Paradigma Bryan Magee Büyük Filozoflar Platon’dan Wittgenstein’ Batı Felsefesi Paradigma



Yüklə 2,52 Mb.
səhifə19/21
tarix28.07.2018
ölçüsü2,52 Mb.
#61317
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   21
Ayer. Evet. Belki de ben yanılıyorum. Siz bunu benden daha iyi bilirsiniz, çünkü herşey bir yana, siz ellili yıllarda Oxford’daydınız, yani ben Londra’ya gitmek üzere Oxford’dan ayrıldığımda, oradaydınız. Bununla birlikte, bize, Londra’ya ulaşan izlenim, kesinlikle, Russell’ın hak ettiği ilgiyi göremediği şeklindeydi.

Magee. Ama bu, şeylere ilişkin olarak Oxford merkezli bir görüş benimsemek olur ki, böyle bir görüş felsefede her zaman bir hata olacaktır. Ellili yıllarda, Oxford’da, Russell’ı küçük gören, fakat düşünce ve eserleri -ve başka filozoflara biçtikleri değerle felsefe görüşleri- zamanın sınamasına mukavemet edemeyen, yerel anlamda moda filozofların olduğu tümüyle doğrudur.

Ayer. Bunu duyduğuma memnun oldum. Zira, Russell daha sonra, ününü kesinlikle tekrar ele geçirmiştir. Ben belki de, onun kendisine verilen değerin, duyulan inancın zayıfladığını düşündüğü olgusundan etkilendim. Onu o zamanlar çok sık görmekte olduğum için, bunu biliyordum. Londra’da, Russell’ın da katıldığı küçük bir grup toplamıştım ve o, kesinlikle hakettiği ilgiyi görmediği hissine kapılmıştı. Tüm filozoflar gibi, o da biraz da kibirli olduğu için, bu durum karşısında acı çekiyordu.

Magee. Bununla birlikte, her durumda, Russell’ın ünü ve etkisinin daha sonra geri geldiği konusunda hemfikiriz. Şimdi, dilerseniz, Frege- ’ye yönelik ilginin savaş sonrasında yeniden canlanması konusuna dönelim.

Ayer. Frege’ye olan ilginin yeniden canlanması konusu, benim gerçekten de açıklayamayacağım bir şeydir. Bunun tam olarak nasıl olup bittiğini bile bilmiyorum. Frege’yle ilgilenilmeye, muhtemelen önce Amerika’da, Alanzo Church adlı bir kişinin önderlik ettiği, mantık ve matematikteki büyük kesinlik ve dakiklik üzerinde ısrar eden ve bu dakikliği Russell ve Whitehead’te değil de, Frege’de bulan (onların bunu elbette başka bir yerlerde de, örneğin kendisiyle başka nedenlerden do



330 Büyük Filozoflar


layı uyuşmazlığa düştükleri Hilbert’te bulduklarım unutmamak gerekir) mantıkçıların meydana getirdiği okulun ortaya çıkışıyla başlanmıştır. İngiltere’de, bunun benim bulabildiğim ilk delili William ve Martha Kneale tarafından, oldukça geç bir tarihte, sanıyorum 1962 yılında yayınlanmış bir kitap, Frege’ye büyük bir önem veren çok etkileyici bir mantık tarihidir. Bu kitapta, Frege Aristoteles’le aynı düzeye yerleştirilir. Gerek Aristoteles ve gerekse Frege, bu kitapta mantığın iki büyük ismi olarak sunulur.

Magee. Ama bu arada, Frege’ye yönelik ilginin yeniden canlanışında çok büyük önemi olan bir kitabı atladınız. Bu kitap da Oxford’da yazılmıştı.

Ayer. Bir şeyi atladım, evet: Siz de bana, birden ellili yılların başlarında yapılmış bir çeviriyi anımsattınız.

Magee. 1950’de olacak.

Ayer. 1950 miydi, o? Frege’nin Grundlagen’inin Austin tarafından yapılmış çevirisi -The Foundations of Arithmetic [Aritmetiğin Temelleri]. Ve yine, Frege’nin fazlasıyla gölgede kalmış olmakla birlikte, semantik konusunda büyük önemi olan iki denemesinin, biri “Anlam ve Referans”, diğeri “Fonksiyon ve Kavram” adını taşıyan iki makalesinin -Amerika’da yaşayan ve çalışan Max Black adlı bir İngilizle, Peter Ge- ach tarafından- iki ya da üç yıl sonra yapılan çevirileri vardı. Böylelikle, ellili yılların başlarında, Frege’ye yönelik ani bir ilgi doğmuştur. Bununla birlikte, bu sonuca tam olarak neyin yol açtığını ya da onun hangi etkileri olduğunu tam olarak bilmiyorum.

Magee. Ne var ki, çok az sayıda parlak genç insan onunla ilgilenmeye başlamış ve onun tarafından etkilenmiştir, öyle değil mi? Bu etkinin devam edip etmeyeceğini bilmiyorum, fakat o, en azından günümüze kadar sürmüştür.

Ayer. Dummett’in yazıları bir kenara bırakılırsa, ben Frege’nin günümüz felsefe çalışmalarında etkisinin oldukça sınırlı olduğunu görüyorum. Günümüzde en ilginç felsefe çalışmaları, herhâlde Amerika’da yapılmaktadır ve Quine, Putnam, Thomas Nagel ve özellikle de Do- nald Davidson gibi insanların yazılarına bakarsanız -belki Frege’den, PolonyalI mantıkçı Tarski’nin (Frege’nin kendisi anlamla doğruluk arasında bir bağ kurduğu ölçüde, bir anlamda Frege’ye bağlanan) doğruluk



Frege ve Russell 331


konusundaki çalışması aracılığıyla, dolaylı olarak etkilenen Davidson istisnasıyla- öyle güçlü bir etki bulamazsınız.

Magee. Peki, Russell’ın süregelen etkisi hakkında ne diyorsunuz? Bu etkinin hep sürüp gideceğinden emin misiniz?

Ayer. Evet.

Magee. Niye?

Ayer. Büyük ölçüde, benim felsefe görüşümün doğruluğunu teslim ettiği için. Ben onun sorduğu soruların, önemli felsefî sorular olduklarını düşünüyorum. Ve, onun bu sorulara verdiği cevapların, doğru ya da yanlış olsunlar, her zaman dikkatle değerlendirilmeleri gerektiği düşüncesindeyim.

Magee. Yanılmıyorsam eğer, onun felsefenin kendisinin ne olduğuyla ilgili kavrayışının, yani felsefenin, önemli inançlarımızın aydınlatılmasıyla (ve dolayısıyla analiziyle) temellendirilmesinden (ve dolayısıyla, kanıtlama ve akılyürütme yoluyla haklı kılınmasından) meydana geldiği anlayışının doğru bir felsefe kavrayışı olduğunu da düşünüyorsunuz.

Ayer. Evet -açık ve anlaşılır bir nesirle, doğrudan yazılması koşuluyla.





GİRlŞ

Magee: tnsanî etkinliğin diğer alanlarının bir çoğunda olduğu gibi felsefede de yaşayanlara izafe edilen değer ölenlere yüklenen meziyetlerden çok daha tartışmalıdır. Eğer bugün dünyada felsefe profesörlerine “Yaşayan en iyi filozof kimdir?” sorusu sorulsaydı, kanımca adaylardan hiçbiri salt çoğunluğu elde edemezdi. Öyle ise “büyük filozoflar” olarak bilinen kişilerin herhangi bir listesini en son ölen filozofla bitirmek daha doğru olur; bugünkü listede, bu kişi bizce Wittgenstein’- dır.

Ludwig Wittgenstein 1889’da Viyana’da doğdu. Daha sonra ona büyük bir servet bırakacak olan babası Avusturya çelik endüstrisinin en zengin patronlarından biriydi. VVittgenstein makinalan çocukluğundan itibaren sevdi, öğreniminin büyük bölümünü matematik, fizik ve mühendislik okuyarak geçirdi. Berlin’de makine mühendisliği öğrenimini bitirdikten sonra Manchester Üniversitesi’nde üç yıl havacılık mühendisliği uzmanlık eğitimi gördü. Ve bu sırada kendini bir şekilde kullandığı matematiğin doğasıyla ilgili temel problemlerinin içinde buldu. Bertrand Russell’ın The Principles of Mathematics [Matematiğin Temelleri] adlı kitabından esinlenerek mühendisliği bıraktı ve matematik felsefesi okumak üzere Cambridge Üniversitesi’ne gitti. Russell’ın danışmanlığı altında öğrenime başladı ve çok kısa bir sürede Russell’dan öğrenebileceği herşeyi öğrendi. Bundan sonra ilk kitabı olan Tractatus Logico-Philosophicus’un yazılmasına varacak yeni ve yaratıcı düşüncelerini üretmeye başladı. 1921’de yayınlanan bu kitaptan genelde Tractatus diye söz edilir.

Wittgenstein bu kitapta felsefenin bütün temel problemlerini çözmüş olduğuna gerçekten inanır. Bu yüzden felsefeyi bırakıp başka işlerle uğraşmaya başladı. Ne var ki, bu sırada Tractatus büyük bir etki yarattı ve, bir yandan Cambridge’de mantık alanında yeni gelişmeleri âdeta teşvik ederken, Kıta Avrupa’sında da Mantıkçı Pozitivistlerin "Viyana Çevresi” olarak bilinen ünlü grubu içinde en çok takdir edilen ve beğenilen metin hâline geldi. Ancak bir süre sonra bizzat Wittgenstein kitabının temelden yanlış olduğu sonucuna vardı ve yeniden felsefe ile uğraşmaya başladı. 1929’da Cambridge’e geri döndü ve 1939’da burada felsefe profesörü oldu. Cambridge'deki ikinci döneminde, Wittgenstein eskisinden bütünüyle farklı olan yepyeni bir felsefi yaklaşım geliştirdi.





V/ittgenstein 333


1951 ’deki ölümüne kadar kısa bir makale dışında başka bir şey yayınlamadığı için, bu yaklaşımın etkisi Wittgenstein’m ömrünün geri kalanında ancak kişisel temaslar yolu ile yayıldı. Ölümünden iki yıl sonra, 1953’de ikinci kitabı Philosophical Irıvestigations
[Felsefi Soruşturmalar] yayınlandı ve eser, İngilizce konuşulan dünyada İkinci Dünya Sava- şı’ndan sonra etki bakımından hiçbir felsefe kitabının asla ulaşamadığı bir seviyeye ulaştı.

Şu hâlde, burada çok dikkate değer bir fenomenle, hayatının iki farklı evresinde, her biri iki ayrı kuşağın üyelerini çok derinden etkilemiş, bir- biriyle bağdaşmaz iki felsefe geliştiren bir dahi filozofla karşı karşıya bulunuyoruz. Bu iki felsefe, bütün ayrılıklarına rağmen, bazı temel ortak özelliklere de sahipler. Her ikisi de dilin insanın düşünmesi ve hayatındaki rolü üzerinde odaklaşır ve her ikisi de dilin geçerli ve geçersiz kullanımları arasındaki sınır çizgisini belirlemeye -ya da binlerinin söylediği gibi, anlamlının bitip anlamsızın başladığı sının çizmeye- çalışır. Benim şahsım için, Tractatus büyüleyici ve okunması gereken bir kitaptır, ama NVittgenstein’ı ölümünden sonra uluslararası düzeyde kültürel bir kişilik hâline getiren, ve bugün felsefe dışındaki birçok alan üzerinde aktif bir etki uygulayan eserin, bu ikinci kitap, yani Felsefi Soruşturmalar olduğunu kabul etmek gerekir.

Benimle Wittgenstein’ın eseri ve düşüncelerini tartışmak üzere Ber- keley’deki Califomia Üniversitesi’nden felsefe profesörü John Searle’ı çağırdım.


TARTIŞMA

Magee. Wittgenstein’ın kendisi ilk felsefesini yadsıyıp geçersiz saydığına ve ikinci dönem felsefesi bugün her halükârda daha etkili olduğuna göre, ben şahsen ilk dönem çalışmalarına çok fazla zaman ayırmamamız gerektiğini düşünüyorum. Wittgenstein’ın ilk dönemiyle ilgili olarak gerçekten bilmemiz gereken şeyler nelerdir?

Searle. Benim kanaatime göre,Tractatus'\ı anlamanın anahtarı re- simsel anlam teorisidir. Wittgenstein, dilin gerçekliği, cümlelerin gerçek durumları temsil etmeleri için, cümle ile gerçek veya olgusal durum arasında ortak bir şeyin olması gerektiğini düşünüyordu. Gerçek durum ile bu durumu temsil eden cümlenin ortak bir yapısı olması gerektiğine göre, cümle bu anlamda mümkün bir olgunun bir resmine benzer. Tıpkı



334 Büyük Filozoflar


bir resimdeki öğelerin dünyadaki nesnelere, ve bir resimdeki öğelerin düzeninin gerçeklikteki nesnelerin mümkün bir düzenine tekabül etmesi gibi, cümleler de dünyadaki nesnelere tekabül eden isimler içerirler ve isimlerin cümledeki düzeni dünyadaki nesnelerin mümkün bir düzenine tekabül eder.

İşte bu bağlamda söz konusu, cümlelerin gerçekte kılık değiştirmiş bir resim olduğu düşüncesi Wittgenstein’a bir tür oldukça kaydadeğer metafizik kaldıraç sağlar. Ona gerçekliğin yapısını dilin yapısından okuma ve çıkarma imkânı verir. Bunun nedeni de gerçekliğin yapısının dilin yapısını belirlemek durumunda olmasıdır. Dil gerçekliği bir şekilde yansıtmadığı sürece, cümlelerin bir anlam ifade edebilmeleri imkânsızdır.



Magee. Buradaki temel husus şu hâlde, bizim gerçeklik hakkında, sadece isimler bir şeyleri gösterdikleri ve bir şeylere delâlet ettikleri için değil, fakat aynı zamanda cümleler resmettikleri için, konuşabildiğimiz hususudur. Bizim şeylerin nasıl olduklarını söyleyebilmemiz için, ayrıca sözcükleri, dünyadaki şeylerin birbirleriyle içinde bulundukları ilişkiyi resmeden, belli bir ilişkiye sokmamız gerekmektedir. Dünya üzerine anlamlı söylemin dildeki imkânının gerçek anahtarı, öyleyse bir yapının diğeri tarafından resmedilmesidir. Ne var ki, bu aynı olgu, sanıyorum başka bir şekilde de yorumlanabilir. Anlamlı söylemin mümkün olması için dilin yapısının dünyanın yapısını yansıtması gerektiğini, ve de anlamlı söylemin mümkün olduğunu bildiğimize göre, dünyanın yapısını, dilin yasını analiz etmek suretiyle, keşfedecek bir konumda bulunuyoruz.

Searle. Doğru. Anlamlı her cümle bir mümkün olguya, ve her doğru cümle de fiilî bir olguya tekabül eder. Dolayısıyla, cümlenin sadece anlamlılığı, onun dünyadaki bir mümkün duruma tekabül etmesi gerektiğini belirttiği için, gerçekliğin yapısını cümleden, onun doğru ya da yanlış olduğuna bakmaksızın, öğrenebiliriz.

Bununla birlikte, Wittgenstein’m gündelik dildeki cümlelerin yüzeysel özellikleri hakkında konuşmadığını vurgulamak gerekir. O, sizin ve benim birbirimizle konuşmak için kullandığımız cümlelerin gözle görülür veya işitilebilir yapısından söz etmiyordu. Gündelik dilin bu gözle görülür ve işitilebilir yüzeysel özelliklerinin cümlenin temel mantıksal yapısını gizlediğini düşündü. Gündelik cümleleri ele alıp, onların ne anlam ifade ettikleri konusunda mantıksal bir analiz yaptığımız takdirde ancak, gerideki, gündelik dilin cümleleri tarafından giz





Wittgenstein 335


lenmiş, anlamlı yapılan meydana getiren temel cümlelere erişebiliriz. Böylelikle de onun “elementer cümleler” dediği birimlere ulaşır ve elementer cümlelerde, cümlenin yapısı ile olgunun yapısı arasındaki sıkı resmetme ilişkisini buluruz.

Wittgenstein Frege’den anlamın temel biriminin sözcük değil, fakat daha ziyade cümle olduğu düşüncesini miras alır. Sözcük, bir cümle bağlamında ancak, fonksiyon kazanır ve anlamlı hâle gelir. Cümle dünyadaki olgulann yapısını, sizin de daha önce belirttiğiniz gibi, sözcüklerin bizzat cümle içindeki sıralanışı bir olgu meydana getirdiği için, resme- debilmektedir.

Magee. İnsanların bir cümlenin bir olguyu nasıl ayna gibi yansıtabileceğini, olgu varolduğu zaman, anlamakta pek bir güçlükle karşılaşacaklarını düşünmüyorum. Bununla birlikte, bir olgunun varolmadığını iddia ettiğimde ne olur? “Halı üzerinde bir kedi var” dediğimde, o zaman insanlar bu cümlenin fiilî (veya mümkün) bir durumu resmedebildiğim görecektirler. Fakat eğer “Halı üzerinde bir kedi yok” dersem, ne olur? Bu cümlenin ne anlama geldiğini hepimiz biliyoruz, ama bu cümlenin hangi durumu resmettiği -dikkaninizi çekerim, resmetmekten söz ediyorum- söylenebilir? Halı üzerindeki bir kedinin yokluğunun gerçek bir resmi neye benzer? O bir köpeğin yokluğunun resminden farklı mı olacaktır?

Searle. Wittgenstein “değil”, “ve”, “veya”, “eğer” gibi terimlerin, yani mantıksal değişmezlerin resim ilişkisinin fiilen bir parçası olmadıklarını düşünüyordu. Diyor ki: “Benim temdi düşüncem mantıksal değişmezlerin hiçbir şeyi temsil etmediği şeklindedir.” Ona göre, bu mantıksal terimler resimleri birbirlerine bağlamaya yararlar, fakat kendileri bir resmin bir parçası değildirler. Üzerinde düşündüğünüz zaman, bu sözün hiç de gerçekdışı olmadığını görürsünüz. Örneğin Ber- keley’de, benim evimin önünden geçen caddenin karşısında bir ufak park vardır; işte bu parkta üzerinde kırmızı bir çarpı olan bir köpeğin resmi bulunan bir tabela asılıdır. Burada dikkat ediniz, kırmızı çizgiyi köpeğin resmini anladığımızdan farklı bir biçimde, en küçük bir gayret sarfet- meden anlarız. Resimle üzerlerine çizilmiş kırmızı bir şerit olan köpeklerin betimlenmesi amaçlanmamaktadır. Kırmızı çizgi ya da çarpı , daha ziyade olumsuz(ama işaretidir. Levha bir bütün olarak “köpekler giremez” anlamına gelmektedir. Buna göre, parktaki tabela, en azından “olumsuzluk” sembolünün, resmin kendisinin bir parçası olmayıp, et-





336 Büyük Filozoflar


kişini resim üzerinden göstermek için kullanılması anlamında, gerçekten de Wittgensteincı bir resim türüdür.

Magee. öyleyse, ilk formülasyonumuzu, genç Wittgenstein’ın görüşüne göre, dünya üzerine anlamlı söylemin mümkün durumları resmeden elementer önermelere ayrılabileceklerini, ve bu elementer önermelerin de, kendileri resimsel olmayan mantıksal değişmezlerle, ya birbirlerine bağlanabildiklerini, ya imkân bildiren yargılar olarak ortaya konabildiklerini ya da alternatif bildiren yargılar olarak birbirlerinden ayrı tutulabildiklerini ya da olumsuzlanabildiklerini söyleyerek genişletebiliriz.

Searle. Evet, doğru.

Magee. Tartışmamızın girişinde Wittgenstein’ın filozof kariyeri boyunca anlamlı konuşma ile anlamsız konuşma arasında bir sınır çizme uğraşı içinde olduğunu söyledim. Onun ilk dönem felsefesinde bu sının nasıl çizdiğini söyleyebilir misiniz?

Searle. Wittgenstein, ilk dönem felsefesinde, yaniTractatus’ta tam ve gereği gibi konuşulduğunda, anlamlı olan yegâne dilin olgu-bildiren dil olduğunu düşünüyordu. Ne var ki, bu sonuca varmaktan, mantıkçı pozitivistlerin tersine, pek hoşnut olmadı. Onun fevkalade iyi bir sonuç olduğunu hiç düşünmedi. Tam tersine, onun hayatta gerçekten önemli olan şeylerin söylenemez, hakkında konuşulamaz, dile getirilemez şeyler oldukları türünden bir içerimi ya da vargısı olduğunu düşündü. Söz gelimi etiğin, din ve estetiğin dile getirilemez olanın alanına girdiğini düşünüyordu. Nitekim, Tractatus'un bir yerinde bu kitabın önemli bir kısmının, kitaba dahil edilmeyen, orada hiç olmayan bölüm olduğunu söylemiştir. Ama Tractatus'ta ortaya konan anlam yorumuna göre, anlamlı veya olgu bildiren dil ile dilin dünyadaki fiilî ya da mümkün olguları dile getirmek için kullanılmayan ve dolayısıyla, doğru ifade edildiğinde, anlamsız olan kısımları arasında kesin ve mutlak bir çizgi vardır. Dilin bu kısımları hayata dair önemli konu ya da sorularla ilgili olarak birtakım şeyler söylemeye çalışırlar, ne var ki dile getirilemez olanı dile getirmeye kalkıştıkları için, bunu başaramazlar.

Magee. Bu, filozof olmayan insanların benimsediği, etik, din ve sanatların hayatta gerçekten önemli olup bir anlam ifade etseler bile, dilin bunların aktardıktan mesajı ortaya koymak veya ne hakkında olduklarını ya da hatta ne olduklarını söylemek bakımından bütünüyle yetersiz ve uygunsuz olduğu görüşüyle uyum içindedir.





Wittgenstein 337


Searle. Bunlar gerçekten de temeldirler; bununla birlikte, onları tartışma çabalarımız, en azından Tractatus'iaki anlam teorisi söz konusu olduğu sürece, anlamsız olmak durumundadır.

Magee. îlk dönemin Wittgenstein’ını anlamanın anahtarının re- simsel anlam teorisi olduğunu söylediniz. İkinci dönemin Wittgenste- in’ı bu teoriden nasıl uzaklaşır?

Searle. Wittgenstein’m düşünceleri oldukça karmaşık olmakla birlikte, bu sorunun gerçekte göreli olarak basit bir cevabı vardır. İkinci dönem çalışmalarında, o resimsel anlam teorisinden vazgeçip, bir kulla- nımsal anlam teorisine veya bir âlet olarak anlam görüşüne geçer. Bizden sözcükleri âletler, cümleleri de araçlar olarak düşünmemizi ister. Doğru bir dil telakkisine ulaşabilmek için, sadece dilin gerçekte nasıl fonksiyon gösterdiğine, insanların sözcüklerle ne yaptıklarına bakma ihtiyacına duymaktayız. O şöyle konuşur: “Bizim ‘anlam’ sözcüğünü kullandığımız durumların -hepsinde değilse bile- büyük çoğunluğunda, o şu şekilde tanımlanabilir: ‘Bir sözcüğün anlamı, onun dildeki kullanımıdır.”’

Wittgenstein’ın ilk dönemde savunduğu görüş, gerçek dünyanın yapısının dilin yapısını belirlediği sonucunu doğurmuştu. Oysa ikinci dönemde, bunun bir anlamda tam tersi olur. Buna göre, Felsefî Soruştur- malar'da dilimizin yapısı gerçek dünyayı düşünme tarzımızı belirler. Bu dönemde neyi bir nesne veya iki nesne ya da aynı nesne saydığımızı belirleyen şey dilin yapısıdır. Dünyayı, bu amaçla kullanabileceğimiz belli bir kavramsal donanım ya da âletten bağımsız olarak tartışamayız, hatta düşünemeyiz bile.

İşte bu Wittgenstein'a, dilin hayatımızda oynadığı role ilişkin olarak bütünüyle farklı bir kavrayış sağlar. İlk dönem düşüncesinde, olgu bildiren söylem gerçekte varolan yegâne anlamlı söylemdir. Ama ikinci dönemde, olgu bildiren söylemin sadece birçok söylem türü arasında belli bir söylem türü, çok sayıda dil oyunu tipi arasında belli bir dil oyunu tipi olduğu ortaya çıkar. Dilin kullanımını vurgulamanın bir sonucu olarak, Wittgenstein, ikinci döneminde dikkatimizi sürekli olarak dilin kullanımlarında bulduğumuz çokluğa, çeşitliliğe çeker.

Magee. Hâkim-metaforda, bir resim olarak dilden bir âlet olarak dile doğru olan bu değişim çok çarpıcıdır. Bir resmin doğasında, onun tek veya münferit bir durumu resmetmesi vardır, oysa bir âletin özü, onun çok sayıda farklı görevler için kullanılabilmesinden meydana ge



338 Büyük Filozoflar


lir. Farklılığın bu boyutu Wittgenstein için büyük bir önem taşıyordu, öyle değil mi?

Searle. Evet. Wittgenstein Felsefi Soruşturmalar
'da sürekli olarak dilin sınırsızca genişletilebilir olduğunu, hiçbir özelliğin bir başına dilin bütün kullanımlarını birbirine bağlayamayacağını vurgular. Dilin bütününe yayılan, dilin özünü oluşturabilecek tek bir özellik bulunmamaktadır. Tek tek sözcükler için de, söz konusu sözcüğün tanımının özünü oluşturan bir yön ya da özelliğin bulunmasına bile gerek yoktur. O birçok sözcüğün çeşitli kullanımları arasında sadece bir “aile benzerliği” bulunduğunu düşünür. Buna bir örnek olarak da “oyun” sözcüğünü verir. Ve bize, bütün oyunların ortak olarak sahip olduğu bir şey varsa eğer, bunun ne olduğunu sorar. Onun burada da, hep yaptığı gibi, vurguladığı şey şudur: Sadece bütün oyunların ortak bir yönü olmaları gerektiğini düşünmeyin; fakat daha ziyade, bakın ve ne bulabileceğinizi görün! Sonra da, farklı oyun türlerinin olağanüstü büyük çeşitliliğini -tavla, satranç benzeri masa üzerinde oynanan oyunları, olimpiyat oyunlarını, şans oyunlarını, topla oynanan oyunları vb.- düşündüğünüz takdirde, oyunun tek bir sabit özü olmadığını, bütün oyunların ortak olarak sahip olduğu tek bir şey bulunmadığını, fakat daha ziyade oyunlar arasında iç içe geçmiş birtakım benzerlikler olduğunu göreceğinizi söyler. Onun “aile benzerliği” adını verdiği fenomen işte budur.

Magee. “Onu olduğu gibi kabul etmeyin veya muhakkak addetmeyin, fakat üzerinde düşünün” vurgusu NVittgenstein’la ilgili son derece önemli bir husustur. Verdiğiniz örneği ele aldığımızda, buna verilen ilk tepki, genellikle “Ah evet, bütün oyunların şu ya da bu türden eğlence olduğu açık” tarzında olur. Ne var ki, daha sonra oyuncuların büyük paralar uğruna derin yaralar aldıkları, büyük sakatlıklar geçirdikleri Amerikan futbolunun bir eğlence olmadığı aklımıza gelir. Eğer kalkıp da “O izleyiciler için bir eğlencedir” derseniz, bu da bir işe yaramaz, çünkü dünyada Fiilen oynanan çeşitli oyunlardan birçoğunun muhtemelen hiç izleyicisi yoktur. Ve, Amerikan futbolu izleyiciler olmaksızın oynansaydı, oyun sayılmayacak mıydı? “Bütün oyunlar yarışmaya, rekâ- bete dayanır” derseniz, bu da, kağıt falı türünden kişinin tek başına oynadığı oyunlar bulunduğu için, doğru olmaz. Sonra, “Oyunlar boş vakitleri doldurmak ve iş stresinden kurtulmak içindir” derseniz, bu da doğru olmaz, zira hayatını kazanmak için oyun oynayan binlerce profesyonel vardır. Bu böyle sürer gider -Wittgenstein’ın yöntemi kişiden, düşünebileceği tek tek her örneği sabırla ve bütün dikkatiyle tetkik et-





Wittgenstein 339


meşini taleb eder. Doğası gereği oldukça ayrıntılı bir süreçten meydana gelen bu iş hayal gücü, bâriz ve sarih olmayım hesaba katma yeteneği gerektirir. Nitekim, Wittgenstein’in kendisinin örnek seçiminde gösterdiği maharet ve yaratıcılık, bu örneklerden birçoğunun felsefede iyiden iyiye yaygınlaşmasına yol açmıştır. “Oyun” kavramının, bu tartışmaya tamamını taşımak için gerekli zamana maalesef sahip olmadığımız, ayrıntılı analizi, bütün oyunlara ortak olan ve onların kendilerinden dolayı veya sayesinde oyun oldukları tek bir şey bulunmadığını (biraz da şaşırtıcı bir biçimde) gösterir. Onların insanın başkaca çok sayıda etkinliğiyle paylaştığı birçok özellik vardır -söz gelimi, her oyun karakteristik bir biçimde bize başkaları tarafından öğretilir ve yine karakteristik olarak oyunlar kurallarca yönetilen faaliyetlerdir- ne var ki bu
özellikler elbette bir şeyi bir oyun yapmaya yetmez. Bu da, “oyun” sözcüğünün yerini tuttuğu tek bir şey olmadığı anlamına gelir.


Yüklə 2,52 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   21




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin