SERHAT KENTİ DOĞUBAYAZIT
Yağmur toprağı yeni demlemişti. Hafif esen rüzgâr eğilip temiz toprağı öpüyor, bin bir çiçeğe sarılıyor kokularını alıp bütün doğaya yayıyordu. Gökkuşağı pırıl pırıl renklerle ve ağaçların hemen üstünde açmış gibiydi. Pınarlar da bolca taze sular akıyor, tarlalarda olgun başaklar yetişiyor, alabildiğine verimli ovalar bereketli bahçeler ard arda diziliyordu. Güneş onları yüreği ile ısıtıyordu. İnsanlar hep beraber çalışıyor, yardımlaşıyordu, herkes saf kalpli, samimi, inanç sahibi ve oldukları gibiydiler. Bu yer barış diyarı olmalıydı.
Burada yaşayanlar, onlara, uzunca yıllar önderlik eden, doğru ve iyi yolu gösteren insanların ölümlerine üzülüp, saygı amacı ile ölenlerin mabetlerinin üzerine onların resimlerini kazıyıp, yok olup gitmemeleri için özen göstermişlerdi. Yapılanlar bütünüyle iyi niyetliydi. Bu durum yüzyıllarca böyle devam etmişti. Fakat sonrasında öyle bir nesil geldi ki, o zamana kadar devam eden bütün dengeleri alt üst ettiler. Hem ahlaki değerleri, hem toplumsal kuralları hiçe sayıp, her türlü sınırı ihlal ediyorlardı. Üstelik inançları öylesine zedelenmişti ki tek ilah olan Allah’a değil de, atalarının saygı gösterdikleri mabet resimlerini yontarak heykeller yapıp onlara tapıyorlardı. Putperestlik ilk kez bu topluluk da başlamıştı.
Allah, bu çılgınlığın bir son bulması için, orada doğup büyüyen çok uzun yıllar aralarında yaşayan sabırlı ve halim birini onlara uyarıcı olarak gönderdi. Onlar uyarıcı peygamberi yalanlıyor, ona deli muamelesi yapıp dövüp hakaretler ediyorlardı. Ayrıca, kendilerinin yaptığı gibi oda, fakirleri aşağılayıp kovarsa, ona inanacaklarını söylüyorlardı. Uyarıcı peygamber uzun yıllar onlarla zorlu bir mücadeleye girdi. Sonrasında artık ne sabrı nede gücü kalmamıştı. Yüce Yaratana yalvararak artık onlara şiddetli bir azabın gelmesini istedi.
Allah, gönderdiği peygamberine, ona inananların kurtuluşa ermesi için, bir gemi vahiy etti.’İnanları ve her türlü canlıdan ikişer çift alarak gemiyi yükle emrimizi bekle ‘ dedi… Allah’ın peygamberi, hiç vakit kaybetmeden ona emir olunduğu gibi, gemiyi yapmak üzere işe koyuldu.
Eline aldığı ağır taş parçasıyla demiri eziyor, büküyor, büyük kalın çiviler elde ediyor, bunlarla Sac ağacının tahta parçalarını birleştirip kuvvetlice çakıyordu. Kalın halatları yuvarlıyor, bir yandan küçük bölmeler yapıyor bir yandan büyüklü küçüklü kafesler hazırlıyor, gece gizlice gündüz de büyük bir sabırla çalışıyordu. Ona yardım edenler arasında oğulları Haam, Saam ve Yafez de vardı. Uzun sakallı, esmer, ince tenli, uzunca başlı, iri gözlü, uzun ve enli sakallı, iri vücutlu bu ihtiyar marangoz, Hz Nuh peygamberdi.
Geminin baş tarafı horoz başı gibi, karnı kuş karnı gibi, kuyruk kısmı da horoz kuyruğu gibi meyilliydi. İçerden ve dışarıdan ziftlenmişti. Gemi yelkenli değil kanatlıydı, kazanı fırınla çalışan bir vapur gibiydi. Üç katlı ve üç ambarlıydı. Her bir kata küçük birer pencere konulmuştu. En üst katta içilecek su için depolar, yiyecekler içinde, iki yanına tahtadan dolaplar yapılmıştı. Gökyüzü çok öfkeliydi, bulutlar günler öncesinde perde olmuşlardı güneşe. O gün hayvanlar İlahi bir emirle olacak ki gelecek olan felaketi sezmişlerdi, Geminin içine doluşmaya başladılar.
İnkârcı halk ve kralları Dermesil, kara parçası üzerinde gemi yapan Nuh peygambere ve tek bir yağmur damlası bile düşmeden gemiye binen insanlara yaklaşarak onlarla alay ediyor, hatta gemiden hemen inmezlerse onları yakacaklarını söylüyorlardı ki adamın biri, telaşla koşarak geldi ve ekmek pişiren bir kadının yaktığı tandırdan su fışkırdığını söyledi. Bunun üzerine Nuh peygamber krala, doğru yolu bulmaları, kurtuluşa ermeleri için davetini son defa tekrarlayarak gemiye binmelerini istedi ve şöyle dedi. ”Allah’ a karşı gururunu çoğaltma,imana gelmekte acele et !.Yüce Allah a eş, ortak koşmayı bırakıp doğru yol bul! Aksi halde azabı önünde hazır bulacaksın!” Kavmin önde gelenleri arasında Nuh peygamberin oğlu Yaam(Ken’an) ve kerısı Vaile de gemiye binmeyi reddetiler.
Kralın atının ayakları altında sular fışkırmaya başladı. Onlarda tufanın olacağını anlamışlardı fakat vaktini bilmiyorlardı. Kral dağın başını yiyecekle doldurmuştu. Telaşla ev halkıyla beraber dağa çıkmak isterlerken üzerlerine kayalar yuvarlandı. Yerden sular fışkırıyordu, sular çok sıcak ve pis kokuluydu. Belli ki yeryüzü de öfkeliydi bu zalim insanlara.
Nuh Peygamber, yeryüzünde oluşan dalgaların üzerinde gemisiyle yüzerken gözü oğlu Yaam’ı aradı, onu dağa doğru koşarken gördü. Kurtulması için onu tekrar uyararak içtenlikle yalvardı ama oğlu yakındaki bir dağa sığınarak kurtulacağını sandı... Hem inkârcı hem de zalimlerle beraber o da suda boğuldu.
Yağmur durmaksızın ve bütün şiddetiyle yağıyordu. Yeryüzünde seller fışkırıyor, nehirler taşıyor adata göğe yükseliyordu. Dev dalgaların boyu dağları aşıyordu. Kaya parçası bütünüyle suya gömülmüştü. Tufan kırk gün devam etti ta ki zaman yedinci ayın on yedisini gösterinceye kadar.
Denildi ki “Ey yer suyunu yut ve ey gök sen de tut!”su çekildi iş bitiriliverdi(gemide) zalimler topluluğuna da “Uzak olsunlar” denildi.(Hud suresi 44)
O sabah güneş mucizevî bir şekilde yüzünü göstermişti, ne kadar da büyük ve parlaktı. Gemidekiler sanki ilk defa görüyorlarmış gibi hayretle ve büyük bir inançla baktılar tekrardan doğan güneşe. İhtiyar yüzü aydınlandı Nuh peygamberin, gülen gözlerinden yaşlar akıyordu dakikalarca secdeye kapanıp ağladı, alnı yağmur sularıyla ıslandı…
Günlerce belki de haftalarca yüksekçe bir dağda kaldılar. Yer- gök birbirine ne kadarda yakındı. Sular günler içinde yavaş yavaş çekilmeye başladı, kaya parçaları sivri başlarını çıkarmışlardı. Nuh un gemisi Ağrı Dağına oturmuştu. Aylarca süren gemi yolculuğu sonunda en üst kattaki Nuh peygamberle ailesi ve yanındakiler getirdikleri tahılları karıştırarak Aşura yemeğini pişirip yemişlerdi. Orta katta evcil hayvanlar, en alt kattaki yırtıcı ve vahşi hayvanlar kafeslerinde sürekli uyumuşlardı.
Nuh peygamber suların çekilip çekilmediğini anlamak için geminin penceresinden bir güvercin saldı gökyüzüne, ancak sular çekilmediğinden güvercin geri döndü. Bir hafta sonra güvercini peşinden kargayı saldı gökyüzüne. Karga leşleri yemek için dönmedi ama akşama doğru güvercin yeşil yaprağı üzerinde olan bir zeytin dalı ile geri dönmüştü, doğa insanlara barışmıştı.
Peygamberleriyle beraber ona inanmış aynı zamanda seçilmiş insanlar tuhaf bir duygu ile gemiden iniyorlardı. Ahura ve Üzengi köyleri bölgesinde Naxuan kentini inşa ettiler. Neslin devamı için daha sonra Doğuya ve Güneye doğru yayıldılar, yeni şehirler kurdular. Ortaçağ gezginleri çok eskilerden kalma bu kentin harabeleri tahminen Karabulak
Arzep bölgelerinde (Doğubayazıt a bağlı köyler) Hz Nuh ve oğulları tarafından kurulmuş bölgenin ilk şehri olduğunu söylemektedirler. Nuh’un gemisi tarihe tanıklık etmek için mi yoksa insanlığı ikinci bir defa daha kurtarmak için mi bilinmez halen bu bölgede sessiz bir bekleyiştedir…
҉҉҉҉ ҉҉҉҉ ҉҉҉҉҉҉
Ağrı dağı eteklerinde ve çevresinde yaşayan Hitit uygarlığı M.Ö. 1340 tan sonra etkinliklerini yitirmeye başlamış, sonra Huriler M.Ö.1200 senesine kadar bölgede yaşamış M.Ö. 1200-600 yılları arasında ise ismine ilk kez Asur kaynaklarında rastlanan Urartular yerleşmiş. Urartular M.Ö. 9.yüzyıl dan 6. yüzyıla kadar bölgede egemenlik sürdüren bir uygarlıktır. .Sınırları Van da Alagöz Dağlarına, Gükce Göle kadar uzandığı için Bayazıt, uzun süre onların egemenliğinde kaldı. Yukarı Bayazıt da Belleburç denilen bir konumda sarp kayalıklar üzerinde savunma amaçlı oldukça sağlam bir kale inşa ettiler. Etrafı surlarla çevrili olan bu savunma kalesinin adı Daryunktu, şehir de bu isimle anılıyordu. Bir diğer adı Cinviz (veya Ceneviz) olan kalenin dışındaki surlarda bir mezarın üzerinde solda ayakta iki elini açmış dua eder gibi duran sakallı biri, ortada üstte bir keçi figürü, sağda bir elinde asası olan kabartma dikkat çekiciydi.
Kalenin içindeki duvarlar insan, balık, boğa figürleriyle süslenmişti, tarçını anımsatan bir koku eşliğinde flüt çalınıyor acıklı ve ritimli bir müzik yükseliyordu. Önde oturan kadınların başörtüleri, alınlarını düz bir çizgi gibi kapatmış dikdörtgen şekilde arkaya sırtlarına kadar sarkmıştı. Kıyafetleri şal desenli, ayak bileklerine kadar uzun, bellerinde bronzdan yapılmış dar ve kısa kemerleri vardı. Kemerlerin üzerinde açık havada düzenlenen dinsel içerikli bir ziyafet sahnesi özenle çizilip tasvir edilmişti. Boyunlarındaki madalyonlarda da yine aynı temsil sahnesi, bileklerinde iki ucu aslan figürlü kalın altın bilezikleri ve omuzlarında pullu boncuklu pelerinleri süslü iğnelerle tutturmuşlardı. Erkeklerin kıyafetleri elbise gibi dizlerine kadar iniyordu. Onlarında bellerinde bronzdan kemerleri geniş ve uzundu. Kemer üzerindeki süsleri daha çok av ve savaş süvari geçişleri, aslan, boğa, fantastik yaratıkların sırtına basarak betimlenen tanrı figürleri, hayat ağacı ve etrafındaki kutsal içerikli sahneler ağırlıktaydı. Takılar toplumda statü belirleme, dinsel ve ruhani korunma amacıyla takıldığı için, erkeklerde kolye, küpe ve bilezik takmışlardı. Ayakkabıları el örgüsü olup bilekten iple bağlıydı...
Urartular güzellikten yoksun değillerdi. Sanatla iç içe olmuş, yaşamın her alanına renk, çiçek, koku, müzik, taş oyma, maden işleme, değerli taşlara ince süslemeler ile estetik katmışlar. Urartuların yaptırdıkları bu kale ilk kanalizasyon sistemiyle de ileri bir medeniyette oldukları izlenimini veriyordu. Kendilerinden önceki medeniyetlerinde ileri olmaları sebebiyle yaşantıları belli bir düzen ve refah içinde geçiyordu. Çevre illerde yaptırdıkları sulama kanalları halen daha kullanılmaktadır. Üç yüz yıl yöreye hakim oldular. Çünkü Ağrı Dağı selametlikti, ovaları verimli ve güvenliydi.
Urartulardan sonra M.Ö 625 yılında yöreye Medler hakim oldular ancak yapılan iç darbe ile yıkıldılar. Sonrasında M.Ö.55 yıllarında Pers İmparatorluğu kuruldu. Miladi 645 yılına kadar Bayazıt bölgesi Persler ile Roma ve Bizans İmparatorluklarının savaşlarına sahne oldu, bunların arasında sıkça el değiştirdi. Hz Osman ın halifelik yıllarında Ağrı ve çevresine seferler düzenleyen İslam ordusu 645 yıllarında Bayazıtın da içinde bulunduğu tüm bölgeyi fethetti. O dönem tarihçilerine dayanan kaynaklarda (Arap)Beyazıt, Kale i Nur, Narin Kale adlarıyla geçmektedir. Bayazıt bölgesi insanlarının, Zerdüşt inancından Müslümanlığa geçişleri bundan sonra başlamıştır. Süreç X. XII. Selçuklu Sultanı Alp Arslan’ın Kürt Beyleriyle anlaşarak 1071 yılında Malazgirt de Bizans İmparatoru Romen Diyojeni yenmesiyle Bizans’ın bu coğrafyadaki etkinliği son bulmuştur.1239 yılından itibaren bölgeye akın eden Moğollar 1262 den 1382 yılına kadar buraları egemenlikleri altında tuttular. Moğollar savaş teknikleri ve kanlı baskınlarıyla Dünya ya nam salmışlardı. Aladağ yaylalarına kamp kurup 1264 yılında oraya bir kale yaptırdılar.
Çeşitli etnik kökenden insanların yaşadığı Bayazıt’da bir köye adını veren Meryem Ana kilisesi bulunmaktadır. Meryemana harabesi, Sağdıç köyü yüksek yamacında kırmızı kerpiç topraktan kilise tarzı bir yapıdır, avlusu ve etrafında kesik ağaç kökleri vardır. Buradan yola çıkarak eskiden ağaçlık bir yer olduğu anlaşılıyor.
Selçuklu dönemi, kültür ve mimarisinde önemli bir yer tutmuş olan kervansaraylar ve hanlar en çok 13. yüzyılda çeşitlenmiş ve Anadolu mimarisini etkilemiştir. Denizli- Bayazıt güzergâhında yaklaşık 40 adet kervansaray bulunmaktadır ve bunlardan 10 tanesi özellikle iyi korunmuş durumdadır. Bu güzergâhın sınırları Asya ya kadar uzanmaktadır. Doğudan batıya doğru gelişen ticari hareketlilik yoğun bir şekilde, ipek, porselen, kâğıt, baharat ve değerli taşların(yeşim taşı gibi) taşınmasının yanında kıtalar arasındaki kültür alışverişine de imkân sağlayan bu binlerce kilometre uzunluğundaki kervan yolları, zaman içinde İpek Yolu olarak adlandırılmıştır. İpek, batı için İpek Yolu üzerinde taşınan en sıradışı maddedir ve bu madde yola adını vermiştir. Bayazıt, Trabzon’dan, Tebriz’e uzanan eski İpek Yolu üzerindeki sınır kentiydi. İpek Geçidi, Doğubayazıt ile Taşlıçay arasında yer alır. Çilli geçidi ise Doğubayazıt ile Iğdır sınırında yer alır.
1374 yılında Celayir Aşiretinn iki kardeş arasında bölünmesiyle Bayazıt, Sultan Bayazide verilmiştir. halk tarafından çok sevilen Sultan Bayazid’in ölümünden sonra, halk onun anısına şehrin adını değiştirerek Daryunk yerine ilk defa Bayazıt adını vermiştir. 1514 lü yıllara gelindiğinde Bayazıt, Safevi İranlıların egemenliğindeydi. Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail e karşı savaşmak üzere Bayazıt bölgesine gelmesiyle, yöremiz beyliği ilk kez Osmanlılarla tanışmış ve Çaldıran savaşında Osmanlı saflarında yer almıştır.
1514 yıllarında Bayazıt da güçlü bir yönetim olduğu anlaşılıyor. Çaldırana gitmek üzere Erzurum da bulunan Yavuz Sultan Selim, Şehsuvaroğlu Ali Bey’i önceden Bayazıt daki yönetimle anlaşmaya gönderiyor ve böylece Bayazid beyliği binlerce koyun, çadır ve tonlarca buğday katkısında bulunarak, sayısı onbinleri bulan bir ordu ile savaşa katılmıştır. Bu yararlılıkları ve savaşta gösterdikleri cesaretler ile Bayazıtlılar padişahın ve komutanların dikkatlerini çekmiş büyük övgüler almışlar. Bu da Bayazıt yönetiminin bölgede daha da güçlenmesine ve topraklarının genişlemesine yol açmıştır. Çaldıran Savaşından sonra Bazid Kalesinin hemen yanında, merkezi kubbeli ve tek minareli Selim Cami de o dönemde yapılmıştır Bayazıt, Çaldıran Savaşından sonra tekrar Safevi İran’ın hakimiyetine girdi. Kanuni 1554 yılı Ağustos ayında İran’ a yeni bir sefer düzenlemek üzere Bayazıt bölgesine geldiğinde, buranın Osmanlı-İran çekişmelerinden dolayı virane olduğu yazılmaktadır.1555 yılında yapılan Amasya barışı ile Kars ve Van Osmanlıda, Bayazıt –Eleşkirt bölgesi Safevi İran da kalmıştır. Bayazıt bölgesi, 1578 yılındaki Osmanlı –İran savaşında yeniden Osmanlıya katılmıştır. Osmanlı kaynakları o tarihte Bayazıt da bey olanın, Bayazıt Bey Selve yöneticisinin ise Tacdin Bey olduğunu aktarır. Bazı Osmanlı kaynakları 1578 yıllarından itibaren Bayazıt yöresine Silvan bölgesinden gelen Beysan,Bociyan ve Zilan aşiret boylarının yerleştiği geçiyor Sultan1V.Murat 1635 yılında İran seferine çıkmış, Bayazıt Beylığı güçlerinin de aktif katılımı ile Erivan, Nahçivan, Hoy’u fethetmişti. Bayazıt bölgesi bu savaştan kısa süre sonra 1639 yılında yapılan Kasr-i Şirin antlaşmasıyla artık uzun süreli Osmanlı İmparatorluğuna tabi olmuştur. Osmanlılar döneminde önce Van’a sonrada Erzurum’a yurtluk ve ocaklık statüsünde bir Beylik olarak bağlı olan Bayazıt sınırları doğuda Mako, batıda Hasankale, güneyde Ebxe/Çaldıran’ı da içine alarak ve kuzeyde ise Sürmeli-Aron ovasını Erivan’dan ayıran Aras nehrine kadar olan coğrafyayı kapsıyordu. Tarihçi Abdullah Varlı ise Bayazıt Beyliğine bağlı 16 kadar sancak saymakta ve o dönem bazı yöneticilerin adlarını da Osmanlı belgelerinden aktarmaktadır.
Osmanlıların bu coğrafyaya gelmesinden yüzyıllar öncesinde de Bayazıt özerk statüye sahipti. Amasya anlaşması ile Kanuni, zamanında da bu hak devam etmiştir. Bayazıt’ ın, imparatorluk içerisindeki statüsü kaynaklarda Yurtluk ve Ocaklık olarak geçmektedir. Osmanlı devleti 1914 ‘de 1. Dünya Harbine sokuldu. İtilaf devletleri ile dört ayrı cephede çarpışmak zorunda kaldı. Savaşta, bütün kaynaklarını ve imkânlarını seferber eden Osmanlı Devleti, perişan durumdaydı. Büyük yıkımlar yaratan bu savaşta, yaşantısını belli bir refah seviyesinde sürdüren Bayazıt halkı da seferber olmuş bütün gençlerini cephelerde savaşmaya yollamıştı. Halk yoksulluk ve kıtlık içinde yaşıyordu.1918 Nisanına kadar Rus işgalinde bulunan Bayazıt, Kazım Karabekir Paşa nın kuvvetleri ile Ruslar yöreden çıkarılmış tekrar Türkiye topraklarına katılmıştır. T.B.M.M.’de Bayazıt milletvekilleri, halkın çok zor durumda olduğunu bir yandan savaş bir yandan yağmalama olaylarının yaşandığını, açlıkla karşı karşıya kalan halkın aylardır beslenemediğini yörede dağlarda çıkan, çiriş otu ile beslendiğini söyleyip ağladığı kayıtlarda geçmektedir. 1927 yılında Bakanlar kurulu kararıyla vilayet merkezi Karaköse’ye alınınca, bu tarihe kadar il olan Bayazıt, geçerli bir sebep olmaksızın halkına yapılan bir açıklama ile ilçe olması yönünde karar alındığı söylenmiştir. Aynı yıl ilçenin adı Doğubayazıt olarak değiştirildi.
҉҉҉҉҉ ҉҉҉ ҉҉҉҉҉
17. yüzyılda Bayazıt, bilim ve edebiyat’ın merkezi olmuştur. Şair filizof Ehmedi Xani o dönemde yaşamıştır. Ehmedi Xani ilmi tahsil ve seyahatlerden sonra memleketi Bayazıt’ ta döner, orada bir mescit ve medrese inşa eder. İmamlık ve müderrislik görevlerinin yansıra, bilgili yetenekli ve sosyal bir şahsiyet oluşu sebebiyle, sarayda divan katipliği de yapmıştır. Xani en güzel eserlerini memleketi Bayazıt’ ta geldiğinde yazmıştır. Özellikle, çocukların eğitilmesine önem vermiş ve dinlerini kolaylıkla öğrenmeleri için kolay anlaşılır manzum eserler yazmıştır. Küçüklerin İlkbaharı (Nubahara Pıçukan) gibi.Memu Zin mesnevisi, sadece bir aşk hikayesini anlatmayı amaçlamamıştır. O bir aşk hikayesini işaret ederek, ruh yücelmesini anlattığını çeşitli beyitlerinde dile getirmiştir.Xani Baba bulunduğu toplumda insanlarla iç içe yaşamış , onların yaşadığı sıkıntıların halkın sahipsiz kalmasından kaynaklandığını söylemiştir.
Sağlıklı ve mutlu bir toplumun yapısının temelinde adalet olduğuna inanan Xani, eserlerinde Allahın, adalet sıfatından hareketle, mutlak bir amaç olarak bireysel ve toplumsal anlamda düşündüğü adalet kimliğini vurgulamıştır. Filozof Xani zamanın çoğunu yazarak geçirirdi. Kalemi eline aldığında “Allah’ım biliyorsun ki zavallı Xani de bu kalem gibi tutsaktır.” demiştir. Ehmede Xani eserlerinde iki Bazid beyinden söz etmektedir. Biri 1631 yılında yazmış olduğu Mehdiye u Mersiye adlı o yıl ölen, Bayazıt Beyi Mir Mihemmed Pırbela’ya adanmış uzun şiiridir. Xani bu şiirinde Mir M.Pırbelaya Serhad boylarının padişahı olarak tanımlamaktadır.
(…)
Nam salan o bey nerede şimdi?
Serhad ‘ta oturan bir hakimdi
Şahlar ona hediye gönderirdi
Serhadların Padişahı nerde?
(…)
Şiirin son bölümlerindeki ‘özellikle o biricik oğlu kalsın’ sözlerinden de Pirbela’nın yerine yönetime oğlu Abdi Paşa nın geçtiğini anlıyoruz.Xani’nin divanında katiplik yaptığıda
bilinen Mir Mihemmed Pirbela, birçok halk hikayesinde de geçmekte ve onlarda Mir ‘in Xani’ye olan saygınlığı dile getirilmektedir.
Xani 1695 yılında bitirdiği Mem u Zin’in VI. Bölümünde de Mirza Bey adında bölgenin diğer bir yöneticisinden övgü ile söz etmektedir. Bundanda Mirza Bey in Mem u Zin in yazıldığı dönemde yaşadığı ortaya çıkmaktadır. Bediüzzaman (zamanın eşsizi)Saidi Nursi medrese eğitimi sırasında genç yaşlarında Bayazıt ‘ta Şeyh Mehmet Celali ‘nin medresesinde üç ay süren bir eğitim gördü Burada, medrese eğitiminde yer alan kitapların yanında pek çok başka kitabı da okudu. İcazetini alarak Bazıt den ayrıldı.
҉҉҉҉҉ ҉҉҉ ҉҉҉҉҉
16 yüzyılda, Bayazıt’ta yaşanılan Kerem ile Aslının dillere destan aşkı, günümüze kadar gelerek edebileşmiştir. İranın çok meşhur beldesi İsfahan da adil, iyi yürekli bir padişah varmış, padişah hazinedarı keşiş ile sürekli dertleşip konuşurlarmış. Çünkü ikisinin de çocuğu yokmuş. Sohbet esnasında keşiş, padişaha çok görkemli bir saray yaptırıp bahçesini de süslerseniz bütün zamanınızı burada geçirir üzüntünüzü unutursunuz demiş. Padişah bu fikri kısa sürede gerçekleştirmiş. İsfahan’ın en güzel yerinde bir saray yaptırıp, sarayın bahçesinin ortasına da pembe mermerden bir havuz yaptırmış. Havuzun billur sularından kumrular oynaşıyor, bülbüller güllerin etrafında şarkılar söylüyor, renkli kanatlı tavus kuşları ile cennetten bir köşe gibiymiş. Bu sarayda sık sık eğlenceler düzenleniyordu Bir gün keşişin karısı ile hanım sultan eğlenceyi ziyarete giderken karşılarına nur yüzlü bir ihtiyar çıkar Hanım sultana bir elma, Keşişin karısına bir ayva fidesi verir bunları ekmelerini ister. Bunlar fidanları eker büyütürler, ancak iki ağaç da büyüdüklerinde meyve vermezler. Hanım sultan bir gün rüyasında yine o nur yüzlü ihtiyarı görür ve bir çocuk dileği için yalvarır. Yaşlı adam ona ağacın elma verdiğini, bu dileği için bu meyveyi yemesini söyler. Oda hemen keşişin karısına haber verir ağaçların yanlarına gelirler. Hanım sultanın ağacı elma verir ama keşişin karısının ağacında meyve yoktur. Hanım sultan, elmasını ortadan ikiye böler ve yarısını keşişin karısına verir. Buna karşılık hamile kalıp çocukları, biri kız biri oğlan olursa birbirleriyle evlendirecekler diye söz verirler. Zaman içinde ikisi de hamile kalırlar. Padişahın oğlu, Keşişin kızı olur. Kızın adı Kara Sultan, oğlanın adı Ahmet Mirza Bey olur. Fakat bir süre sonra ters giden bir şeyler olur. Keşiş bir gün uyurken izmeye dalar. Bu kadar güzel bir kızı neden padişahın oğluna vereyim ki diye söylenir. Ve bu fikrini karısına açıklar. Karısı “Ama Beyim biz hamile kalmadan önce çocuklarımızı birbirleriyle evlendireceğimize yemin ettik” dedi. Keşiş, bunun üzerine etrafa kızının öldüğü söylentisini yayar. Padişaha da bunun doğru olduğunu söyler. Keşiş, sonra kızını ve karısını alarak üç gün uzaklıktaki Zengi köyüne yerleşir. Bir gece Mirza Bey rüyasında Kara Sultanın elinden şerbet içtiğini görür. Daha sonra büyük bir heyecanla uyanır. Yalnız kimin elinden şerbet içtiğini bilmiyordu ama kızın yüzü aklında kalmıştı. Bir sabah Mirza Bey babasından izin alarak arkadaşı Sofi ile birlikte Zengi köyüne gezmeye o taraflarda av yapmaya gitti. O gün sarayın camının yanında gergef yapan bir kız gördü. Yanına yaklaşıp dikkatlice baktıktan sonra bu kızın rüyasında gördüğü kız olduğunu anlayınca Kerem, oracıkta saz çalıp türkü söyleyerek ona:
Başı yastık göre mi?
Gözü dilber görenin
Gözüne uyku girer mi?
Zülfüne berdar olanın?
Mirza Bey bunları söyledikten sonra kızı kendine doğru çekti, kızı öptü ve
Söyle güzel kız, sen hangi bahçenin sümbülüsün?
Kız İsfahanlı babam keşiş idi. Kerem eyle bırak beni, babam görmesin.
Delikanlı: Aslı nedir Salı vereyim!
Kız: Kerem eyle bırak beni! dedikten sonra anında birbirlerine aşık olurlar. Mirza Beyin aklına bir şey geldi, benim adım Kerem, senin adın Aslı olacak. Bundan böyle birbirimizi böyle çağıracağız! Daha sonra Aslının işlediği gergefin üzerinde bulunan oyalı tülbenti aldı ve Sofiyi bularak İsfahan’a döndüler. Oğlunun dertli olduğunu gören Padişah kısa süre içinde durumu anlar. Keşişi yanına çağırtıp neden yalan söylediğini sorar. Keşişin kızını vermesi için ikna eder. Bunun üzerine keşiş padişahtan beş ay süre ister. Padişah bir yüzük vererek onunla kızını oğluma nişanla der. Keremin günleri zevk ve sefa içinde geçiyordu. Beş ayın sonunda Padişah düğün hazırlıklarına başlarken, Keşiş karısını ve kızını alarak Zengi köyünden kaçmaya karar verirler.
Kızını Kerem’den diyar diyar kaçırır, bütün Anadolu yu gezer. Kerem de izlerini takip ederek onları bulmaya çalışır. Keşiş en sonunda Bayazıt’daki bahçesine gelir. Kerem ile Aslı’nın buluşmalarını engelleyemez ve evlenmelerine bir şartla izin verir. Aslı’nın düğün elbisesini kendisinin dikeceğini söyler. Hazırladığı sihirli entari, Kerem türkü söyledikçe düğmeleri açılır, açılanlar tekrar kapanır, bu durum sabaha kadar böyle devam eder. Sonunda Kerem, öyle bir ah çeker ki ağzından çıkan alevle tutuşup yanar. Küllerinin başında günlerce bekleyen Aslı, külleri saçı ile süpürürken tutuşur, o da yanar. Külleri birbirine karışır. Yüce bir aşkla birbirini seven iki gencin ölümüne neden olan Keşiş ve karısı ölümle cezalandırılırlar. Kale den bakıldığında bir yaprak şeklinde olan Keşişin Bahçesinde zamanında cins cins meyve ağaçları varmış. Çiçeklerin, türlü meyvelerin, boy boy ağaçların, buz gibi şakırdayan suların ve huzur veren yeşil rengi ile büyüleyicidir.
҉҉҉҉҉ ҉҉҉ ҉҉҉҉҉
18.yy’ den sonra Bayazıt bölgesinde önceki dönemlere oranla az savaş görmesi ve
doğu batı arasındaki kervan ticaretinin yoğunlaşması, bölge ekonomisinin gelişmesine ve böylece yüzyılın ikinci yarısında dünyadaki önemli mimari ve sanat eserlerinden biri olan İshak Paşa Sarayının yaptırılıp bitirilmesine yol açmıştır. Bölgenin en önemli geçim kaynağı kervanlardan alınan gümrük vergileri ve İran ile Gürcistan ‘a ithal edilen sebze meyve ve şaraptı. Nitekim kaynaklar bölgenin özellikle bağ bostancılık ile hayvancılıktan elde edilen ürünler bakımından zengin olduğunu aktarmaktadırlar. Bazid Miri Mir Mıhammed Pır Bela tarafından yaptırılan Pıra Belek( Alaca Köprü)İran transit karayolunun 7 km. sinin kuzeyinde sazlık çayı ( Sarı su ) üzerinde İshak Paşa Sarayının yapımında kullanılan siyah taşların, Ağrı Dağı’ndan getirmek için bu köprüyü inşa etmiştir. 1674 yılında, Kürt filozof Ehmedi Xanininde, hayır dualarıyla birinci bölüm temel atılışı yapılan sarayın inşasında çalışan ustalar tarafında bu köprü yapılmıştır. Zira sarayı yapan ustaların saraydaki taşlar üzerindeki usta işaretleri bu köprüde de mevcuttur. Köprünün yaklaşık 20 m güneyinde 6.00x6.00metre ölçülerinde kare planı bir yapı kalıntısı vardır. Bu kalıntı İshak Paşa karakoludur. Karakol köprünün güvenliğini sağlamak amacıyla Osmanlı Devletinin son dönemlerinde inşa edilmiştir. IV. Muratın, İran Seferinde(1634)Osmanlı ordusuna cesaret ve kahramanlık göstererek, sağ kolunu kaybeden “Çolak” lakaplı Abdi Paşanın savaştan sonra Bayazıt Sancak Beyi olarak atanması üzerine, burada kendisi ve askerleri için güvenli bir kale- saray yaptırmıştır. İshak Paşa sarayının yapımı, 1685 de Bayazıt Sancak Beyi Çolak Abdi Paşa başlatmış 1784’de İshak Paşa tarafından tamamlanmıştır. 99 yılda tamamlanmak üzere Yukarı Bayazıt’ta şehrin ortasında, Karaburun kayalığı, üzerinde dillere destan bir saray yaptırıldı. İstanbul, Topkapı Sarayından sonra ikinci teşkilatlı saray sistemine sahiptir. Harem dairesi Topkapı Sarayı örnek alınarak yaptırılmıştır. Sarayın harem girişi üzerinde bulunan kitabesinde: “Bin yüz ile doksan dokuz oldu buna tarih İshak a merm üzere kem kıldü cihanı” yazılıdır. Kitabede adı geçen İshak ise, II. İshak Paşa’dır.
҉҉҉҉҉ ҉҉҉ ҉҉҉҉҉
İshak Paşa sarayında, günlük yaşam çok erken başlardı. Gecenin rengi halen sıyrılmamıştı Bayazıt tan. Sarayda ve etrafındaki camilerde sabah ezanı okunuyordu. Saray da yaşayanlar sarayın içindeki camide namaz kıldıktan sonra, Kuran-ı Kerim okundu. Mayıs ayının sonlarıydı. Güneşin ışıkları henüz saraya vurmamıştı. Ayın, son çizgisi Has bahçedeki havuza düşmüştü. Oluklardan akan sular, havuzu tazeliyor halk, pınarlardan akan sularla testilerini dolduruyordu. Yeşilliklerin üzerindeki çiğ damlacıkları, kristal tanelerine dönüşmüş parıldarken bahçenin ve etrafındaki her yerde, güller tomurcuk vermiş, gelincikler açmış, renk renk laleler görkemiyle cenneti anımsatıyordu.
Paşa, Selamlık dairesindeki Cumbalı Köşkte ayakta durmuş, etrafı izliyordu. Kıyafeti sade ve rahattı. Koyu yeşil renkte geniş bir pantolon, üzerinde dizine kadar inen yakasız boydan boya düğmeli bir üst vardı. Göğüs tarafı açık yeşil ve kahve tonlarda nakışla süslüydü. Güneşin ilk ışıkları, çam ağacından yapılmış olan Ahşap Konsülün üzerindeki figürlere vuruyordu. Paşa, onlara bakıp kederlendi. En üstteki kartal tasviri gökyüzünün hakimi olan kartalı, ortadaki tasvir ormanların hakimi olan aslanı, en alttaki insan tasviri ile yeryüzünün bütün sorumlulukların insana yüklendiği, aklın, zekanın ve yeteneğin üstünlüğü simgelenmekteydi.
Paşa, kahvaltıdan önce kütüphaneye inip el yazması kitaplardan kalınca bir kitabı alıp, etrafı sarı srıma işlemeli, yeşil desenli yüksekçe bir mindere oturdu. Aynı desendeki duvara dayalı büyükçe yastığa yaslanıp, kitabın sayfalarını parmaklarıyla itinayla düzeltip okudu. Bir ara başını kaldırıp biraz öylece durdu düşündü, sonra asasını alıp kütüphaneden çıktı. Paşanın akşam yemeğine yabancı konukları vardı. Mutfakta aşçılar, erken saatlerde yemek hazırlıklarına başlamışlardı. Önce şerbetler ve hoşaflar kaynatılıp soğumaya bırakıldı. Tuzsuz tereyağında pirinç pilavı, kuzu kızartma ve tavuk yemekleri pişiriliyordu. En son helva yapımına başlanacaktı. Etrafı altın çizgili porselen tabaklar, değerli taşlarla süslü kahve fincanları ve sürahiler sinilere özenle diziliyordu.
Öğleden sonra Paşa, Divan salonuna geldi. Bekleme salonundaki iki kişi, içeri alınarak resmi görüşmeler yapıldı, evraklar incelendi, sonrasında gelen şikâyetleri dinledi. Paşa kabiliyetli ve sert mizaçlı bir idareciydi.
Akşama doğru, sarayın en kadim dostu Güneş, batarken, kızıl ışıklarıyla sarayın her bölümünü dolaşır, bu buluşmada dekorasyonda bir romantizm oluşurdu. Caminin renkli kubbesinden altından çıralıklara, Harem taç kapısında karşılıklı birbirine bakan iki aslan kabartması ki ağızları açık, ilerler gibi tek ayaklarını kaldırmış, gözlerindeki pırlantalara değen güneş ışıkları ile adeta canlanır gibiydiler.
Paşa, saraya gelen konukları bahçede büyük bir misafirperverlikle karşıladı. Saray, ihtişamlı olmakla beraber ince bir sanatla bezenmişti. Hayat ağaçlarının çiçekleri, cennet meyveleri yaşamın ve bereketin sembolüydü. Ağaçtan yapılmış işlemeli kapılardan, yeri lacivert, üzeri kırmızı, yeşil, mavi renkli bahçe temalı, havuzlu balıklı ipek halılardan, ayrıca ejder desenli ve iri hançerli yaprakların oluşturduğu, beyaz, kırmızı kahve renkli rozet çiçekli yıldız motifli halılarında kapladığı bölümlerden geçip ziyafet (Muayede) salonuna geldiler. Burası ailece toplandıkları, akşamlarını geçirdikleri yerdi aynı zamanda. Salon, olağanüstü güzellikteydi Kadife kapı perdesi, iki yana büzdürülerek açılmıştı. Eşit aralıklarda sıralanmış gümüş şamdanlar, süslü vazolar, antika eşyalar çok zarif ve sanatkâraneydiler. Mineli kornişler, renkli figürler, garip şekilli kemerler özellikle binlerce, bin bir renkteki, fantastik kuşun uçtuğu tavandaki manzara, ayrıca renkli seramiklerin süslediği duvarlar, görenleri hayran bıraktı. Salon, ışığını tavandan almaktaydı. Altın yaldızlarla kaplı bu salonun sağ tarafı aynalarla kaplıydı. Karşısındaki pencereler, kırmızı lacivert kadife perdelerle donatılmıştı. Sarayın hanımları, yemek esnasında sofrada eksik bir şey var mı diye karşıda aynalara bakıp, hizmetkârları uyarıyorlardı.
Paşanın hanımı, üç etekli sim sırma işlemeli mavi renkli v yakalı, uzun ipek bir elbise giyinmişti. Elbisenin yanları yırtmaçlı, belden birkaç düğmeli beli kemerliydi. Başında ipek beyaz tül bir örtü vardı. Paşanın gelini, uzun, içinde beyaz danteli görünen pembe ipek elbisenin altına, açık yeşil, bilekten sıkmalı şalvar giyinmişti. V yakalı, etrafı işlemeli, beli kemerli, onunda önü düğmeli ve başında kofisi ile çok güzeldi. Yanlarında dolaşan küçük prensesin saçları, küçük inci dizileriyle örülmüş, kırmızı belden büzgülü uzun bir elbise giyinmişti. Konuklar için Has Bahçede şenlikler düzenlenmişti.
҉҉҉҉҉ ҉҉҉ ҉҉҉҉҉
Bu muhteşem sarayın bazı kısımları tek, bazı kısımları iki, bodrumlarla beraber bazı kısımları üç katlı olarak 366 odalıdır. Harem odaları, hizmetçi odaları, nöbetçi odaları, misafir odaları, aşevi, hamam, toplantı salonu, mahkeme salonu, cami, oturma odaları, muhafız koğuşları, zindan, erzak depoları, cephanelik, tavlalar, bodrum katlarında çeşitli hizmet odaları ile bir şaheserdir. Her odada taştan yapılmış ocak vardır. Taş duvarlardaki boşluklardan bütün sarayı ısıtmak için, birinci avluda bulunan ateşleme yeri ile merkezi bir ısıtma sistemine sahiptir. Kanalizasyon sistemi olan, aynı zamanda, dağlardan getirilip depolanan sular, pişmiş toprak borularla saraya dağıtılan bir su tesisatı da bulunmaktadır. Sarayın girişinde sağdaki çeşmelerin muslukları altın kaplamaydı. Üzerindeki aynalıkların çerçevesinin küçük bir vazodan çıkan güle benzer bir süslemesi vardı. Çeşmelerden birinde su, diğerinde süt akmaktaydı. Çeşmenin üstündeki depoya sağılan ineklerin sütleri boşaltılır, böylece taze süt içilirdi. Çeşmelerden halen su akmaktadır. Değerli taşlar ve kabartma yapraklarla süslü madalyonların olduğu kapı tabanı mimarisinde ustalıklar olduğu dikkat çeker. Cümle kapının taş oymacılığı muntazamdır. Orijinalleri altın kaplama olan sarayın kapıları ve som altından olan cümle kapısı (dış kapısı) Osmanlı- Rus savaşı sırasında Ruslar tarafından götürülmüş. İnce bir mimariyle oluşturulmuş olan bu şaheser, yüz otuz farklı taş ustasının ve atölyenin şekil verdiği her taşın üstüne işaretlerini kazımış olmaları, sarayın yapımına harcanan emeğin göstergesidir.
Yüreklere huzur bahşeden bu saray, sadece yapımındaki mükemmellikle değil, dönem dönem içindeki her türlü yaşanmışlıkla da ünlüdür. Yaşanan gerçek aşk öyküleriyle hüzünlüdür. Sarayın yönetimindeki son bey olan Behlül bey zamanında yaşanan, beyin yeğeni Halil bey ve suluçem köyü ağasının, güzelliği dillere destan kızı Perişan hanımın, yaşadığı yürek burkan aşk hikayesidir. Kavuşmalarına binbir fesatlıkla engel olan at seyisi Yezidi Gello’ nun hileleri, Behlül Paşanın yeğenini işkence ederek suçsuz yere öldürmesi, Perişan hanımla kendisinin evleneceğini, kırk gün kırk gece düğün yaparak, zorla evlendirilen Perişan hanımın, gelinliğiyle sarayın doksan dokuz merdivenli minaresine çıkarak, yanık sesiyle Halil beye olan aşkını, Yezidi Gellonun, kendilerine kurduğu tuzağı anlatarak tüm Bayazıt halkının gözleri önünde kendini minareden aşağı bırakışı, halkımız tarafından hala daha anlatılır.
Yıllarca yaşanan onca acı yeniymiş gibi, dengbejlerin söylemleriyle hayat bulmuş unutulmamış(. Deng ses, bej söyle demektir.).Dengbejler sayesinde sözlü edebiyat yüzyıllar öncesinden, günümüze kadar aktarılarak taşınmıştır. Aşk, kahramanlık ve toplumsal olayları ciddi bir dengbejlik çerçevesinde okurlar. Onların çığlığı ve en büyük özellikleri Kürt edebiyatındaki yok edilmeye çalışılan bir kültürü sözlü olarak bir çığlık gibi dünyaya ve insanlığa duyurmalarıdır. Doğubayazıt’ın dengbejleri, Seyadi Şame,Tahiro, Mehme Salih,Ehmede Zeynel,Zahiro ve dengbej Keremdir. Yukarı Bayazıt ta denilen eski Bayazıt ın yüksek dağlarından akan kaynak suya, Abdigör suyu denilir.
İshak paşa sarayının ilk paşası olan Çolak Abdi Paşa ‘nın adını almıştır. Abdi Paşa bazen, çevresindeki evlere misafir olurmuş. Bir gün yine gezmeye çıkmış, tabi bu arada halkı bir telaş almış “Paşa evimize gelirse ona özel ve güzel bir yemek ikram etmeliyiz” diyorlarmış. Orda ki orta halli bir aile, sahip oldukları iki sığırdan birini hemen kesip sıcak etin sinirsiz, yağsız, kemiksiz bölümünü et taşının üzerinde tahtadan yaptıkları tokmakla, tuz ilave ederek ara ara su ekleyerek öylesine eti dövmüşler ki et macun kıvamını almış. Sonra içine küçük küçük doğranmış soğan katarak elle çırpmışlar. Biraz dinlendirip avuç içi büyüklüğünde köfteler hazırlayıp, tuzlu suda haşlamışlar. Suyu ile pirinç pilavı yapıp üzerine kızdırılmış tereyağı dökerek, sac ekmeği ile Paşaya ve hanımına ikram etmişler. Paşa, hiç sesini çıkartmadan yemeğini yemiş. Ev ahalisi acaba paşayı memnun edebildik mi diye el pençe durup için için korkuyorlarmış. Paşa, yemeği çok beğendiğini, yemeğin adını sorduğunda onlarda, aslında adı olmayan bu yemeğin adını doğaçlama olarak o an vererek şöyle demişler: Paşam, bu fakirhanemize gelerek bizlere şeref verdiniz. Bu yemeğimizin tadına bakıp beğendiniz, bu bizim için her şeye bedeldir (Paşaya atfen) yemeğimizin adı Abdi gör köftesidir demişler. Paşada bu konuşmadan memnun kalarak onlara altın ve çeşitli hediyeler vermiş ayrıca bu yemeğin, sarayda pişmesini emretmiş.
҉҉҉҉҉ ҉҉҉ ҉҉҉҉҉
Düz bir arazi üzerinde tek parça yükselen Ağrı Dağı görkemlidir. Avrupanın, en büyük ve en kutsal kabul edilen dağıdır. Geceleri bir şeyler anlatır gibidir, daha kutsal, daha derin, daha asildir. Güneş, Büyük ve küçük Ağrı dağı’nın arasında doğarken önce bulutları hafif pembeleştiriyor, ince çizgi sarı ışık beliriyor. Sonra titreye titreye, bir alçalıp bir yükseliyor sanki bir ana gibi sancı çekiyor bir türlü ışığını doğuramıyor. Turuncu ince kızıl çizgi ve koyu sarı ışıklar, önce saz gölünü aydınlatıyor. Uzun müddet böyle devam ediyor Güneşın Bayazıtı selamlaması. Sonra çok küçücük doğuyor, ışığını cömertçe göğe, dağlara, şehirlere, evlerin camlarına uzatıyor. Güneş, rahat ve muazzam bir şekilde yükseliyordu. Buna şahit olmak büyük bir hayranlık uyandırıyordu. Her mevsim başında karı, hüzünlendiğinde dumanı, öğlene doğru bulutu, eksik olmaz. Heybetiyle korkutmuştur insanları ama doruğuna ulaşanları güzel ağırlar Ağrı Dağı.
“ Bir ana gibi dolgun ve duygulu bulutlara el uzatan Ağrı, seni ne çok severim bilir misin?’’
“Bir abide istersen Ağrıya git! Yükseklerden gelen büyük çağrıya git!
Çıkmışken yolcu Ağrının zirvesine,
Dönmek ne demek? Kanatlanıp Tanrıya git!( Arif Nihat Asya)
Ağrı Dağı diyor ki:”Yaradan’ın eli dokunmuş başıma
Yaşamlar sunmuşum eteğimde yatanlara
Terk edip bırakmayın beni bir başıma
Öfkem büyük olur nankörlük etmeyin bana!”
Ağrı Dağının eteklerinde iki göl, geniş taşkın ovalar ve bataklıklar önemli kuş alanlarıdır Çayır delicesi, erguvani balıkçıl, boz ördek, paşbaş pakta, turna, kılıç gagası ve kılıçbacak kuşları bulunmakta. Eskiden burada telli turna üremiştir.Yine çok eski yıllarda Ağrı dağı eteklerinde pek çok ormandan , verimli arazilerden, akarsu ve pınarlardan, buradaki tarım ve hayvancılıktan av hayvanlarından , bin den fazla küçük köy ve ipek boyama tekniğinden söz edilmektedir .Ağrı Dağı,çevre köylerindeki batık şehirleri,yazın soğuk ,kışın sıcak hava yayan küçük mağaraları,yabani kekik kokuları, aş otları,mor renkte adaçayları ayrıca şifalı suları ile kendine özgüdür.Arzep şifalı suları Doğubayazıt’a 12km. Mesafede bulunan sağlık suyu(Arzep) köyü tam bir sağlık merkezidir. Kas ve kemik ağrılarını iyileştirdiği bilinen sodalı su yer altında 40derece sıcaklıkta çıkıyor.
Mevsim ilkbahar olunca yaylalara çıkma mevsimi başlar. Sinek ve Aladağ yaylaları en büyük yaylalardır. Bu yaylalar da manzara büyüleyicidir. Dağlar, ovalar zümrüt gibi yemyeşilken bazı yerlerinde kar görmek de mümkün. Sanki tabiat baharlıklarını giyinmiş insanları bekliyor gibiydi. Güneş ışıl ışıldı, gözün alabildiği her yer gelinciklerle, papatyalarla, adını bilmediğimiz çeşit çeşit çiçeklerle bezenmişti. Doğal kaynak suları, Güneşin ısısına aldırmadan buz gibi yürek den bir şarkı söyler gibi sesli köpük köpük akıyordu. Sinek ve Aladağ yaylalarının meralarının bolluğu, doğal çiçek zenginliği buralarda bal üretimini artırıyor. Tadına doyum olmayan Beyaz Bal, arının ay çiçeğinden tutunda diğer bütün çiçeklerin özünü kullanarak oluşturduğu çiçek balı çok değerli ve besleyicidir. Aslında kokusuz olan bu bal, tadıldığında, arının tercih ettiği çiçeğin kokusudur. Bu yaylalarda yenilebilir tabak büyüklüğündeki mantarlar, kütüğe benzer bir kökten çıkan sütün güneşte bekletilmesiyle oluşan şifalı siyah sakızı, kök boya veren ağaçları ile eşsizdir
Ağrı dağının kuzeydoğu eğiminde, yukarıdan aşağıya derin bir yarık olan Yakup vadisi vardır. Bunun yukarı kısmı, etrafı duvar gibi dikey kayalar ile çevrilmiş, geniş derin bir çukurluktur. Alt tarafı eski zamanlarda (1737m)yerleşim yeriymiş. Arguri köyü ve Yakup manastırı şimdi taşla kapı bir çöl gibidir. 20 Haziran 1840 yılı bölgede yaşanan en büyük depremin sebep olduğu heyelanla, yaşanılan bir yer olan Arguri köyü 1600 kadar köylüsü ile 3 km. kadar üst tarafta olan Yakup manastırı, keşişleri ile birlikte olmak üzere ve Peygamber Çeşmesi de, tamamen toprakla örtülmüş, Yakup manastırının da yeri kaybolmuştur. Ağrı Dağına ilk çıkan kişi olan Parrot, 1829 da bölgeye geldiğinde Etşimiadsin Manastırı olarak bilinen bu manastırda, manastırın patriği Aziz Jacop tarafından kendisine kutsal emanet olarak kabul edilen gemi parçalarının gösterildiğini nakleder. Yine Yakup peygamber oğlu Yusufa kavuştuktan sonra, artık iyice yaşlanmış olduğundan, oğlu Yusuf ve küçük oğlu Bünyamini yanına alarak onlara, ikinci atamız olan Nuh peygamberin olduğu Ağrı Dağı’ na gitmek istediğini ve burada ölmeyi vasiyet ettiği söylenir. Geldiğinde buraları çok beğenip, ölünceye kadar da burada kalmıştır. Bu vadide Yakup türbesi olup ziyaretçi akınına uğrarmış.
Efsanelerde anlatıldığına göre birbirlerine öfkeli olsalar da, Ağrı Dağı hiçbir zaman bırakmadı küçük kardeşinin elini. Küçük Ağrı Dağı çok eski zamanlarda oldukça sık ormanlık alandı. Üzerinde sayısız hayvan türü vardı. Günümüzde de bu bölgede avcılık yapılmaktadır. Genellikle tavşan, keklik, yabani ördek, kurt tilki avlanmaktadır. Av sırasında tazı gibi evcilleştirilmiş ev hayvanları da kullanılmaktadır.
Ağrı Dağı’nın 4650m yüksekliğinde Ana krater Küp Gölü bulunmaktadır. Göl başkalaşmış ve dağılmaya yüz tutmuş kayalıklarla kaplıdır. Gölün çoğu kurumuş durumdadır, su seviyesi 6 m aşağıya inmiş konumdadır. Küp Gölü Zerdüştlük inancında da kutsal bir göldür. Efsaneye göre İslamköy civarında bulunan ve eski inanışa göre Ardibeheşt yani cennetin arkası olarak bilinen Zerdüşt bağının burada olduğuna inanılmaktadır. Bu nedenle Ağrı Dağı ve Karasu çayı Zerdüştler için en kutsal mekânlardan biri olarak bilinmektedir. Eskiden kadın erkek ve gençler ibadet aylarında akın akın Ağrı’ nın Küp gölüne çıkarlar ve Zerdüşt Peygamberin yıkandığına inanılan buz gibi suları olan bu gölde abdest alıp yıkanıp temizlenerek ibadet ve dualar ederlerdi. Ağrı Dağı’ nda bulunan Küp gölü ve onun devamı olan Karasuyu çayı Zerdüştlük dinine inanalar için temizlenme ve arınma yeridir.
2241 rakımıyla Ülkemizin en yüksek göllerinden biride Balık Gölüdür. Suyu tatlı ve temizdir. Gölde, kırmızı pullu alabalık hem şifa kaynağı hem de çok lezzetlidir. Gölün etrafında buz gibi akan pınarlar ile sade bir güzelliği vardır. Kuzeyinde, tarihi kalıntıların bulunduğu küçük bir ada vardır. Bu ada üzerinde kuluçkaya yatan kadife ördek populâsyonuyla göl, en önemli 100 kuş alanından biri olarak kabul edilir. Adaya kürekli kayıklarla gitmek mümkündür. Kışın üzeri tamamen donan göl ayrı bir güzelliğe kavuşurken ayrıca buzlar kırılarak alabalıklar avlanır.
Küçük Ağrı Dağının, güney eteğinde doğal bir anıt mağara bulunur. Saf ve temiz suların donmasıyla oluşmuş buz tabakalarını görmek mümkündür. Hava akımının etkisiyle yukardan damlayan suları dondurarak buza çeviren Buz mağarası, etrafında yaşayanlara merhametlidir. Onu ev edinen kuşlara yurt, sıcakta köylülere buzlu su,doğal buzdolabıdır. Mağaranın en önemli özelliği yazın soğuk, kışın sıcak olmasıdır. Güneş, ışığını tutar buzların üzerine eritmez, kristaller parlar renk renk biçim biçim… 1880-1885 yıllarında bir gece gökyüzü yine çok öfkeliydi. Gürbulak ve Gülveren köyü arasında gökten kor halinde çok büyük bir taş düştü. Ağrı Dağı’ nın yanı başında, dağ eteğinin sertliğini hiçe sayarak kayaları keskin bir bıçak gibi eritip parçalayarak toprağa gömüldü. Gürültüsünden ve sarsıntısından oldukça korkan köy halkı, sabaha kadar ne uyuyabildiler nede dışarı çıkabildiler. Sabah, kaynak suları bulanık akmaya başladı. Açılan çukuru gören halk dehşete düşmüştü. Yapılan ölçümlerde 60m derinliğinde,35m genişliğinde olan çukur, silindir bir kuyu şeklindedir.
.Bayazıt, tarihe tanıklık edecek yapıtlarıyla, açık hava müzesi olacak doğal güzellikleriyle farklı bir değere sahiptir.
Dostları ilə paylaş: |