Moğolların Döneminde Şia’nın Zuhuru
Hicri 694’te İran’ın saltanatı (islami ismi Mahmut olan) Ğazanhan Moğol’a ulaştı. Ehl-i Beyte özel bir ilgi duyduğundan dolayı Şia mezhebi onun zamanında daha da yaygınlaştı. Onun vefatından sonra da H. 707’de saltanat Ğazanhan’ın kardeşi Ciyatu’ya (yani Muhammet şah Hudabende’e) geçti.
Allame-i Hilli’nin Kad’ıl- Kuzatla Münazarası
Alim ve tarihçi Şafii el-Hemedani’nin nakl ettiğine göre, şahinşahi sarayında şahın kendi huzurunda, o zamanda Şia alimlerinin iftiharlarından ve asrın dahilerinden olan “cemal’ül- milleti ve’d- din, allame-i kebir Hasan bin Yusuf bin Ali bin Mutahhar-i Hilli” ile Ehl-i Sünnet’in en büyük alimlerinden olan “Hace Nizamuddin Abdulmelik-i Merağe-i Kad’ıl- kuzat56 eş-Şafii” arasında bir takım tartışmalar gerçekleşti.
O mecliste imamet meselesi söz konusu edildi. Cenab-ı Allame-i Hilli açık ve kesin delillerle Emir’ul- Muminin Ali (a.s)’ın Resulullah (s.a.a)’den sonraki hilafet ve imametini öyle bir şekilde sabit etti ve diğer kimselerin iddiasının batıllığını öyle bir şekilde ortaya koydu ki, artık mecliste hazır bulunanlar için şüphe edecek hiçbir yol bırakmadı; Hatta Hace Nizamuddin’in kendisi bile; “Sayın Allame’nin delili pek açık ve güçlüdür, ama atalarımız bir yolu tutup gitmişlerdir, biz de avam halkı susturmak ve İslam kelimesinin tefrikasının önünü almak (birliğin bozulmaması) için o yolu takip etmemiz ve sırları açığa vurmamamız gerekir” dedi.
Bu sırada şahinşah’ın taassubu olmadığından ve her iki tarafın delillerini de iyice dinlediğinden dolayı münazara sona erdikten sonra Şia’nın hakikati ortaya çıkınca hak olan İmamiyye (Şia) mezhebini seçti ve bu mezhebin serbestliğini İran’ın bütün şehirlerine ilan etti.
İşte o meclisten bütün vilayetlerin hakim ve valilerine, bütün mescid ve camilerde Emir’ul- Muminin Hz. Ali ve diğer İmamların ismiyle hutbe okumalarını ilan etti ve dinarların (paraların) üzerine üç satırda; “La ilâhe illallah Muhammed resulullah Aliyyen veliyyullah” kelimesinin yazılmasını emretti.
Şahin şah, sayın Allame-i Hilli’yi “Hille” şehrinden bir takım meselelerin çözümü için çağırtmıştı. (İşte bundan dolayı o toplantıda münazaralar yapılarak Şia’nın hakikati ortaya çıkmış oldu.) Şahin şah Allame-i Hilli’yi kendi yanında tuttu ve onun için özel bir medrese ayarladı; derken talebeler o cenabın etrafını sardılar. Açıkça yapılan tebliğler sonucu gerçekler ortaya çıktı ve her şeyden habersiz olan kimseler, hak olan İmamiyye (Şia) yolunun hakikatini anlamış oldular. Böylece velayetin ışık saçan güneşi takıyye57 bulutunun altından dışarı çıktı. İşte o zamandan itibaren hak olan Şia mezhebi , güneş gibi cehalet bulutunun altından ortaya çıkmış oldu.
Yaklaşık yedi yüz yıldan sonra Safevilerin güçlü sultanlarının desteğiyle ve o zamanın kamil tebliğleriyle kara bulutlar tamamiyle dağılıp velayet ve imamet güneşi dünyaya ışınlarını saçtı.
Her ne kadar İranlılar bir gün Mecus (ateşe tapan) ve iki tanrıya (Yezdan ve Ehrimen’e) inanıyor idilerse de Müslümanların mantığa uygun delil ve burhanlarını duyar duymaz onu canı gönülden kabul ettiler; şimdiye kadar da tam bir samimiyetle İslami akidelerinin üzerinde sabittirler.
Eğer İranlıların arasında mecus olan, (inanç açısından) bir yere bağlı olmayan veya gulatlar silsilesine girip Ali’yi (a.s) kendi makamından uluhiyet derecesine yükselten, onu halik ve razık bilen (yaratan ve rızk veren) veyahut hulul,58 ittihat ve vahdet-i vücuda59 inanlar olursa onların İranlıların temiz kalpli toplumuyla hiçbir ilişkisi yoktur. Her kavim ve toplumda bu çeşit düşüncesiz ve akılsız kimseler bulunmaktadır. Ama İran’ın necip ve bilgin halkının ekseriyeti Allah-u Teâla’nın vahdaniyeti, Hatem’ul- Enbiyanın nübüvvet ve Emir’ul- Muminin Hz. Ali ve on bir evladını Hz. Peygamber’in emri gereğince imamete seçildikleri hususunda sabit ve doğru bir iman ve akideye sahiptirler.
Hafız: Hicazi, Mekki ve Medeni olan sizin gibi bir kimsenin, İran’da bir müddet kalmakla onları o kadar desteklemeniz ve onları Ali’nin (kerremellah’u vechehu) takipçileri bilmeniz gerçekten de şaşırılacak bir şeydir. Oysa ki, Ali Allah’ın kulu, O’nun emrine uyan ve O’na itaat eden birisi idi. Fakat İranlı şiaların hepsi Ali’yi Allah biliyorlar, onu Allah’tan ayrı bilmiyorlar. Kendi şiirlerinde de nazil bemenzile-i Hak60 ve hatta Hakk (Allah)’ın aynısı biliyorlar.
Nitekim onların divan ve cep defterlerinde bu çeşit küfriyat görülmektedir. İranlı Şii alimler Ali’nin (kerremellah vechehu) dilinden bu çeşit şiirleri nakletmekteler (kesinlikle Ali’nin kendisi böyle bir inançtan beridir)...
Davetçi: Size taaccüp edilmelidir ki araştırmaksızın İranlı bütün şiaları guluv (mübalağa) eden ve Ali perest biliyorsunuz. Bu sözlerle meseleyi, her şeyden habersiz Sünni kardeşlerimize yanlış aktarıyor, iki kardeşin birbirlerini öldürmesine sebep oluyorsunuz. Bu çeşit sözler Afganistan, Hindistan, Özbekistan, Tacikistan ve diğer yerlerde Şiilerin öldürülüp kanlarının akıtılmasına yol açmıştır.
Özbekistan ve Türkistan Müslümanları, şialar Ali perest, müşrik, kafir ve öldürülmeleri farzdır diyen alimlerinin kışkırtmaları sonucu ne kadar Müslümanların kanını döküp tarih sayfasını lekelediler.
Ehl-i Sünnet’in her şeyden habersiz zavallı halkı sizin gibi alimlerin önderliğiyle İranlı Müslümanlara adavet, şirk, küfr ve irtidat gözüyle bakıyorlar.
Geçmiş zamanlarda Türkmenler Horasan yolunda, kafirdirler diyerek İranlıların önlerini kesip mallarını yağmalıyor, öldürüyor ve şöyle diyorlardı: “Kim yedi tane Rafızî ( Şia’yı) öldürürse, cennet ona farz olur!”
Kesinlikle bilin ki, bu amellerin ve bu katliamların sorumlusu, şialar Ali perest, müşrik ve kafirdir diyen sizin gibi alimlerdir. Her şeyden habersiz saf ve avam Sünniler de bu çeşit sözleri kabul edip sevap kastıyla bu çeşit amellere teşebbüs ediyorlar.
İslam Her Çeşit Irkçılığı Ortadan Kaldırdı
İlk önce buyurduğunuz sözün cevabını vereyim sonra asıl konuya geçelim. “Siz Hicazi, Mekki ve Medeni olduğunuz halde niçin İranlıları savunuyorsunuz?” diye buyurduğunuz söze gelince; şu açıktır ki Mekki, Medeni ve Muhammedi olmak iftiharımdır; fakat cehalet ve akılsızlıktan kaynaklanan ırkçılık taassubu kesinlikle bende yoktur. Çünkü yüce ceddim Hatem’ul- Enbiya (s.a.a) her milletin kavmiyet ve vatan sevgisini göz önünde bulundurmasına rağmen, “Vatan sevgisi imandandır.” cümlesini buyurmakla her kavim ve millete vatan sevgisini emretmiştir.
Resulullah (s.a.a)’in, insanların birliği ve onlardan her çeşit anlamsız düşünceleri gidermek yolunda attığı en büyük adımlardan biri de; ırkçılık ve cahilane taassupları tamamiyle ortadan kaldırmasıydı. Yüksek bir sesle bütün insanların dikkatini buyurduğu şu söze celbetti:
Arab’ın Aceme, Acemin Arab’a, beyazın zenciye, zencinin de beyaza ilim ve takvadan başka hiçbir üstünlüğü yoktur.”
Yine Resulullah (s.a.a), alim ve takvalı kimselerin meseleyi yanlış anlayıp buyruğundan senet ittihaz etmemeleri, tevazu ve alçak gönüllülükten uzaklaşıp başkalarına karşı kibir ve bencillik göstermemeleri için şöyle buyurdu:
“Arap’tan olmam iftihar değildir; Adem evlatlarının seyyidi (efendisi) olmam da iftihar değildir.”
Mezkur cümlenin özet olarak manası şudur ki Arap ve Adem evlatlarının efendisi olmama rağmen bu makam ve soyla başkalarına karşı övünmüyorum. Peygamber (s.a.a)’in iftiharı sadece Allah’ın itaatkar kulu olmasıdır. Allah’a yalvarıp yakardığında şöyle arz ediyordu:
“Allah’ım! Sana kul olmam bana iftihar olarak yeter.”
Allah-u Teâla Hucurat Süresi 13. ayette şöyle buyurmuştur:
“ Ey insanlar! Gerçekten biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler halinde kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız takvaca en ileride olanınızdır.”
Görüldüğü gibi Allah-u Teâla fazilet üstünlük ve yüceliği takvada kılmıştır. Yine Hucurat Suresinin 10. ayetinde şöyle buyurmuştur:
“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin.”
Beyaz, siyah, sarı ve kızıl derili soyundan olan köylü, şehirli, Afrikalı, Asyalı, Avrupalı ve Amerikalı olan bütün insanlar, İslam sancağı ve “La ilahe illallah Muhammed Resulullah” kelimesi altında birbiriyle kardeştirler ve hiç birisinin başka birisinden (takva hariç) üstünlüğü yoktur.
İslam’ın yüce önderi Hatem’ul- Enbiya (s.a.a) de Acemden olan Selman-i Farisî’yi, Rum’dan olan Sühayb-i Rumi’yi ve Habeşe’den olan zenci Bilal’ı muhabbet ve sevgiyle kabul etmeyi amelen açıkça göstermiştir.
Ama Arapların en iyi ırkından ve şerif soydan olan amcası Ebu Leheb’i kendisinden uzaklaştırdı ve onun hakkında bir süre bile nazil oldu ve açıkça şöyle buyurdu:
“Ebu Leheb’in iki eli kurusun ve kurudu da...”
Dostları ilə paylaş: |