Prof.Dr.Bahri Öztürk
İstanbul Kültür Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku Öğretim Üyesi
YENİ CEZA MUHAKEMESİ HUKUKUNUN
YENİ CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
5271 SAYILI CMK
Giriş
Yeni Ceza Muhakemesi Hukukunun yeni Ceza Muhakemesi Kanunu mu?
Yoksa yeni Ceza Muhakemesi Kanununun yeni Ceza Muhakemesi Hukuku mu?
Elbette ki ilki.
Zira bir kanun, ne kadar mükemmel olursa olsun, bir hukuk yaratmaya muktedir olamaz. Kanunlar var olan hukukun, bazı durumlarda da var olan siyasal iktidarın ürünleri olarak ortaya çıkarlar. Tarih bunun örnekleri ile doludur. Hitler Almanyasının hukuk unutularak, sadece siyasal mülahazalarla hazırlanan1935 Ceza Muhakemesi Kanunu değişiklikleri buna en güzel örneği oluşturmaktadır.
Bu nedenle hukuk ile kanunu, meşruiyet ile yasallığı asla birbirine karıştırmamak gerekir. Bunları birbirine karıştıran ülkelerin demokratikleşmesi ve özgürleşmesi mümkün olmaz.
Burada CMK’nın hangi esaslar dahilinde hazırlandığını, ilkelerinin ne olduğunu ortaya koyan TBMM Adalet Komisyonu raporuna yer vermeden önce, bu raporda da yer alan ve irdelenmesi gereken bazı hususları değerlendirmek istiyorum.
TBMM Genel Kurul çalışmalarına CMK münasebetiyle dolaylı olarak katılmak onur ve heyecan verici idi; TBMM Adalet Komisyonu ise son derece güzide, nitelikli üyelerden oluşan gayretli bir komisyondu. Orada çalışmak bir ayrıcalıktı. Ancak bu komisyonca oluşturulan Alt Komisyon ise, daha da farklı bir yapıya sahipti; başkanı Kastamonu milletvekili Hakkı Köylü, en devamlı muhalefet milletvekili ise Niğde Milletvekili Orhan Eraslan idi. Sayın Köylü, bilime olan saygısı, beşeri ilişkilerdeki nezaketi, barışçı tutumu ile her zaman öne çıkan bir kişilikti. Buna karşılık sayın Eraslan, zaman zaman nezaket kurallarını zedeleyen, eleştiride huşuneti tercih eden ve hangi bilim komisyonundan gelirse gelsin, her kuralı, Niğde’de avukatlık yaptığı dönemlerde edindiği tecrübelere dayanan kendi doğrularına göre değiştrme heyecanı içinde olan bir siyasetçi idi.
İktidar ve muhalefetiyle, bir mutabakat belgesi olduğu açıklanan TCK konusunda, ne demekse, ayrışık oy yazan sayın Eraslan’ın; bir mutabakat belgesi olmadığını söylediği CMK konusunda nezaket ve saygı ölçülerini daha da zorlayacağı beklenmeliydi; nitekim bu beklentiyi, altında imzası bulunan karşı oy yazısı haklı çıkarmıştır.
Ancak burada sorumluluğun sayın Eraslan ile sınırlı olduğunu düşünmek çok doğru olmaz. Karşı oy yazısına imza koyanların mensubu olduğu siyasal oluşum TCK ve CMK konusunda ön hazırlık yapmamış; komisyonlar oluşturmamış, kendi içinde bulunan değerli elemanlarından dahi ciddi surette yararlanmamış olması, gelişmiş ülkelerde rastlanabilecek bir durum değildir.
CMK, 1999 yılında başlayan; çok sayıda bilim adamı, yüksek yargı mensubu, hakim, savcı, avukat ve uzmandan oluşan bilim komisyonu çalışmaları neticesinde 2001 yılında tasarılaştı, 4 Aralık 2004 de de yasalaştı.
1999 dan Aralık 2004’e kadar geçen sürede karşı oy yazanlar ne yaptı? Bu kişilerin önce bu soruya yanıt bulması gerekiyor.
Karşı oy yazısında “alelacele ve panik içerisinde, Avrupa görsün diye hazırlanan Ceza Muhakemesi Kanununa hiçbir komplekse kapılmadan elden gelen ölçüler içerisinde olumlu katkı yapmaya çalıştık; ancak olumlu katkı yapmaya çalışmamız, konunun bir mutabakat ürünü olduğu fikrini vermemelidir” denilmiş olması da ilginçtir.
Keza mezkur yazıda “hukuk devletlerinde vazgeçilmez sayılan Adlî Kolluk yasaya girme şansını bulamamıştır” şeklinde bir cümleye yer verilmesi şaşırtıcıdır. Zira CMK’nın 164 ila 167’nci maddelerinde adli kolluk düzenlenmektedir.
Yine aynı yazıda “Devlet Güvenlik Mahkemesi tarzında özel yargılama kuralları bir genel kural haline getirilmiş ve doğal yargıç ilkesi zedelenmiştir” denilmesi de gerçeği yansıtmayan ideolojik bir yaklaşımdır. Zira bu gibi düzenlemeler gelişmiş ülkelerde de mevcuttur. Hiçbir hukuk devleti kendi refleksini zayıflatarak kitlelerin insan haklarını tehlikeye sokmaz, sokmamıştır da. Kaldı ki, CMK m.250 ve devamında yer alan düzenlemeler okunduğunda ve eski ile mukayese edildiğinde savunmaya verilen önem kolayca saptanabilecektir.
Karşı oy yazısı yazanlara göre, iktidar partisi kendi bakış çerçevesinde yasada birtakım düzenlemeler yapmaya çalışmış, kendi yandaşlarını soruşturma ve kovuşturma ve tedbirlerden bağışık tutmak için ince ayarlar yapmaya çalışmıştır.
Bu iddianın da tutar tarafı yoktur. Çünkü, CMK çok büyük ölçüde 2001 tasarısına dayanmaktadır. Örneğin Alman ve Avusturya CMK’larına dayanan CMK m.77 de düzenlenen “KADININ MUAYENESİ” hükmü, özellikle basında çok tartışılmış; bunun ideolojik temelerinin olduğu söylenmiştir. Oysa bu düzenleme de 2001 tasarısından aynen alınmıştır. Hatta, muayene kadının istemine bağlanarak daha da özgürleştirilmiştir. Adalet Komisyonunda, karşı oy yazanlardan bazıları, bu maddenin 2004 yuılında Alman CMK dan çıkarıldığını ileri sürmüşlerdir. Ne var ki gerçek bunun tam tersidir. Alman CMK da bu düzenleme 2004 yılında daha da genişletilmiş tüm cinsleri içine alan bir yapıya kavuşturulmuştur.
Sayın Eraslan ve Alt Komisyondaki arkadaşlarının TCK çalışmaları sırasında, örneğin önödeme ve erteleme konulurı görüşülürken ileri sürmediği bir hususu, Avrupa ülkelerinin hemen hemen tamamında bulunan ve sanığın lekelenmeme hakkı ve usul ekonomisi ilkesi başta olmak üzere pek çok temel prensip sebebiyle kabul edilen KAMU DAVASININ ERTELENMESİ VE HÜKMÜN AÇIKLANMASININ ERTELENMESİ konularında ileri sürerek, bu çağdaş ve yapıcı düzenlemelerin yasalaşmasına mani olması alkışlanacak bir davranış değildir. Sayın Niğde Milletvekilinin, katkıda bulunduğu TCK çalışmaları sırasında Anayasanın 174’ncü maddesinde teminat altına alınan Devrim Kanunlarının erteleme ve önödeme kapsamına sokulmasında sakınca görmezken, aynı konuyu kamu davasının ve hükmün ertelenmesinde gündeme getirilmesi, bu konuda samimi bir yaklaşım sergilemediğini göstermektedir.
Bu tespitlerin ardından, şimdi Yeni Ceza Muhakemesi Hukukunun ürünü olan yeni Ceza Muhakemesi Kanununun hangi esaslar muvacehesinde hazırlandığını; hangi esaslara dayandığını ortaya koymak bakımından Türkiye Büyük Millet Meclisi Adalet Komisyonunun raporunu1 özet olarak bilgilerinize sunmak istiyorum.
Başkanlığınız tarafından 7.3.2003 tarihinde esas komisyon olarak Komisyonumuza havale edilmiş olan "Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu Tasarısı (1/535)" ile 19.12.2002 tarihinde havale edilmiş olan "Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun Bir Maddesinde Değişiklik Yapılması ve Bu Kanuna Bazı Maddeler Eklenmesi Hakkında Kanun Tasarısı (1/292)" Komisyonumuzun 27.10.2004 tarihli 2 nci birleşiminde görüşülmüş, geneli üzerindeki görüşmelerin tamamlanmasından sonra maddelerine geçilmesi kabul edilmiş, ancak tasarıların birleştirilerek maddelerin daha ayrıntılı bir biçimde incelenerek gerekli düzenlemelerin yapılması için beş kişilik bir alt komisyona havale edilmiş, Alt Komisyon, ilgili temsilcilerin de katılmalarıyla yaptığı yoğun çalışmalar sonucu hazırladığı raporu ve buna bağlı metni Komisyonumuza sunmuştur.
Ülkemizin, dönemine göre ilk modern Ceza Muhakemesi Kanunu, 1808 tarihli Fransız Ceza Usulü Kanununun bir tercümesi olan 25 Haziran 1879 (5 Recep 1296) tarihli "Usulü Muhakemati Cezaiye Kanunu Muvakkati"dir. Bu Kanunu yürürlükten kaldıran 4/4/1929 tarihli ve 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, 1789 devriminin liberal ve özgürlükçü anlayışını yansıtan ve bugünkü anlamda sanık haklarından söz eden 1877 tarihli Alman Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu esas alınarak meydana getirilmiştir. Kaynak Alman Kanunu, yürürlüğe girdiğinden bu yana pek çok değişikliğe uğramıştır. Türkiye, özellikle 1935 yılında totaliter yönetim tarafından yapılan ve İkinci Dünya savaşının bitiminden hemen sonra kanundan çıkarılan kapsamlı değişikliklerin hiçbirine iltifat etmemiştir. 1960'lı yıllardan sonra yapılan değişikliklerin sayısı ve kapsamı, insan hak ve hürriyetlerini korumak ve bireyin adil yargılanma hakkını sağlamlaştırmak yönünde genişlemiştir. 1990 lı yıllarda Almanya'yı da etkisine alan organize suçlulukla mücadele edebilmek amacıyla, Kanuna bazı yeni soruşturma yöntemleri alınmıştır. ABD'de yaşanan 11 Eylül 2002 terör saldırıları, Kıt'a Avrupası ülkelerini, ABD ve İngiltere'nin aksine özgürlükçü çizgiden büyük ölçüde ayırmamıştır. Komisyonumuz, Ceza Muhakemesi Kanunu Tasarısını hazırlarken Kıt'a Avrupası ülkelerinin çizgisinden ayrılmamıştır.
1412 sayılı Kanunun yerine yeni bir Ceza Muhakemesi Kanunu yapılması hususunda, bu Kanundan önce iki girişimde bulunulmuştur. 1946 yılında hazırlanmaya çalışılan tasarı üzerindeki çalışmalara devam edilmemiştir. 1951 yılında başka bir tasarı Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulmuş olmasına rağmen kanunlaşamamıştır.
1412 sayılı Kanunun, Almanya'daki kadar yoğun bir değişime tâbi tutulmadığı söylense bile, yürürlüğe girdiği tarihten günümüze kadar 27 kez yapılan değişiklikler sonucu çok sayıda maddesi değiştirilmiştir. Bu değişikliklerde, kaynak Kanunun ait olduğu devletin gerçekleştirdiği yenilikler ile evrensel ilkelerin gelişen gerekleri izlenememiş, bunun yerine uygulama esas alınarak bazı değişiklikler yapılmış; yapılan bu değişiklikler, ilkelerden özveride bulunulmasına yol açmıştır.
İkinci Dünya Savaşının sona ermesini izleyen yıllarda bütün Avrupa ülkelerinde insan hakları, hukukun üstünlüğü ve hukuk devleti ilkesi ile demokratikleşme ilklerinin hayata geçirilmesi amaç haline getirilmişti. Bu çabalar çerçevesinde, ceza muhakemesinde de geniş değişikliklerin yapılması kaçınılmazdı. Uluslararası alanda gerçekleştirilen ve insan hak ve özgürlüklerine ilişkin bulunan çok taraflı sözleşmeler de demokratikleşmeyi teşvik etmekteydi.
Komisyonumuz, 21 inci yüzyılın sembolü haline gelen insan haklarını ve temel hak ve özgürlükler ile Ceza Muhakemesi Hukukunun evrensel ilkelerini çalışmaları sırasında daima göz önünde bulundurmuştur.
Türkiye, insan hak ve hürriyetlerine ilişkin sözleşmeleri imzalayıp onaylamıştır. Bu arada, insan hakları ihlallerinin yargısal denetimini öngören İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmeyi (kısaca Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini) kabul etmiş ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine bireysel başvuru hakkını tanımıştır. Bu sözleşmelerde, adil yargılanma hakkı ve bunun gerekleri olan suçsuzluk karinesi, susma hakkı, silâhların eşitliği ilkeleri ve savunma hakları gibi hükümler yer almaktadır. Bu hükümler, bugün artık Türk iç hukukunun doğrudan uyulması zorunlu kuralları hâline gelmiştir.
Ceza Muhakemesi Hukukunun ve bunun ifadesini oluşturan ana kanunun temel amacı, "insan hakları ihlallerine yol açmadan gerçeğe ulaşmaktır". Bunun için Kanun, savcının gözetiminde delilden sanığa gidebilen bir adli kolluk sisteminin oluşturulmasını ve ülkemizde adil yargılama ilkesinin gerçekleştirilmesini amaçlamaktadır.
İnsan hakları çağımızın en önemli değerlerinden biridir. Bunların bir bölümü, ulusal yargı güvencesine, bir bölümü de uluslararası yargı güvencesine kavuşmuştur. İnsan hak ve özgürlükleri alanında önemli olan, bu hak ve özgürlüklerin kuramsal alandan çıkıp, uygulama alanına girmesi, etkili bir güvence sistemine kavuşturulmasıdır. İnsan haklarının korunması ve güvence altına alınması, İkinci Dünya Savaşına kadar, esas itibariyle bir iç hukuk, bir anayasa sorunu olarak görülmüştür. İnsan hak ve özgürlüklerinin anayasal güvenceye kavuşturulması için çaba harcanmıştır. Yirminci Yüzyılda insan hakları alanında en önemli gelişmenin, bireyin ulusal hukuk öznesi olmasının yanında, uluslararası hukuk öznesi durumuna gelmeye başlamasıdır. İkinci Dünya Savaşının doğurduğu acı sonucun, insanın insan olarak değerini, insanlar arasındaki eşitliği reddeden görüşün yeniden ortaya çıkmaması için, insan haklarına saygılı bir düzenin kurulması zorunlu görülmüştür.
Özellikle İkinci Dünya Savaşının Avrupa'da yaptığı siyasal, toplumsal ve ekonomik çöküntü, yeni bir Avrupa'nın kurulması düşüncesinin benimsenmesine yol açmıştır. Avrupada kurulacak birliğin, yeni diktatörlüklerin doğmasını, Avrupa'nın yok edici bir savaşın içine yeniden düşmesini önleyeceği inancı devlet adamları arasında egemen olmuştur. Bu anlayış içinde Avrupa'nın ilk siyasal kuruluşu olan Avrupa Konseyine ilişkin statü, on devlet tarafından 5.5.1949'da Londra'da imzalanmış ve 3.8.1949'da yürürlüğe girmiştir. Konsey Statüsünün Türkiye tarafından onaylamasına ilişkin 5456 sayılı Yasa, 12.12.1949'da kabul edilmiş ve Türkiye Avrupa Konseyi Statüsüne katıldığı 8.8.1949 tarihinden geçerli olmak üzere, Avrupa Konseyi üyesi olmuştur. Avrupa Konseyi, kurulur kurulmaz, insan haklarının korunması ve geliştirilmesi sorununa öncelik vermiş, en kısa sürede Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin hazırlanmasını sağlamıştır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi , 4 Kasım 1950'de aralarında Türkiye'nin de bulunduğu onbeş devlet tarafından Roma'da imzalanmış, 3.9.1953 tarihinde yürürlüğe girmiş ve Türkiye tarafından da 18.5.1954 tarihinde onaylanmıştır. Sözleşme, çeşitli zamanlarda kabul edilen ek protokollerle geliştirilmekte ve eksiklikleri giderilmektedir. Hemen belirtelim ki, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, insan hakları alanında Dünyada mevcut Sözleşmelerin en gelişmiş ve en etkili olanıdır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Amerika İnsan Hakları Sözleşmesi, Afrika İnsan ve Halk Hakları anlaşması gibi bölgesel andlaşmalara da örnek olmuştur.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, yalnız insan haklarının korunmasını sağlayan bir belge değil, aynı zamanda Batı demokrasisini somutlaştıran bir belgedir. Sözleşmenin önemi, güvence altına aldığı temel hak ve özgürlüklerden, ya da Avrupa Konseyinin temelini oluşturmasından değil, ortak güvence sistemine dayanan uluslararası yargısal bir denetim mekanizması kurmasından ve bireye sağlanan güvenceyi bir yaptırıma bağlamasından gelir. Sözleşme böylece, insan haklarının korunmasının ulusal düzeyden uluslararası düzeye geçmesini sağlamış ve bireyi, özgürlüklerinin koruması açısından uluslararası hukukta hak sahibi yapmıştır. Bu nedenle, şimdiye kadar yapılanlardan farklı olarak, uluslararası hukukta yeni gelişmelere yol açan bir sözleşmedir. Sözleşme hukuk tekniği açısından uluslararası bir antlaşmadır. Bu sözleşmeyi imza eden devletler, bazı yükümlülükler altına girmişlerdir. Bu sözleşmenin özelliği, alışılmışın dışında, bireylere bazı haklar tanımış olmasıdır. Sözleşme, bireye, haklarını çiğneyen devlete karşı İnsan Hakları Komisyonuna başvurabilme, daha teknik bir ifade ile "bireysel başvuru" yolunu açmıştır.
Komisyonumuz, başta hukuk devleti ilkesi olmak üzere, Ceza Muhakemesi Hukukunun evrensel ilkelerini çalışmaları sırasında daima göz önünde bulundurmuştur.
1982 Anayasasının 2 nci maddesinde Türkiye'nin bir hukuk devleti olduğu yazılıdır. İnsan hakları ile ilgili bütün ilkelerin kaynağı durumunda bulunan Hukuk devleti ilkesine göre, yasama, yürütme ve yargı gücünü yani egemenlik adı verilen muazzam gücü Millet adına kullanan Anayasal organlar bu gücü sadece hukukun genel ilkeleri, Anayasa ve kanunlar çerçevesinde insan haysiyetini korumak, insan hakları ile temel hak ve hürriyetleri gerçekleştirmek, adaleti ve hukuk güvenliğini sağlamak amacıyla kullanabilirler. Bu onların meşruluğunun temelini teşkil eder. Anayasa Mahkemeside hukuk devleti kavramını bu şekilde anlamaktadır. Görüldüğü gibi hukuk devleti üç sütun üzerine inşa edilmiştir. Bunlar: İnsan haklarının gerçekleştirilmesi, adaletin sağlanması ve güvenliğin temin edilmesidir.
Bilindiği gibi, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi gibi milletlerarası belgelerle medenî ülkelerin Anayasalarında ve kanunlarında yer alan ve ırk, renk, cins, dil, din, siyasî veya diğer herhangi bir akide, millî veya sosyal menşe, servet, doğuş veya diğer herhangi bir fark gözetilmeksizin, insanın insan olması nedeniyle her insan tarafından yararlanılabilen haklara insan hakları denmektedir. İşte bu hakların uygulamada gerçekten kullanıldığı ülkelere hukuk devleti denmektedir. Son yıllarda en totaliter ülkeler dahi, insan haklarına kayıtsız kalamamakta; bunlara kanunlarında hatta anayasalarında yer vermek durumunda kalmakta; fakat söz konusu hakları uygulamada gereği gibi veya hiç kullandırmamaktadırlar. Bu nedenle hukuk devletinin ölçüsü insan haklarına sadece mevzuatta yer vermek değil, bunları uygulamada gerçekleştirmektir. Bir devlet, insan haklarını uygulamada gerçekleştirdiği oranda hukuk devletidir. Komisyonumuz, Ceza Muhakemesi Kanununu hazırlarken bu temel düşünceyi daima göz önünde bulundurmuştur.
Etik ve hukukî bir kavram olan adalet, herkesin fırsat eşitliğinin bulunması; herkesin kanun önünde eşit sayılması; herkese kişiliğini geliştirme olanağının verilmesi; buna engel olan maddî ve manevî engellerin ortadan kaldırılması; her türlü imtiyazın ve keyfiliğin reddedilmesi anlamına gelir. Kısaca ifade edilmek gerekirse, adil olan devlete hukuk devleti denir.
Eşitlikle özgürlük aynı anlama gelmez. Çünkü, bir kısım insanlar baskıcı bir yönetim altında tam anlamda eşit olabilirler. Ne var ki, tarih yönünden özgürlüğün gerçekleşmesi için eşitliğin ortaya çıkması gerekiyordu. Eşitliğin özgürlükle ilgisini açıklamak kolaydır; eşitlik olmayınca ayrıcalıklar türer, ayrıcalıklar ise toplumda bozukluklar, uygunsuzluklar doğurur.
Ülkesinde, toplum halinde yaşamanın ilk ve vazgeçilmez şartı olan güvenliği ve sosyal düzeni sağlayamamış olan devlete hukuk devleti denemez. Bir hukuk devletinin varlık sebebi, insan haklarına dayalı adil ve güvenli toplumsal bir düzen kurmak ve bunu kesintisiz bir şekilde sürdürmektir. Bunu sağlamak için çeşitli araçlara ihtiyaç bulunmaktadır. Ceza Muhakemesi Kanunu bunlar arasında yer alır.
Modern Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukukunun, daha doğrusu çağdaş hukuk sisteminin bütününün temelini Hukuk devleti ilkesi oluşturmaktadır.
Hukuk devletinin bir başka yönü, eylem ve işlemlerinde ölçülü (oranlı) davranan devlet olmasıdır. Oranlılık ilkesi, hukuk devletine hakim olan aşırılık yasağının bir bölümünü oluşturur. Bu ilkeye göre, Ceza Muhakemesi Hukuku işleminin yapılması ile sağlanması beklenen yarar ve verilmesi ihtimal dahilinde bulunan zarar arasında makûl bir oranın (ölçünün) bulunmasını, oransızlık durumunda işlemin yapılmamasını ifade eden ilkeye oranlılık (ölçülülük) ilkesi denir.
Şu husus gözden kaçırılmamalıdır ki, burada eşitlikten değil, oranlılıktan söz edilmektedir. Örneğin, küçük sanıkların tutuklanması, kural olarak, bu ilkeye ters düşer. Yine, başlangıç şüphesi bulunmamasına rağmen soruşturma evresine başlanması da oranlılık ilkesine aykırıdır. Bir hukuk devletinde, ceza takibine yetkili makamların, bir ceza muhakemesi işlemi yaparken devleti veya ferdi "kayırması" kabul edilmez. Çünkü, "ferdin kayırılması anarşiye, devletin kayırılması da baskıcı bir yönetime yol açabilir". Hukuk devleti ilkesinin geçerli olmadığı devletlere totaliter devlet veya polis devleti denmektedir. Böyle bir devlette insan haysiyeti, insan hakları, temel hak ve hürriyetler gibi konular önemli olmadığından, ya sanığa hiç bir hak tanınmaz, ya da bazı haklar hatta tüm haklar tanınır; fakat sanık bunları uygulamada, özellikle iktidar çıkarlarının söz konusu olduğu durumlarda kullanamaz.
Anayasal açıdan ahlakî değil, bağlayıcı bir hukukî değer olan insan haysiyetinden vazgeçmek mümkün değildir. Bu nedenle, örneğin işkence, rızaya dayansa da, kabul edilemez; bu suretle elde edilen deliller ceza muhakemesinde kullanılamaz. "İnsan haysiyeti, bilinçli olma, kendi kaderini tayin etme ve kendi çevresini şekillendirme yeteneği veren ve kişiliksizliği ortadan kaldıran ruhtur, manevî güçtür." Son bir tahlilde insan haysiyeti adı verilen değerin hür irade olduğu söylenebilir. İnsanı obje haline getiren ve kişiliği nedeniyle sahip olduğu değerin inkârı anlamına gelen her türlü işlem insan haysiyetine aykırıdır.
Önemle kaydedelim ki, insan haysiyeti, örneğin işkence yasağı gibi bazı durumlarda dokunulmaz olmakla birlikte, sınırsız değildir. Bir hukuk devletinin vatandaşı sadece hakları olan bir vatandaş değildir; onun, sosyal hayatı mümkün kılmak üzere devlet tarafından hukuk devleti ilkeleri esasları çerçevesinde getirilmiş bulunan yükümlülüklere ve alınmış bulunan tedbirlere uymak, toplumsal hayatın çekilmez hale gelmesini önlemek hususunda öngörülen faaliyetlere katkıda bulunmak görevi vardır. İnsanın sosyal bir yaratık olduğu gerçeği bile, bu görevin temelini açıklamaya yeter. Durum böyle olunca, bir toplumda yaşayan insanların, sosyal hayatı mümkün kılmak, toplumsal hayatı disipline etmek ve insanların düzen içinde, kargaşa olmadan rahat bir hayat sürmelerini temin etmek için Parlamento tarafından hukuk devleti ilkesi esaslarına uygun olarak kanunla konulmuş ve daha sonra herkesin bilmesi temin edilmiş suçları, kendi iradeleri ile, kusurlu olarak işlemeleri halinde bir ceza muhakemesi yapılması, bu yapılırken yakalama, tutuklama gibi bazı koruma tedbirlerine başvurulması ve nihayet adil bir şekilde, Ceza Muhakemesi Hukuku esaslarına uyularak yapılan bir muhakemenin neticesinde bir cezaya hükmedilmesi ve buna mahkûm olan kimsenin cezaevine konması ve cezanın hukuk devleti ilkesi gereklerine göre infaz edilmesi insan haysiyetine aykırı sayılmaz. Aslında otorite ile hürriyet birbirlerine ters düşen kavramlar değildir. Hukuk devleti ilkesi esaslarına uygun bir şekilde teşekkül etmiş demokratik bir otorite olmadan hürriyetlerin topyekûn olarak idraki mümkün olmaz. Toplumdaki her fert kendi hürriyetlerinin ve hür alanının sınırlarını kendisi tayin edecek olursa, güçlü olanlar dışında kimse hürriyetlerini idrak edemez.
İnsan haysiyeti, teneffüs ettiğimiz hava gibidir; bulunmadığı zaman varlığını hissederiz. Bu nedenle nelerin insan haysiyetine uygun olduğunu değil, nelerin insan haysiyetine uygun olmadığını göstermek daha kolaydır. Örneğin, her şeyden önce işkence, yani sanığın kendini suçlayıcı beyanlarda bulunmaya zorlanması insan haysiyetine aykırıdır. Bir insandan, onun hür iradesini hiçe sayarak, işkence ile ifade alınması, insan haysiyeti ihlâllerinin en ağırıdır. Burada işkence işleminin tatbiki, ihlâlin varlığı için yeterlidir; hür iradeye yapılan engellemenin derecesinin hiç bir önemi yoktur. 1982 Anayasası m. 17/3’de, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi m. 5'de, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi m. 3’de, Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi m. 7'de hiç kimseye işkence ve eziyet yapılamaz denilmek suretiyle bu husus açık bir şekilde ifade edilmiştir. Öte yandan TCK işkence ve eziyeti ağır bir suç olarak düzenlenmiştir. Burada İşkenceye Karşı Birleşmiş Milletler ve Avrupa Sözleşmelerini de unutmamak gerekir. Bir kimsenin yakınlarını suçlayıcı beyanda bulunmaya zorlanması da insan haysiyetine aykırıdır. Anayasamıza göre, hiç kimse... kanunda gösterilen yakınlarını suçlayan bir beyanda bulunmaya veya bu yolda delil göstermeye zorlanamaz. Sanığa, kendisi ile ilk temasa geçen yetkili tarafından bazı haklarının, özellikle de "susma hakkı ve bir avukat ile temas kurabilme hakkının" bulunduğunun bildirilmemesi suretiyle konuşmasının sağlanması ve kendisini zor duruma sokmasına sebep olunması da insan haysiyetine aykırıdır. Hayatın gizli alanına yapılan müdahaleler de, insan haysiyetinin doğrudan doğruya ihlâlidir.
Adil yargılama, hukuk devleti ilkesinin bir gereğidir. Ceza muhakemesi işlemlerinin kandırma, yanıltma veya zorlama gibi irade serbestisini engelleyen veya savunmayı kısıtlayan yollara sapılmaksızın, hukuk devleti ilkesine uygun olarak, önceden kanunla öngörülmüş bulunan esaslar çerçevesinde yapılmasıdır. Bir hukuk devletinde bu esasların, asgarî olarak nelerden ibaret bulunduğu Anayasa m.36, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi m. 6 ve Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi m. 14/1 vd. da gösterilmiştir.
İddia ve savunma makamları arasında, iddia ve savunma faaliyetlerinin gereği gibi yapılmasına engel olacak ayrımlar yapılması; örneğin iddia veya savunma makamının kayırılması, silâh eşitliği olarak anılan ilkeye açık bir aykırılık teşkil eder. Silâh eşitliği demek, ülkemizin de dahil bulunduğu Kıta Avrupa Hukuk Sistemine göre, iddia ve savunma makamlarının her bakımdan eşit olması demek değildir. Bugün silâh eşitliği denilince akla gelen, savunma makamının bir hukuk devletinde kendisine tanınmış bulunan hakları "gerçekten" kullanabilmesidir.
Her hukuk devletinde kabul edilen ve masumluk karinesi ile sıkı bir ilgisi bulunan şüpheden sanık yararlanır ilkesine göre, yapılan ceza muhakemesinin sonunda, fiilin sanık tarafından işlendiği % 100 belliliğe ulaşmadığı takdirde mahkûmiyet kararı verilemeyecektir (Anayasa m. 38/4, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi m.11, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi m.6/2 İHAS, Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi m. 14/2). Böyle bir ilkenin kabul edilmesinin sebebi, bin suçlunun cezasız kalmasının bir masumun mahkûm olmasına tercih edilmesidir; başka bir ifade ile masumluk karinesidir.
Tarihsel gelişme, ceza muhakemesinin kapalı kapıların arkasında yapılmasının insan hakları açısından ağır sonuçlar doğurduğunu ortaya koymuştur. Bu nedenle özellikle Aydınlanma Dönemi düşünürleri duruşmaların halka açık yapılmasını talep etmişlerdir. Muhakemenin halkın girebileceği yerlerde yapılmasını ve muhakeme tutanaklarının halka açıklanabilmesini ifade eden ilkeye halka açıklık ilkesi denmektedir (Anayasa m. 141/1, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi m.10, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi m.6/1 İHAS, Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi m. 14/1). Halka açıklık ilkesi, kovuşturma evresinde geçerli olup, soruşturma evresine, sanığın lekelenmemesi ve maddi gerçeğe ulaşmanın zorlaştırılmaması ve duruşmanın iyi hazırlanabilmesi için önemli ölçüde gizlilik egemendir.
Her demokratik hukuk devletinde fertlere, maddî ve manevî varlıklarını istedikleri gibi geliştirip şekillendirebilecekleri hür bir "hayat alanı" tanınır. Devletin müdahalesinden korunmuş bulunan ve "bireyin küçük dünyası" olarak anılabilecek olan bu alan temel hak ve hürriyetler ve ülkenin siyasî rejimi bakımından hassas bir göstergedir. Bu küçük dünyamız ne kadar geniş ise, ülkede mevcut olan siyasî rejim o kadar hürriyetçi ve demokratik; ne kadar dar ise, o kadar baskıcı ve otoritedir. Anayasa m. 20, 21 ve 22'de, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi m.12, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi m.8'de, fertlerin devletin müdahalelerinden korunmuş hür bir alana sahip bulundukları açıkça ifade edilmiştir. Anayasamıza göre, herkes özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz (m. 20); kimsenin konutuna dokunulamaz (m. 21); herkes haberleşme hürriyetine sahiptir, haberleşmenin gizliliği esastır (m. 22). Kanunun açıkça gösterdiği hallerde, usûlüne göre verilmiş bir hâkim kararı olmadıkça; gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınan merciin emri bulunmadıkça, kimsenin üstü, özel kâğıtları, eşyası ve konutu aranamaz; bu eşya ile konutta bulunan eşyaya el konulamaz; haberleşme engellenemez ve gizliliğine dokunulamaz (m. 20-22).
Doktrinde, insanın sosyal bir yaratık olduğu ve bu nedenle yaşamını ancak diğer insanlarla birlikte devam ettirebileceği gerçeğinden hareketle, insan hayatının esas itibariyle iki yönünün bulunduğu kabul edilir. Bunlar hayatın genel ve özel yönleridir; hayatın özel yönü de "özel hayat" ve "hayatın gizli alanı" olmak üzere ikiye ayrılır.
Hayatın genel yanının korunacak bir gizliliği bulunmadığından, bir özelliği yoktur. Örneğin, kamuya açık yerlerdeki davranışlarımız ve sözlerimiz herkes tarafından görülüp dinlenebilir. Buna karşılık hayatın özel yanı her hukuk devletinde koruma altına alınmıştır. Hayatın gizli alanı mutlak bir şekilde korunur, hatta dokunulmaz sayılırken, özel hayat nisbî olarak korunmuştur. Özel hayat dar bir çerçevede, örneğin bir aile içinde söz konusu olabilirken, hayatın gizli alanı sadece bireyi ilgilendirir ve ondan başkasının bu alana girebilmesi asla kabul edilemez; bu nedenle de dokunulmazdır. Meselâ bireyin, suç teşkil etmemek şartıyla, cinsel yaşamı tamamen kendisini ilgilendirir. Bugün Batı'da, cinsel hayata ilişkin suçların aydınlatılmasında dahi, tanık veya sanığa insan haysiyetiyle bağdaşmayan soruların sorulamayacağı kabul edilmektedir. Aynı esas Batı'nın değerlerini ve hukuk düzenini benimsemiş bulunan ülkemiz için de geçerlidir. Bilindiği gibi, olayla ilgisi bulunmayan soruların sorulması, delillerin toplanması Ceza Muhakemesi Hukuku esaslarına aykırı olduğu için zaten mümkün değildir. Burada söz konusu olan, olayla ilgisi bulunduğu halde sorulması veya toplanması insan haysiyetine aykırı bulunan sorular ve delillerdir. İnsanın dinî inancı, belli konuda ne düşündüğü vs. hayatın gizli alanı içinde kalır. Anayasa m. 24 de, "... kimse, ibadete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz..."; m. 25 de de, "... kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz...." denilmek suretiyle bu husus dile getirilmiştir.
Ceza Muhakemesinde, şeklî gerçekle yetinilmeyip işin esası araştırılır. Ceza muhakemesinin amacı hiç bir duraksamaya yer vermeden maddî gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır. Bu araştırmada, yani gerçeğe ulaşmada mantık yolunun izlenmesi gerekir. Gerçek; akla uygun ve realist, olayın bütünü veya bir parçasını temsil eden kanıtlardan veya kanıtların bütün olarak değerlendirilmesinden ortaya çıkarılmalıdır. Yoksa birtakım varsayımlara dayanılarak sonuca ulaşılması, ceza muhakemesinin amacına kesinlikle aykırıdır, Ceza muhakemesinde kuşkunun bulunduğu yerde, mahkûmiyet kararından söz edilemez. Bu ilke evrenseldir. Bir hukuk devletinde, maddî gerçeğin "her ne pahasına olursa olsun" araştırılması kabul edilmemekte; delil yasakları bunların sonucu olarak ortaya çıkan yasak deliller ile bu ilkeye bazı sınırlar getirilmektedir. Hukuk devleti esaslarına uygun bir şekilde yapılandırılmış bulunan bir ceza muhakemesinde delil elde edilmesi ve değerlendirilmesi işlemlerine getirilen sınırlamalara delil yasakları denilmektedir. Örneğin zorla elde edilmiş ikrarın veya kanuna aykırı olarak yapılan arama neticesinde elde edilen eşyanın ceza muhakemesinde delil olarak hükme esas alınması yasaktır.
Bir fiilin yargılanmasına başlanabilmesi için, kural olarak, o fiilin suç teşkil ettiğinin ve failin cezalandırılması gerektiğinin ileri sürülmesini ifade eden ilkeye "davasız yargılama olmaz" ilkesi denmektedir. Bu, iddia, savunma ve yargılama arasında kurulan diyalektik ilişkinin doğal bir sonucudur.
Yargılama makamının iddia ve savunma karşısındaki durumu bakımından üç sistemden söz edilir. Bir kimsenin fail olarak cezalandırılması için başka bir kimse tarafından itham edilmesini ve itham edenin failin suçlu olduğunu ispat etmesini öngören sisteme itham sistemi denir. Bu, ferdiyetçi ve liberal düzenle ilgili bir sistemdir. Bu sistem, Ortaçağda otoriter devletlerin kurulmasıyla yerini tahkik sistemi denilen ve muhakeme makamları sadece yargılama makamlarından ibaret olan ve sanığın muhakeme kişisi değil de muhakeme objesi olarak gören başka bir sisteme bıraktı. Bu iki sistemin yanında bir de karma sistem vardır. Bu sistem 1789 Fransız İhtilâlinden sonra tahkik sistemine tepki olarak ortaya çıkmıştır. Bu sistemin esasları şunlardır: 1) Hâkim işe re'sen elkoyamaz; davasız yargılama olmaz. Dava, kural olarak devletin davasıdır ve bunun için savcılık teşkilâtı kurulmuştur. 2) Hâkim, tarafların delilleriyle bağlı değildir; maddi gerçeğin araştırılması kuraldır. 3) Sanık bir muhakeme objesi değil, muhakeme kişisidir, bazı hakları ve yükümlülükleri vardır. Komisyonumuz temel hak ve özgürlüklerin daha sağlıklı korunabilmesi için, soruşturma evresinde savcının kolluk karşısındaki konumunu güçlendirmiş; karma sistemi ıslah ederek korumuştur.
Mahkemenin, daha doğrusu, hâkimin kararını delillerle doğrudan doğruya, bizzat temasa geçerek vermesini ifade eden ilkeye vasıtasızlık ilkesi denmektedir. Yani, kararı verecek olan mahkeme veya hâkim, delil sözlü ise, dinleyecek, yazılı ise, okuyacak, eşya veya iz şeklinde ise, görecektir. Öte yandan bu ilkenin sonucu olarak, tanıkların duruşmada doğrudan doğruya dinlenmeleri aranmıştır. Açıkça yer verilen bazı istisnalar dışında tanıkların önceki ifadelerinin duruşmada okunmasıyla yetinilemez. Yine sanık daha önce sorguya çekilmiş olsa bile duruşmada tekrar sorguya çekilmek zorundadır.
Duruşmada sözlü olarak ne söylenmişse, ancak onun hükme temel kabul edilmesini ifade eden ilkeye de sözlülük ilkesi denmektedir. Bu ilke, kural olarak, kovuşturma evresinde söz konusu olur. Her şey, özellikle sanığın sorgusu, delillerin dinlenmesi, son iddia ve savunmalar hep sözlü yapılacaktır. Duruşmada konuşulmamış hususların hüküm verme sırasında göz önünde tutulması mümkün değildir. Konuşulmamış olmak burada var olmamak, meydana gelmemekle eş anlamlıdır. Basit, hızlı ve açık olması sözlü muhakemenin en çarpıcı özellikleridir ve bütün bunlar aynı zamanda sözlü yargılamanın faydalarını da ifade eder. Bundan başka, sözlü yargılama yazılıya nazaran daha canlı olacağı açıktır. Bu ilke ile vasıtasızlık ilkesi arasında sıkı bir ilişki vardır. Gerçekten, sözlü yargılama aynı zamanda vasıtasızlık ilkesinin hakim olduğu bir yargılamadır. Komisyonumuz ilgililere doğrudan soru sorma hakkını tanıyarak; çapraz sorguya benzeyen bir müessese oluşturarak sözlülük ilkesini pekiştirmiştir.Yazılılık ilkesi ise, muhakemede yazılı olarak ne söylemişse, ancak onun hükme temel kabul edilmesini ifade eder. Ceza muhakemesinin soruşturma evresine, kural olarak, yazılılık ilkesi hakimdir.
Bir fiilin işlendiği haberinin alınması üzerine, bu fiileri takibe yetkili makamlar tarafından derhal soruşturmaya başlanmasını; bunun neticesinde, ceza veya güvenlik tedbiri gerektirecek hususlarda fiilin ve failin belli olması, yeterli emareler teşkil edecek vakıaların bulunması, yani şüphelerin ciddî olduğunun tespit edilmesi ve dava şartlarının gerçekleşmiş olması durumunda, yetkili makam tarafından kamu davasının açılmasını; nihayet, açılan kamu davasının, muhakeme sonuçlanıncaya kadar savcılıkça yürütülmesini ifade eden ilkeye kovuşturma mecburiyeti ilkesi denir. "Bir fiilin işlendiği haberinin alınması üzerine, bu fiilleri takibe yetkili makamlar tarafından derhal soruşturmaya başlayıp başlamamakta; soruşturma neticesinde ceza ve güvenlik tedbiri gerektirecek hususlarda fiilin ve failin belli olması, yeterli emareler teşkil edecek vakıaların bulunması yani şüphelerin ciddî olduğunun tespit edilememesi durumunda savcının kamu davasını açıp açmamakta; ve nihayet kamu davasını muhakeme sonuçlanıncaya kadar yürütüp yürütmemekte takdir yetkisinin bulunduğunu" ifade eden ilkeye maslahata (maksada) uygunluk ilkesi veya takdirilik ilkesi denmektedir. Komisyonumuz tasarıda, maslahata uygunluk ilkesine ancak istisna olarak yer vermiştir.
Komisyonumuzun çalışmalarında dikkate aldığı ceza muhakemesi ilkeleri yukarıda açıklananlardan ibaret değildir. Bunlardan başka, "çabukluk ilkesi", "kovuşturmanın resmiliği ilkesi", "delillerin serbest değerlendirilmesi ilkesi" ve "delillerin serbestliği ilkesi" de önemli ilkeler arasındadır.
Ceza muhakemesine ilişkin kanunlarda yer alan kuralların doğrudan doğruya temas ettiği insan haklarına ceza muhakemesinde insan hakları denmektedir. Ceza muhakemesi ile ilgili bir yetkiyi kullananların, örneğin yakalama, tutuklama veya elkoyma yapanların, kanundaki düzenleme dışına çıktıklarında insan hakları ihlâllerine yol açabileceklerini bilmeli buna göre hareket etmelidirler. Kanunlarımızın yanında Anayasamızda, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi özellikle de İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinde değişik şekillerde ifadesini bulan bu haklar, "genel insan hakları" ve "ceza muhakemesinin yürüyüşüne ilişkin olan insan hakları" olmak üzere iki gruba ayrılarak ele alınabilirler.
Yakalama, tutuklama, bedenin muayenesi ve gözlem altına alma gibi ceza muhakemesi işlemlerini yakından ilgilendiren kişi dokunulmazlığı; işkence ve benzeri insanlık dışı muamele yasağı; kanunlarda ve usûlüne göre yürürlüğe konularak iç hukuk kuralı halinde getirilmiş bulunan milletlerarası sözleşmelerde gösterilen şartlar gerçekleşmedikçe yakalama veya tutuklama yapılamayacağını ifade eden kişi hürriyeti ve güvenliği; ceza muhakemesinde de her türlü ayırımcılığı yasaklayan eşitlik; fertlerin, devletin müdahalelerinden korunmuş hür bir alana yani özel bir hayat alanına sahip bulundukları ifade eden özel hayatın gizliliğinin korunması genel anlamda insan hakları olarak komisyon çalışmalarında gözetilmiştir. Ancak muhakemenin yürüyüşüne ilişkin insan hakları da en az genelleri kadar tasarının ruhuna nakşedilmeye çalışılmıştır. Hak arama hakkı, isnadı ve hakları öğrenme hakkı, muhakemenin sonuna kadar suçlu sayılmama hakkı (masumluk karinesi), kimsenin kendisini ve yakınlarını suçlandırıcı beyanlarda bulunmaya zorlanamayacağı ilkesi, kimsenin başkasının fiilinden dolayı yargılanmaması hakkı (ceza sorumluluğunun şahsîliği ilkesi), kanunda suç olarak gösterilmemiş bir fiilden dolayı takibata uğramama ve kanunda öngörülmemiş bir cezaya çarptırılmama hakkı (suçların ve cezaların kanunîliği ilkesi), savunma hakkı, kanunî (olağan) hâkim tarafından yargılanma hakkı, halka açık yargılanma hakkı, tercüman hakkı, sağlıklı bir ortamda yargılama hakkı, temel hak ve hürriyetlerin korunması hakkı, denetim muhakemesine başvurma hakkı, makûl süre içinde yargılanma hakkı ceza muhakemesinin yürüyüşüne ilişkin haklar olarak tasarıda değerlendirilmiştir.
İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 6/1 ncı maddesinde, "her şahıs... bir mahkeme tarafından davasının makûl bir süre içinde hakkaniyete uygun ve alenî surette dinlenmesini istemek hakkına haizdir" denilmekte; Anayasamızda da, davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının, yargının görevi olduğunu açıklanmaktadır (Anayasa m. 141/ son). Ceza muhakemesinin, hukuk devleti ilkesinden vazgeçmeksizin hızlandırılabilmesi için tasarıda; şahsî dava kaldırılmış, soruşturmanın çok iyi yapılmasını sağlayabilmek ve duruşmalarda "tek oturum" kuralını uygulayabilmek için iddianamenin iadesi imkânı getirilmiş; adli kolluğun kurulması öngörülmüş; mecburî müdafi sistemi büyük ölçüde kurulmuş; sanığın, ifade ve sorgudan itibaren değil suç haberinin alınmasından başlayarak, muhakemenin sonuna kadar müdafi yardımından yararlanabilmesi sağlanmış; yeni Ceza Kanunu ile kabahatler suç olmaktan çıkartılarak idarî yaptırım gerektiren fiiller haline getirilmiş; bilirkişilik büyük ölçüde yenilenmiş; doğrudan soru sorma hakkı yani çapraz sorgu sistemi öngörülmüş; kovuşturma mecburiyeti ilkesi; hukuk devleti ilkesinin fiilen yerleşmesine paralel olarak yumuşatılmış; Bölge Adliye Mahkemeleri kurularak iki dereceli denetim sistemi getirilmiş ve Yargıtayın yalnızca hukuki denetim yaparak içtihat mahkemesi haline gelmesinin yolu açılmıştır.
1412 sayılı Kanunun çok sayıda eksiği olduğu bilinmektedir: Örneğin, koruma tedbirleri çağdaş gelişmeleri izleyememiş; iletişimin dinlenmesi ve tespiti, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nce saptanan koşullara uyulması sağlanamamış; tanık dinlenmesi ve güvencesine, bilirkişiliğe, kamu davasının açılmasında maksada uygunluk sistemine bir ölçüde yer verilmesini zorunlu kılan hâller karşılanamamış; beden muayenesi ve moleküler genetik inceleme hususundaki hükümlere, tanığın ve hatta hâkimin korunmasına ilişkin esaslara ve her şeyden önemlisi davanın bir oturumda bitirilmesini sağlayacak hüküm ve tedbirlere, kaçakların yargılanmasına ilişkin yeni hükümlere, uzlaşma usulünün uygulanmasına yer verilmemiştir.
"Adil yargılanma hakkı"na saygılı olmak ve bunun gerektirdiği usul hükümlerine Ceza Muhakemesi Kanununda yer vermek, söz konusu dengenin, bireyin hak ve özgürlüklerine ilişkin kısmını karşılamaktadır: Kişinin, kanunun belirlediği, açıkça tanımladığı usullere göre itham edilebilmesi; güvencelere saygı göstererek yakalanabilmesi, gözaltında tutulabilmesi, tutuklanabilmesi; şüpheli veya sanığın aleyhindeki ithamları önceden bilmesi, savunmanın gerektirdiği bütün olanakların davanın tüm evre ve aşamalarında tanınması (sanık veya müdafinin savunmasını hazırlamak için zorunlu vasıtalara ve zamana sahip kılınması, müdafiin sanık ile temas etmek ve dosyaya ulaşmak olanağının her evrede kabul edilmesi, sanık olmadan duruşma yapılıp hüküm verilememesi, susma hakkı kullanıldığında bunun şüpheli veya sanık aleyhinde sonuç meydana getirememesi, adlî işlemlere katılmak olanağı, zorunlu avukatlık ilkesinin mümkün olduğunca genişletilmesi ve diğerleri); silâhların eşitliğinin gerekli hükümlerle saptanması; suçsuzluk karinesi, susma hakkı, davanın bağımsız ve tarafsız, kanunla kurulmuş mahkemelerde alenen görülmesi ve makul bir süre içinde bitirilmesi; yakalama, adlî kontrol, tutuklama gibi önleyici tedbirlerin ancak çok sıkı koşullar altında ve itiraz hakları kabul edilerek uygulanabilmesi; tutuklamaya seçenek olarak adlî kontrolün kabulü; hukuka aykırı olarak elde edilen delillerin hükümsüz sayılması ve diğerleri ...
Komisyonumuz suç mağdurlarının yargılama sırasında bir kez daha mağdur olmasının önüne geçmek amacıyla sanıklara tanınan hakların önemli bir kısmına da tanınmış, ayrıca mağdurlara özgü, onları koruyucu hükümlere yer vermiştir.
1412 sayılı Kanunun tasnifinin esasta amaca tam uygun olduğunu söylemek olanağı yoktur. Bir usul kanununun aslında ceza adalet sistemini yürüten mekanizmanın işleyişini yansıtan bir tasnifi içermesi ve ceza davasının evre ve aşamalarına göre düzenlenmiş bulunması uygun olur. Böylece, kişi, sahibi bulunduğu adil yargılanma hakkından yararlanıp yararlanmadığını kolayca saptayacak ve hakkında yürütülecek kovuşturma ve davanın gelişmelerini, algılamak olanağına kavuşmuş bulunacaktır. 1412 sayılı Kanunun aslında aynı kitap, kısım, fasıl veya bölümde bulunması gerekli hükümleri değişik yerlerde toplamış olan tasnifi, bu bakımdan eleştirilebilecek nitelikte görülmüş ve Tasarı yeni bir tasnife tabi tutulmuştur. Bu arada özellikle koruma tedbirleri arasında var olan uyumsuzluk ortadan kaldırılmıştır.
Tasarıda, adlî kontrole ilişkin hükümlere ve bu hükümler cümlesinden olmak üzere kefâlete yer verildiğinden, 1412 sayılı Kanunda düzenlenmiş olan, tutuklunun kefâletle salıverilmesine ilişkin hükümler Tasarıya alınmamıştır.
Tasarının getirdiği çok önemli bir yenilik "uzlaşma" kurumunun kabul edilmiş olmasıdır.
Bunların yanında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararı nedeniyle hükümlü lehine yargılamanın yenilenmesine ilişkin hüküm getirilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6 ncı maddesine paralel olarak 4709 sayılı Kanunla Anayasanın 36 ncı maddesine "adil yargılanma" hakkı eklenmiştir. Adil yargılanma hakkının bir uygulaması olarak yargılamanın yenilenmesi nedenleri arasına Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin veya eki protokollerin ihlâli nedeniyle verilen mahkûmiyet kararları da dahil edilmek suretiyle Sözleşme veya eki protokollerin hükümlerinin iç hukuka yansıtılması sağlanmıştır.
Getirilen veya değiştirilen kurum ve hükümler hakkındaki gerekçeler ayrıntılı olarak maddelere ilişkin gerekçelerde gösterilmiş olup, Tasarı yukarıda açıklanan ilke ve düşünceler esas alınarak hazırlanmıştır.
Komisyonumuz, Tasarıyı; bu gerekçelerin ışığında 24.11.2004 tarihli 4 üncü, 25.11.2004 5 inci, 26.11.2004 tarihli 6 ncı, 27.11.2004 tarihli 7 nci, 29.11.2004 tarihli 8 inci ve 30.11.2004 tarihli 9 uncu toplantılarında; Adalet Bakanı Sayın Cemil Çiçek ile Adalet ve İçişleri Bakanlıkları, Yargıtay Başkanlığı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Türkiye Barolar Birliği Başkanlığı ve Hukuk Fakülteleri öğretim üyelerinin de katılmalarıyla, Alt Komisyon metni esas alınmak suretiyle inceleyip görüşmüş, maddeler üzerindeki kabul, ilave ve değişiklikler sırasıyla aşağıda açıklanmıştır.
Ceza Muhakemesi Hukuku, muhakeme hukukunun bir dalıdır. Muhakeme hukuku, muhakemeyi düzenleyen hukuki normların bütünüdür. Muhakeme ise, hukuki bir uyuşmazlığı çözmek üzere yargılama organlarının yaptıkları faaliyet dolayısıyla meydana gelen hukuki ilişkilerin sujeleri tarafından yapılan işlemlerin bütünüdür. Bu sujelerin erklerini, ödevlerini muhakeme hukuku gösterir.
Muhakeme yanında ayrıca bir de "usul" tabirine yer vermek doğru değildir. 19. yüzyıl anlayışında belki "usul"den söz etmek yerinde idi. Çünkü o dönemde veya daha önceki dönemlerde, Ceza Muhakemesi Kanunları sadece şekiller ve formaliteler kanunu olarak kabul edilmekte idi. Oysa günümüzde, bilimin de gelişmesiyle, Ceza Muhakemesi Kanunlarının, şekillerden ve formalitelerden ayrı olarak, maddi içeriği de olan kanunlar olduğu artık kabul edilmektedir. Muhakeme hukukunun sadece formalitelerden ibaret olmadığını, maddi içeriğinin de bulunduğunu belirtmek üzere "Muhakeme Hukuku" tabiri kullanılmalıdır. Usul; kurallar, hükümler, normlar anlamına geldiğinden ve bu da hukuktan başka bir şey olmadığından, hem "usul" hem "hukuk"dan söz edilmesi mantıklı değildir. Muhakeme hukuku, muhakeme normlarının bütünü demek olduğundan, muhakeme hukuku tabiri için normları ayrıca belirtmeğe ve dolayısı ile usul kelimesini kullanmağa gerek yoktur. Aynı nedenle muhakeme faaliyetini düzenleyen kanunu da, "Muhakeme Kanunu" yerine Muhakeme Usulü Kanunu olarak isimlendirmek doğru değildir.
Muhakeme hukukunu yargılama hukuku olarak Türkçeleştirmek de doğru değildir, çünkü yargılama "kaza"nın Türkçesidir ve kaza, muhakemeyi oluşturan üç görevden sadece biridir. Muhakeme yerine yargılamayı tercih etmek, kaza yerine de yargı tabirini kullanmayı zorunlu kılmaktadır. Oysa yargı-yargılama ilişkisi, bir şey ile onu yapan veya alet olarak kullanan kişinin ilişkisidir. Başka bir ifadeyle; yargı, kaza faaliyetini değil, bu faaliyetin sonunda yapılan şeyi veya o faaliyette kullanılan aleti ifade etmektedir. Bu faaliyeti yapan kişi, yani hâkim veya yargıç "yargılar". Dolayısı ile kaza ve muhakeme faaliyetleri farklıdır. Kaza sadece hâkimlerin yaptığı faaliyetin adıdır. Muhakeme ise, davacının, davalının ve hâkimin yaptıklarından oluşan üçlü bir faaliyeti ifade eder.
Muhakeme kavramı yerine "muhakemeler" denmesi de doğru değildir. Bu nedenle burada çeşitli somut faaliyetler değil, onların hepsini ifade eden tek, soyut bir kavram kullanılmalıdır. Nasıl cezalar hukuku denmiyorsa, burada da, ceza muhakemeleri yerine ceza muhakemesi denmesi bilimsel bir tercihtir.
Yukarıda ifade edilen gerekçelerle ve doktrinin de hemen hemen ittifak halindeki tercihi doğrultusunda, tasarının ismi "Ceza Muhakemesi Kanunu Tasarısı" şeklinde değiştirilmiştir.
Tasarının tüm maddeleri, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu sistematiği dikkate alınarak düzenlenmiş, tasarı maddelerinde diğer maddelere yapılan atıflar yeni düzenlemeye paralel olarak değiştirilmiştir.
Tasarının 1 inci maddesinin birinci fıkrasının birinci paragrafı, kapsam bakımından hem yetersiz hem de karmaşık bulunmuş, bu yetersizliğin ve karmaşıklığın giderilmesi amacıyla, muhakeme sürecine katılan kişilerin hak, yetki ve yükümlülüklerinin de bu Kanunda düzenleneceği ifadesine yer verilmiştir.
Birinci fıkranın ikinci paragrafının metinden çıkarılmasının nedeni, bir yandan Ceza Muhakemesi Kanununun temel kanun olması, diğer yandan ise, saklı tutulduğu belirtilen kanun hükümlerinin hemen hepsinin bu Kanun içerisinde düzenlenmiş olmasıdır.
Sonraki fıkraların tasarı metninden çıkarılmasının gerekçesi ise; buradaki düzenlemelerin anlaşılır olmaması ve ayrıca, burada sayılmayan başka ilkelerin, kanunun yorumunda uyulması gereken ilkelerden olmadığı gibi bir anlayışı beraberinde getirmesidir. Muhakkak ki, Ceza Muhakemesi Kanununun yorumunda uyulması gereken ilkeler tasarıda sayılanlardan ibaret olamaz. Bazı ilkelere diğerleri karşısında daha genel ve üstün bir konum verildiği izlenimi doğuran böyle bir tercihin tasarıda yer alması uygun görülmemiş ve tasarının 1 inci maddesi "Kanunun kapsamı" başlığı altında tek fıkra halinde yeniden düzenlenmiştir.
Tasarının 2 nci maddesi, Kanunun değişik yerlerinde sürekli olarak kullanılan terimlerden ne anlaşılması gerektiğini baştan belirlemek amacı ile yeniden düzenlenmiştir. Tasarıda yer alan bazı tanımlar aynen muhafaza edilmiş, bazı tanımların içeriği değiştirilmiş, ayrıca bazı yeni tanımlara yer verilmiştir.
Şüpheli kavramının içeriğinde bir değişiklik yapılmamış, sadece ifade biçimi düzeltilmiştir. Çünkü burada belirtilen bir kişiye verilen sıfatı karşılayan kavram "şüpheli" değil "şüphelilik"tir. "Sıfat" tabiri bir durumu ifade etmektedir. Oysa tanımlanmak istenen, şüphelinin içinde bulunduğu durum değil, bizzat şüphelinin kendisidir. Bu nedenle bent yeniden formüle edilmiştir.
Aynı gerekçelerle, sanık kavramı da yeniden tanımlanmıştır. Ancak, tasarıdaki bazı boşlukları gidermek ve daha sonraki maddelerde yapılan bazı değişikliklere uyum sağlamak amacıyla, sanık kavramı farklı bir şekilde yeniden tanımlanmıştır. Tasarıda ancak, iddianamenin kabulüne karar verilmesinden sonra, kişi sanık sayılmaktadır. Ancak bu durumda, iddianamenin mahkemeye verilmesi ile kabulü arasında geçen sürede, suç şüphesi altında bulunan kişinin durumunda bir belirsizlik olmaktadır. Çünkü bu ara aşama, ne soruşturma ne de kovuşturma evresine dahil sayılmaktadır. Bu boşluğu gidermek ve muhtemel bazı tartışmaları önlemek amacıyla, "kovuşturmanın başlamasından itibaren" sanıklığın başladığı kabul edilmiştir. Aynı şekilde, tasarıda sanıklığın başladığı an belirtildiği halde, bittiği an konusunda bir hüküm yer almamakta idi. Bu noktada çıkabilecek tereddütleri de gidermek amacıyla, sanıklık statüsü geniş anlaşılmış, dolayısıyla, kanun yolu aşamasında dahi kişinin sanıklık durumunun devam ettiğini vurgulamak için, "hükmün kesinleşmesine kadar" ibaresine yer verilmiştir. Böylece, örneğin, istinaf incelemesinde mahkemenin mahkûmiyet kararı onandığı takdirde kişi sanıklıktan hükümlülüğe geçecek, karar bozularak esas mahkemesine geri gönderildiğinde ise sanık olmaya devam edecektir.
Tasarıdaki avukat kavramı yerine, müdafi ve vekil ayırımı tercih edildiği için, bu ayırıma uygun olarak müdafi ve vekil tanımı yapılmıştır.
Keza soruşturma ve kovuşturma kavramları da, şüpheli ve sanık kavramları ile ilgili açıklamalara paralel olarak yeniden tanımlanmıştır. İddianamenin mahkemeye verilmesi ile bunun mahkeme tarafından kabulü arasındaki aşama, tasarıda ne soruşturma ne de kovuşturma içerisinde değerlendirilmekte idi. İki evre arasında bu şekilde isimsiz bir aşama olamayacağı düşünüldüğünden, soruşturma evresi, bu aşamayı da içine alacak şekilde geniş tanımlanmıştır. Yine, soruşturma evresi, suçun işlenmesi anından değil, suç şüphesinin öğrenilmesi anından başlatılmıştır. Çünkü bu aşamada henüz bir suçun işlendiğinden değil, ancak bir suç iddiasının varlığından söz edilebilir. Aksi takdirde, suçun işlendiğinden bahsedildiği yerde; örneğin şüpheli, sanık, soruşturma, kovuşturma gibi muhakeme hukuku kişi ve kurumlarının, suçlu sayılmama karinesi gibi ilkelerin yeri olamazdı.
İfade alma ve sorgu kavramlarının, ilgili maddelerde metin içerisinde tanımlanması yerine, genel tanım maddesinde bu kavramlara yer verilmesinin daha uygun olacağı düşünülmüştür.
"Gecikmesinde sakınca bulunan hal" kavramı, tanımının belirsiz olduğu ve tanımlar maddesinde böyle bir kavrama yer vermenin uygun olmayacağı düşüncesiyle, tasarı metninden çıkarılmıştır.
Diğer kavramlarda; ya hiç değişiklik yapılmamış ya da tasarının bütününde tercih edilen üslûba ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununa uygun sözcük değişiklikleri ile sistem uyumunu sağlamak amacıyla, fıkra ve bent numaralama sistemi değiştirilmiştir.
Dostları ilə paylaş: |