Dikey yarık açısından Kohut:
CG: Kohut’un Museviliğini sahiplenmemesinden bahsederken, bunun bir sebepten dolayı bir yarılmayla kendi kişiliğinin geri kalanından ayrıldığını varsayabiliriz. Biz de Arnold’la ve diğer çalışma arkadaşlarıyla beraber bunun üzerinde çok düşündük. Bunun altında bir sebep, bir motivasyon olduğunu biliyorduk. Bunların sonucunda tek bildiğimiz şey, her yarılmada olduğu gibi, oralarda bir yerlerde dayanılmaz, kişiliğinin geri kalanına entegre edilemez bir şeyler olduğuydu.
AG: Bir keresinde Kohut’a “Fikirleriniz nereden geliyor?” diye sorduk. O da dedi ki “Onları kendi içinizden çıkarmalısınız.” Vakalardan konuşurken kendi hislerimizden, hastaya ne yaptığımızdan ve hastanın bize ne yaptığından konuşmak önemli, çünkü kendilik psikolojisinde yaptığımız her keşif kendimizle ilgili bir keşiftir. Bir keresinde gerçeği söylemekle ilgili bir makale yazdım “Kendiliğin Analizi”nde yalan söyleyen kişilerle ilgili bir pasaj vardır. Bir keresinde Kohut beni arayıp kendisinin yalanla ilgili nerede yazmış olduğunu sormuştu. Çok sonra anlaşıldı ki Heinz bir yalancıydı. Çünkü yalan söylemek hakkında ancak yalan söyleyerek bir şeybir şeyler öğrenirsiniz. John Gedo da Kohut’un cinsel perversiyonlar içinde olduğu konusunda ısrarlıydı. Kohut bize kendisinin bir bağımlı olduğunu da birçok kereler söylemişti. Her zaman şu üzücü gerçeğe geri dönüyoruz: Patoloji hakkında ancak kendi patolojimiz yoluyla bir şeyler öğrenebiliriz. Akıntının dışına çıkamazsınız. Onun için de daha sonradan Mr. Z.’nin Heinz Kohut olduğu ortaya çıkınca oldukça açıktı ki Mr. Z. olabilmek için Mr. Z. hakkında yalan söylemesi gerekiyordu ve biz şanslıydık ki anlamlandırabilmek için patolojisini kendi içinden çekip çıkarabilmişti. Sanırım benim de dikey yarık ve gerçeklikle bu kadar ilgili olmam, benim sürekli kafayı neyin gerçek olduğuna takmamla ilgili. Hepimizin dünyayı farklı gördüğünü biliyorum. Bunun için de sürekli anlamaya çalışıyorum, neden insanlar dünyayı benim gördüğüm gibi görüyor ya da neden kendi gördükleri gibi görüyorlar? Heinz Kohut’ta beni çeken de bu. Kohut’u eşimin tarif ettiği gibi parlak, karizmatik bir insan olarak görebilirsiniz. Bize karşı ve çocuklarımıza karşı olduğu gibi hem cömert hem sevecen olabilen bir insandı. Onu böyle görebilmenin tek yolu, bir taraftan da onu çok çok zor bir insan, yanında durulması imkânsız birisi, aşırı kendisiyle ilgili, çok sert bir insan olarak görebilmek.
CG: Biri bir kere Arnold’a Kohut’a nasıl katlandığını sormuştu. Arnold, “Onun ulusal bir değer olması yüzünden…” demişti.
AG: Bazılarınız Paul ve Anna Ornstein’i burada dinleme şansına sahip olmuştu. Onlar Kohut’un iki farklı yönünün çok iyi bir örneğidirler. Paul Kohut’u tamamen idealize ediyordu ve onunla ilgili hiçbir hata kabul etmiyordu. Anna asla idealize etmiyordu Kohut’u ve Kohut’la ilgili çok az iyi şey bulabiliyordu. Onlar Kohut’un en iyi portresini oluşturuyorlar.
SORU: Burada kabullenmemenin iki düzeyde olabileceğini düşünebiliriz. Biri içsel, biri de toplumsal düzeyde. Bana öyle geliyor ki Kohut hiç toplumsal düzeyde ifade etmese de kendi içinden bu sahiplenmemenin farkında gibiydi, çünkü bunun farkında olmasa dikey yarılmayla ilgili bu kuramla ortaya çıkamazdı.
CG: Diyorsunuz ki, kabullenmemesinin bir kısmı neredeyse bilinçli, sosyal endişelerden kaynaklı bir kabullenmeme olabilir. Yani içten bunu sahiplenmeme, o yarık daha az derinlikte bir yarık, ama dışarıya karşı kabullenmeme ön planda. Burada ilginç noktalardan biri, mesela Mr. Z. vakasını kim olduğunu gizleyerek yazdı ve bu ayrıntılı olarak planlanmış bir gizleme. Bir keresinde Kohut ofisinden çıkmış ve Arnold’a demiş ki “Şimdi kiminle konuşuyor olduğuma inanmayacaksın!” Arnold sormuş: “Kiminle konuşuyordun?” Kohut yanıtlamış: “Mr. Z. ile konuşuyordum.”
AG: Ama bu uydurduğum bir hikâye de olabilir!
SORU: Mr. Z. makalesini okurken şunu düşündüm: Bildiğim kadarıyla Musevilik anneden geçer ve Kohut’un da annesiyle ilgili çok acılı deneyimleri var. Kohut’un Museviliğini sahiplenmemesi bir taraftan da annesiyle arasına mesafe koyma çabası olabilir.
CG: Bence bu da o hikâyenin önemli bir kısmı. Kohut’un annesi hayatının sonlarına doğru Katolik olmuş, ama Kohut bunu daha erken olmuş gibi yansıtıyor genelde. Hayatının son dönemlerinde de annesinin psikolojik olarak da çok stabil olmadığını biliyoruz. Gerçekten annesiyle hayat boyu çatışmalı bir ilişkisi olmuştu ve Musevi olduğunu inkâr etmesi bununla ilgili olabilir.
AG: Heinz Kohut Chicago’ya ilk geldiği zamanlarda bir hanımla ilişkisi varmış ve bu hanımla oldukça yakından ilgileniyormuş. Bu hanım ilerde evleneceklerini düşünüyormuş ve sürekli “Annenle ne zaman tanışacağım?” diye soruyormuş. Kohut birdenbire kendisiyle evlenmeyeceğini söylerken ilişkiyi bitirmiş. Hayatının bir kısmını her zaman ayrı tutmayı severdi, kimsenin bilmediği bir taraf olsun isterdi.
CG: Bu toplantımızın ikinci yarısında, size görmüş olduğum sınır kişilik bir hastayı sunacağım. Bu vakayla ilgili, bir sosyal hizmet dergisinde yayınlanan bir de makale yazmıştım. Size yalnızca vakayı ve ardında yatan kuramsal düşünceyi biraz sunacağım. Makalenin yayınlandığı haliyle başlığı “Yorumlanmamış Öfke: Sınır Kişilikli Hastaların Tedavisinde Terapötik Birliği Korumak”. Bu makaleyi yazarken, sınır kişilikli hastalarda öfkeyi çalışmakla ilgili iki kuramsal yaklaşım kullandım. İkisinden de alıntılar okuyacağım size. Bu yaklaşımları bir süreklilik olarak düşünürseniz bunun bir ucunda Britanyalı analist Patrick Casement var. Alıntı şöyle: “Düşüncenin dibine varılmadıkça son yoktur. Korkulan şey deneyimlenmedikçe sona ulaşılmaz.” Diğer uçta Kohut’tan bir alıntı var: “Aslında bu vakalarda genellikle terapistin, patolojinin çekirdeğinden tamamen ayrılmış olmasının çok büyük önemi vardır. Eğer bu ayrışmayı sağlayamaz ve hastanın sanrılarının içine doğru çekilirse hastanın psişesinin sağlıklı kalıntılarıyla, dolayısıyla terapötik kaldıracıyla bağını kaybeder. Dolayısıyla psikoz ve sınır kişilikli hastalarla çalışırken terapistle gerçekçi ve dostane bir ilişkinin sürdürülmesi hayati önem taşır.” Yani sınır kişiliklerle çalışmak için burada iki düşünce biçimimiz var. Anlatacaklarıma bir çerçeve oluşturması için bunları söyledim.
Ofisimize her hasta girdiğinde, bir meydan okumayla karşı karşıya kalırız. Hastanın istediği nedir ve istediği bizim karşılayabileceğimiz bir şey midir? Kuramlarımız, kişisel özelliklerimiz ve deneyimden kazandığımız yeteneklerimizin hepsi bir araya gelerek bizim belirli bir hasta için uygun terapist olup olmadığımızı belirler.
Bu sunumumun ana kısmını oluşturacak olan hastanın terapideki gösterdiği büyüme, temelde, her şeyden evvel benim olumsuz negatif aktarımı yorumlamamama dayanıyordu. Ben bunu ele alırken daha çok Kohut’tan yaptığım alıntıya uygun bir yaklaşım sergileyeceğim. İnanıyorum ki sınır kişiliklerle çalışırken yapılabilecek olan ve yapılması gereken, daha verimli bir terapiyi sağlayacak olan, pozitif aktarımı kaybetmemektir. Bu sunumumda, söz konusu hastaların kendilikler bazen kendilerini bir tehlikeyle karşı karşıya hissediyor olsa bile, korkulan şeyle yüzleşmenin önemini sorgulamayacağım. Bunun yanında, bu korkulan yerlere girmenin geleneksel yöntemini de yani aktarımın analizini de sorgulamayacağım. Bunun tek istisnası, Kohut’un bizi dikkatli olmaya davet bir notu: “Bence şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki eğer bir kendilik, aktarımda savunmacı olmayan bir şekilde, erken gelişiminde ümitsiz bir hayal kırıklığından yüzünü çevirip yeni yollar bulmuş ya da en azından yeni bir yöne doğru kısmen başarılı adımlar atabilmiş olduğunu gösteriyorsa bu patolojinin değil, kaynaklara sahip olmanın ve sağlıklılığın bir göstergesidir. Böyle bir kendiliği terapide, kendisini kurtarmış olduğu ve hayatının erken döneminde bağlarını koparmış olduğu bu alanlara doğru itmek, sadece başarısızlığa mahkum bir girişim değildir, aynı zamanda hastayı da anlamamış olmak anlamına gelir.”
Bazılarınız Micheal Basch’ı tanıyor olabilirisiniz. Micheal Basch kendilik psikolojisi perspektifinden psikoterapi ile ilgili çok önemli kitaplar yazmış bir kişi. Basch üç kitabında da sınır kişilikli hastaların davranışlarını ve ihtiyaçlarını tarif ediyor: “Kendisini düşlem yoluyla ayakta tutma kapasitesi olmayan bir hasta için, hastanın kendisi ve kendisine düşman bir dünya olarak algıladığı şey arasında bir tampon bölge yoktur. Biyolojide ‘kendini düzeltme eğilimi’ denen şeyden mahrumdurlar. Hedefe yönelik davranışta dağılmayı ortadan kaldıracak yetiden yoksundurlar. Uyaran kendilerine kolaylıkla çok fazla ya da eksik gelebilir, travmatize olabilirler ve travmatize olduklarında kendi yaralarını sarabilme, iyileştirme yetisinden yoksun görünürler. Bebekliğin ilk aylarında anne ve çocuk arasında güçlü bir duygulanımsal bağ sağlanamaması durumunda, temel gerilimi kontrol edici mekanizmalar gelişmeyebilir. Yani duygusal girdiyi kontrol edecek, regüle edecek, uyaranın hem fazla hem de eksik gelmesini önleyecek mekanizmalar oluşamayabilir.”
Sınır kişilikli hastaları tedavi ederken önemli noktalardan biri, öfke meselesidir: Öfkenin kendini nasıl gösterdiği ve ne anlama geldiği. Sunacağım vakadaki hastanın müthiş öfkeleri, paranoid fikirleri ve neredeyse kendisini paralize eden panik durumları vardı. Bunların hiçbirisi de aktarımın incelenmesi yoluyla ya da terapinin gelgitlerinin yorumlanması vasıtasıyla aydınlatılmamışlardı. Bu öfke dolu, şüpheci düşüncelerin genelde terapistle ilgili olduğuna işaret eden şeyler olsa bile hiçbir zaman doğrudan terapiste yönelmiş değillerdi. Negatif aktarımla ilgili yorum yapılmaya çalışıldığında hasta her zaman bunun farkına varmamakla ve bunu inkâr etmekle karşılık veriyordu.
Vakanın adı Julie. Vakayı yazdığımda onu 3 yıldır görüyordum ve yaklaşık 2 yıl daha görmeye devam ettim. Julie 25 yaşında evli bir hanım. Genelde haftada bir görüşüyoruz. Zaman zaman haftada ikiye çıktığı oluyor. Yaklaşık 6 ayda bir de kocasıyla birlikte görüyorum. Kendisini bana, başka bir şehirdeki terapisti yollamıştı. Bu terapistle ergenlik döneminde ve daha sonra da yakın zamanda, evliliği yaklaştıkça girdiği ağır bir depresyonda görüşmüştü. Evlenmeden 6 ay önce müstakbel kocasıyla bir araya gelmek için Chicago’ya taşındı ve beni görmeye başladı.
Hasta çok zayıf, modaya uygun bir şekilde giyinmiş bir hanımdı. Görüntüsüne çok önem verdiği, özen gösterdiği belli oluyordu. Ancak sonuçta ortaya çıkan sunumunda sahte, kopuk bir taraf vardı. Kendini sunma biçimi, çekirdekte sağlıklı, canlı ve kendine güvenli bir doyumdan yayılıyor gibi değildi. Daha ziyade çok kırılgan bir kendilik duyumundan yayılır gibiydi. Bütün bu manken gibi görüşünde kopuk bir taraf vardı ve bu dış hazırlığın kimin için yapıldığını, eğer kendisi için yapıyorsa ne amaca hizmet ettiğini merak ettim. Julie bana birçok belirtiyle başvurdu. Bunların arasında panik ataklar, agorafobi, uyku bozukluğu, yutma zorluğu, nişanlısına öfke dolu saldırılar, müstakbel kayınvalidesi ve kayınpederine öfke dolu saldırılar vardı. Ayrıca depresyon ve obsesif fikirler de mevcuttu. Julie durumu tarif etmeye başladığında, gerginliği neredeyse elle tutulur somutluktaydı. Altı ay sonra Jim’le, kolejdeki erkek arkadaşıyla evlenecekti ve üç yıldır çıkıyorlardı. Kendisine evlenme teklif ettiği zaman çok karışık duygular içinde olduğunu hatırlıyor. Romantik bir yerde kendisine çok güzel, elmas bir yüzük sunmuştu Jim. Ve hepsi de sonu baştan belli bir senaryo gibiydi. Bir yandan evlenmek için çok genç olduklarını düşünüyordu, öte yandan da hayatının geri kalanını Jimsiz geçirmeyi düşünemiyordu.
Julie kolej hayatını “muhteşemdi” diye tanımlıyor, bu da tam evlenmek üzereyken geçirdiği zamanın tersi onun için. O dönemde kendisi için en önemli olan şey, hiçbir sorumluluğunun olmaması. Onun kadar az derse girip koleji bitiren birisiyle hiç karşılaşmamıştım. Daha sonra o notlarıyla bir devlet üniversitesine girmeyi başardı. Okuldaki zamanını genelde alkollü partilerde ve köpeğini kampüste gezdirerek geçiyordu.
Jim’in başka kadınlara olan ilgisi konusunda kendisini paronoid olarak tarif ediyor. Bununla ilgili Jim’le arasında birçok sahne yaşanmış. Kendisi bu dönemlerde öfkeli oluyor. Gerçekten sevip sevmediğini sorguluyor Jim’in. Jim de ona kendisini sevdiğine dair güvence vermeye çalışıyor, ama hiçbir şey onu yatıştırmaya yetmiyor. Bu tartışmalar evlendikten sonra da devam etmişti. Terapinin çok ilerleyen safhalarında, kendisini güvende hissettiren tek şeyin, kendi duygularını kendisinin kontrol edebilmesi ve bunların tartışmaya dökülmemesi olduğu ortaya çıktı.
Bu süreç içinde hiçbir zaman kendine ait bir hayatı olamayacağı, bu evliliğin kendisine dayattığı hayatı yaşamak zorunda olduğu duygusunu taşıyor. Kayınvalidesi de “müstakbel gelinim” diye kendisini etrafta dolaştırıp arkadaşlarına gösteriyor ve o da bu güzel, bakımlı görüntüyü sürekli korumak zorunda hissediyor kendisini. Terapinin ancak çok ileri safhasında Julie kayınvalidesi ve kayınpederinin çok destekleyici bir çevre oluşturuyor gibi görünmekle beraber, aslında kendisini kullandıklarını, sadece onunla gösteriş yapmak istediklerini fark edebildi. Kişisel geçmişi de çok rahatsız edici hikâyelerle doluydu ve terapinin ilk ayları bunları bana anlatmasıyla geçmişti. Bundan da anlaşılıyordu ki yalnız müstakbel kayınvalidesi ve kayınpederine değil, kendi ailesine de çok yoğun bir öfkesi vardı.
Üç çocuğun en küçüğü Julie. En büyük çocuk evlat edinilmiş bir kız. O sıralarda çocukları olamayacağını düşünüyormuş annesiyle babası, daha sonra ağabeyi doğmuş ve en son olarak da Julie. Ebeveynlerinin patolojisi çok yavaş bir şekilde, zamanla ortaya çıktı. Alttan alta işleyen, ama sonuçta çok ağır etkileri olan bir durum söz konusuydu. Baba bütün terapi boyunca gölgede bir figür olarak kaldı. Kendi aile işlerinde çalışıyordu; ama burada bir türlü yükselmeyi başaramamıştı. Kendi işleri olmasına rağmen kenarda kalmış bir figürdü. Julie annesini tamamen hiçbir şeyle baş edemeyen, hayatla başa çıkamayan bir insan olarak görüyor. Daha çok küçük yaşta, 8-9 yaşlarındayken bile ailecek çıkılacak gezileri onun planlaması gerekiyor, nasıl gidilecek, nerede kalınacak, bunların hepsini Julie’nin ayarlaması bekleniyor. Eve gelecek her mobilya satın alınmadan önce Julie’nin onayından geçmeli. Tüm bunların yanında, Julie’nin en çok bahsettiği şeylerden biri uyku sorunuydu ve annesi de çok ağır uykusuzluk ???. Gecenin bir yarısı elektrikli süpürgeyle evi süpürüyordu. Julie de sıklıkla gecenin bir yarısı çalışan bu süpürgenin sesini hatırlıyordu.
Ergenlik yıllarının kabaca bir resmi, o sıralarda çok yoğun bir şekilde cinsel eyleme koymaları var. 16 yaşındayken hamile kalıyor, çocuğu aldırıyor ve kürtajı da kendisi ayarlıyor. Julie Musevi bir ailenin kızı, ama bu hamile kaldığı kişi okuldan arkadaşı, zenci bir genç. Annesini güvenemeyeceği bir kişi olarak algılıyor Julie, çünkü bir türlü onun dikkatini çekmeyi başaramıyor, annenin dikkati her zaman başka yerde. Aslında Julie küçükken annenin yaşadığı problemler, Julie’nin şu anda yaşadığı problemlere çok benziyordu ve bunun farkına varmak Julie için çok rahatsız edici oldu.
Julie’yi gördüğümde edindiğim temel izlenim kaygı, obsesif kompülsif belirtiler ve sayılan bütün semptomlar yüzünden kendilik bütünlüğü o kadar tehdit altındaydı ki kendini sürekli tehlikede hissediyordu. Daha ilk görüşmelerde Julie’nin ilaç kullanması konusunda da bir değerlendirmeden geçmesi gerekliliğini gördüm ve çalıştığım yerdeki psikiyatriste yolladım kendisini. Terapinin daha ilerleyen zamanlarında, eski terapistinin kendisine hiçbir zaman ilaç önermemesi ve bu konuda cesaretini kırması konusunda öfkelendi. Benim onu bu değerlendirme için bir psikiyatriste yollamam kendisi için rahatlatıcı olmuştu. Antidepresan, anksiyolitik ilaçlar kullanmaya başladı ve terapi boyunca bu ilaçlara devam etti. Birçok defa doz ayarlaması gerekti. Özellikle uyumasına da yardımcı olan anksiyolitik ilacın dozunun zaman zaman düzenlenmesi gerekiyordu.
Tedavi sürecinde kaygı zamanla arka plana karıştı ve depresyon öne çıktı. Kendi ifadesine göre, kendini bildi bileli depresyondaydı ve annesinin de ağır bir depresyon içinde olduğunu tahmin ediyordu.
Julie’nin duyguları çok değişken ve ne yapacağı önceden tahmin edilemiyor, herhangi bir şekilde incindiği zaman öfke içinde bir saldırıya geçiyor ve kendini incinmiş hissetmesi de çok kolay. Mesela birisi arabasını kendi arabasının fazla yakınına park ettiği zaman bile öfkelenebiliyor. Özellikle kişisel alanına girilmesi konusunda çok hassas. Bu sırada Julie bir sanat galerisinde çalışıyor ve işyerinde de arada bir böyle patlamaları oluyor. Özellikle Jim’e karşı olan öfke patlamalarından dolayı çok endişeli, çünkü ona gereğinden fazla yük olduğunu düşünüyor. Ama başka alanlarda öfkesinin doğurabileceği sonuçlarla ilgili de tuhaf bir ilgisizliği vardı.
Terapide bir süre boyunca öfkesinin bana yönelik olan kısmından bahsetmekten kaçındı. Bununla ilgili bir yorum yaptığımda “Dışarıda öfkeni gösterdiğin zaman, bu aslında bana yönelik bir öfkeydi.” dedim. Bunu asla kabul etmedi ve kafası karışmış gibi göründü. Onu yolundan çıkarmışım gibi tepki verdi. “Hayatımın en kötü gününü geçirdim. Bu hafta benden fazladan bir gün işe gelmemi istediği için patronuma bağırmaya başladım. Eğer o sırada bir müşteri gelmeseydi sanki hiç duramayacaktım. Daha sonra Jim aradı ve temizlemeciden giysileri almamı istedi. Benim kim olduğumu zannediyor? Patladım. Eve gelirken de başka bir arabanın sürücüsü önümü kesti, onu da duvara yapıştırmak istedim. Herkes benden çok fazla şey bekliyor. Ben sadece rahat bırakılmak istiyorum. Hayatımın benim için ne kadar zor olduğunu kimse fark etmiyor mu?”
Şöyle cevap verdim: “Öyle görünüyor ki bugün herkes tarafından baskı altına alınmış hissetmişsin kendini ve hiç kimse de taleplerinin sana ne hissettirdiğini fark etmemiş. Belki bugün buraya gelmekle ilgili de öyle hissediyorsundur. Sonuçta bu da sana yönelik bir talep.” Julie kafası karışmış görünüyor ve şöyle diyor: “Hayır, bunun burayla ya da sizinle hiç ilgisi yok, sadece hayatım yolunda gitmiyor. Burası hepsini çıkarabileceğim tek yer. Buraya gelmek zorundayım; çünkü bu insanların bana nasıl hissettirdiğini bir tek siz anlıyorsunuz.”
Julie’nin yaptığı tipik şeylerden biri, seanslara pek de doğru cevabı olamayacak ikilemlerle başlamak ve bu ikilemlerde benim doğruyu bulmamı beklemekti. Onu henüz pek iyi tanımıyorken bunlardan çok rahatsız oluyordum, kendimi köşeye sıkıştırılmış hissediyordum ve terapist olarak beni yanlış kullandığını hissediyordum. Benzer bir şekilde, işbirliği içinde Julie’yi gördüğümüz psikiyatrist de aynı hislerden bahsetti ve bunu ‘hastanın kendisini manipüle etme ihtiyacı’ olarak tanımladı. Bu psikiyatrist, yorumları Julie’ye yaptığında da tamamen kafası karışıyordu. Psikiyatriste tahammül etmeye devam etmesinin tek sebebi ona karşı bir iyi niyet besliyor olmasıydı, çünkü psikiyatrist başlarda ona çok yardımcı olmuştu. İlerleme kaydedebilmemiz için, önce benim onun içsel durumuyla bir eşduyum sağlamam gerekti. Ancak ondan sonra yol kat edebildik. Emin olmamasının, kendisini kaybolmuş hissetmesinin, iki seçenekten birisini seçememesinin, kendisi için ne kadar zor olduğunu söylediğim andan sonra, o da bunun üzerine düşünmeye, konuşabilmeye başladı. Bilmecelerin odağı genelde fiziksel durumuyla ilgiliydi. Mesela boğazı ağrıyorsa sormaya başlıyordu: “Acaba yarın işe gitmeyip evde mi kalsam? Acaba bu gece erken yatsam, yarın işe mi gitsem? Zor da olsa kendimi zorlasam mı gitmek için? Dahiliyeciyi mi arasam acaba?”
Bütün bu alternatifleri, karar verememesini konuştuğumuzda bunlar ona çocukken annesinin bütün kararları kendisine bırakmasını hatırlattı. Arada bir de benim de boş bulunup fikrimi söylediğim olurdu. Mesela, “Hakikaten yarın işe gitmesen iyi olur.” derdim. O zaman da “Hayır, hayır bu hiç iyi olmaz.” derdi. Bir süre sonra anladım ki hiçbir zaman aslında istediği bir cevap, benden bir şey öğrenmek, bir şey almak değildi.
Tabii bir süre sonra kendi duygularımla da çatışmaya başladım. Kendimi işe yaramaz hissediyordum. Konuştukça ortaya çıktı ki bu muhtemelen Julie’nin de deneyimiydi. O da kendisini öyle hissediyordu. Nereye gideceğini, ne yöne sapacağını bilmiyordu. Ben kendisine ancak kendisini kayıp hissettiğine, bütün seçeneklerin eşdeğerli göründüğüne dair bir yorum yapınca kendisini anlaşılmış hissetti.
Bir noktada psikiyatristiyle görüştük. Şöyle bir şey düşündük: Eğer bir psikolog ona bir takım testler verirse psikiyatriste Julie’yi daha iyi tanıdığı hissi verebilirdi. Bunu Julie’ye önerdiğimiz zaman bu onun da ilgisini çekti. Testler bitip rapor yazılınca Julie bu raporu okumak istedi. Psikiyatristi ve ben, başta okursa acaba rahatsız olur mu diye düşündük. Öte yandan bizim etik sistemimize göre bu toplanan veri Julie’ye aitti. Şöyle bir çözüm ürettik: Julie bu raporu benimle beraber okuyacaktı. Gerçekten de bir seansı buna ayırdık. Julie oturdu, çok yavaş biçimde raporu okudu. Çok uzun bir rapordu: Dört sayfa, tek aralıklı basılmış. Bunun tamamını okumayı bitirince Julie şöyle dedi: “Bu hayatımda başıma gelen en önemli şey.” Ben bu raporu okumanın kendisinde büyük bir dağılmayı başlatabileceği korkusunu taşıyordum. Ondan böyle bir yorum gelince rahatladım. “Bundan biraz daha bahset.” dedim. Gözlerinde yaşlarla, raporun aslında bir felaket olduğunu söyledi. “Ama ben bunları her zaman biliyordum, şimdi ise bildiklerimin doğru olduğunu biliyorum.” Ondan sonra uzun uzadıya kendisiyle ilgili deneyiminin onaylanmasının nasıl bir his olduğuna dair konuştuk. “Her zaman bu belirtileri dikkat çekmek için yapardım, şimdi de anlamlarını görüyorum.” diyordu. Psikiyatristi ve bana duyduğu şükranı belirtti ve bizim bu sonuçları bilme ihtiyacını anlayabilmiş olduğumuzu söyledi. Bu olayın sonunda Julie’nin kendilik duyumunda çok büyük bir güçlenme oldu. Bu güçlenmenin sebebi de kendisini sorunlu ve acı içinde deneyimlemesinin artık bir yarıkla ayrılmış olmak yerine birleştirilmiş olmasıydı. İlginç bir şekilde başka genç kadınlarla arasında akrabalık hissinde, Kohut’un tabiriyle söylersek ikizlik hissinde bir artış oldu. Her zaman kendisini başkalarından çok farklı olarak hissetmişti. Halbuki şimdi, bu sonuçları kağıt üzerinde gördüğü zaman, kendi çektiği zorlukları başkalarının da çekebileceğini düşünüyordu.
Makalenin büyük bir kısmını atladım çünkü çok uzun. Buradan çıkan esas sonuç şuydu: Terapiyle ilgili yaşadığı sorunları, yani aramızdaki negatif aktarımı konuşmak hiçbir işe yaramayacaktı, verimsiz olacaktı. Ancak beraber onun terapi konusunda yaşadığı zorlukları konuşabildiğimiz zaman ilk defa olarak yanında birisi olduğunu hissetti. Her terapide aslında hasta sürekli bir süpervizyon veriyordur ve geribesleme sayesinde teknik olarak hangi yolu seçeceğimize karar veririz. Son olarak da negatif aktarımın yorumlanması idealize kendiliknesnesiyle ilişkiyi bozar ve Julie’nin durumunda bundan her şekilde kaçınmak gerekiyor.
SORU: Julie’nin bize gösterdiği ilerleme belki de şundandı: Önceden başkalarının gürültüsü çok yıkıcıydı. O gürültünün arasında kendi sesini duyamıyordu. Sizin vasıtanızla kendi içinden gelen kendi sesini duyabilmeye başladı. Ben de varım, ben böcek değilim diyebildi.
CG: Dün Arnold da terapide biçim ve içerikten bahsetmişti. Bazı hastalar için biçim en az içerik kadar önemli olabiliyor. Julie için de terapinin düzenliliği çok önemliydi. Kendiliği o kadar kırılgandı ki ancak düzenlilikle kendini bir arada tuttu. Düzenli bir şekilde geliyor olmayı çok iyi bir şekilde kullandı. Hiçbir zaman gecikmedi, hiçbir seansını iptal etmedi. Tedavisinin bir kısmını da bu oluşturuyordu. Bunu düşünürken aklına hep annenin süpürgesi geliyordu. Annenin gece yarısı elektrikli süpürge çalıştırması, onun kırılgan kendiliğine bir saldırıydı ve terapi de bununla güzel bir kontrast oluşturuyordu. Terapisi sessizdi, sakindi ve anlaşıldığı bir yerdi.
SORU: Normal gelişimde kendiliknesneleriyle olan ilişkide kırılmalar, optimal hayal kırıklıkları yaşanır. Terapide de optimal hayal kırıklıkları yaşanabilmesi, dolayısıyla hastanın kendine yetebilecek hale gelebilmesi için negatif aktarımın yorumlanması gerekmez miydi?
CG: Tedavide de zaman zaman eşduyumda aksamalar oldu. Kohut’un dediği gibi, bu aksamalar optimal zamanlamalarla olursa dönüştürmeli içselleştirmelere yol açarlar. Her hasta için şunu düşünmemiz lazım: Eşduyum hatası nedir? Herkes için farklı olabilir. Mesela Julie için, öfkesinin aslında bana yönelik olabileceğini söylediğim zaman, bu onun açısından eşduyumda bir hataydı. Buna benzer sınır kişilik vakalarında Kohut’un savunduğu, negatif aktarımın yorumlanmasının yıkıcı olabileceği ve bundan kaçınmak gerektiğidir. Unutmamamız gerekir ki bu vaka bir narsisistik kişilik bozukluğu ya da narsisistik davranış bozukluğu vakası değil, bir sınır kişilik vakası. Kohut’a göre olumsuz aktarımın yorumu terapötik birliği zedeleyebilecek bir şey. Tabii birçok kişi bu fikre katılmayabilir. Örneğin, az önce alıntısını okuduğumuz Casement. Ben Kohut gibi, aslında birliğin devamının bu tür hastalarda en önemli şey olduğunu düşünüyorum. O nedenle de olumsuzlukları yorumlamaktan kaçınmak gerekebiliyor. Birkaç yıl önce bu vakayı bir kendilik psikolojisi konferansında sunduğumda birçok kişi bana karşı çıktı ve yaptığım şeyin sonuçlarından emin olmak için henüz hastayı yeterince uzun süre görmediğimi söylediler. Bana orada söyledikleri bir şey, tedavinin daha ileri aşamasında er ya da geç Julie’nin güçleneceği ve bu analizdeki, yani ikimiz arasındaki zor meseleleri konuşacak noktaya gelebileceğimizdi. Ama ben Julie’yi 2 yıl daha gördüm ve 5 yıl sonunda tedaviyi tamamladı. O sırada kendisini çok iyi ve iyileşmiş hissediyordu. Böyle hissederken ben buna karşı çıkmanın ya da sorgulamanın gereğini görmedim.
Dostları ilə paylaş: |