ân'ın her kelimesi ve kelimelerdeki her harf bile Allah'ın ilim ve iradesiyle bilhassa belli maksatlarla seçilmiştir. Her harfin bile yerine göre hususi bir vazifesi vardır.Meselâ: Elmalı Tefsiri sh: 3956'da Molla Câmi Merhumdan şu tarihî nakil vardır: Kur'ân-ı Kerim'in 34'üncü sure, 15'inci âyetinde (Beldetün Tayyibetün: $ "İyi bir beldedir" ifâdesi ile İstanbul kasdedilmiştir ve İstanbul'un fetih tarihi bu cümlenin ebcedi ile haber verilmiştir.) diye gösteriliyor: Bu cümledeki harfleri sıra ile hesab ederek şu neticeyi görmekteyiz: 2 + 30 + 4 + 400 + 9 +10 + 2 + 400 = 857 hicri senesi oluyor. Bu tarih İstanbul'un Sultan Fatih Mehmed Hazretleri zamanında milâdi 1453 tarihinde fethine tevâfuk etmektedir. (29. Mektub Rumuzât-ı Semaniyede : Kur'ân-ı Kerim'in 108. Suresinde: $ ebcedî makamı 857 olarak, aynen "Beldetün Tayyibetün" gibi İstanbul'un İslâm eline geçmesi olan 857 tarihine tevafuk etmekle işaret ediyor... Evet mâdem Sure-i Kevser, Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) ihsan edilen fütuhat-ı azîmeye delâlet ediyor. Elbette İstanbul'a dahi bakıyor.)Bundan başka, Fetih Suresinde $ âyetinin, Sultan Mehmed Fâtih'in Uzun Hasan'a galib geldiği tarih 878 olarak görülmektedir.Bundan başka Timurleng'in Şâm-ı Şerif'i harab ettiği tarihi hesab edecek olursak, Kur'ân-ı Kerim'in 2'nci suresinin 114'üncü âyetindeki "Harab" $ kelimesinden aynı hesabla: 600 + 200 + 1 + 2 = 803 hicrî tarihi çıkıyor.Risale-i Nur Külliyatından Şuâlar Mecmuasında ve İmâm-ı Buhâri Tarihinde Ebi Aliye İbn-i Cerir ve İbn-i Hâtem'den nakledilen ve Kadı Beyzâvi Tefsirinde de mezkur bulunan aşağıdaki rivâyet dahi Ebced Hesabının Kur'ân-ı Kerim ile olan şeksiz alâkasını isbat etmektedir: (Bir zaman Benî İsrâil âlimlerinden bir kısmı huzur-u Peygamberîde surelerin başlarındaki $ gibi mukattaât-ı hurufiyyeyi işittikleri vakit, hesâb-ı cifir ile dediler: "Yâ Muhammed! Senin ümmetinin müddeti azdır." Hz. Resul-ü Ekrem onlara mukabil dedi: "Az değil!" Sâir surelerin başlarındaki mukattaâtı okudu ve ferman etti. "Daha var." Onlar sustular. Ş.)
Dostları ilə paylaş: |