Vadideki Zambak
. Ben Balzac’ın insan
ruhunu ifadedeki gücüne hayranlığımı belirttim. Aşkı onun
gibi anlatan bir yazar tanımıyordum. Selim, benimle alay
etti: yeryüzünde böyle aşklar olmadığını, bütün yazılanla-
rın hayal ürünü olduğunu ileri sürdü. Zeliha’yla gülümse-
yerek bakıştık.
426
Daha beter olun, diye homurdandı Turgut. Aşk fesadına
uğrayın.
Zeliha: “Hepsi mi uydurma Selim?” dedi. Selim büsbütün
kızdı. Okuduklarımız, yazarın kafasından çıkıyordu. Ger-
çekte böyle güzellikler yoktu. Bütün güzellikler hayal gü-
cündeydi. İsterse şimdi o da oturup bizleri gözyaşlarına bo-
ğacak aşk hikâyeleri icat ederdi. Cahilliğimizden gülüyor-
duk ona. Bu hikâyeleri yazmak gereksizdi. İnsan, daha bü-
yük gerçekler peşinde koşmalıydı. Sevgisini başka şekilde
göstermeliydi. Zeliha sordu: “Nedir bu büyük gerçekler?”
Belki anlatması güçtü. Fakat insan ruhuna ait daha büyük
gerçekler vardı. İnsan yalnız kaldığı zaman öyle şeyler dü-
şünüyordu ki aşk bunların yanında küçük bir yer tutuyor-
du. Sevdaya zamanı yoktu. Zeliha güldü: “Belki bu söyle-
diklerin de hayal ürünüdür, ne dersin?” Hayır, değildi. Aşk
bir zayıflıktı ve insanın başka güzellikleri görmesine engel
oluyordu. Selim kızınca düşündüğü şeylerin tersini de sa-
vunurdu. Bu sözleri de inadından söylüyordu herhalde.
Kim bilir, belki de samimiydi. İnsanlarla uyuşamadığını
hissetmenin getirdiği komplekslerdi bunlar. Fakat Selim,
kompleks sözüne kızardı. Kendisi belki aşağılıktı, fakat aşa-
ğılık kompleksi yoktu Selim’de. Gururla söylerdi bunu.
Zeliha, Selim’in kendisini sevdiğini biliyordu. Bir gün bu-
nu Selim’e söylediğim zaman, artık bu konuyla ilgili değil-
miş gibi göründü. Bana, ilişkimizin ne durumda olduğunu
sordu. Babası Zeliha’yı bir mühendisle evlendirmek istiyor-
du. Zeliha lise son sınıftaydı ve benden iki yaş büyüktü.
Ben, henüz liseye başlamış ve üç dersten ikmale kalmış bir
öğrenciden başka bir şey değildim. Evlenme konusunda,
meslek sahibi birinin yanında bir hiçten ibarettim. Beni
ezip geçerlerdi. Nitekim ezip geçtiler de. Bu ayrı hikâye.
Oyunun ilk gecesinde, oyun başladığı sırada, hepimiz he-
yecan ve yorgunluktan bitkin durumdaydık. Elbiselerimizi
427
bulamıyor, rolümüzü unuttuğumuz endişesiyle şaşkın şaş-
kın dolaşıyorduk. Kimsenin sahneye çıkacak cesareti yok-
tu. Ne yapacağımızı bilmemekten birbirimize çatıyorduk.
Sonunda Zeliha’ya fenalık geldi; pencerenin yanına oturt-
tuk. Yarı baygın orada kaldı. Perde açıldı. Benim rolüm he-
men başladığı için sahneye koştum, Selim odada kaldı.
Döndüğümde Selim’i, Zeliha’nın yanında, hiçbir şey söyle-
meden onu seyrederken buldum. Beni görmedi. İçinden ne-
ler geçtiğini bilmiyorum; fakat onu sevdiği, hem de çılgın
gibi sevdiği bakışlarından okunuyordu. Zeliha, gözleri ka-
palı, başını koltuğa dayamış, kıpırdanmadan duruyordu.
Selim’in yüzünde, yumuşak ve ümitsiz bir ifade vardı: şim-
diye kadar onda görmediğim bir ifade. Ümitsiz, fakat mut-
suz olmayan bir ifade. Dudakları, sanki konuşacakmış gibi,
belli belirsiz kımıldıyor, büyük bir gerginlik içinde olduğu
anlaşılıyordu. Belki de içinden onunla konuşuyordu. Geldi-
ğim gibi yavaşça geri döndüm.
Oyunun sonuna doğru ben de kendimi iyi hissetmiyor-
dum. Yüzüm yanıyordu, fenalaşıyordum. Boğazıma bir şey
tıkanıyordu, nefes alamıyordum. Birden olduğum yere yı-
ğıldım. Çocuklar divana taşıdılar. Selim, büyük bir telaşa
kapıldı, yanıma oturdu, yakamı gevşetti, kolonyayla şakak-
larımı ovdu. Titrek bir sesle beni teselli ediyor, başımı ok-
şuyordu. Kimsenin, o güne kadar benimle böyle ilgilendiği-
ni görmemiştim. Hıçkırarak ondan af dilemeye başladım.
Göğsüm sıkışıyor, gözlerim kararıyordu; öleceğimi sanıyor-
dum. Selim’den özür dilemeden ölmek istemiyordum. Se-
lim de şaşırmış benden özür diliyordu. Gözyaşları içinde el-
lerine sarıldım. Utanarak odadan kaçtı. Üçümüzün yaşadığı
bu acıklı macera boyunca, bana bir kere olsun sitem etme-
di. Ben de onun duygularına saygı gösterdiğimi sanıyorum.
Şimdi yanımda olsaydı, gene ondan özür dilerdim; beni af-
fet Selim, kaderimizi değiştirmek elimizde değildi, derdim.
428
Selim’i kaybetmenin acısı içimde daha çok taze olduğu
için, fazla yazamayacağım. Onu, son bir defa görmeden
kaybetmenin acısı içindeyim. Tekrar görüşmek kısmet olur-
sa, oturur, uzun uzun dertleşiriz.
Hepimizin başı sağ olsun. Gözlerinden öperim sevgili
kardeşim.
Metin Kutbay
Bir mısra takıldı aklına şarkıdan... tunç devri... âşık ol-
du... utanç devri. Şarkıda daha fazla yazmaya eli varmadı.
Bu olayı bana anlatmıştı; aşkından bahsetmeden... üstü ka-
palı. Ne Zeliha’ya... ne de başka birine... yalnız Metin’e...
Bir insana içini açması ne kadar zordu; ne ince hesapları
vardı. Selim’e yapılan bir haksızlığı daha ortaya çıkarmış
bulunuyorum... sayın yargıçlar. Evet, Metin görevini kötüye
kullandığı için mahkemeye verildi. Suçluyorum sayın yar-
gıçlar. Ortada açık bir haksızlık var. Yanlışlıkla sahneye çı-
karılan masum bir vatandaşa, oyunun bütün sorumluluğu
yüklenmek isteniyor. Şarkılarda, bu suçtan üstü kapalı söz
edilmiş olması, bugüne kadar asıl delillerin ortaya çıkması-
nı önlemiştir. Suçlu sandalyesinde oturan Metin Kutbay’ı
dördüncü şarkının açıklamasında yargılamak imkânı da
böylece ortadan kalkmıştı. Fakat, uzun ve sabırlı bir araştır-
ma sonunda, utanç devrinin açıklamasının, bir dalgınlık
eseri şarkılara konulmadığını tespit etmiş bulunuyorum.
Biraz önce sanık Metin Kutbay’ın savunmasını dinlediniz.
Suçlu, kendini temize çıkarmak çabasıyla olayları tahrif et-
miş ve meseleyi başka bir yöne sürükleyerek bizleri yanılt-
maya çalışmıştır. Ayrıca, tutunamayanlar kanununun on
dördüncü maddesine göre, “onlar”a savunma hakkı veril-
mediği gerekçesine dayanarak sanığın savunmasının nazarı
itibara alınmamasını talep ediyorum. Biraz sonra yüksek
huzurlarınıza getireceğim açıklamayla gerçek bütün çıplak-
429
lığıyla gözlerinizin önüne serilecek ve zavallı müvekkilimin
“onlar” tarafından nasıl adım adım ölüme götürüldüğü bir
kere daha anlaşılacaktır.
Masanın çekmecelerini karıştırdı; sonra: “Rüstem!” diye
bağırdı. Yandaki odadan hemen, zeki bakışlı, on beş yaşla-
rında bir çocuk fırladı ve yıldırım gibi odaya daldı. Tur-
gut’un karşısına dikildi: “Buyur kumandan!” Turgut, gü-
lümsemesini tutarak: “Aferin Rüstem,” dedi. “Askerde seni
muhakkak onbaşı yaparlar.” “Sizin gibi teğmen yapmazlar
mı kumandan?” “Çok çalışırsan onu da yaparlar. Düşmana
karşı uyanık olanları her şey yaparlar. Yalnız, emre itaat
şart. Şimdi, bir düşmanı tepelemek için biraz beyaz kâğıda
ihtiyaç var: dosya kâğıdına. Bakkala git, temizlerinden on
beş yirmi tane al.” Rüstem, topuklarının çevresinde döndü:
“Başüstüne kumandan!” Koşarak çıktı.
Rüstem kâğıtları getirince, Turgut, önce itinayla paketi
açtı, sayfaları masanın üstünde düzeltti. “Suratıma bakaca-
ğına git bana kahve yap.” Rüstem bir çırpıda kahveyi getir-
di. “Şimdi kimseyi içeri bırakma. Savaş hazırlığı yapacağım.
Çok gizli.”
Bu tehlikeli silahı senin için elime alıyorum Selim karde-
şim. Tanrı, onu doğru yolda kullanmama yardımcı olsun.
İşte sana nesir:
Dostları ilə paylaş: |