Osmanlilar’da gaza anlayişinin değerlendiRİlmesi Ömer ŞengüL



Yüklə 64,14 Kb.
tarix18.01.2018
ölçüsü64,14 Kb.
#38777


OSMANLILAR’DA GAZA ANLAYIŞININ DEĞERLENDİRİLMESİ

Ömer ŞENGÜL

Anadolu Selçuklu devleti, 13. yüzyılın ikinci yarısında Moğolların baskısıyla çökmüş, oluşan karışık ortamda, 13. yüzyılın sonu ile 14. yüzyılın başlarında yeni siyasi yapılar ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri olan Osmanlılar, kısa zamanda gelişerek altı asır sürecek bir imparatorluk kurmuşlardır. Türk-İslam ve dünya tarihinde çok önemli bir yer tutan Osmanlı Devleti'nin kuruluşu, gelişimi, kaynağı ve meşruluğu üzerine tartışmalar süregelmiştir. Osmanlıların ilk dönemlerine ait belgelerin olmayışı, bu dönemlere ait bilgilerin ancak 15. yüzyıla ait belgelerle sınırlı kalması, Osmanlı Devleti'nin kuruluşu üzerine yapılan araştırmaların konuyu tam olarak aydınlatmasını yetersiz kılmıştır. Bu tartışmaların merkezine, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundaki Cihad ve Gaza anlayışı oturtulmuştur. Öncelikle bu kavramların tanımına bakmak gerekir.

Cihad; c-h-d kökünden türemiş, bütün gücünü kullanma manasına gelen Arapça bir kelimedir. Diğer bir açıdan o, insanın güç ve takatini sonuna kadar sarf ederek her türlü meşakkati göğüsleyip belli bir hedefe yürümesi manasını ihtiva eder ki, bu tarif cihadın şer’î manasına daha yakındır. Cihad sözcüğü, İslâm’ın zuhuruyla ayrı bir hususiyet kazanarak Allah yolunda kavga vermenin adı olmuştur. Bugün cihad denince de akla gelen mana budur. Allah yolunda verilen kavga, içe doğru ve dışa doğru olmak üzere iki cephede cereyan eder. İçe doğru verilen mücadeleyi, insanın kendi özüne erme gayreti, dışa doğru verilen mücadeleyi de başkalarını özlerine erdirme ameliyesi olarak tarif edebiliriz. Bunlardan birincisine büyük cihad, ikincisine de küçük cihad, denir ki, birincisiyle; insanın kendi özüyle arasın­daki engelleri aşıp nefis ma’rifetine ve neticede de marifetullah, muhabbetullah ve zevk-i ruhanîye ulaşması; ikinci­siyle de, imanla insanlar arasındaki mânialar bertaraf edilerek, herkesin imana ulaştırılması ve ma’rifet-i İlâhî ile tanıştırılması esas alınmıştır. Cihad, bir bakıma insanın yaratılış gayesidir ve yeryüzünde ondan daha önemli bir vazife yoktur. Eğer aksi doğru olsaydı Allah, peygamberlerini o vazife ile gönderirdi. Hz. Âdem’den bu yana, nebi olsun, veli olsun, Allah’ın bütün seçkin kulları, bu seçkinliğe -büyük ölçüde- kılıçların gölgesi altında veya nefis muhasebesi sayesinde ulaşabilmişlerdir1.

Gaza kelimesi, lügat itibariyle Arapçada gazv kökünden türetilmiştir. Gazv, lügatte düşmanla savaşmak üzere sefere çıkmak anlamına gelir. İslâm literatüründe bu kelime özellikle kâfirlere karşı savaşmak üzere girişilen faaliyet için bir ıstılah olarak kullanılmıştır.

Bir İslâm tarihi tabiri olarak gazve kelimesi ise biraz daha özel bir anlam ifade eder. İslâm tarihinde genellikle kabul edildiğine göre, bizzat Peygamber efendimizin kendisinin katılarak ashabına komutanlık ettiği seferlere gazve adı verilmiştir. Bu birliğin sayısı az da olsa, çok da olsa, hareketin gayesi bir çarpışmayı gerçekleştirmek de olsa, başka bir gaye ile de birlik çıksa ve neticede savaş yapılsa da, yapılmasa da durum fark etmez. Peygamber efendimizin bizzat katıldığı seferler böylece gazve diye adlandırılmıştır. Buna karşılık, çıkış gayesi ve sayısı ne olursa olsun Hz. Peygamber'in kendisinin bulunmadığı ve ashabdan bir zatın komutasında çıkardığı birliklere ise Seriyye denilir. Ancak bazı ilk dönem İslâm tarihçileri muhtemelen kelimenin kazandığı bu ıstılah manasını gözetmeksizin ve sırf lügat itibariyle ifade ettiği kâfirler üzerine yapılan sefer manasına itibar ederek, Peygamber efendimizin katılmadığı bazı seferlere de gazve adını vermişlerdir. Meselâ İbn Hişâm, Mûte Harbi'nden Mûte Gazvesi şeklinde bahseder. Ancak bu isimlendirme, belirttiğimiz gibi kelimenin ıstılah manasına göre değil, lügat anlamına göre verilmiş olsa gerektir2.

Cihad kelimesi, Batı dillerinde genelde kutsal savaş (holy war) şeklinde tercüme edilmiştir3. Bu şekilde bir tercüme, İslamiyet’i silah zoruyla yayılan bir din olarak gösterme gayretinden kaynaklanmaktadır. Hâlbuki cihad kelimesinin karşılığı savaş değildir. Allah yolunda savaşmak da bir tür cihad olmakla beraber; cihad kelimesi, Allah'ın dinini her tarafa ulaştırmak için yapılan her türlü faaliyet ve hareketi içine alır.

Müslümanlar, bu yüce gaye için cihad ederken, gayr-i müslimler ve özellikle sömürgeci ülkeler, Kutsal olmayan savaşlar yapmış, Asya, Afrika, Avrupa ve Amerika'yı kana bulamıştır4. Tarih, bunun örnekleriyle doludur. Coğrafî keşif adı altında Asya, Afrika ve Amerika'daki hammadde kaynaklarının keşfedilmesi ve bu verimli ülkelere seferler düzenleyip o ülke insanlarını köleleştirmeleri, bazılarının savaş felsefesini ortaya koymaktadır. Bunlar, kendi ayıbını örtbas etmek için yoğun bir propaganda faaliyeti içindedir. Onların bu propagandalarının etkisiyle olsa gerek ki, cihad denildiğinde bazılarının ilk hatırına gelen, İslam'ı reddeden her kâfiri boğazlamaya hazır, elinde kılıç bir barbar Türk veya elinde kaleşnikofu olan bir Arap teröristi!’dir5.



Cihad konusunu bahane edip İslam'a hücum eden Batılı yazarlar, hem suçlu hem güçlü deyiminde ifadesini bulan bir haldedirler. Şu olay, onların durumunu net bir şekilde ortaya koyar: Afrika'yı istila eden İngiliz askerlerinden biri, arkadaşına şöyle der: Bunlar vahşi insanlar! Birisini öldürdüğümde beni ısırdı!6

Osmanlı Gazileri hakkında elimizdeki en eski kaynak, Ahmedi’nin muhtemelen 13907 yılında yazmış olduğu manzum eseri İskendernâme’sindeki Tevârîh-i Mülûk-i âl-i Osman ve Gazv-i Îşan bâ-Küffâr’dır. Bu konuyla ilgili diğer bir kaynak da büyük olasılıkla aynı dönemde yazılmış ama bugüne ulaşmamış olan Yahşi Fakih’in Menâkıbnâmesi’dir. Kaynak hakkındaki bilgimiz, Âşık Paşazade’nin bu kaynaktan yararlanmış olmasından gelmektedir. Klasik çağla ilgili temel kaynaklar olarak kabul edilen Âşık Paşazade, Neşrî ve Oruç tarihleri çok daha sonra yazılmışlardır. Eğer Ahmedî’nin eserini saymazsak, elimizde bu dönemle ilgili çağdaş bir kaynak yoktur8.

Ahmedî’nin İskendernâme’sinin önemi sadece en eski kaynak olmasından değil, ama aynı zamanda Wittek’in ünlü Gazi Tezi’ni dayandırdığı iki kanıttan biri olmasındandır. Gazi Tezi ilk defa Wittek’in 1937’de Londra Üniversitesi’nde vermiş olduğu konferanslarda ortaya çıkmış ve o günden itibaren de Osmanlıların kaynağını açıklayan en önemli ve neredeyse tek tez olarak kalmıştır.

Wittek’in ünlü gaza teorisi büyük yankı bulmuştur. Fakat kendisinden sonra gelen bazı Osmanlı tarihi araştırmacıları bu teze karşı çıkmışlardır. Gaza teorisinin antitezini savunan araştırmacıların içinde R. L. Jennings, R. P. Lindner, G. K. Nagy bulunmaktadır. Bu araştırmacıların gazi tezine bakış açıları ve bu teze yönelttikleri eleştiriler ne derece gerçeği yansıtmakta ve sağlam temellere dayanmaktadır. Bunu değerlendirmek gerekir.

Osmanlı Devletinin kuruluşunu izah eden Fuad Köprülü ve Paul Wittek, Bizans-Selçuklu hududundaki uç cemiyet ve kültürüne esas olan gaza ve gazi ruhunun büyük rolünü kuvvetle belirtmişlerdir. Ancak bu gaza-cihad ruhunu yani İslamî ideolojiyi kuramsallaştıran P. Wittek’tir9. Ona göre; gazi devleti, askerî fütûhât gayesini güden bir teşkilattır. Bir gazi devleti bu manada büyük bir şöhrete sahip olur ki, bütün İslam memleketleri ona büyük bir saygı ile bakar. Bu devletin reisi, kendisine biât edenlerin sadakat ve bağlılığına sahiptir. Gazi devleti, kurumsallaşmasının başlangıcında tamamen savaşçılardan müteşekkil olup köylü, esnaf, tüccar ve idarî unsurlardan mahrumdur. Varidatın sürekli devamı için akın ve fütuhat harekâtları hiç durmaz. Ne zaman ki akın ve fütuhat durursa işte o zaman devletin tanzim ve teşkilat işleri başlar. Bu ise gayet zor bir iş olup bu zorluğu başarıyla çözebilen tek gazi devleti, Osmanlılar olmuştur. Böylece devletin kurulması için gerekli olan unsurlar sağlanmış ve Osmanlı Devleti gaza ideolojisi üzerine kurulmuştur10.

Wittek gaza tezinde, en eski Osmanlı tarihi kaynağı olan Ahmedî’nin manzum eserine temel almaktadır. Ona göre bu eser Osmanlıların kendi devletlerini nasıl nitelediklerine dair bize iyi bir fikir vermektedir. Ahmedî, Osmanlıları gaziler cemaati olarak nitelemektedir. Gazi’nin ne demek olduğundan edebi bir üslupla ayrıntılı bir biçimde bahsetmekte olan Wittek’in dayandığı ikinci bir kaynak da 1337’e ait olduğu kabul edilen Bursa kitâbesidir. Bu kitâbe de Osmanlı hükümdarı kendine şu unvanları vermektedir: Gazi, Sultanın oğlu Sultan, Gazi oğlu Gazi, Ufukların Beyi, Cihanın Kahramanı. Wittek, bu kaynakları Osmanlı tarihinin karakterini aydınlatacak kaynaklar olarak görür.11 Eleştiri noktalarını sıraladığımızda karşımıza şunlar çıkmaktadır:

- Wittek’in gaza tezini dayandırdığı Ahmedî’nin eserinin kuruluştan yüzyıl sonrasına ait bir eser oluşu ve Ahmedî’nin ve o devrin anlayışını yansıtması; diğer delil olan 1337 tarihli kitabenin de Orhan Bey’in düşüncesinden çok yazanın ideallerini yansıtması veya bazı iddialara göre orijinal olmayıp daha sonraki bir dönemin ürünü olması.

- Osmanlıların farklı unsurlara müsamaha göstermeleri.

- İlk Osmanlıların, gayrimüslim komşularıyla iyi ilişkilere girebilmeleri hatta onlardan bir kısmını Osman’ın kabilesi’ne katmaları. Buna mukabil komşu Müslüman beyliklerle zaman zaman çatışmaları.

- Gazi, değil Alp unvanı taşımaları. İslami isimlerden çok Türk isimleri kullanmaları12.

İlk dönem Osmanlı tarihine ait iki kaynağa dayanarak tezini temellendiren Wittek’e göre, Osmanlı Devleti’nin ilerlemesindeki itici güç gaza ve cihat aşkıdır. Osmanlılar bu ideali kaybettiklerinde gerilemeye başlamışlardır13. Büyük yankı bulan bu tez daha sonraki yıllarda birçok araştırmacı tarafından eleştirilmiştir.

Osmanlı’nın kuruluşunda ve fetih politikalarında etkin olan düşüncenin gaza ve cihat düşüncesi olduğu görüşüne yöneltilen eleştirilerin birçoğu, kültürel altyapıdan kaynaklanan ön kabullere dayanmaktadır. Gaza tezini eleştiren düşünürler, işe cihadın tanımını yapmakla başlamaktadırlar. Bu konuyla ilgili makalesinde Gyula Kaldy-Nagy, cihadı Müslümanların kolektif yükümlülüğü olarak tanımlamıştır. Cihat yapan toplumun, gayr-i Müslimlere karşı savaşmak ve gayr-i Müslimler Müslümanlara karşı saldırdığında inananlar olarak saf tutmak olmak üzere iki ayrı görevi vardır.14 Görüldüğü gibi bu ifade, İslam hukukçularının gaza tanımından çok da farklı değildir. Ayrıca cihat ve gaza ideali hakkında çok da ayrıntılı bilgiler vermez. Fakat tanımı gereği kutsal savaşın birtakım özelliklere sahip olması gerektiğini savunan araştırmacılar Osmanlı Devleti’ni bir gaza devleti olarak nitelemenin mümkün olmadığını savunmuşlardır.

Osmanlı Devleti’nin bir gaza devleti olmasına engel olan durumlardan biri; Osmanlı ordusunda gayr-i Müslim savaşçıların da bulunmasıdır. Araştırmacılara göre bir gazi ordusunda Hıristiyanların bulunmasını izah etmek güçtür. Çünkü gazilerin gayr-i Müslim bir devletle barışçıl bir ilişkiye girmemesi beklenir15. Bu kadar kestirme bir biçimde böyle bir yargıya varılması İslam tarihi hakkındaki eksik bilgilerden kaynaklanmış olabilir. Çünkü Peygamberimiz döneminden yapılan savaşlara bakıldığında Müşriklere karşı yapılan savaşlarda diğer müşrik veya Yahudi kabilelerle anlaşmalar yapılmıştır. Onlardan askeri destek sağlanmıştır. Fakat bu durum o dönemdeki savaşların kutsal savaş hüviyetinden uzak olduğunu göstermez. Çünkü Müslümanlar stratejik olarak durumları analiz edebilen ferasetli insanlardır. Bu nedenle İslam Devleti’nin güçlenmesi için gayr-i Müslim’den de müşrikten de yardım almakta bir beis görmezler.

Wittek’in gaza tezini çürütmek için geliştirilen yaklaşımlardan biri de, sözde Osmanlı beylerinin İslamiyet’le bağlarının zayıf olmasıdır. Çünkü Osmanlı beyleri Gündoğdu, Sungur, Savcı gibi gayr-i Müslim isimlere sahiptiler. Aslında Osman bey’in adı da eski bir Türk adı olan Ataman’dır16. Bu gerçekten de oldukça zayıf bir tezdir. Çünkü İslam’da İslami isimler diye bir kavram yoktur sadece çocuklara manası güzel isimler konulması tavsiye edilmiştir.

Osmanlı’nın bir gaza devleti olmadığını ispatlamaya çalışanlara göre, Osmanlı Devleti’nin fethettiği yerlerde kimseyi zorla Müslüman yapmaması kutsal savaş idealine ters bir davranıştır17. Farklı bir bakış açısı ile bu durum onların hoşgörüsüyle değil de cizye alacak kimseyi bulamamaları korkusu ile ilişkilendirilmiştir. Kutsal savaş ile dini hoşgörüyü bağdaştıramayan düşünürler, büyük ihtimalle haçlı seferleri sonucu ile oluşan, kutsal savaş anlayışı ile olaya bakmaktadırlar. Çünkü İslamiyet’te zorla Müslümanlaştırma hoş görülmemiştir. Bu durum İslami fetihlerin yapılmaya başladığı ilk zamanlardan beri böyledir. Hem Peygamberimiz, hem de Dört Halife döneminde fethedilen bölgenin halkı sulh kurallarına uyduğu sürece, dini tercihlerinde serbest bırakılmıştır.

Osmanlı Devleti Anadolu’daki Müslüman beyliklerle de savaşa girişmiş, hem de onlara karşı Hıristiyan askerlerle işbirliği yapmıştır18. İslam devletleri dini gayeleri yanında siyasi ülküleri de olan devletlerdir. Siyasi arenada kendi varlıklarını güçlendirmek ve Müslüman tebaayı korumak, onlara daha iyi imkân sağlamak gibi gayeleri de vardır. Osmanlı Devleti gibi Müslümanların koruyuculuğunu üstlenen, gayr-i Müslimlere karşı cihat ülküsünü gerçekleştirmeye çalışan bir devlet doğal olarak kendi siyasi varlığını tehdit eden diğer Müslüman beyliklere tahammül edemeyecektir. Onlara karşı açılan savaşlara da gaza olarak bakılmasının nedeni gazaya engel olan bir etkenin yok edilmesi gerektiğinin düşünülmesidir. Bu açıdan bakamayan araştırmacılar, Müslüman devletlerle yapılan savaşların bile bir gaza olarak nitelenmesini savaşa meşruiyet kazandırma çabası olarak yorumlamışlardır. Oysaki Osmanlı Devleti’nin her türlü savaş yöntemini, cihad endeksli olarak anlamak çok kısır bir bakış açısıdır. Çünkü adı üstünde bu savaştır ve devleti var etme çabasıdır. Siyaset, bu çabanın pek tabi bir sonucudur. Bu nedenle Osmanlı Devleti’ni Bizanslılarla işbirliği yapmakla suçlamak, küçük resme takılmaktır.

Araştırmacılara göre; Osmanlıların İslam’ı yaymak için gittikleri yerlerde cami, medrese gibi İslami yapıları inşa ediyor olmaları da sadece şahsi gerekçelere dayanıyordu. Vatandaşlar cami, medrese inşa ederek mallarını müsadereden kurtarıyorlardı19. Bu söylemde, gazi tezine yöneltilen eleştirilerin temelindeki modernist, pozitivist bakış açısı bariz bir biçimde göze çarpmaktadır. Fethedilen yerlerde yapılan İslami yapıları basit bir mali çıkara indirgemek, insanı idealist söylemlerden arındırıp sadece kendi çıkarını düşünen zavallı bir mahlûk olarak niteleyen düşünce yapısı için kabul edilebilirdir. Tarihi olaylar analiz edilirken elbette insan faktörü göz ardı edilmemelidir. Fakat insanı sadece menfaatperest yönüyle ele alıp olayları buna göre yorumlamak da makul değildir. Osmanlı ordusuna katılan askerlerin sadece ganimet peşinde olduğu yorumunu yaptıran da yine bu bakış açısıdır. Ayrıca Osmanlıların fethettiği yerlerde sadece kendi dinleriyle ilgili yapılar yapmamışlardır. Örneğin meşhur vezir Sokullu Mehmet Paşa, Ortodoks rahibi olan kardeşi için bir kilise inşa etmiş20 bu da çok doğal karşılanmıştır. Bunun gibi Osmanlı tarihinde başka örnekler de mevcuttur.

Modern Batılı ilim adamının süzgecinden geçen Osmanlı’nın ilk başta bir gaza devleti olmadığı tezi, gazi tezi için kullanılan tarihi kaynakları da eleştirir. Onlara göre Ahmedî’nin eseri Osmanlı’ya meşruiyet kazandırmaya çalışan edebi bir eserdir, gerçekleri yansıtmamaktadır21. Gazi tezi çürüdüğüne göre yerine koyabileceğimiz en iyi tez Osmanlı’nın göçebe bir kabile aşiretine dayandığı tezidir. Bu kabile de dil, din ayrımı çok önemli değildir önemli olan ortak menfaatlerdir22. Osmanlı’nın ilk dönem fetihleri de bu yapılanmanın bir sonucu olarak gerçekleşmiştir.

Bir başka yaklaşım da şu şekildedir: Erken dönem beyliğin niteliği hususunda iki ana görüş dikkati çeker: Gazi ve kabile tezleri. P. Wittek’in ortaya attığı ve genel kabul gören görüşe göre Osmanlı Beyliği bir gazi beyliği olarak kurulup gelişmiştir. Köprülü ise gazilerle birlikte Beyliği oluşturan diğer sosyal-siyasî gruplara da dikkat çeker ve Wittek’in gaza tezinin dayandığı temellerin çürük olduğunu ifade eder. Bunların daha sonraki dönemin ideolojisinin geçmişe yansıtılmasından başka bir anlam taşımadığını ileri süren Lindner ise, Osmanlı Beyliğinin kabilevî bir çekirdekten geliştiğini, ancak sınırlar genişledikçe yerleşik toplum ve devletin gerektirdiği yapılara ihtiyaç duyulduğundan kabilevî unsurların giderek arka plana atıldığını belirtir. Neticede Osmanlıların giderek köken olarak mensup bulunduklara kabilevî gruplara yabancılaştıkları tezini savunur. Lindner, kabilenin yapısında kandaşlıktan ziyade ortak çıkarın hâkim rol oynadığını, kabile büyüdükçe kabile birliğini bütün kabile halkının kolayca anlayabileceği bir biçimde meşrulaştırma ihtiyacının da arttığını; bunun da kandaşlık deyimiyle karşılandığını belirtir. Gerçekte onları birbirine bağlayan kabile reisidir. Esasen Lindner’in tezi, yüzyıl başlarında Osmanlıların göçebe Türklerle yerli Hıristiyanların karışımından oluşmuş yeni bir ırk olduklarını savunan ve dolayısıyla bu beyliğin yükselişindeki yaratıcı unsurları gayrimüslimlerin bu bileşime yaptıkları katkıya bağlayan Gibbons’ın tezinin antropolojik bir kabile tanımından hareketle yeniden ortaya atılması şeklinde de değerlendirilebilir. Onun kabile tanımının, tenkitlere uğramış bir yaklaşıma dayandığını da belirtmeliyiz. Ne olursa olsun, Osmanlıların en azından Orhan Bey zamanından başlayarak yerleşik bir toplum yapısının özelliklerine uygun bir siyasi-idari kurumlaşma sürecine girdikleri muhakkaktır23.

Yukarıdaki yaklaşımları şu şekilde değerlendirebiliriz:

Osmanlılar gazâ anlayışını beyliğin kuruluşundan itibaren benimsemişler ve gerek Rumeli’deki fetihleri gerekse Anadolu’daki Müslüman Türk beyliklerine karşı giriştikleri savaşları bu kavram çerçevesinde meşrulaştırmaya özen göstermişlerdir. Beyliğin büyük bir cihan devletine dönüşme sürecinde bu kavram doğal olarak daha incelmiş bir muhteva kazanmış ve İstanbul Fatihinin ifadesiyle kılıçla yapılan savaş küçük cihad (cihad-ı asgar) olarak tavsif edilirken gerçek savaşın veya büyük cihadın (cihad-ı ekber) ilim, imar ve bayındırlık alanında yapılan hamleler olduğu anlayışına varılmıştır.

Paul Wittek’in gaza tezi dayandığı kaynaklar ve geliştirdiği söylemler açısından birçok eleştiri almıştır. Gaza tezine yöneltilen bu eleştirilerin birçoğu, Batılı araştırmacıların konuya önyargılı yaklaşımlarından kaynaklanmaktadır. Kutsal savaş ile dini hoşgörüyü bağdaştıramayan bu zihniyet, Osmanlı’nın birçok uygulamasını anlamakta yanılmış gözükmektedir.

Ayrıca günümüzde değişen insan algısı, bireylerin tarihe bakışını da değiştirmiştir. Tarih artık efsanelerden, idealist yaklaşımlardan arındırılmaya çalışılmaktadır. Tarihi olayların basit menfaatlere dayanan daha kolay açıklamaları mevcuttur. Bu nedenle Osmanlı’nın fetihlerine kabilecilik tezi üzerinden bakmak bu çağın ruhuna daha uygundur. Osmanlı’nın gaza tezi üzerine yapılan yorumları da bu çerçevede görmek gerektir. Araştırmacının içinde yaşadığı toplum, dini inanç, kültür ve çevre, kendisini doğal olarak etkilemektedir. Bu etkinin sonuçları gaza tezini eleştiren araştırmacıların yorumlarında açık bir şekilde göze çarpmaktadır.

Gazaların ganimet amaçlı olduğunu ileri sürenlerin şunu da unutmamaları gerekir. Gaza’nın ekonomik nedenleri olabilir. Savaşı kaybeden taraf ağır bedeller ödeyecektir. Kazanan ise karlı çıkacaktır. Bu bedeli Osmanlı Devleti de çok ağır ödemiştir. Ancak gaza dini gerekçelendirme olmadan mümkün olmayan bir uğraştı. Gaza din kurallarına uymadan yapılamazdı. Dolayısıyla yağmanın yapılması ile gazâ anlayışını ilişkilendirmek mümkün değildir. Bu yüzden gazilerin Ortodoks veya dindar Müslüman olması da gerekmiyordu. Konuyla ilgili çalışmalarından yararlandığımız Prof. Dr. Süleyman Demirci şunları ifade etmektedir:



“Osmanlı’nın kuruluşu ile ilgili bir kısım literatürde işaret edildiği gibi, ilk dönem Osmanlı tarihi’nin sağlam bir kronolojisinin olmaması ve mevcut kaynaklar arasındaki bazı çelişkili ifadeler bu tartışmaların ortaya çıkmasının başlıca sebepleridir. Pek tabidir ki kuruluştaki faktörleri tek bir nedene indirgemek doğru bir yaklaşım olmaz. Ayni şekilde erken dönem Osmanlı tarihi ile ilgili kroniklerin modern tarihçilik gözüyle yapılan incelemelerde ortaya çıkan eksiklikleri, erken dönem ile ilgili yazılı kaynaklarının kuruluştan yaklaşık bir asır sonrasında yazılması bu dönemi kanımızca kara bir delik veya kurguya dayalı bir hikâye yapmaz. Bu şekildeki yaklaşımlarla dönemle ilgili kroniklerin itibarsızlaştırma çalışmaları ile varılmak istenen sonuç Anadolu’da Bin Yılının Halkı olarak görülen Türkler’in medeniyetteki kalıcı başarılarının hazımsızlığı içerisinde aransa yanlış olmaz kanaatindeyiz”24.



1 Bak. Buhârî, Îmân, 26; Müslim, İmâre 103; Nesâî, Cihâd, 30; Buhârî, Cihâd 73; Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 25.

2 İbn Hişâm, es-Sîretü'n-Nebeviyye, Kahire 1955, III-lV, 373; Ayrıca geniş bilgi için bak. Tehânevî, Keşşâfü Istılâhâti'l-Fünûn, Kelküta 1862, II, 1099

3 Ebu'l Ala Mevdudî, Jihad in Islam, Islamic Publications LTD, Lahor, s.1; Rudolph Peters, İslam ve Sömürgecilik, Ter. Süleyman Gündüz, Nehir Yay. İst.1989, s.29; M.J. Kister, "Land Property and Jihad" , Journal of the Economic and Social History of the Orient, Leiden, 1991, XXXIV, 276; W. Montgomery Watt, Islamic Political Thought, Edinburgh, s. 14; Ahmet Özel, İslam Hukukunda Milletlerarası Münasebetler ve Ülke Kavramı, Marifet Yay. İst. s. 64.

4 Mevdudî, Jihad in Allah's Cause, The Journal, XIV/4 December, Mekke, 1986, s.14.

5 Rudolph Peters, İslam ve Sömürgecilik. Ter. Süleyman Gündüz, Nehir Yay. İst.1989, s.30.

6 Muhammed Gazali, Fıkhu's-Sîre, Daru'l-Kalem. Dımeşk, 1989, s. 214.

7 C. Imber, Osman Gazi Efsanesi. E. A. Zachariadou (der.) Osmanlı Beyliği (1300-1389), Tarih Vakfı, 2. Baskı, 1997, s. 40.

8 İlber Ortaylı, Menkıbe: Osmanlı Devletinin Kuruluşu-Efsaneler ve Gerçekler, İmge, 2000, s.15.

9 Paul Wittek, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, Çev. Güzin Yalter, Batı Dillerinde Osmanlı Tarihleri: I, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1971, s.3-49.

10 Paul Wittek, Ankara Bozgunundan İstanbul’un Fethine Kadar (Osmanlı Tarihinden Yarım Asır), Çev. Mualla Süerdem, Batı Dillerinde Osmanlı Tarihleri: 2, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1971, s.55-59.

11 Süleyman Demirci, Erken Dönem Osmanlı Tarihi ‘Kara Bir Delik / A Black Hole’mi?’ Osmanlı Devletinin Kuruluşu Gazi/Gazâ İdeolojisi İle İlgili Tartışmalar, History Studies, January 2013, s.93.

12 Ayrıca, bkz. Cemal Kafadar, İki Cihan Âresinde Osmanlı Devletinin Kuruluşu, İstanbul 2010, s.47-59. Bu görüşlerin açıklandığı makalelerin çoğunluğu Söğüt’ten İstanbul’a adlı derleme eserde yer alır.

13 Rudi Paul Lindner, İlk Dönem Osmanlı Tarihinde İtici Güç ve Meşruiyet, Söğütten İstanbul’a, s.407-408.

14 Gyula Kaldy-Nagy, Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk Yüzyıllarında Kutsal Savaş, Söğütten İstanbul’a, s.398.

15 Ronald C. Jennings, Gazi Tezi Üzerine Bazı Düşünceler, Söğütten İstanbul’a, s.430.

16 Gyula Kaldy-Nagy, Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk Yüzyıllarında Kutsal Savaş, Söğütten İstanbul’a, s.401.

17 Lindner, s.412., Nagy, s.405.

18 Nagy, s.403.

19 Nagy, s.404.

20 Abdullah Saydam, Osmanlı Medeniyeti Tarihi, Trabzon 1999, s. 50.

21 Lindner, s.420-421., Jennings, s.441.

22 Lindner, s.425.

23 Mehmet Öz, Osmanlı Devleti`nin Kuruluşu Meselesi Üzerinde Bazı Görüşler, VI. Osmanlı Sempozyumu Bildirileri, Eylül 1991, s.5-12.


24 Süleyman Demirci, s.98.



Yüklə 64,14 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin