Saygin okurlar



Yüklə 437,4 Kb.
səhifə9/9
tarix01.11.2017
ölçüsü437,4 Kb.
#25123
1   2   3   4   5   6   7   8   9

 

 

 



Lakin perşembe günü üç gündür uyku yüzü görmemiş yorgun gözler, bitkinlikten solmuş çehreler bu müthiş fırtınanın sakinleşmesini beklerken, şiddetini daha da artırdığına şahit oldular. Buna karşın yaşlı Ertuğrul’un o derece azalmıştı ki, artık gemiye giren suyu boşaltmaya bile imkân olmuyordu. Cansiperane mukavemeti gayretlere rağmen akşama doğru gemiye giren su seviyesinin yüksele yüksele kazan dairesinde külhan seviyesine çıktığı ve makine dairesini de kapladığı haber verildi. Bu uğursuz haber esasen yorgunluktan bitap düşmüş, ölüm raddesine yaklaşmış subay ve erlerin üzüntüsünü ümitsizliğe çevirdi. İşte bu sırada sancak baş omuzlukta, ufkun karanlığı içinden Oşima Adası Kaşinozaki burnunun bir ejderha gibi kıvrılarak uzandığı görüldü. Bu burun dönülünce Kobe Körfezi’ne girilecekti.

 

 



 

Kobe rotasına dönülünce de rüzgâr ve deniz geminin arkasından alınacak ve tehlikeden uzaklaşılmış olunacaktı. Fakat on mil kadar bir mesafede bulunan bu burna varmak bir türlü mümkün olmuyordu. Burnun önünde kıyıdan yarım mil mesafeye kadar uzayan keskin kayalıklar, su seviyesinde tehlikeli banklar vardı. Onlardan uzak geçmek zorunluluğu da vardı. Ama nasıl? Kazan dairesinde yükselen su ocakları söndürmüş, makine dairesine giren su da makineyi kullanılamaz hale getirmişti. Bu müthiş fırtınada elde kalmış birkaç parça yelkenin kullanılabilmesi ne kadar mümkün olabilirdi?

 

 

 



Bu meşum gecede, artık kendi kendine dalgaların sevkine tabi olarak meçhul ve merhametsiz uçurumlara doğru yuvarlanıp giden bu gacırtılı seyyar tabut içinde herkesin son dakikanın yaklaştığını hissettiği, şaşkın bir hal aldığı görülüyordu. Bazıları dişleri kısılmış donmuş duruyor, bazıları sinir krizleri geçiriyor, bazıları da son anda bir şeyler yapabilmek ümidiyle oraya buraya koşuşuyordu. Makine dairesinin kaportasından aşağıya sarkarak “Fayrap !.. Fayrap !..” diye bağıranlar bile oluyordu. Gemi komutanı, süvarisi ve önde gelen subaylar köprü üstünde toplanmış büyük bir vakar ve sükûnet içinde görevlerini yapmaya çalışıyorlardı. Ama dakikalar ilerledikçe su seviyesinin yükseldiğine dair raporlar da alıyorlardı.

 

Ertuğrul’a giren su yalpayı daha da çoğaltmış, gemide oluşan serbest su sathı yalpaları daha da tehlikeli hale sokmuştu. Gemi üzerine sanki alabora olacakmış gibi yatıyor, sonra tekrar gıcırdaya gıcırdaya, titreye titreye doğrulmaya çalışırken, diğer bir vuruşla öteki tarafa yuvarlanıyordu. Makine ve kazan dairesindeki mürettebat yarı bellerine kadar su içinde bulundukları halde islim kaldırmaya gayret ediyorlardı.



 

 

 



Her taraf karanlık içindeydi. Gece yarısına bir saat kalmıştı. Kurtuluş ümidi olan mevkiye, Oşima Adası, Kaşinozaki feneri hizalarına gelinmişti. Ama şimdi gemide bir büyük sarsıntı daha duyulmuştu. Kazan dairesine giren suların bir numaralı kazan yatağını çökerterek, kazanın bir tarafa yatmasına ve yalpalarda gemi alabandalarını korkunç surette dövmesine neden olduğu rapor ediliyordu. Osman Paşa, gemi inşaiye subayı ve tamirci parti bu yeni arızaya süratle bir çare bulmak için hemen kazan dairesine koştular. Zira kazan arızasından sonra Ertuğrul tamamen hareketten sakıt kalmıştı. Deniz ve dalgalara tabi olarak müthiş bir şekilde kayalıklara doğru sürükleniyordu. Köprü üstünde yalnız kalan Süvari Ali Bey, hiç olmazsa demirleyerek gemiyi kayaların üzerine gitmekten kurtarmayı düşünmüş ve:

 

 



 

– Alesta fero ! (Demir atmaya hazır ol!)

 

– Bismillah fundo ! .. (Besmeleyle demir at ! ..) demişti.



 

Komutaları arka arkaya vermişti. Fakat daha demir atmaya henüz başlamamıştı ki, müthiş bir gürültü işitildi. Bu gürültüyü uzun ve can alıcı feryatlar izledi.

 

Ertuğrul Oşima Adası’nın doğu ucundaki kayalıklara çarpmış ve daha ilk darbede dağılmıştı.”



 

 

 



 

 

Kazanın Tanıkları



 

İmam Ali Efendi

 

Geminin imamı, olayların içinde yaşayan görgü tanığı Ali Efendi, geminin kayalıklara çarpmasından sonrasını şöyle anlatıyor:



 

“... Ben, kıç güvertede ırgatın yanındaydım. Bu felaket üzerine aşağı kamaraya inmek istedim. Fakat palavra güverteye kadar suyun hücum etmiş olduğunu görerek geri döndüm. Güverteyi tekrar bulduğum zaman geminin başaltı yıldırımla vurulmuş gibi dağılmıştı. Yalnız kıç kasarası kalmış, o da bir tarafa yatmıştı. Bu cinnet hali içinde bir aralık mizana direğinin kıça doğru devrildiğini ve kasara üzerine birçok askerin toplanmış olduğunu hatırlıyorum.

 

Geminin çarptığı kayalık sahilden o kadar uzakta olmadığı halde, 500 kişiyi aşan subay ve mürettebatın zayi olmasının nedeninin, geminin kayalara çarpmasından sonra dağılmasıyla birlikte, canlarını kurtarmak için aceleyle kendilerini denize atanların enkaz arasında ezilip kalmasından ileri geldiği şüphesizdir.



 

Bense geminin güvertesi kayboluncaya kadar bekledim. Bundan sonra kendimi tevekkülle korkunç dalgalara terk ettim. Ancak kıyıya ulaşıncaya kadar, çevremde yüzen enkazın arasında kalmaktan veya onlardan bir darbe yiyip ölmekten kurtulmak için büyük bir gayret ve dikkatli bir çaba gösterdim. Ancak sabırla hareketime rağmen yara ve bere içinde kıyıya varabildim.”

 

 

 



Bartınlı Ahmet Erkiş

 

Ertuğrul’un Tokyo günlerinin ve son dakikalarının bir başka canlı tanığı da, Bartınlı Ahmet Erkiş adında bir denizcidir. Büyükelçi Hüsrev Gerede, 1956 yılında yazdığı Ertuğrul Şehitlerimiz ve Muhteşem Anıtları adlı kitabında bu denizciyle daha evvel bir gazetecinin yaptığı söyleşiyi şöyle aktarıyor:



 

“... Birçok Çin ve Japon limanlarına uğrayarak nihayet 7 Haziran 1890 günü Yokohama Limanı’na vardık. Direklerimize vatanımızın renklerini, bayraklarını çektik. 101 pare top attık. Japonlar cevap verdiler. Limanda Rus, İngiliz ve başka ecnebî gemileri de vardı. Onları da bayrakla ve ayrı ayrı 21 pare top atarak selamladık. Onlar da karşılık verdiler. Böylece güzel bayrağımız bütün gün dalgalandı. Japon denizcileri gemimize ziyarete geldiler; biz de ziyaretlerini iade ettik. Nihayet karaya çıkmaya izin verildi.

 

 

 



Ben o zaman 25 yaşındaydım. Memleketi gezdim, birçok defalar Tokyo şehrine gittim. İki şeyi unutamam: bunlardan birincisi Japon konukseverliğidir. Bize samimî dostlukla, çok ince bir nezaketle muamele ettiler. Satın aldığımız şeylerin parasını bile verdirmediler. İkincisi de puspus arabaları... Ömrümde böyle şey görmemiştim...

 

Biz oradayken gemimizde salgın hastalık çıktı. 13 vatandaşımız hakkın rahmetine kavuştu. Hepimizi karaya çıkardılar, çadırlar kurarak karantina altına aldılar. Gemiyi halatlarına varıncaya kadar dezenfekte ettiler. Fakat hastalığın önüne geçilemiyordu... Nihayet dönüşe karar verilmişti...



 

 

 



... Japonlar, ‘Gitmeyiniz. Hava fenadır. Batarsınız!..’ diye nasihat ediyorlardı. Fakat biz ne olursa olsun dönmeye karar vermiştik. 15 Eylül 1890 tarihinde hareket ettik.

 

Dördüncü gün dehşetli bir fırtına koptu. Kara görünmüyor. Denizin üstünde bizden başka gemi yok. Saman çöpü gibi sallanıyoruz. Dağ gibi müthiş bir dalga gemimizin üzerine çöktü... Arkadan başkaları geldi. Mürettebatta kargaşalık... Gemi su almaya başladı. Arkadaşlar halatlara tırmanmaya başladılar. Fakat dev dalgalar direkleri aşıyordu. Bu sırada korkunç bir çatırtı duyuldu... Gemi bir kayaya çarpmıştı. Denize düştüm. Bir tahta parçasına sarıldım. Dalga beni dibe sürükledi. Boğulmak üzereyken nasıl olduğunu anlamadan kendimi bir kayanın üstünde buldum. Kurtulmuştum...



 

 

 



Çıldırmış denizin ortasında aynı kaya üzerinde yanımda birkaç arkadaşım daha vardı. Sevinçten hep beraber hüngür hüngür ağlıyorduk... Yakında bir deniz feneri gözümüze ilişti. Kendini kurtarabilen öbür arkadaşların sığındığı bu fener civarına bin bir tehlike ve zorlukla canlarımızı atabilmiştik. 70 kişi kadardık bu adacıkta... Çıplak, aç, bir damla içecek suya muhtaç... Ümidimizi kesmedik. Nihayet bir gemi gördük... Bir Alman savaş gemisiymiş, yanaştı. Bizi aldı ve hastahanesi olan bir limana götürdü. 70 gün kadar orada tedavi gördük.

 

İzzettin ve Talia vapurlarımızın karşıladığı iki Japon savaş gemisiyle de dört ay kadar süren bir yolculuktan sonra İstanbul’a geldik. Madalya verdiler ve terhis ettiler.”



 

 

 



Bir Subay

 

Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Deniz Müzesi Komutanlığı Yazma Eserler Arşivi No: 38/C de kayıtlı bulunan ve kazadan kurtulan bir subay tarafından kaleme alınarak Kobe’den İstanbul’a gönderildiği belirtilen bir raporda da, olay biraz sadeleştirilmiş olarak şöyle anlatılıyor:



 

“... 15 Eylül pazartesi günü, Yokohama’da ortaya çıkan kolera dolayısıyla intikal ettiğimiz Nagoya’daki karantina mahallinden hareket ettik. Gerekli merasimler ve liman çıkışından sonra 8 saat sonra okyanusa açılmıştık. Gemimiz 8 mil süratle yol almakta, poyraz rüzgârı da hafif hafif esmekteydi. O gece bu şekilde yolumuza devam ettik. Gemi, o hafif rüzgârın meydana getirdiği küçük dalgalarla denizcileri duygulandıracak bir şekilde ağır ağır yalpa yapıyordu.

 

 

 



Ertesi günü saat 5-6 sıralarında o ana kadar hafif hafif esen rüzgâr sertleşmeye ve dalgalar da büyümeye başlamıştı. Dalga boyları 40 kademe kadar çıkmış, gemi 38 dereceye kadar yalpaya düşer hale gelmişti. Biz de Yokohama’dan hemen hemen 250 mil kadar uzaklaşmış, Kaşinozaki fenerini pruvamıza alarak ilerliyorduk ki; gemi dahilinde ‘Allah !.. Allah !..’ sedaları işitilmeye başlandı. Gece saat üç sıralarında anılan fener bordaya alınarak, fenerin bordada görüldüğü mevkiden dönülmek üzere serdümen, ‘Sancağa gel !..’ komutunun verilmesinin ardından, gemi sancağa gelmeye başladı. Bu sırada fırkateynin sürati denizler dolayısıyla ancak 2- 2,5 mil kadardı. Geceyse, göz gözü görmeyecek kadar karanlık, rüzgârlı ve yağmurluydu. Fırtına hükmünü sürdürürken, kısa süre içinde, anılmasıyla bile bütün denizcileri titreten ve tayfun tabir edilen o müthiş dönücü rüzgârın, fırtına üzerine bindirmesiyle gemi iyice süratten düştü ve anılan fenerden bir mil kadar açıkta bulunan ‘Kiifunakara’ adı verilen kayalıklara çarparak buhar devreleri ve kazanı patladı.

 

 



 

Bu anda gemide bir ana baba günü yaşandı ki çarmıhların üzerine çıkanların ve filikaların içine girenlerin, ‘Allah !.. Allah !..’ diye bağıranların, kelimeyi şahadet getirenlerin haddi hesabı yoktu. O zaman ben kıç kasara üzerinde bulunmaktaydım. Fakat asla korkuya kapılmamıştım. Yalnız direkler yıkılırken altında kalmamak için gözlerimle hep onları takip etmekteydim. Dalgalar gemiyi kaldırıp kaldırıp kayaların üzerine attıkça evvela grandi direğinin iskele tarafına ve kıça doğru aykırı olarak devrildiğini, ardından da pruva direğinin de yine iskeleye yattığını gördüm. Ama bu iki direk 180 ila 200 kişiyi de yok etmişti. En sonunda mizana direği de yıkıldı. Bu direk evvelki iki direğin ezmiş olduğu insanlardan da daha fazlasının ezilmesine neden olmuştu.

 

 

 



Filikalarsa dalgaların çarpması dolayısıyla mataforalarıyla beraber geminin altına doğru sokuldu ki içerisinde bulunanların bağrışmalarına yürek dayanmazdı. Bu esnada ben yine kasara üstünde paşa hazretleriyle beraber bulunmaktaydım. Kendisi devamlı olarak ağlamaktaydı. Velhasıl gemi beş dakika içinde tamamen parçalanıp enkazı deniz üzerine yayıldı. Ben de paşa hazretleriyle kırılan bir direğin üzerine çıkmıştım. Beraberce yavaş yavaş sahile yaklaşmaktayken, denizlerin savurmuş olduğu kerestelerden birinin paşanın başına çarpmasıyla o ruhunu teslim etti. Ben tutunduğum tahta parçalarının üzerinde gitmekteyken, deniz beni bunların üzerinden atıp altına sokmuştu ki, o zaman kelimei şahadet getirmeye başladım. 3-4 kere batıp çıktıktan sonra bir ağacın üstüne çıkarak 4-5 saat denizde uğraşa uğraşa elhamdülillah salimen karaya çıktım.

 

 



 

Sahilde fenere gitmek için yol yoktu. Sahil bütünüyle dik kayalardan oluşuyordu. Fenerse tepedeydi. O gece sabaha kadar bir don bir gömlekle kaldığımdan, bir taraftan yağmur ve soğuktan donmak tehlikesi içinde, diğer taraftan o yaralıların canhıraş feryatları ve iniltilerine tahammül etmek durumunda olduğum için çok zor saatler geçirdim.

 

 

 



Velhasıl sabah oldu. Fenere çıkmak için bir yol bulmak üzere her birimiz bir tarafa giderek araştırmaya başladık. Nihayet bir keçi yolu bularak, oradan fenere çıktık. Askerlerin yaraları fenerciler tarafından güzelce temizlendikten ve iyice sarıldıktan sonra bize yiyecek çıkardılar. Allah’ıma ve padişahımıza şükrederek karnımızı doyurduk ve halimizi ifade ettik. Ama hiç İngilizce bilen olmadığından durumu anlatamadık. Akşamüzeri benimle beraber bando subayını bir kayığa bindirdiler. Sonra da bir vapurla Kobe’ye götürdüler. Bu vapurun kaptanı bize çok iyi davrandığı gibi, birer kat da elbise verdi. Kobe’de bizi polis merkezine teslim ettiler. Orada durumu bütün detayıyla anlattık. Anlattıklarımızı derhal Yokohama’ya tel yazıyla bildirdiler. Bizi de gayet temiz bir otele yatırdılar. Velhasıl sabah oldu. Bir Alman gambotu gidip, kurtulan diğer personelimizi de alarak Kobe’ye getirdi. Onlar da hastahaneye yatırıldılar. Yaralılar Mikado tarafından gönderilen özel doktorlar vasıtasıyla tedavi edilmekte olduklarından inşallah 10-15 gün zarfında iyileşirler de, biz de buradan hareket ederiz.

 

 



 

Kobe, 18 Eylül 1890”

 

 

 



Derleyen ve düzenleyen: Naci Kaptan

 

tekrar elden gecirme 12.01.2009



 

 

 



Naci Kaptan'a teşekkürlerimizle

 

Denizce



 

09.11.2007

 

 

 



 

 

 



 

 

 



 

 

 



 

 

 



 

 

 



 

 

 



 
Yüklə 437,4 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin