Risale-i nur sadeleşTİRİlebiLİr mi? Sual: Risale-i Nur’u sadeleştirme iddialarını kimler çıkarıyor? Cevap


SUAL:Bediüzzaman’ın vehbi ilimle yazdığını söylediğiniz eserlerine, kendisi kesbi ile tasarrufta bulunmuş mudur? CEVAP



Yüklə 180,51 Kb.
səhifə3/4
tarix18.01.2019
ölçüsü180,51 Kb.
#100616
1   2   3   4

13.SUAL:Bediüzzaman’ın vehbi ilimle yazdığını söylediğiniz eserlerine, kendisi kesbi ile tasarrufta bulunmuş mudur?

CEVAP:Bediüzzaman Hazretleri diyor: “Yazdığım vakit, irade ve ihtiyarım ile olmadığını hissettiğimden, kendi fikrimle tanzim veya ıslah etmeği muvafık görmediğim için bir parça fehmi işkal edecek bir vaziyet aldı.” (Ş:98)

Mezkûr ifadeye dikkat edelim. Hazret-i Üstad gibi bir dahi-yi a’zam ve hem müellifi olduğu halde risale üzerinde tasarrufa gitmiyor ve bizlere bu hususu hatırlatıyor. O halde bizim insafla hareket etmemiz gerekmez mi?

Hele şu gelen ifade ve beyan ne kadar sarih ve ciddidir. Evet onbirinci mektub hakkında Hazret-i Üstad diyor ki: “Halbuki tanzimsiz, müşevveş bir surette idiler. Onlar ne hal ile yazılmış ise, öyle kalması lâzım geliyordu. Sonradan tashih ve tanzim etmeye me'zun değiliz! İşte bu Onbirinci Mektub, perişan bir surette, birbirinden çok uzak dört mes'eleden ibarettir. Hem müşevveş, hem perişandır. Fakat şâirlerin ve ehl-i aşkın, zülf-ü perişanîyi sevdikleri ve istihsan ettikleri nev'inden, bu mektub da -zülf-ü perişan tarzında- soğuk tasannu' karışmadan, hararet ve halâvet-i asliyesini muhafaza etmek niyetiyle kendi halinde bırakılmış.”(M:488)

Asar-ı Bediiyye eseri sh:403’de şu kat’i hüküm var: ‘’Başkasının tashihine de kat’iyyen razı olamıyorum.Zira külahıma püskül takmak gibi başkasının sözü, sözlerimle hiç münasebet ve ülfet peyda etmiyor.sözlerimden tevahhuş eder.’’

Aynı hükmü te’yiden Hastalar Risalesinde de şu ihtar var: “Kalbe fıtrî bir surette gelen hatıratı, san'atla ve dikkatle bozmamak için, yeniden tedkikata lüzum görmedik. Okuyan zatlar, hususan hastalar bazı nâhoş ibarelerden veyahud ağır kelimelerden ve ifadelerden sıkılıp gücenmesinler, bana da dua etsinler.” (L:205)

Bediüzzaman Hazretleri ifadelerindeki mana hassasiyetine dair bir ihtarı da şöyle: “Ahmed Bey'e haber veriniz ki, müdafaayı makine ile yazdığı vakit sıhhatine pekçok dikkat etsin. Çünki ifadelerim başkasına benzemiyor.Bir harfin ve bazan bir noktanın yanlışıyla bir mes’ele değişir,mana bozulur.” (Ş:486)

Yine ibretli diğer bir yazıyı ele alıyoruz. Şöyle ki:

“Aziz,sıddık kardeşlerim!

Gerçi bu mes'ele, perişan vaziyetimden müşevveş ve letafetsiz olmuş. Fakat o müşevveş ibare altında çok kıymetli bir nevi i'cazı kat'î bildim. Maatteessüf ifadeye muktedir olamadım. Her ne kadar ibaresi sönük olsa da, Kur'âna ait olmak cihetiyle hem ibadet-i tefekküriye, hem kudsî, yüksek, parlak bir cevherin sadefidir. Yırtık libasına değil, elindeki elmasa bakılsın. Eğer münasib ise, "Onuncu Mes'ele" yapınız; değilse, sizin tebrik mektublarınıza mukabil bir mektub kabul ediniz. Hem bunu gayet hasta ve perişan ve gıdasız, bir-iki gün Ramazanda, mecburiyetle gayet mücmel ve kısa ve bir cümlede pek çok hakikatleri ve müteaddid hüccetleri dercederek yazdım. Kusura bakılmasın.” (Ş:243)

Mevzu edilen risalede mesele iyi ifade edilemediği beyan edildiği halde, Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’a aşina ve edip talebelerine bu bahsi okuyup düzeltin diye niye emretmedi ve aynen yazıldığı gibi neşredildi. Demek izin yok. Hazret-i Üstadın bazen söylediği ‘’tashih edebilirsiniz’’ diye olan ifadeleri hem tevazu makamında hem talebelerine bir iltifat manasınadır. Çünkü böyle tasarruflu tashihler kitablarda tahakkuk etmediği gibi, bazıların yaptığı tasarruf ve ilavelere Hazret-i Üstadın revaç vermediği de naşirlerce bilinmektedir.Bunlardan bir numune:

Hazret-i Üstad hizmetkarlarının şehadetiyle Muhakemat eserini 1953’lerde Kur’an hattıyla teksiri için, katip ve naşir bir zata vermiş. Fakat o ise, daha önceleri kendisine iltifaten verilmiş tanzim izinlerine binaen ‘’Muhakemat’’ bu haliyle anlaşılmaz diyerek sadeleştirme cihetine gitmiş ve mumlu kağıtlara sadeleştirdiği şekilde geçirerek, Hazret-i Üstada göndermiştir. ’’Muhakemat’’ın başına gelenleri gören Hazret-i Üstad, hemen o katibe başka vazifeler göstererek o şekilde neşri durdurmuştur.

Mustafa Sungur ağabey rivayet ediyor: O hadise üzerine Üstadımız bizleri topladı ve ‘’Siz hakem olun’’ dedi. ’’Bakınız şurada ben şu manayı kasdetmişim; fakat o, bakınız başka şekilde anlamış ve yazmıştır. O halde bu şekilde ‘’Muhakemat’’ olarak neşri caiz midir?” mealinde konuştu. O katib zatın sadeleştirdiği Muhakemat’ın bir iki fasikülü bizde de mevcuttur.’’ (Risale-i Nur’un Neşir Tarihçesi/A.Badıllı:42)

Naşir talebelerin yaptığı tashihler ancak ‘’orijinal’’ asıl nüshalara göre yapılıyor. Hazret-i
Üstadın bazen talebelerine iltifat ve tevazukarane tanzim ve tasfiye edebilirsiniz gibi sözlerine dikkat edilse nazikane müsaadesizlik olduğu anlaşılır. Mesela: “Hakâika dair mesâilde külliyatları ve bazan da tafsilâtları sünûhat-ı ilhâmiye nev'inden olduğundan hemen umumiyetle şübhesizdir, kat'îdir. Onların hususunda sizlere bazı müracaat ve istişârem, tarz-ı telâkkisine dairdir. Onlar hakikat ve hak olduklarına dair değildir. Çünki, hakikat olduklarına tereddüdüm kalmıyor.” (B:138)

“Biliniz ki; şu zamanda şu vazife-i îmaniye çok mühimdir. Benim gibi, zaif, fikri çok cihetlerle inkısam etmiş bir biçareye yükletmemeli, elden geldiği kadar yardım etmeli. Evet, mücmel ve mutlak hakâik; biz, zâhiri vesile olup çıkıyor. Tanzim ve tasfiye, tasvir ise, kıymettar, muktedir ders arkadaşlarıma aittir. Bazan onlara vekâleten tefsilâta, tanzimata girişiyorum, noksan kalıyor.” (B:138)

“Bütün Sözlerde konuşan ben değilim. Belki,«İŞÂRÂT-I KUR'ANİYYE» namına hakikattır. Hakikat ise hak söyler, doğru konuşur. Eğer yanlış bir şey gördünüz, muhakkak biliniz ki: Haberim olmadan fikrim karışmış, karıştırmış, yanlış etmiş.” (S:651)

“İnsan kusurlardan, nisyandan, sehivden hâlî değil. Benim bilmediğim kusurlarım var. Belki de fikrim karışmış, risalelerde hatalar da olmuş.” (K:161)

Mezkûr ifadelerden ve aynı meselede külliyat müvacehesindeki muhtelif beyanlardan –ki bir kısmı bu derlemede görülüyor-aldığı dersle sadakatlı bir talebe şöyle düşünür: Üstadım gibi bir dahi zat Risalelere tasarruf etse, noksan kalırsa, bizim tasarrufumuz manayı bozar diyerek haddini bilir ve anlar ve Hazret-i Üstadın nazikane ikazını da anlamış olur. Çünkü fikir mahsulü değil ki, fikirle tasarruf edilsin. Risaleler, Kur’anın İ’caz-ı manevisinden tereşşuh etmiştir.

Aynı manada ve aynı meseleyi te’yid eden yazılardan biride İhtiyarlar Risalesi diğeri İşarat’ül İ’caz hakkında olan şu ifadeler de dikkate alınmalıdır. Müsevvidine atfen Hazret-i Üstad diyor: “Te'lifin akabinde ikimiz de yorgun olarak, mânâyı dikkatle düşünemeyerek, gâyet sathî bir tashihle iktifa edildiğinden, tarz-ı ifadede elbette kusurlar bulunacak. Âlîcenab ihtiyarlardan, ifadedeki kusurlarıma nazar-ı müsamaha ile bakmak; ve Rahmet-i İlahiye boş olarak döndürmediği mübarek ihtiyarlar, ellerini dergâh-ı İlahiyeye açtıkları vakit bizi de dualarında dâhil etsinler.” (L:222)

Harb esnasında yazılan İşarat-ül İ’caz hakkında da Hazret-i Üstad
şöyle der: “O zamanlarda, o gibi yerlerde, müracaat edilecek tefsirlerin, kitabların bulunması mümkün olmadığından; yazdıklarım yalnız sünuhat-ı kalbiyemden ibaret kaldı. Şu sünuhatım eğer tefsirlere muvafık ise, nurun alâ nur; şayet muhalif cihetleri varsa, benim kusurlarıma atfedilebilir. Evet tashihe muhtaç yerleri vardır, fakat hatt-ı harbde büyük bir ihlas ile, şehidler arasında yazılıp giydirilen o yırtık ibarelerin tebdiline (şehidlerin kan ve elbiselerinin tebdiline cevaz verilmediği gibi) cevaz veremedim ve kalbim razı olmadı. Şimdi de razı değildir, çünki o zamandaki ihlas ve hulûsu şimdi bulamıyorum.(HASIYE)(İ:9)

Bu ifadede tashihe muhtaç yerleri vardır deniliyor. Fakat haşiyede sûnuhat-ı Kur’aniyye yani sonsuz ilm-i ilahiden mülhem ve Kur’anın manevi i’cazı olduğundan yanlışlardan muhafaza edildiği nazara verilip ince bir manaya dikkat çekiliyor. Yani; ahirzaman fitnesine karşı manen vazifedar olan zatın ve hizmetinin her cihetle ve hususi manada yani, inayet-i hassa ile muhafaza edildiği Risale-i Nur’un müteferrik yerlerinde zikredilir. Evet Risale-i Nur kesbî ilimle yazılmış değil, vehbidir.

Hazret-i Üstad notalar ve Arabi risaleler için de aynı manayı
te’yiden şunları söyler: “Şu Notalar ve Arabî Risaleler, Yeni Said'in en evvel hakikat ilminden bir derece şuhud suretinde gördüğü için tağyir edilmeden mealleri yazıldı. Onun için bazı cümleler sair Sözlerde de zikredilmekle beraber burada da zikrediliyor; ve bir kısmı gâyet mücmel olmakla beraber izah edilmiyor, tâ letafet-i asliyesini kaybetmesin.” (L:113)

14.SUAL: Bu anlatılanlara göre, Risale-i Nur’un tabir ve kelimelerine tasarruf edilemeyince; bu tabir ve kelimeleri bilmeyenler ne yapacaklar? Bu kelimlere bilinmezse, manalar kapalı kalmaz mı?

CEVAP: Ortaya konan bunca İslamî Lugat kitapları, elbette ki bu ihtiyacın cevabı olarak yazılmışlardır. Kitabların orijinal yapısına tasarruf etmeye hiç ihtiyaç yoktur. Üstad Bediüzzaman Hazretleri İslami tabir ve ıstılahların sadeleştirilip asliyetini bozmaya değil, belki bu manidar ve nur menbaları olan kelimlerin tarihî seyri ve istikrarını akıl ve kalblerde de tesbitini istiyor ve diyor ki: “Her mü'mine bilmesi lâzım olan mücmel manaları, yani muhtasar bir meali ise, en âmî bir adam dahi çabuk öğrenir. Bütün ömrünü İslâmiyetle geçiren ve kafasını binler malayaniyat ile dolduran adamlar, bir-iki haftada hayat-ı ebediyesinin anahtarı olan şu kelimat-ı mübarekenin meâl-i icmalîsini öğrenmemesine nasıl mazur olabilirler, nasıl müslüman olurlar, nasıl "akıllı adam" denilirler? Ve öyle heriflerin tenbelliklerinin hatırı için, o nur menba'larının mahfazalarını bozmak kâr-ı akıl değildir!..” (M:341)

“Acaba kendine müslüman diyen bir adam, dünyanın bir menfaati için, bir günde elli kelime Firengî lügatından taallüm ettiği halde; elli senede ve her günde elli defa tekrar ettiği Sübhanallah, Elhamdülillah ve Lâilahe İllâllah ve Allahü Ekber gibi mukaddes kelimeleri öğrenmezse, elli defa hayvandan daha aşağı düşmez mi? Böyle hayvanlar için, bu kelimat-ı mukaddese tercüme ve tahrif edilmez ve tehcir edilmezler! Onları tehcir ve tağyir etmek, bütün mezar taşlarını hâkketmektir; bu tahkire karşı titreyen mezaristandaki ehl-i kuburu aleyhlerine döndürmektir.” (M:434)

Evet dünyevi ve fani hayatın menfaati için yapılan ve milli şa’şaa ve teşvikle ve büyük paralar harcanarak yürütülen firengi lisanı öğrenme ve öğretme faaliyetinde gösterilen alaka ve gayretin çeyreği kadar bir gayret, ebedi saadetin kazanılmasına gösterilse ve şa’şaalandırılsa heralde cemiyetimizde avam tabakası kalmazdı. Hayat-ı uhreviyeye bu kadar alakasız insanlar için fikrî, ilmî ve hissi olan ve manevi değerleri taşıyan tabirat-ı diniye asrın ruhsuz kelimelerine mahkum edilemez.

15.SUAL: Sadeleştirmede ortaya çıkacak büyük mahsurlar var mı ki, asliyyeti muhafazada bu kadar ısrar gösteriliyor?

CEVAP: Buraya kadar sadeleştirmeye izin vermeyen hükümlerle hikmetleri cem’ eden Risale-i Nur’un ifadeleriyle bazı hadiseleri gördük. Şimdi de sadeleştirmede ortaya çıkacak pek çok mahzurlardan bir kaçını görelim. Şöyle ki: Mi’rac risalesinde Resul-i Ekrem (ASM) için deniliyor.... “Ta Kab-ı Kavseyn makamına çıkarmış,ehadiyet ile kelamına ve rü’yetine mazhar kılmıştır.” (S:563)

Malum olduğu üzere Mi’ractaki Rü’yetullah hakkında ulema-yı İslamın Resulullah Miracta Allahı gördü-görmedi şeklinde farklı reyleri vardır. Halbuki İmamların reylerin hakikat payı vardır. O halde bu mütezadiyetin hakikatı nedir?

Hazret-i Üstad ise Mezkûr ifadesinde “Ehadiyet’’ kelimesiyle bir kaydı koymuştur. Bu kayıt lüzumsuz bir tatvil-i kelam değildir ve olamaz da. Bizce bu kayıt, üzerinde hayli reyler beyan edilmiş olan Rü’yetullah meselesini gayet sühuletle halletmiştir. Çünkü “ehadiyet’’ ve ‘’vahidiyet’’ tabirleri Risale-i Nurda misallerle anlatıldığı üzere; Allahın Ehadiyetle görülebileceği, Vahidiyetle görülemeyeceği hakikatını ortaya koymuştur. Eğer bu Ehadiyet tabiri sadeleştirilse, bu çok ehemmiyetli ince mana yok edilmiş olur. Daha bunun gibi ilmimizin yetersizliğinden farkında olmadığımız nice nice manalar sadeleştirmekle öldürülebilir. Hem bu kısımda geçen ‘’Ehadiyet‘’ gibi pek çok tabirler var ki, sadeleştirme denilen başka bir kelime ve tabirle ifade edilemez. Bunlar hususi tabirlerdir. mana inceliklerini, herkes fikri ve kalbî inkişaf derecesine göre hisseder ve anlar ve böylece risaleler hayat boyu okunur, istifade edilir.

Hem mesela; 30.söz 2. Maksad mukaddimede geçen ve bir sahifelik haşiye ile izah edilen ‘’İmam-ı Mübin’’,’’Kitab-ı Mübin’’ ve izahında geçen ve Risale-i Nur külliyatı müvacehesinde çok ince manaları bulunan ‘’Emr-i İlahi’’,’’Şecere-i Hilkat’’ gibi tabiratın ve bunlar gibi daha pek çok mana-yı mahsusuyla müzeyyen kelime ve terkiblerin ve merhum Tahiri Mutlu ağabeyin müteaddiden Hazret-i üstaddan naklettiği: ‘’Ben bu tabirlerden maşrabadan su içer gibi marifetullah içiyorum, siz ise kokluyorsunuz, size yetiyor.’’ mealindeki ifadesiyle manidarlığı haber verilen tabirat-ı nurun manevi mana hassasiyetlerini asrın maddi ve ruhsuz kelimeleriyle ifade etmek imkanı var mı? Bu hususta hayli örnekler verilebilir.

Sadeleştirmeyi kabul etmeyen diğer bir mahzur da, Risale-i Nur’daki tevafukatın muhafaza edilememesidir. Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’da hayli yer verip nazara arzettiği tevafukatın, Risale-i Nur’un makbuliyetine gaybî bir işaret olduğunu beyan etmiştir. Halbuki risaleler sadeleştirilip elfaz değişse bu tevafukat bozulur. Bu ise bir iltifat ve ikram-ı İlahi olan işarat-ı gaybiyeye karşı hürmet ve takdir gerekirken muhalefettir ve istihfafdır.

Ezcümle: Bediüzzaman Hazretleri bu ikram-ı İlahiye hürmet gerektiğini izah ederken diyor ki: “Bu günlerde Tefsir'in ve Onuncu Söz'ün tevafukatına baktım. Kendi kendime dedim ki: Bu ziyade tafsilât israftır, ehemmiyetli mes'eleler çoktur, vakit zayi olmasın. Birden ihtar edildi ki: O tevafuk altında çok ehemmiyetli bir mes'ele vardır. Hem madem tevafukta bir inâyet-i hâssa ve iltifat-ı Rahmanî, Risale-i Nur'a karşı tezahür etmiş. O iltifata karşı hiss-i şükran ve memnuniyet ve müteşekkirâne sevinç, ne kadar ifratkârane de olsa israf olamaz. Bu ihtar mücmelini iki cihetle izah edeceğim:

Birincisi: Her şeyde -ne kadar cüz'î olsa- de bir kasd ve iradenin cilvesi bulunmasıdır; tesadüf, hakikî olarak olmamasıdır. Evet kesretin en küçük dağınık ve en ziyade tesadüfe verilen, kelimattaki hurufatın vaziyetleridir. Hususan kitabette, mâdem hiç münasebeti olmıyan ve ihtiyar-ı beşerî karışmıyan hurufatın vaziyetlerinde bir tenasüb, bir nizam bulunuyor; elbette bir irade-i gaybî tahtında vaziyetler veriliyor.Hiç birşey dâire-i ilim ve kudretinden hariç olmadığı gibi, dâire-i irade ve meşietinden dahi hariç değildir ki; böyle cüz'îve dağınık şeylerde dahi bir tenasüb gözetiliyor ve tanzim ediliyor. Ve o tanzim içinde ve irade-i âmme cilvesinde, bir inâyet-i hassa suretinde, Risale-i Nur'a bir imtiyaz nev'inde,hususî bir teveccüh ve iltifat görülmüş. Ben bu derin mes'eleyi görmek için, İşârât-ül İ'caz tefsîrinin tevafukatına dikkat ettim; kat'î bir kanaat ile o sırrı bildim ve hissettim.

İkinci cihet: Nasılki çok mübarek ve kudsî büyük bir zat, gayet fakir ve muhtaç bir adama, ümid edilmediği bir tarzda, iltifatkârane, bir kabda bazı kâğıtlara sarılı bir hediye ihsan etse; elbette o bîçare adam, o pek büyük zâta karşı, hediyenin binler mislinden fazla teşekkür etmek ister. Ve bin o hediye kadar kıymetli bulunan, o hediye ile gösterilen iltifatına karşı ne


kadar teşekkürde israf ve ifrat etse de makbûldür. Ve o çok mübarek zâtın o hediyesine sardığı kâğıtları da teberrük deyip şeker gibi yese, hâttâ o hediye içindeki cevizlerin sert kabuklarını da teberrük diye ekmek gibi yutsa ve o hediyenin kabını mübarek bir kitab gibi öpse ve başına koysa, israf olmadığı gibi; aynen öyle de, Risale-i Nur yüzünde irade-i âmme, inâyet-i hâssa iltifatını tevafuk zarfıyla ihsan edilmiş. Elbette tevafuka dair tafsilât, tasvirat fiilî teşekküratın bir nev'idir ve sevincin ve minnetdarlığın heyecanlı tereşşuhatıdır. Kusura bakılmaz. Evet böyle bir zâtın iltifatını gösteren maddî kırk para ihsanına karşı kırk bin teşekkür edilse israf değil.” (K:65)

Başka bir mektubunda da Bediüzzaman Hazretleri şöyle der: “Umum Sözler'de manevî i'caz-ı Kur'an'ın bir şuaı in'ikas ettiği gibi, Ondokuzuncu Mektub'dan bilhassa Mu'cizat-ı Ahmediye'nin bir nev' şuaı salavat-ı şerife suretinde in'ikas etmiştir. Hem görenler karar verdiler ki, Sözler'e mahsus bilhassa Ondokuzuncu Mektub'a has bir tarz-ı hatt var. Eğer o tarz hatt'a tevfikan yazılsa, çok garib letafetler görünecektir. Her vakit musırrane, her yazana "seyrek ve güzel yazınız" derdim. Şimdi anlaşılıyor ki, o manevî has hattı tavsiye etmek için, intak-ı hak kabilinden bana söylettiriliyordu.” (B:342)

“Şübhemiz kalmadı ki; i'caz-ı Kur'an'ın yüz cüz'ünden bir cüz'ü, şu tefsirine in'ikas etmiş. Yalnız şu fark var ki; i'caz kasdîdir, kasden de kimse muaraza edemez.
Şu kitabın tevafuku ise, fıtrî ihtiyarsız olmak cihetiyle hârika olur. Keramet sayılır. Kasdî vesun'î bir surette muaraza edilmez. Her ne ise şu nüshayı kardeşiniz Abdülmecid bir defa görsün,inşâallah ona da bir vakit bir tane yazılacak. Şayet orada birisi aynen istinsah etmek niyet etse, çok dikkat etmek gerektir. Çünki bu risalenin hurufatı da sırlı, kendine güvenmeyen yazmasın.” (B:356)

16.SUAL: Manevi hususiyetlerle mümtaz olduğunu söyleyip nazara verdiğiniz Risale-i Nur’un anlatılan manadaki ledünnî inceliklerinden manevi tefeyyüz eden zatlar yetişmiş midir?

CEVAP: Evet, yetişenler vardır. Bilhassa Barla Lahikasında bu zatlardan bazılarının mektuplarına dikkat edenler, böyle zatların varlığını bir derece anlarlar. Ezcümle:
Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerinden alim ve fazıl ve ehl-i kalb bir zat olan merhum Hasan feyzi Ağabeyin, Risale-i Nur’un meziyetlerini beyan eden ve hazret-i Üstad’ın tashih ve tasvibinden geçen yazısı örnek gösterilebilir. Evet bu zat, Risale-i Nur’un Kur’anî ve ilhamî, fasih ve beliğ olduğunu; sahife, satır, kelime ve harflerinde pekçok esrar ve ledünniyat bulunduğunu; en avama kadar ders verdiğini ve Türkçemize büyük meziyetler kattığını ifade eder. Yazısının bir kısmı aynen şöyledir:

“Ey Risale-i Nur! Senin Kur'an-ı Kerim'in nurlarından ve mu'cizelerinden geldiğine, Hakk'ın ilhamı, Hakk'ın dili olup onun emri ve onun izni ile yazıldığına ve yazdırıldığına,artık şek şübhe yok. Fakat acaba senin bir mislin daha yazılmış mıdır? Türkçe olarak te'lif ve tertib ve tanzim olunan, müzeyyen ve mükemmel, fasih ve belig nüshalarının şimdiye kadar bir eşi ve bir benzeri görülmüş müdür? Yüzündeki fesahat ve özündeki belâgat ve sendeki halâvet başka eserlerde görünmüyor. Ehil ve erbabına malûm olduğu üzere âyât-ı beyyinat-ı İlahiyenin türlü kıraat ile hikmet ve hakikat ve marifet ilimlerini ve daha bir çok rumuz ve esrar ve işaret ve ulûm-u Arabiyeyi hâmil olduğu gibi, sen dahi bir çok yücelikler sahife ve satırlarında, hattâ kelime ve harflerinde, talebelerini hayret ve dehşetlere düşüren birçok esrar ve ledünniyat taşıyorsun. İşte bu hal senin bir mu'cize-i Kur'an olduğunu isbat ediyor. Öyle yazılmış ve öyle dizilmişsin ki; insanın baktıkça bakacağı, okudukça okuyacağı geliyor. En âlî bir taleben senden


feyiz ve ilm ü irfan aşkı aldığı gibi, en avam bir taleben de yine senden ders duygusunu alıyor. Sen ne büyük bir eser, ne tatlı bir kevsersin. Bu hâlin Türkçemize büyük bir kıymet ve tükenmez bir meziyet bahşediyor. Senin ulviyet ve kerametin Türk dilini bütün diller içinde yükseltiyor Kur'andan maada hiçbir kitaba ve hiçbir kavmin lisanınasığmayan bu kadar yüksek asalet ve fesahatı seninle dilimizde görüyoruz.” (Konf:84)

Risale-i Nurla haşr ü neşr ve fena fin-nur olan bu zatın aynı anlayışına samimiyetle sahip pek çok ehl-i fazilet ve muhles ağabeylerin cadde-i kübra-yı müstakîmlerinden, halis ve sadık bir nurcu inhiraf etmez ve ettirilmez ve ettirmez.

Ledünniyattan hissedar ve ilm-i vehbîye istinad eden Risale-i Nur’un bütün inceliklerine; nefsin enaniyyetinden ve asrın gıll u gışından dolayı gereği kadar vâkıf olamadığımızı bilmek gerek.

17-SUAL: Mezkûr yazıda ve daha önce geçen beyanlarda Risale-i Nur’un, Kur’anın i’caz-ı manevîsinden geldiğini bildiren ifadeler var. Bu tabirle anlatılmak istenen mana nedir?

CEVAP:Mezkûr mektubun mana muhtevası ve mu’cize-i maneviye tabirinin
hakikatı şudur ki: En son ve en külli manada Allah kelamı olup, sonsuz ilim ve hikmet-i İlahiyyenin maksad ve gayelerini tazammun eden ve bu vasfıyla da mu’cize olup ona nazire getirilmesi imkansız olan Kur’anın yani vahyin alt derecesi; havass-ı beşeriyeye gelen ilhamdır. (Bak:M:448)

Bu ilham dahi, herşeyi ihata eden Allah’ın sonsuz ilminden geldiği ve herşeyi ihata ettiği ve kainat hakikatlarına tam mutabık olduğu cihetiyle mu’cize-i maneviyedir. Evet sonsuz İlahi ilim; beşerin ruhî, fikrî ve hayatî bütün ahvalini ve ihtiyacatını tam bilip, o hal ve evsafa tam mutabık manaları tazammun eder. Hassaten asırların müceddidlerine ve bilhassa son asrın müceddidine gelen ve hakaik-i Kur’aniyyeden olan bu ilhamın derecesinde ve Mezkûr mana külliyetinde ve İlahi hikmete ve hakka mutabık söz söylemek, beşerin iktidar ve ihata-yı ilmiyesiyle olamayacağı, ehl-i ilimce bilinmesi gereken bir hakikattır.

Evet, meselenin hakikatı, hissi heyecanlandıran ve nazar-ı beşerde daha cazip görünen zahiri ve lafzi parlak cümleler değil; belki manaya aletiyet vazifesi gören kelime ve cümlelerin hak ve hakikatı tazammun etmesi hususudur. Bu sırdandır ki kesbî ilim bazen halkı heyecanlandırıp celb etmesine rağmen, vehbî ilmin meziyetlerine ve müessiriyetine yetişemiyor. Bu inceliği tevfik edemeyenlerin nazarı, şa’şaalı tarafa döner ve vehbî ilme karşı alakası azalır.

İşte bu sır içindir ki, Bediüzzaman Hazretleri kendi fikrinin mahsulu olmadığına işareten diyor: “Said yoktur, Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattır, hakikat-ı imaniyedir.” (E:152)

Hem yine diyor: “Ben bir çekirdektim, çürüdüm gittim. Bütün kıymet, Kur’an-ı Hakim’in manası ve hakikatlı tefsiri olan Risale-i Nur’a aittir.” (Emi:152)

“Evet lezzetli üzüm salkımlarının hasiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte


ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim.” (M:369)

Hem yine aynı hakikatı te’yiden ve kesbî ilmi vehbî ilme karşı çıkarmamak manasında diyor ki: “Ben Kur'an-ı Hakîm'in sırf bir hizmetkârıyım, o mukaddes dükkânın bir dellâlıyım. Şahsî dükkânımdaki perişan, ehemmiyetsiz şeyleri satışa çıkarmayacağım ve çıkarmak istemiyorum.” (B:269)

Parlak kelamlar asıl olmayıp, belağatın esası olan hakka ve makama mutabık söz söylemenin ehemmiyeti hakkında Bediüzzaman Hazretleri diyor: “Ben vaizleri dinlerdim. Nasihatları bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebeb buldum:

Birincisi: Zaman-ı hâzırayı zaman-ı sâlifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeâyı parlak ve mübalâğalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için isbat-ı müddea ve müteharri-i hakikatı ikna lâzım iken ihmal ediyorlar.

İkincisi: Bir şeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, müvazene-i Şeriatı muhafaza etmiyorlar.

Üçüncüsü: Belâğatın muktezası olan hale mutabık, yani ilcaat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasib söz söylemezler.” (DHÖ:80)

“Hissiyatı okşayan ve müyulata tesir ettiren, müddeayı müzeyyene ve şaşaalandırmak veyahut hâile veya kuvve-i belâgatla hayale me'nus kılmak, bürhanın yerini tutar idi. Fakat bizi onlara kıyas etmek, hareket-i ric'iyye ile o zamanın köşelerine sokmak demektir. Herbir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz, tasvir-i müddea ile aldanmayız.” (Muh:36)

Tenbih: Lafızperestlik nasıl bir hastalıktır.. öyle de; suretperestlik ve üslûbperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik şimdi filcümle, ileride ifrat ile tam bir hastalık ve manayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hattâ bir nükte-i zerafet için veya kafiyenin hatırı için, çok edib edebde edebsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır. Evet lafza zînet verilmeli, fakat tabiat-ı mana istemek şartıyla.. ve suret-i manaya haşmet vermeli, fakat mealin iznini almak şartıyla.. ve üslûba parlaklık vermeli, fakat maksudun istidadı müsaid olmak şartıyla.. ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla.. ve hayale cevelan ve şaşaa vermeli, fakat hakikatı incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikata misal olmak ve hakikattan istimdad etmek şartıyla gerektir.” (Muh:88)

Şu i’caz meselesinin mahiyeti bir derece anlaşılması için Kur’anın i’cazı hakkındaki şu ifadelere dikkat gerektir.

“İ'caz-ı Kur'anda iki mezheb var. Mezheb-i ekser ve racih odur ki, Kur'andaki letaif-ibelâgat ve mezaya-yı maânî, kudret-i beşerin fevkindedir.İkinci mercuh mezheb odur ki:Kur'anın bir suresine muaraza, kudret-i beşer dâhilindedir. Fakat Cenab-ı Hak, mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.) olarak men'etmiş. Nasılki bir adam ayağa kalkabilir, fakat eser-i mu'cizeolarak bir Nebi dese ki: "Sen kalkamayacaksın!" O da kalkamazsa, mu'cize olur. Şumezheb-i mercuha, Sarfe Mezhebi denilir. Yani Cenab-ı Hak cinn ü insi men'etmiş ki,Kur'anın bir suresine mukabele edemesinler. Eğer men'etmeseydi, cinn ü ins bir suresinemukabele ederdi. İşte şu mezhebe göre, "Bir kelimesine de muaraza edilmez" diyenülemanın sözleri hakikattır. Çünki madem Cenab-ı Hak, i'caz için onları men'etmiş;muarazaya ağızlarını açamazlar. Ağızlarını açsalar da; izn-i İlahî olmazsa, kelimeyiçıkaramazlar. Amma mezheb-i racih ve ekser olan mezheb-i evvele göre dahi, o ülemanın beyan ettiği fikrin şöyle bir ince vechi vardır ki: Kur'an-ı Hakîm'in cümleleri, kelimeleri birbirine bakar. Bazı olur bir kelime, on yere bakar; onda, on nükte-i belâgat, on münasebet bulunuyor. Nasılki İşarat-ül İ'caz namındaki tefsirde, Fatiha'nın bazı cümleleri içinde ve الم ٭ ذلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِcümleleri içinde, şu nüktelerden bazı nümuneleri göstermişiz. Meselâ: Nasılki münakkaş bir sarayda, müteaddid, muhtelif nakışların düğümü hükmünde bir taşı, bütün nakışlara bakacak bir yerde yerleştirmek; bütün o duvarı nukuşuyla bilmeye mütevakkıftır. Hem nasılki insanın başındaki gözbebeğini yerinde yerleştirmek, bütün cesedin münasebatını ve vezaif-i acibesini ve gözün o vezaife karşı vaziyetini bilmekle oluyor. Öyle de: Ehl-i hakikatın çok ileri giden bir kısmı, Kur'anın kelimatında pek çok münasebatı ve sair âyetlerdeki cümlelere bakan vücuhları, alâkaları göstermişler. Hususan ülema-i ilm-i huruf daha ileri gidip, bir harf-i Kur'anda, bir sahife kadar esrarı, ehline beyan ederek isbat etmişler. Hem madem Hâlık-ı Külli Şey'in kelâmıdır; herbir kelimesi, kalb ve çekirdek hükmüne geçebilir. (Etrafında, esrardan müteşekkil bir cesed-i manevîye kalb ve bir şecere-i maneviyeye çekirdek hükmüne geçebilir.) İşte insanın sözlerinde, Kur'anın kelimeleri gibi kelimeler, belki cümleler, âyetler bulunabilir. Fakat Kur'anda, çok münasebat gözetilerek bir tarz ile yerleştirildiği yerde; bir ilm-i muhit lâzım ki, öyle yerli yerine yerleşsin.” (M:187)

“Bir de Sekkakî demiştir ki: "İ'caz zevkîdir, tarif ve tabir edilemez. مَنْ لَمْ يَذُقْ لَمْ يَدْرِ Yani fikri ile i'cazı zevketmeyen, tarif ile vâkıf olamaz.. bal gibidir." Lâkin Abdülkahir'in iltizam ettiği veche göre, i'cazı tarif ve tabir etmek mümkündür. Biz de bu vechi kabul ediyoruz.” (İ:132)

“Bu hakikatın en canlı misali 25.Söz’ün 2.Şulesinin 3. Nuru ile 3.Ziyasıdır.” (S:430)

Mevzumuz olan i’caz-ı manevi ve ilham-ı sadık ahkam-ı şer’iyyeye medar olmaktan daha çok marifetullah ve hikemiyat-ı İlahiyye gibi manevi ve fikrî sahalarda carîdir.

Risale-i Nur’un ekseriyeti itibariyle ‘’Manevi i’caz-ı Kur’andan geldiği’’ yani: ilm-i beşeri ve ilm-i kesbî ile değil, belki ilm-i vehbî ile olduğunu ve dolayısıyla ilm-i beşerinin tasarruf edemeyeceği Mezkûr ifadelerden ortaya çıkıyor. Tesbitimize göre 120 adedini bulan bu tarz ifade şekillerinin bir kaçı şöyledir.

-İ’caz- Kur’anın manevi lemaatından

-İ’caz-ı Kur’anın bir ayinesidir.

-İ’caz lem’aları olan bu eserler

-İ’caz-ı manevisinin tesiriyle

-Kur’an-ı Muciz-ül Beyanın i’caz-ı manevisinden çıkan

-Kur’anın bir manevi mucizesi

-Lem’a-yı İ’caz-ı manevisi

-Manevi İ’caz- Kur’aninin lem’aları

-Manevi mu’cisenin bir lem’ası

-Mu’cize-i Kübrasıdır.

-Mu’cize-i Kur’aniye

-Mu’cize-i Manevisi

-Mu’cize-i Maneviye-i Kur’aniye

-Sırr-ı İ’caziye

Mezkûr ifade şekillerinin geçtiği parçalardan da birkaç numune veriyoruz. Şöyle ki:

“Bin seneden beri tedârik ve terâküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umûmîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bahusus avam-ı mü'minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeairlerin kırılması ile bozulmağa yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur'an'ın i'cazıyla ve geniş yaralarını Kur'anın ve îmanın ilâçları ile tedavi etmeğe çalışıyor. Elbette böyle küllî ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilâçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki; bu zamanda Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın i'caz-ı manevîsinden çıkan Risâle-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, îmânın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişâfata medardır.” (Ş:179)

“Bu zamanın tam yarasına bir tiryak olarak Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın bir mu'cize-i maneviyesi ve lemaatı bulunan Risâle-i Nur pekçok müvazenelerle, en dehşetli muannid mütemerridleri, Kur'an'ın elmas kılıncı ile kırıyor.” (Ş:678)

“Bu zamanda onun bir mu'cizesi ve nuru olan Risale-i Nur dahi, felsefe-i maddiyeden gelen dehşetli dalalet-i ilmiyeye karşı avam-ı ehl-i imanın taklidî olan imanlarını, o dalalet-i ilmiyenin savletinden kurtarıp, umum ehl-i imana bir nokta-i istinad ve yakın ve uzaklarda olanlara dahi, zabtedilmez bir kal'a hükmüne geçmiştir ki; bu emsalsiz dehşetli dalaletler içinde, yine avam-ı mü'minin imanını şübhelerden ve İslâmiyetini hakikatsızlık vesveselerinden muhafaza ediyor.” (E:91)

“Bu zamanda Kur'anın i'caz-ı manevîsiyle tezahür eden وَ فِى كُلِّ شَيْءٍ لَهُ آيَةٌ تَدُلُّ عَلَى اَنَّهُ وَاحِدٌ sırrıyla, yani zerrelerden yıldızlara kadar her şeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zât-ı Vâhid-i Ehad'i sıfâtıyla bildiren âyetleri, yani delaletleri ve işaretleri var. İşte Hüve Nüktesi'yle bu mezkûr hakikat-ı kudsiyeye ve imaniyeye ve huzuriyeye icmalen işaretler vardır. Risale-i Nur, bu hakikatı izahatıyla isbat etmiş. Eski zamandaki ehl-i hakikat bir derece mücmelen ve muhtasaran beyan etmişler. Demek bu dehşetli zaman, daha ziyade bu hakikata muhtaçtır ki, Kur'an-ı Hakîm'in i'cazıyla bu hakikat tafsilâtıyla ihsan edilmiş, Nur Risaleleri de bu hakikata bir naşir olmuşlar.” (Em:70)

Hem yine Mezkûr ifadelerin manasında olan ve aynı ifadeleri te’yid eden; Risale-i Nur, ’’Kur’anda tereşşuh etmiştir.’’ ve ‘’Kur’andan gelen’’ şeklindeki ifadeleridir. Bir kısmının yani kırk adedinin listeside şöyledir.

Sözler:441,767
Mektubat:355,356,(368),(369),425,426,465
Şualar 349,407,625,648,680,686,749

İşarat-ül İ’caz 225

Barla Lahikası:10,11,85,119,126,135,139,159,165,178,193,(2 kere)

Kastamonu Lahikası:202

Emirdağ Lahikası:51

Sikke-i Tasdik-i Gaybi:162

Tarihçe-i Hayat:25,241,668

Büyük Mesnevi:510,560

Nur çeşmesi:171

Gençlik Rehberi:219

Osm.Lem’alar:316

Bu listeden de numune için, az bir kısmının metnini arz ediyoruz:

“Kat'î deliller ile sizlere isbat etmiştir ki: Meydan-ı istifadeye vaz'edilen eserler, mîrî malıdır; yani Kur'an-ı Hakîm'in tereşşuhatıdır. Hiç kimse, enesiyle onlara temellük edemez!... O ehl-i fazl ve kemal ve kuvvetli enaniyet-i ilmiyeyi taşıyan zâtlar bilsinler ki; bana değil, Kur'an-ı Hakîm'e talebe ve şakird oluyorlar. Ben de onların bir ders arkadaşıyım.” (M:425)

“Çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki: Risale-i Nur eczaları, Kur'anın tereşşuhatıdır; bizler, taksim-ül a'mal kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhde edip, o âb-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!.." (M:426)

“Risâle-i Nur doğrudan doğruya Kur'an'ın bâhir bir bürhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem'a-i i'caz-ı manevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuaı ve o maden-i ilm-i hakikattan mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i maneviyesi olduğundan onun kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmek Kur'an'ın şerefine ve hesabına ve senasına geçtiğinden, elbette Risâle-i Nur'un meziyetini beyan etmekliği, hak iktiza eder ve hakikat ister, Kur'an izin verir. Benim gibi bir tercümanın hissesi yalnız şükürdür. Hiçbir cihetle fahre, temeddühe, gurura hakkı yoktur ve olamaz.” (Ş:686)

“Sözler hakkında tevazu suretinde demiyorum; belki bir hakikatı beyan etmek için derim ki: Sözler'deki hakaik ve kemalât, benim değil Kur'anındır ve Kur'andan tereşşuh etmiştir. Hattâ Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur'aniyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen öyledir. Mâdem ben öyle biliyorum ve mâdem ben fâniyim, gideceğim; elbette bâki olacak birşey ve bir eser, benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı. Ve mâdem ehl-i dalalet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir; elbette sema-yı Kur'anın yıldızlarıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazata ve tenkidata medar olabilen ve sukut edebilen çürük bir direk ile bağlanmamalı. Hem mâdem örf-i nâsta, bir eserdeki mezaya, o eserin masdarı ve menba'ı zannettikleri müellifinin etvarında aranılıyor ve bu örfe göre, o hakaik-i âliyeyi ve o cevahir-i galiyeyi kendim gibi bir müflise ve onların binde birini kendinde gösteremeyen şahsiyetime mal etmek, hakikata karşı büyük bir haksızlık olduğu için risaleler kendi malım değil, Kur'anın malı olarak, Kur'anın reşehat-ı meziyyatına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum.” (M:369)

Elhasıl: Kur’anın her asra bakan vechesi bulunduğu ve o asrın ihtiyacına bakan hisse-i dersleri, o asrın müceddidine ilhamen ihsan edildiği cihetle; müceddidlerin mürşid-i umumî vasfında vehbi ilme mazhar oldukları dinde bilinen bir hakikattır.

Kur’anın lafzı gibi manasıda mu’cize olup asrın ihtiyacına göre ondan akseden kısmî manalar da o vasıftan hissedardır. Yani müceddidler, vehbî ilimle ahkam-ı Kur’aniyeyi ve esasat-ı diniyeyi tevhim ve ihya ve irşadda ihtiyaca muvafık şekilde izah ve isbat ve ikna ederler. Fakat bu vehbî ilim Kur’anın aynıyla mukayese edilemez. Bediüzzaman Hazretleri elyazma mektubatın Rumuzat kısmında Risaleler için diyor ki: ‘’Onlardaki i’caz-ı Kur’andan in’ikas eden cilveleri Kur’anın hakiki i’cazıyle muvazene etmek ve rekabetkarane de onların sukutunu ve kesadını ve çürüklüğünü arzu etmek, elbette Kur’ana sadakat değildir.

Demek oluyor ki: Risale-i Nurdaki ekser hakaik ve berahin, bu son asırların fenni, ilmi ve felsefi ve her türlü sahalarda ortaya çıkan külli ve muhtelif istikametsiz meselelerin Kur’anî istikametini Kur’anın manevî i’cazıyla gösterir.

Ezcümle: Birinci Şua’daki: 6. ayet; ihsan edilen Nur ile doğru yolun bulunacağı,10.,11.,12. Ayetleri; Risale-i Nur’da tecelli eden hikmet-i Kur’aniye ile manevi kirlerden temizlenileceği, 13.,14. Ayetleri; fen sahasında yayılan şübhecilik fikirlerinin Risale-i Nurlarla izale edilebileceği, 20. ayeti; Risale-i Nur’un bu asrın manevi ve müdhiş hastalıklarına şifa olduğu, 21. ayeti; bu dehşetli asırda Kur’andan gelen nurun zulümatı dağıtarak istikamet yolunu tenvir ettiği, 24.ayetin 3.Noktasında; Her asırda o kitab-ı Mübin’in mertebe-i arşiyesinden ve mu’cize-i maneviyesinden feyiz ve ilham tarikiyle onun gizli hakikatları ve hakikatlarının bürhanları iniyor, nüzul ediyor diye ayetlerin işarî manalarıyla Risale-i Nur’un Kur’andan gelen nurla fitne-i ahirzamana izale ve insanları tenvir ettiği beyan ediliyor.

Bütün bu bahis ve derslerin neticesi ve hülasası, Kur’anın hükümranlığına bakar. Şer’i ahkamın menşei, me’hazı ve mercii Kur’an olduğu gibi, hikmet, tefekkür ve irşad gibi maneviyattada merci-i hakiki yine Kur’andır. Şahıs ise mazhariyet cihetiyle vesiledir. Her cihetle mu’cize ve kudsiyete sahip olan Kur’anın bu asra bakan hakaikının tezahürü ve tereşşuhu nazara verilip, kalpler ona müteveccih kılınmış. Şahıs merci gösterilmemiştir. Bediüzzaman Hazretleri der:

“Nefis cümleden süflî, vazife cümleden alâ.” (M:320)



Yüklə 180,51 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin