Dünya Bankası ve diğer uluslararası kurumların gündemlerinde belirleyici bir yer tutan “yoksulluk araştırmaları”, araştırmacı ve akademisyenler için proje pazarının zenginleşmesine neden olmakla birlikte, bu pazar sonucu gerçekleştirilen projelerde, yoksulluğun azaltılmasına ilişkin bir dizi öneri ve teknik geliştiriliyor. Bir teknisyen titizliği ile kimin/kimlerin yoksul olduğuna karar veriliyor, daha sonra lehimci bir sosyal mühendislik anlayışı ile sosyal gerçekliğin işleyişinde açığa çıkan sorunlu alana yapılacak müdahaleler belirleniyor.
Yoksulluğun sermaye birikimine içkin olan sınıfsal konumlarla ilişkili olduğunun ısrarla işaret edilmesi gerekiyor. Yoksulluk kendi başına bir gerçeklik olarak analiz edildiğinde, yani yoksulluğun nedeni yine yoksullukta arandığında sağlıklı bir bilgi üretilemez. Yoksulluk her dönemde ilişkisel bir gerçeklik olarak açığa çıkmıştır. Bu anlamda yoksulluk kavramı, verili toplumsal yapının bütünsel işleyişinin bir sonucu olarak analiz edilmeli. Nicel ve dolaşım alanına ait verilerden hareketle gerçekleştirilecek bir analiz, ister istemez ilişkisel bir ontolojiyi dışlayan atomistik ontoloji üzerinden bilgi üretilmesine neden olacaktır Yapısal ve güncel bir olgu olarak yoksulluğun analizi için, kendisi de gerçekliğin bir parçası olan hegemonik söylemin deşifre edilmesi anlamlı bir eylemlilik olacaktır. Çünkü hemen hemen her hegemonik söylem/dil veya düşünce tarzı yada bunların toplamından oluşan hegemonik şiddet aynı zamanda gerçekliğin belirli bir biçimini işaret eder, bu işaretin kendisi taraflı bir pratiktir.
c-Disiplinler arası şizofrenik ayrım
Sınıf gerçekliğini anlaşılması ya da bu gerçeklikten kaçınmada “devlet”e ilişkin analizler, oldukça belirleyici olmuştur. Sosyal bilimlerin gelişme mantığı sınıflar arası ve sınıflarla devlet arasındaki ilişkilerin bütünsel analizini önleyecek bir özelliğe sahiptir. Gelişim süreci içinde sosyal bilimler şizofrenik bir ayrım çerçevesinde biçimlenmişlerdir. Disiplinlerin şizofrenik yapılanması sonucunda gerçeklik; ekonomi ve politika olarak ayrı alanlarda analiz edilmeye başlanmıştır. Bu ayrışma sadece epistemolojik bir işbölümüne yol açmamış, daha da önemlisi politika ve ekonomi disiplinleri kendilerine ait olduğunu düşündükleri alanları farklı ontolojik referanslarla tanımlamışlardır. Gerçekliğin ontolojik yapısı, disiplinlerin ontolojik referansına bağlı olarak analiz nesnesine dönüştürülmüştür. Böylece ekonomi zenginliğin yaratılması, politika ise farklı güç ilişkileri üzerinde yoğunlaşmıştır. İktisat disiplini gerçekliği, ‘gizli el’ aracılığıyla işleyen ‘piyasa mekanizması’nın zenginliği otomatik olarak yaratması şeklinde açıklamaya yönelmiştir. Nitzan ve Bicher’in ifade ettikleri gibi, “piyasa mekanizmasının otomatik olarak kendiliğinden varlığını sürdürmesi “üretim ve zenginlik yaratımının depolitizasyonuna” neden olmuştur. A.Smith’ten sonra bu çerçeve yaygın biçimde kabul görmüş ve insan eylemliliğinin yatay ve dikey olarak iki farklı alanda analiz edilmesi yönünde, bir gelenek oluşmuştur (Nitzan ve Bichler,2000:67). Kapitalizmi tanımlayan ilişkiler arası içsel bağlantılar, disipliner ayrımdan dolayı birbirinden ayrı gerçeklikler olarak analize konu olduğu ölçüde, gerçekliğin teorik ama gerçekçi olmayan analizlerine yol açmıştır. İşbölümü sonucu sermaye kavramı iktisat alanında kalırken, devlet siyaset biliminin araştırma nesnesi olmuştur. Sermaye ile devlet arasındaki içsel bağlantılar koparılırken, iktisat disiplini ele aldığı her olguyu, ilişkilerden arındırarak ‘fetişleştirmiş’ ve ‘şeyleştirmiştir. Böylece ‘zenginlik yaratma’ ya da sermaye kavramı sosyal ilişkiler dolayımında biçimlenen gerçeklik olmaktan çıkartılmıştır. Ekonomi disiplininin temel referansları, kapitalizmin sosyal, ekonomik içeriğinden arındırılarak analizine yol açmıştır. Bu arındırma işlemi “kapitalizmin temel ideolojik dayanaklarından biridir” (Wood, 1995,19). Zenginlik yaratma bilimi olarak iktisat, sınıf gerçeğini fetişleştirilen ‘sermaye’, ‘büyüme’ ya da ‘kalkınma’ kavramları aracılığıyla dışarıda bırakırken, siyaset bilimi devlet-toplum ilişkileri üzerinde yoğunlaştığı için ‘sınıf’ olgusu bu alanın da dışında kalmıştır. Disiplinler arasındaki bu işbölümü sınıf-devlet arası ilişkilerin, toplum-devlet ilişki v eçelişmeleri olarak algılanmasına neden olduğu gibi, devletin sınıflardan ayrı bir aktör olarak tanımlanmasına olanak tanımıştır. Sınıftan kaçışın belki de en önemli kaynaklarından biri bu ayrımdır.
d-Geç-kapitalistleşen toplumlarda sınıfsız bir toplum tahayyülü
İktisat ve siyaset disiplinine ilişkin bu disipliner ayrım, geç kapitalistleşen toplumlarda çok farklı bir analiz biçiminin gelişmesine neden olmuştur. Bu analizlerin temel referans noktası, bu toplumlarda iktisat ve siyasetin araştırma nesnesi olan konumların henüz gelişmemiş olduğudur. Bu çalışmalarda “zenginlik yaratma” mekanizmasının oluşumunu ve dolayısıyla da devlet-toplum ilişkisinde vatandaş oluşumunu önleyen içsel dinamiklerin açıklanması üzerinde yoğunlaşılır. Gelişmediği işaret edilen iktisadi ya da siyasi yapıların analizi, iktisat ve siyaset disiplinlerinin araçlarıyla yapılabilecektir. Kullanılan araçlara içkin mantık, sorunun çözümlenme tarzını da belirlemiştir. İçsel dinamiklerin gelişmesine olanak vermeyen temel değişken olarak devlet olgusunun bu toplumlara özgülüğü öne çıkartılacaktır. Böylece bu analizlerde “sınıf” olgusuna referans verilmez ve bunun yerine, ‘devlet’ kavramı öne çıkarılır. K.Marx’ın Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) kavramlaştırması ile M.Weber’in ‘patrimonyalizm’ kavramlaştırması, bazı farklılıklara rağmen aynı bilgi kuramsal öncüllerden hareket ederler. Marx ve Weber’in kapitalizmin gelişimine ilişkin detaylandırılmış analizlerini, neden geç kapitalistleşen toplumlara bakarken kullanmadıkları eleştirilmesi gereken bir konudur. Marx’ın geliştirdiği:
“Asya tipi gelişme sorunu bir dizi içsel, yapısal <> dayanmaktadır: [bu bozukluklar] kendine yeterli köy toplulukları, devletin gerçek toprak sahibi olarak egemenliği, sınıfların yokluğu toplumsal yapının, hanedanların ele geçirilmesiyle ortaya çıkan değişimleri emebilme yeteneği” olarak dile getirilmiştir (Turner, 1984:30).
Diğer yandan M.Weber’in “Kapitalizmin Avrupa toplumlarına özgü olduğu” yönündeki belirlemesi ve bunu kanıtlamak üzere diğer toplumlara yönelik araştırmalar yapması, ’sultanizm’ ya da ‘patrimonyolizm’ gibi kavramların varlığına neden olmuştur. B.Turner’in belirlemesine katılarak burada K.Marx ile M.Weber’i ayıran çizginin çok belirsizleştiğini söylememiz gerekiyor.8 Her iki analizde de Batı dışı toplumlar ya da geç kapitalistleşen toplumları tanımlayan temel değişkenin ‘sınıf’ ilişkilerine olanak vermeyen bir ‘güçlü devlet’, ve devletin karşısında konumlanma yeteneğini gösteremeyen bir ‘toplum’ tanımlaması üzerinden yapılıyor. Toplum-devlet ikileminde ise devletin varlığını yeniden üreten bir güç olarak ‘bürokrasi’ önem kazanıyor. Marx (ATÜT yaklaşımı) veya Weber’in kavramsal çerçevesinden hareket eden analizlerde, özellikle bir ‘sınıf’ arandığında bürokrasi gösterilecektir. Böyle bir çerçevede devlet ve bürokrasi ile sınıfların olmadığı bir toplum tasavvur ediliyor.
Devlet-toplum dualitesinden hareketle yapılan analizler, Türkiye gerçeğinde genel kabul gören bir söyleme ve hatta popüler bir dilin oluşmasına neden olmuştur. Sosyal bilimciden, muhalif oluşumlara ve daha da önemlisi popüler bir dilin yaratıcısı olan medyaya kadar, devlet-toplum ayrımına karşılık gelen merkez-çevre ayrımı hemen hemen her sosyal olgunun açıklanması için başvurulan temel araç haline gelmiştir.9 Merkez-çevre kavramlaştırmasına ait temel özellikler M.Heper’den yapacağımız alıntıda görülebilir.
“[Osmanlı’da]siyasal sistemin, üstün yetkili ve karizmatik bir devlet[merkez], devletin üstünlüğünü ve çıkarını sağlamakla görevli bir yönetici kadro ve devlete gelir sağladıkları için korunması gerekli uyruklardan [çevre] ibaret olduğu kabul edilmiştir.... Osmanlı’da merkez, ne kadar zayıf düşerse düşsün, herhangi bir ara siyasal güce merkezden özgür olarak kullanılabilecek bir siyasal-hukuksal yetki vermemekte direnmiştir” (Heper,1980:7).
Devlet merkezli analizlerde, kapitalizmin gelişimine bağlı olarak güçlenen yada bizzat devlet tarafından yaratılan burjuvazi ile bürokrasi arasındaki çelişkili ilişki temel referans olacaktır. M.Heper’in cumhuriyet dönemi kamu bürokrasisini anlatırken kullandığı şu ifade bu anlamda önemlidir:
“Türkiye’de henüz girişimci ekonomik gruplar, bürokrasiyi kendi ihtiyaçları doğrultusunda yeniden düzenleme aşamasına erişmemişlerdir. Türk siyasal ve idare sistemi, bu anlamda patrimonyal bir görünüm göstermeye devam etmektedir” (Heper,1977:72).
Devleti toplumsal ilişkilere dışsal bir olgu olarak tanımladıktan sonra, burjuvazinin devlet eliyle yaratılması kendi içinde çelişkili bir durumu içerir. Ş.Mardin bir çalışmasında;
“Cumhuriyet Türkiye’sinde toplumsal sınıfların durumu, geleneksel devlet seçkinleri ile bunların yaratmak istedikleri ve fakat dizginlerini bir türlü koyveremedikleri yeni sınıf arasındaki ilişkiler”den bahsetmekte (Mardin, 1983:23, italikler bize ait).
Devlet seçkinleri toplumsal bir sınıf olarak tanımlanırken, diğer yandan aynı sınıfın burjuvazi yaratma çabaları çalışmalarda belirleyici olmuştur. Osmanlı imparatorluğunun
“[Ç]evreleşme süreci içinde bir belirsizliği oluşturdu: ve bu belirsizlik, eski düzenin temsilcileri (bürokrasi) ile yeni düzenin temsilcileri (tüccarlar) arasında gerçek veya potansiyel çatışmaya yansıdı. İster dönüşümcü ister restorasyoncu olsun bürokrasinin toplum projesi, ticari faaliyet ve kapitalizmle bütünleşmenin beraberinde getirdiği düzenle çatışacaktı” (Keyder, 1999: 55).
Bürokrasi ve burjuvazi arasındaki çatışma Türkiye cumhuriyetinde de devam edecektir. Bazı yazarlara göre çatışma artarak sürmüştür.
“TC devleti, geleneksel Osmanlı idaresinin tersine, devletin “kenar” veya başka bir deyişle devlet dışıyla ilişkisini bütünüyle değiştirmeye, bu kenarı sıradan bir “periferi” durumuna getirmeye çabalar. Bu devletin dışında kalan alanı, en küçük hücresine kadar devletin müştağı kılmak sevdasıdır. Pürüzsüz, “temiz”, düzen ve birlik içinde bir toplum, bu muştak toplumun devlet seçkinlerinin kafasında şekillenmiş biçimidir” (İnsel,1995:25).
Devlet-toplum üzerinden yürütülen bu analizler, Osmanlı Devleti yönetici kadroları ile Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri arasında bir süreklilik göstermektedir.
“1923-20 ve 1950-53 arasındaki iki kısa ve istisna dönem hariç tutulursa, adeta Kanuni Sultan Süleyman devrini hiç aratmayacak bir ‘komuta ekonomisi” ile karşı karşıya olduğumuz rahatlıkla söyleyebiliriz”( (Akat,1983:17)
Bu analizler 1980’li yıllarda gerçekleştirilmek istenen yapısal dönüşümler için önemli bir ideolojik destek sağlamıştır.
“[Y]irminci yüzyıl Türkiye tarihi Devlet ve Sivil Toplum arasında süregelen: ancak bir rakkası andıran dinamikleri nedeniyle bir türlü sonuçlanamayan mücadelenin tarihidir. Bu yorum politika pratiğine dönüştüğünde, Türkiye toplumunun emekçi sınıflarına -öncülüğü daima burjuvazide kalmış bulunan- Sivil Toplumdan yana güçleri destekleme görevi düşecektir. Ve bu sınıflarla burjuvazi arasındaki çelişkiler ikincil plana çekilmelidir” (Boratav, 1990:67).
Analiz devlet-piyasa çelişkisi üzerinde yoğunlaştığında, devletin sınıfsal niteliğinin göz ardı edilmesinin ötesinde, sınıflar arası çelişkinin aktörleri devlet ile burjuvazi olarak gösterilecektir. Bu tarz çözümlemeler, burjuvazi için önemli olanaklar sağlıyor. Kapitalist gelişmenin ortaya çıkardığı problemlerin kaynağı olarak devletin gösterilmesi, burjuvaziye manevra olanağı sağlayan ideolojik bir araca dönüşmüştür.10 Sisteme içkin çelişkiler, çelişkilerin kaynağı olan sermaye ile sermaye dışı kesimlerin çatışmasına dönüşmeden, devlet ile toplum arasında bir gerilim olarak açığa çıkıyor.11 Çatışmanın devlet-toplum arasında gösterilmesi, yapısal sınıfların göz ardı edilmesine neden oluyor. Özünde aktörlerin çıkar çatışmalarının somutlaştığı mekan olan devlet, bir aktör olarak tanımlanıyor. Özellikle son yıllarda, devlet ya da siyasal gücü elinde bulunduran kesimin ekonomik alana sürekli müdahale etmesinin sonucunda sermaye birikiminin istenen düzeye ulaşmadığı belirtilecektir. Devlet ile iş adamları arasındaki ilişkiyi analiz eden A.Buğra’nın tesbitleri de bu yöndedir:
“[Ü]lkedeki iktisat politikası süreçlerine baktığımızda, sürekliliğin değişmeden daha önemli olduğunu görüyoruz. Bu alanda, iş yaşamında devletin yarattığı belirsizliğin dönem boyunca değişmediği ve büyük işadamlarının toplumsal statüsünü sağlamlaştıran önemli ekonomik ve kurumsal gelişmelere rağmen, özel sektörün devlet karşısındaki güçsüzlüğünün sürmesine yol açtığı görülüyor”(Buğra,1995:358).
A.Buğra’ya göre 1980 sonrasında piyasa ekonomisinin yaygınlaşmasına yönelik çabalar sonucunda sermaye her ne kadar önemli bir dizi kazanım elde etmişse de, “döneme hakim olan ideoloji çerçevesinde ulaşmayı amaçladıkları temel hedefine ulaşamadılar”(Buğra, 1995:358). A.Buğra’nın devlet ile işadamı arasındaki ilişkileri eleştirel ampirizmin olanaklarından hareketle çözümlemesi, yaşanan ilişkilere özgü bir dizi özelliği açığa çıkarmaktadır. Fakat devlet-iş adamı ilişkileri, sadece devlet-burjuvazi arasındaki ilişkiye indirgenmeyecek yapısal ilişkileri içerir. Sermayenin devlet karşısında güçsüzlüğü homojen tek boyutlu bir ilişki değildir. Türkiye’nin yakın dönemi detaylı analiz edildiğinde, sermaye birikiminin ulaştığı aşamaya bağlı olarak her zaman bir (veya bir kaç) sermaye grubunun devlet üzerinde daha etkin olduğunu görüyoruz. Türkiye’de devlet emek-sermaye çelişkilerinin biçimlendiği yer olmaktan daha çok, sermayeler arası çelişkilerin biçimlendiği mekan olmuştur. Sık sık ifade edilen devletin belirsizlik yarattığına ilişkin yorumlara karşılık olarak da, sermaye birikimine geç başlayan toplumsal oluşumlarda hızlı sermaye birikimi oluşturma ihtiyacının bizzat kendisinin bu tarz belirsizliklere neden olduğunu söyleyebiliriz. Belirsizliğin maliyetini ise, sermaye birikiminin ulaştığı aşamaya bağlı olarak sermaye içi bir veya bir kaç kesim ile genellikle de sermaye dışı kesimler, ama özellikle işçiler yüklenmiştir. Belirsizlik diğer yandan belirli sermayeler için sermayenin toplam döngüsünde kontrol yeteneklerini arttırmanın olanaklarını yaratmıştır.
Devlet-toplum, merkez-çevre ya da devlet–sivil toplum söylemleri sınıflar arası ilişkilerin varlığını ve niteliğini gizlediği ölçüde sınıfsal bir işlev üstlenmiştir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bu devlet merkezli epistomolojiden hareketle elde edilen bilgiler sadece sınıfsal gerçekliği gizlemekle kalmaz, sermayenin yeni ihtiyaçlarına yönelik çözümlerin hayata geçirmesini de kolaylaştırır. G. Yalman, devlet-toplum ilişkisinden hareket eden bu ele alışları muhalif ama hegemonik bir söylem olarak tanımlıyor (Yalman, 2002). Güçlü devlet-güçsüz toplum ikilimine dayalı analizler kapitalizmin Türkiye’de gelişimine paralel olarak farklılaşmıştır. Bu anlamda bir süreklilikten sözedebiliriz. Sermaye birikiminin gelişimine paralel olarak sürekli olarak gündemde tutulan bu söylem, ihtiyaç duyulan piyasa eksenli değişimlerin sağlanması için, burjuvazi tarafından meşrulaştırıcı araç olarak kullanılmıştır.
e-Dönüştürme mantığının anlama mantığı üzerindeki egemenliği
Muhalif ve hegemonik bir söyleme dönüşen devlet-toplum ya da piyasa ayrımı, içinden geçilen topluımsal/ tarihsel süreçle ilgili olduğunu da belirtmemiz gerekiyor. Türkiye’de sınıf kavramından uzaklaşma konusunda toplumsal değişmeyi anlama mantığı ile dönüştürme mantığının12 örtük bir ittifak içinde olduğunu söyleyebiliriz.
Anlama ve açıklama çabaları için teorik çıkış noktaları bir yandan ekonomi ile siyaset ayrımı olurken, diğer yandan bu ayrım Weberyan ya da Marksist(ATÜT anlamında) kavramlarla donatılmıştır. Türkiye gerçeğini açıklamak için geliştirilen teorik çerçeveler ampirik verilerle zenginleştirilmiştir. Oysa ampirik veri setini, bir yandan siyasal merciyi temsil edenlerin kararları diğer yandan muhalif-alternatif çabaların söylemleri oluşturmuştur. Ampirik veriler herhangi bir eleştirel okumaya tabii tutulmadan teoriye içselleştirildiği ölçüde, sınıf gerçekliğinden uzaklaşma daha belirleyici bir hal almıştır.
Yaşanan olgusal gerçeklik mi bu tarz teorik çerçeveleri oluşturuyor, yoksa eldeki teorik çerçeveler mi yaşanan süreçlerin ve süreçteki aktörlerin farklı algılanmasına neden oluyor? K.Boratav toplumsal bilimlerin iki sapmadan birine kolayca düşebileceklerini işaret eder. Bu sapmalar ampirisizim ve kuramsalcılıktır.
“Geleneksel Türk tarihçiliğinin yaygın hastalığı ampirisizmdir…….Toplumsal tarihçilikte ampirisizm, toplumsal sınıflara bağlı kavramların kullanılmasını reddedemez ancak, sınıflı toplumların uzun erimli dinamiklerini açıklamak gibi bir hedeften bilinçli olarak kaçınır….
Toplumsal tarihçilikte kuramsalcı sapma.. kuramsal modellere aşırı bağımlılık anlamına gelir ve öncedenoluşturulmuş kuramsal şemayı doğrulamak amacıyla ampirik malzemenin bir hayli selektif olarak ve gevşek tarzda kullanılması biçiminde ortaya çıkar”(Boratav,1990:69).
Sosyal gerçekliği analiz etmeye ilişkin bu sapmalar, özünde metodolojiktir. Fakat bunlar ontolojik bir kaynaktan beslenmektedir. Türkiye’de gerek toplumsal eylemlilikler, gerekse bu eylemliliklerin oluşturduğu gerçekliği anlamaya çalışanların, bilimsel çabalarında dönüştürme mantığı belirleyici olmuştur. Anlamanın önüne geçen dönüştürme mantığı, genellikle pragmatik ve metodolojik olarak aşırı kuramsalcılığa düşse bile, aslında ampirisistir. Bu çalışmanın sınırlarını aşacak bu tarz bir ele alışın sorgulanması, aslında gerçekliğe ilişkin analizlerle gerçeklik arasında bağlantı kurulmasının gerekliliğini zorunlu kılıyor.
Türkiye gerçeğinde sınıftan kaçışın önemli bir kaynağı Cumhuriyetin’nin kurulduğu yıllardan itibaren, sosyal ilişkileri dönüştürmeye soyunan aktörlerin, kendi pratiklerine atfettikleri anlamlar olmuştur. Ama sınıftan kaçışı güçlendiren, bu eylemlilikleri analiz etme tarzının bizzat kendisidir. Çünkü anlama çabaları da, dönüştürme mantığının belirleyiciliği çerçevesinde gerçekleştirilmiştir/gerçekleştirilmektedir. Dönüştürme mantığı ampirisizm ve pragmatizmin içinde yaşadığı Baconian anlamda “idoller” tarafından belirlenmiştir. Bu idoller, gerçekliğin yapısal/tarihsel mekanizmalarını anlama ve açıklamanın önüne geçtiği ölçüde, burjuva ideolojisinin güçlenmesi yönünde bir işlevi yerin egetirmiştir. Sınıf gerçeğini analiz dışı bırakan teori ya da muhalif oluşumların genellikle Türkiye cumhuriyetinin erken dönemlerine referans vermelerinin nedeni de bu olsa gerek. Oysa 1920’li yılların başından itibaren aktörlerin eylemlilikleri, sermaye birikiminin sosyal toplam döngüsünü hazırlayan pratikler olmuştur.13 Devlet ise farklı toplumsal çıkar kesimlerinin karşı karşıya geldiği önemli çatışma alanlarından biridir ve dahası devlet bu çatışmalar etrafında biçimlenmiştir. Sınıfların biçimlenmesini sağlayan dinamiklerin yoğunlaştığı bu dönemde aktörler, ya yeni ulus devlet oluşumunun gereği olan birliktelik ruhunu ya da ekonomik gelişme seviyesi karşısında zenginlik yaratmanın zorunluluğunu öne çıkartacaklardır. Gerek birliğin sağlanması gerekse ekonomik gelişme için aktörlerin temel referans noktaları hiç kuşkusuz devlet olacaktır(Türkay,2001)
Her iki eğilim, söylem düzeyinde sınıfların henüz gelişmediğine yönelik düşünceyi besleyecektir. Böylece birlik ve beraberlik vurgusu sınıf olgusunun önüne geçecektir. Örnek olarak Mustafa Kemal bu durumu 1923 yılında İzmir’de gazetecilere “Bence bizim milletimiz yekdeğerinden çok farklı menafi takip edecek ve bu itibarla yekdeğeriyle mücadele halinde buluna gelen muhtelif sunufa malik değildir” derken, yine 1935 yılında düzenlenen parti programına alınan bir diğer açıklamasında:
“Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan mürekkep değil ve fakat ferdi ve içtimai hayat içinde işbölümü itibariyle muhtelif mesai erbabına ayrılmış bir camia telakki etmek esas prensiplerimizdendir” şeklinde ifade edecektir (Tezel,1986:126).
Bu söylem, açıkça devlete önemli işlevler yükleyip öne çıkarırken, sınıf olgusu olumsuzlanan ya da genellikle işaret edilmeyen bir gerçeklik olmuştur. Belirli aralıklarla yapılan askeri darbelerde de aynı söylemin devam ettiğini biliyoruz.
Benzer bir şekilde, dönüştürme mantığı ile gerçekliğe müdahale etmek için geliştirilen alternatif çerçevelerde de genellikle ‘sınıf’ yönelimli analizleri göremiyoruz. Cumhuriyetin ilk yıllarında Kadro hareketi ile A.H.Başar’ın geliştirdiği analizler bu konuda anlamlı örnekleri teşkil ediyor.14 Her iki yaklaşımda ortak nokta içinde bulunulan gerçekliği “sınıfların” yokluğuna bağlamalarıdır. Yine her iki yaklaşımın merkezinde ‘devlet’ belirleyici bir rol oynuyor. E.T.Eliçin bu iki yaklaşımın farklılığa açıkça işaret etmiştir;
“Ahmet Hamdi’de Kemalizmin tarihsel ödevi bizde eksik olan modern sınıfları, burjuvazi ile işçi sınıfını yetiştirmek ve ondan sonra devletçilikten vazgeçmek olduğu halde, Şevket Süreyya’da çelişmesiz, yani sınıfsız bir toplum bütününe varmaktır” (Eliçin,1996:26).
Kadro hareketinin temel yönelimi ülkenin dışsal müdahelelere maruz kalmasıdır.
“Türkiye’de iktisaden sömürülen kütle, Türk toplumunun bütünü olduğu için, milli bir istiklal savaşı alanında milletin bütünün menfati müşterekti. Yani aslında büyük çelişme, Türk milleti ile yabancı sömürücüler arasındaydı” (Aydemir,1986:223).
Bu anlamda Türk devriminin dünya ölçeğinde, alternatif bir oluşumun nüvelerini taşıdığına inanılmaktadır.
“Türk İnkilabı, dışarıya karşı her türlü Sömürgecilik kayıt ve kontrollerinden arınmış, içeride ise her türlü Sınıf kavgalarını önleyen, yeni bir Dünya Nizamının, çağımızda ilk muzaffer müjdecisiydi” (Aydemir, 1986; 85).
Kadro hareketi sosyal ilişkilerde henüz sınıf olgusu ve aktörlerinin olmadığı kabulunden hareket ederek, milletin birlik ve beraberliği için harekete geçen, gerçekliği dönüştürücek ama aynı zamanda dönüşüm sürecinde sınıf oluşumlarına izin vermeyecek bir kadronun önemini ısrarla belirtmiştir. Devrim sonucu gerçekleştirilecek düzenlemelerin, “tek idealist parti ve onun tek ve idealist lideri etrafında toplanan” seçkinlerden oluşan bir kadro tarafından gerçekleştirileceğine işaret edilmiştir. Kadro’nun işlevleri ise şu sözcüklerle ifade edilecektir;
“Yüksek Tekniğin; toplumun iradeli müdahalesi, yani Planlı bir Devlet kontrolü, yahut sosyal Devlet halinde benimsenmesini ve gelişmesini ortaya attı.Ve böylece yeni, fakat büyük çelişmelerden arınmış, şiddetli sosyal reaksiyonlardan korunacak bir <>nı savundu”(Aydemir, 1986: 85).
Kadro hareketinde bölünmez bir bütün olarak millet, halk ve kalkınmayı sağlayacak devlet kavramları belirleyici olmuştur. Kadro bu kavramların varlığında anlam kazanacaktır.
Sınıfların yokluğundan hareket eden bir başka analiz/yaklaşım ise A.H.Başar’a aittir. Sınıfların yokluğunda bu sefer sınıf yaratma işlevini Başar devlete havale eder:
“Bugünkü devletin iktidar ve selahiyetini reddetmiyoruz; çünki milleti devlet selahiyet ve iktidar ile <> teşkil etmek mümkün olduğunu biliyoruz. Yani <> yapmak için <>e ihtiyaç olduğu gibi milleti kendi içinde teşkil etmek için dahi bu kuvvete lüzum vardır”(Başar, 1982: 174).
Türkiye’de sermaye birikim sürecinin ilk aşamaları olan ticari sermaye döngüsünün belirleyici olduğu dönemde, Kadro’cu çizgiye göre daha gerçekçi olan Başar’ın yaklaşımı, belirli bir sınıfın nesnel çıkarlarını temel almaktadır. Ticari sermaye oluşumu ile korunmasının gerekleri ve zorunluluklarını özellikle uluslararası krizin yoğunlaştığı bir dönemde formüle etmiştir. Ama sınıfsal çıkar/statejiler oldukça açık bir dille ifade edilmiştir:
“Yalnız devletin bizzat <> yerine geçerek idareyi genişletmesini <> peşinen reddediyoruz”( Başar, 1982: 175).
1930’lu yıllarda analizlerin temel referansı genellikle kadroculuk olmuştur. Sınıfların henüz olmadığı yönündeki vurguyla birlikte ya sınıfların oluşumuna izin vermeyecek bir kadroculuk ya da kapitalist yönlü kadroculuğun teorisi yapılmaktaydı. Diğer yandan, günümüzde belirleyici olan analiz tarzı, yani sorunu devlet ile fert ekseninde ele alma yönündeki analiz çerçeveside bu yıllarda öne sürülmüştür. A.Ağaoğlu’nın çalışmalarında belirleyicilik kazanan analizlerde devlet-sınıf arası ilişkiler, daha çok devlet - fert arasındaki ilişkiler olarak kurgulanmıştır. Ağaoğlu da devlete bir dizi görev yüklüyordu, fakat bu görev tanımını Kadro’cu hareketin eleştirisi doğrultusunda gerçekleştiriyordu.
“Milleten, onun yegane teşekkül unsuru olan ferdi alınır, geri ne kalır?..... Anlamıyorum: inkar olunan, hürriyetten mahrum edilen ve cemiyet içinde erimiş bulunan fert nasıl iş sahibi olunur? Ve gene anlamıyorum, inkar edilmiş ve hürriyetten mahrum kılınmış fertlerden mürekkep bir cemiyet nasıl şen ve müreffeh olur? (Ağaoğlu,1933:25).
A.Ağaoğlu’nun analizinde yer alan Doğu-Batı ayrımı daha sonra Türkiye’de sınıf kavramından kaçmanın temel belirleyicilerinden biri olacaktır. Gelişmenin adını koymadan yani kapitalizm demeden “garbın yükselişi” ve bu yükselişi yapısal özelliklere atfetmeden sadece ferdi hürriyetlere bağlayan eğilimin ilk ipuçlarını Ağaoğlu’nda görmemiz olasıdır.
“[G]arbın yükselmesinde başlıca sebebi ferdi hürriyetlerin gittikçe genişlemesi ve bu sayede ferdin tecriden açılması olmuştur.... Şarkta fert boğulmuş, garpte açılmış; bir tarafta gittikçe azgınlaşam istibdadın tazyiki altında sıkıştırılmış, zayıflatılmış, cılızlattırılmış ve nihayet kendinin dar ve boğucu kını içinde sokuşturulmuştur” (Ağaoğlu,1933:27).
A.Ağaoğlu göre Türk inkilabı şarkın bu “elim vaziyetine çare olmak üzere” yapılmıştır. Türk devriminin temel amacı, fertleri her tahakkümden kurtarmaktır. Burada fert, mülkiyet temelinde ve girişimci özellikleri ile tanımlanmıştır. Devletin bu tanımlamaya uygun bir dizi eylemliliğe yönelmesi gerektiği yönündeki vurgular, kapitalist birey oluşumunun temel belirleyenleri olmuştur. 1980’lerden sonra Türkiye’de dile getirilen devlet-sivil toplum tartışmalarının tarihsel ipuçlarını burada bulabiliriz. Kapitalist gelişmenin ulaştığı her aşamada, birey vatandaş olarak yeniden yeni koşullara göre tanımlanıyor. Sistemin yapısal işleyişinin sonuçları olan bu tarz zorunlulukların, kalkınma ya da fertlerin haklarına saygı gibi sınırlı bir söylem ile dile getirilmesi, genellikle burjuvazinin yeni ihtiyaçlarının önünü açmış ve dolayısıyla burjuva ideolojisinin güçlenmesine olanak sağlamıştır.
Kadro hareketi ile Ağaoğlu’nun tartışmaları aslında sınıftan kaçışın bir başka kaynağını da içinde besliyor. Bu kaynak ise bazen maddi nedenler işaret edilerek bazen de (ve genellikle) daha kültüralist bir çerçeveden hareketle gerçekleştirilen doğu-batı ayrımından besleniyor. Günümüzde de farklı biçimlerde açığa çıkan bu eğilimin en iyi temsilcilerinden biri Sultan Galiyev olmuştur. Galiyev bu ayrımın önemini net bir şekilde ifade etmiştir.
“Şu an yüzleşmemiz ve hızla çözümlememiz gereken pratik sorunlardan biri de “Doğu sorunu”dur…. Bunu kabul etmezsek, bilmezden gelsek bile, tüm çetrefilliği ve iç ve dış karmaşıklığıyla önümüzde duruyor” (Galiyev, 1995:157).15
Galiyev’in temel yönelimi “emperyalizmin öğretisinin odağını iktisadi olarak sömürülen halk sınıflarından –bir millet içindeki proleterya gibi- bütünselliği içinde millete doğru kaydırma imkanı verdi.”(Benningen ve Wimbush,1995:59).
“Tüm Müslüman sömürge hakları proleter haklardır ve Müslüman toplumundaki hemen bütün sınıflar sömürgeciler tarafından ezildiklerinden, tüm sınıfların “proleter” olarak adlandırmaya hakkı vardır…İngiliz ve Fransız proleterleri ile Afgan veya Fas proleterleri arasında muazzam bir fark vardır”(Galiyev’den aktaran Benningen ve Wimbush, 1995:59).
Çok fazla detaya girmeden yayılımcı kapitalizm bu tarz analizlerde “Batı” ile özdeşleştirilmekte, ve devamla Batı karşısında Doğuyu tanımlayan unsurlar öne çıkarılmıştır.16 Bu bazen müslüman ulusçuluk, bazen milliyetçi müslümancılık gibi eklektik bir dizi pragmatik açılımlara neden olacaktır.17
Tüm bu analizlerde temel söylem, sınıfların henüz gelişmediği yönündedir. Oysa B.Boran’ın işaret ettiği gibi;
“Türkiye’de sosyal sınıf farklılaşması henüz güçlü, keskin değildir görüşü Türkiye’de sosyal sınıflar, sınıf mücadelesi yoktur ve olamaz şeklini” alacaktır (Boran,1992:44).
Sınıflar ve sınıf mücadelesi yok denilirken yeni düzenleme ve uygulamaların hemen hepsinde, sınıfsal bir yönelimin var olduğunu görüyoruz. Örnek olarak işçi sınıfını doğrudan etkileyen İş Yasası’nın çıkartılmasına ilişkin olarak R.Peker, Ülkü Dergisinde şu açıklamaları yapmıştır:
“Biz bu iş kanunu ile yurddaşların sınıflaşarak parçalarına ayrılmasına karşı bir kale duvarı örüyor[uz]. Arkadaşlar yeni iş kanunu sınıfçılık şuurunun doğmasına ve yaşamasına imkan verici bulutlarını silip süpürecektir” (Peker, 1982:286).
Olgusal düzeyde bakıldığında, devletin sınıflar üstü doğası gerçekte İş Yasasında olduğu gibi, sermayenin emek üzerinde kontrol düzeneğinin oluşturulması ve bu düzeneklerle sermaye birikiminin sağlanması gerçekleşecektir. İş Bankası, Sanayi ve Maadin Bankasının kurulması, ve özel kesime yatırımlarda öncelik veren Teşvik-i Sanayi Kanunun çıkarılması bu düzenlemelerin sadece bir kaç örneğidir (Şaylan, 1974:79). Devletin sınıf karakterini özel kesimin destekleyicisi Fethi Okyar sitemkar bir dille eleştirecektir:
“Bizde devletçilik devlet sermayesini hususi adamlar vasıtasıyla kullanmak şeklinde tecelli ediyor” (Eliçin, 1996:38).
Türkiye’de ticari sermayenin egemenliğinin, üretken sermayenin egemenliğine dönüştüğü 1960’lı yıllar, aynı zamanda muhalif düşünsel çabaların yoğunlaştığı yıllara tekabül etmektedir. Muhalif düşüncelerin temel kaynağı, 1920’li yılardan itibaren uygulanan ekonomi politikalarının yarattığı olumsuzluklar olmuştur. Bu olumsuz ortamda;
“Türk halkının çok çetin iktisadi, siyasi ve sosyal meselelerin ortasında, kendisini bütün özlemlerine kavuşturacak bir yön aramakta olduğu”nu işaret edilen bir bildiri yayınlanacaktır. (Yön, 1961, 12, italik bize ait). Bildirinin girişinde belirtildiği üzere toplumun içinde yaşadığı olumsuzluklardan kurtaracak bir yeni YÖN’elime ihtiyaç duyulmaktadır.
Yön hareketi “Türk toplumuna yön verme çabası içindedir” (Yön, 1961:12-13):
-“Atatürk devrimleriyle amaç edinilen çağdaş uygarlık seviyesine ulaşma...”18 -“...iktisadi alanda hızla kalkınmak, yani milli istihsal seviyesini hızla yükseltmek
-“Varmak istediğimiz bu amaçlara yeni bir devletçilik anlayışıyla erişebileceğimize inanıyoruz”
-“...bunun için iktisadi hayatı bütünüyle planlamak şarttır.”
-“Bugün içinde bulunduğumuz buhranlardan kurtulmanın birinci şartını, Türk toplumunun çeşitli kesimlerinde görev almış olanların ve millet kaderine hakim olabilecek mevkilere gelmiş bulunanların, bir temel kalkınma felsefesi etrafında birleşmelerinde görüyoruz”
Diğer yandan Yön hareketini tanımlayan bir diğer özellik ise emperyalizme karşı milliyetçi bir yöneliminin olmasıdır;
-“Türk]Sosyalizminin temel hedeflerinden biri, en kısa zamanda ekonomik bağımsızlığın gerçekleştirilmesi ve dış kredilerin eşit şartlarla alınmasının sağlanması olacaktır. Sosyalizm bu anlamda milliyetçidir” (Avcıoğlu, 1962b:2).
“Hülasa bağımsızlığa kavuşmuş memleketlerde kontrollü planlarla sunni bir kapitalizmin tesisi, milli gelir dağılışının yabancılar tarafından kontrolü, askeri ve iktisadi kilit noktalarının kontrol altına alınması gibi yollardan yeni bir Süper-Emperyalizm devri açılma çağındadır” (Aydemir,1962:20).
“Kurtuluş yolu, 1919 da olduğu gibi, bugün de halkçılıktan geçiyor. Gerçek Atatürkçüler, geçmiş hatalardan da ders alarak, sistemli metodlu bir <
Dostları ilə paylaş: |