Davetçi: Galiba ayet-i şerifeye iyi dikkat etmediniz, yoksa itiraz etmezdiniz. Evvela; büyük günah ile küçük günah arasında fark koyan ben değilim. Allah Teala’nın kendisi fark koymuştur. İkinci olarak; ben de sizin gibi, inanıyorum ki Allah’ın bağışlayıcı olduğuna inanan her kul, yaptığından pişman olarak tövbe edip Allah’a yönelirse, Allah Teala onun günahlarını bağışlar. Eğer tövbe etmeden ölürse, ölümden sonraki akabe (menzil)lerde, hesap gününe kadar azap görür; yaptığı günah çok büyük olmazsa, artık kendi cezasını almış ve o gün affedilir.
Ama eğer büyük günahlar yapmışsa, hesap gününden sonra o cehenneme götürülür; günahlarının cezasını çeker ve daha sonra cehennemden kurtulur. Eğer küçük günahlardan tövbe etmeksizin dünyadan ayrılırsa, Ali (a.s)’ı seven bir kimse olursa, Allah Teala (kendi lütfuyla) onu affeder, ölümden sonraki menzillerde cezaya tabi tutulmadan ve cehennem azabı görmeden cennete götürülür. Nitekim ayet-i kerimede; “... Sizi güzel bir makama (cennete) sokarız.”128 buyurmuştur.
Anlayamıyorum, bu hadisi nasıl günah yapmak için cesaret ve laubalilik sayıyorsunuz! Hadiste büyük veya küçük günah yapmaya emir mi vardır? Cevap kesinlikle hayırdır. Öyleyse yersiz olarak hayal etmişsiniz. Halbuki bu hadis-i şerif, günaha cesaret etmeye değil ümitsizliğe kapılmaya mani oluyor. Bir çok inançlı kişiler vardır ki, heva ve hevese kapılarak küçük günah işlediler mi şeytan; artık rahmet yüzü görmeyeceksiniz diye onlara vesvese edip ümitsizliğe sokmaya çalışır, onlar da genellikle genç ve cahil olduklarında dolayı aldanarak ümitsizliğe kapılırlar ve derler ki; artık affedilmeyeceğimize göre, öyleyse neden zevkimizi sürmeyelim! Böylece yavaş yavaş küçük günahlardan geçip büyük günahlara da bulaşıyorlar.
Ama bu çeşit hadisler kalplere ümit ışığı saçıyor, insanın hata yapabileceğini ve Hz. Ali’yi gerçekten sevdiğinde de kusurların ona zarar vermeyeceğini insana anlatıyorlar. Allah Teala Kur’an ayetlerinde bağışlama ve affetmeyi vaat ettiğinden dolayı, bağışlaması için de bir takım sebepler kılmıştır; Hz. Ali (a.s)’ın sevgisi de o sebeplerden biridir.
Şia asla laubali olamaz; Şia demek takipçi demektir; Hz. Ali’nin Şia’sı demek, sözünde ve amelinde O Hazreti takip eden ve tam manasıyla O’nunla uyum sağlayan kimse demektir. İşte bu sıfatlara sahip bir Şia kurtuluş ehlidir. Nitekim sizin bütün tefsir ve diğer muteber kitaplarınızda, önceki gecelerde de arz ettiğim gibi farklı tabirlerle Resulullah (s.a.a)’den şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
“Ya Ali! Sen ve Şiaların cennette kurtuluşa erenlersiniz.”
Bu çeşit hadisleri eleştirmenizden daha ziyade, şöyle bir eleştiride bulunabilirsiniz; “Şia kurtuluş ve cennet ehli olduğunu anladığından dolayı cesaret bularak kötü ameller yapmaya teşebbüs edebilir!” Kendiniz de biliyorsunuz ki böyle bir eleştirinin gerçekle ilgisi yoktur.
Şia teklif çağına erdiğinde, Allah’ı ve Peygamberini tanıdıktan sonra, Şia’nın ne demek olduğunu bilmesi gerekir; bunu bildiğinde, söz, amel, ilişki, sosyal hayat ve diğer tüm davranış ve ahlakında Hz. Ali (a.s) ve O’nun evlatlarına uymasının gerekli olduğunu artık kendisi anlamış olur. Yani Hz. Ali (a.s)’ın büyük ve küçük günahlar yapmadığını, hatta mekruh bile işlemediğini görünce, mevlası gibi olmayı, O’nun güzel sıfatlarıyla sıfatlanmayı, kötü ahlak ve adetleri terk etmeyi kendisine vazife bilir. Peygamberler ve İmamlarda olan masumluk makamına sahip olmadığından ve tam manasıyla Ali (a.s) gibi olmanın çok zor, hatta imkansız olduğundan dolayı, Ali’nin sevgisini kazanmak ve O’nun Şialarından olmak için edebildiği kadar O’na uymaya ve benzemeye çalışır. Masum olmadığından ve caiz’ul- hata olduğundan dolayı, bazı alışkanlıklar ve küçük günahlar yapabilir. O da Ali (a.s)’ın sevgisiyle affolunur. Allah etmesin tövbe etmeden ölürse, Hz. Ali (a.s)’ın sevgisi sayesinde, yapmış olduğu kusur ve küçük günahlarıyla sorgulanmaz ve onlar görmezlikten gelinir.
Ama ikinci hadisin yani “Kim Hüseyin’e ağlarsa, cennet ona vacip olur” hadisinin manasına gelince; bu hadisin manası, alim ve avam herkesin anlayabileceği kadar çok sade, açık ve nettir. Mecliste bulunan beyler defalarca, cevap verirken onların da halini göz önünde bulundurmamı hatırlattıklarından dolayı, onların isteğini yerine getirerek çok kısa bir şekilde arz ediyorum ki: Bu hadisin çok sade bir şekilde manası şudur: “Kim Hüseyin’e (O’nu canı gönülden sevdiğinden ve O’nun mazlumiyetinden dolayı) ağlarsa, cennet ona vacip olur.” Bu hadisin mefhumunun aksi de şudur; Hüseyin’e nekes (kötü özlü ve soylu) bir kimse ağlarsa, cennet ona vacip olmaz; hatta bu ağlamasından bir netice bile elde edemez.
Hafız: “Kes” ile “Nekes”129 arasındaki fark nedir ki, ağlamanın kes’e faydası oluyor da nekes’e olmuyor?
Kes ile Nakes Arasındaki Fark
Davetçi: “Men-i mevsule” kelimesinde “kes” ile “nekes” diye bir şey yoktur. Ama Farsça manasında bu kelimeler (yerine göre) gelebilir. “Kes”; Allah’ın birliğini kabul eden, Adem’den Hatem’e kadar büyük peygamberlerin nübüvvetine inanan, peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.a) peygamberin düsturlarını uygulayan, cismani maada inanan, cennet ve cehenneme inancı olan, Hz. Peygamberin Ehl-i Beyt’inin velayetini kabul eden, Hz. Ali (a.s) ve O’nun 11 evladının hepsini Allah’ın en sahil kulları, itaatleri farz olan İmamlar ve Resulullah (s.a.a)’in vasi ve halifeleri bilen, Resulullah (s.a.a)’in 12. vasisini yani Hz. Ali’nin 11. evladı Hz. Mehdi’yi halen yaşadığına, Allah istediği zaman zuhur edip dünyayı zulümle dolduktan sonra adaletle dolduracağına inanan mümin bir kimsedir.
Ama “nakes”; dinin emirlerini zahirde kabul eden, fakat amel safhasında salih olmayan, onları tümüyle terk eden veya bazılarına yerine getirip bazılarını terk eden veyahut adam öldürme, şarap içme, zina yapma, faiz yeme gibi büyük günahlara duçar olan ya da namaz, oruç, humus, hacc vb. gibi terk ettiği farzları telafi etmeğe çalışmayan bir Müslümandır. Böyle bir Müslüman her ne kadar ağlasa da, ağlamasının ona bir faydası olmaz.
Ancak, kötü amellerinden tövbe eder, yapmadığı amelleri telafi etmeğe çalışır, halkın malını kendilerine veya yaşamadıkları takdirde varislerine geri çevirir ve onları kendisinden razı ederse, işte o zaman Ehl-i Beyt’in mazlumluğuna ağlamasının ona bir faydası olur. Yoksa yukarıda belirttiğimiz günahları ağlamakla affettireceğini hayal ederek günah işleyen zavallılar, ağlayıp sızlasalar da, Muhammed (s.a.a) ve Âl-i Muhammed ondan razı olmaz ve böyle bir ağlamanın onlara hiçbir faydası dokunmaz.
Biz sürekli olarak minberlerimizde, derslerimizde, dini toplantılarımızda bunları açıklar ve hatırlatırız. Eğer büyük günah ve zulümler yapıp da Muhammed (s.a.a) ve Al-i Muhammed’e ağlamak veya onları ziyaret etmekle her şeyin (bu kolaylıkta) biteceği ve kurtuluşa erişileceği zannedilirse, o zaman düşmanlar geçmişlerini telafi etmişlerdir. Zira onlar da genellikle Ehl-i Beytin mazlumluğuna ağlamışlardır. Nitekim Kerbela vakıası yazarları kendi kitaplarında; “Allah’a and olsun ki o gün (Aşura günü), dost ve düşman herkes Hüseyn’in mazlumiyetine) ağladı.” diye yazmışlardır. Düşman, Peygamber (s.a.a)’in oğlunu, ashabını, torunlarını, hatta süt emen çocuklarını bile katlettiler. Daha sonra onların bu acı durumuna da ağladılar. İşte böyle nekes (alçak) insanlara, bu ağlamanın katiyen hiçbir yararı olmayacaktır.
Hafız: Bir Müslüman, dinin esaslarını kabul edip dini emirleri yerine getirirse kurtuluş ehlidir; öyleyse ağlamanın ona ne faydası vardır. Ağlama ve yas meclisleri düzenlemek ne içindir? Onlara ne gibi bir netice ve fayda sağlıyor ki, müminlerin ağlaması için her yıl büyük masraflar yapıyorlar?
Dostları ilə paylaş: |