Sınıf olgusu, sosyal gerçeklik ile gerçekliği analiz etmeye yönelen sosyal bilimler arasında süreklilik arz eden gerilim alan



Yüklə 275,03 Kb.
səhifə4/5
tarix31.10.2017
ölçüsü275,03 Kb.
#24637
1   2   3   4   5
> fikirler ve dilekler sistemi, veya seçkinler kadrosu yönetimi hülyası olmaktan öteye geçmez” (Boran,1962:9)

Türkiye’de teori ve eylemlilikte sınıf kavram ve gerçekliğinden uzak duran analizler, H.Kıvılcım tarafından yine sınıfsal, ama alaycı bir dille ele alınıp eleştirilecektir. Kıvılcım’a göre Yön’ün batılılaşma söylemi aslında “utangaç kapitalistleşme”dir. Utangaç kapitalistleşme için kalkınma ve kalkınmayı gerçekleştirmek için yeni devletçilik formülüne karşılık şu eleştiriyi yöneltecektir;

“Sınıflı toplumda yuvarlak bir <<bilinç>> yok, Sosyal Sınıf bilinci vardır. Hangi sosyal sınıfın Bilinci >>Devlet müdahalesini>> biçimlendirecek?.... Devletsiz devletçilik olmaz. Devlet denildi mi ise, o bir <<inanç>> değil, bir <gerçeklik>>i budur. Bu en keskin gerçeklik atladık mı Toplumda ve Politika’da başka bütün <<gerçeklikler>>den yan çizmiş oluruz” (Kıvılcımlı, 1970:1968).

Türkiye’de kapitalizmin gelişiminin kendi mecrasında ilerleyişi sınıfsal konumları giderek kristalize ederken “gerçekliklerden yan çizme” gariptir ki artarak devam etmiştir. Toplumsal ilişkileri anlama mantığı ile dönüştürme mantığı arasındaki ilişki, Türkiye gibi geç kapitalistleşmiş toplumlarda daha gerilimli olmuştur. Geç kapitalist toplumlarda, erken kapitalistleşen ülkelerle geç kapitalistleşen ülkeler arasındaki ilişkiler, temel analiz birimi olmuştur. Toplumsal pratiğe müdahale etmenin temel belirleyeni “dışsal müdahale” yada “emperyalizm” olunca, bu tarz ele alışlar “üçüncü dünyacı” bir nitelik kazanmıştır. Bu içeriği politik pratikte öne çıkaranlardan biri Mao Zedung’tur.20 Mao Zedung’a göre temel çelişkinin (emek-sermaye) çözümlenebilmesi için baş çelişkinin (emperyalist ülkelerle sömürge ve yarı sömürge ülkeler arasında) çözülmesi gerekiyor (Yanardağ, 1988:135).21 Mao’nun Çin Toplumunda Sınıfların Analizi adlı çalışmasında yaptığı ayrım, aslında 1970’lerden sonra Türkiye’de neredeyse aynen kullanılmıştır. Mao yazısında dost ve düşmanları tanıyalım diyerek başlattığı analizde büyük Çin toplumu için belirleyici sınıfların “büyük toprak sahipleri” ile “kompradorlar” olduğunu ifade etmiş. Fakat her iki sınıfın da varlık ve gelişme koşulunun emperyalizm tarafından sağlandığını belirtecektir(Tse-tung, 1926). Özellikle 1970’lerin Türkiye’si için oldukça tanıdık bir analiz!

Geri ve sömürge koşullarda “sınıf” olgusunun yeteri kadar gelişmediği vurgusu “mücadele zeminin sınıftan, halk kitlelerine kaydırılmasına” neden olmuştur (Wood, 1992:31). 1960’ların sonunda toplumsal gelişme belirli bir düzeye ulaştığında “üçüncü dünyacı”, “anti-emperyalist”22 tezler yoğunluk kazanacak ve Milli Demokratik Devrim (MDD) olarak tanımlanan strateji ortaya çıkacaktır (Aydın,1998).23 Bu stratejide toplumsal pratiği dönüştürme mantığı, gerçeği anlama mantığının belirleyici şekilde önüne geçmiştir. Sınıftan kaçışın bu yıllarda temel belirleyeni MDD olmuştur. Bu yöndeki analizlere bir çok örnek verilebilir, ama 1960’larda muhalif oluşumlar içinde Türkiye gerçeği üzerine detaylı analiz yapan az sayıda isimden biri olan M.Çayan’ın çalışmasına bakmak yeterli olacaktır;

“Bilindiği gibi, ülkemizde Amerikan emperyalizmi ile çelişkisi olan sadece işçi sınıfı değildir. Her sınıf kendi iktidarı için mücadele edeceğinden Kemalistlerin Anti-Amerikan Milli Cephenin kendi önderliklerinde kurulmasına çalışmaları ve II. kurtuluş savaşımızı sevk ve idare etmek istemeleri çok doğaldır....... Aynı biçimde yüzde bilmem şu kadar feodalizm vardır, ana üretim biçimi kapitalize ilişkilerdir vs. diyerek Yankee Emperyalizmine karşı kurulması gereken Milli Cephenin, millici sınıflarını karşıya iten ve bu aşamada sosyalist saflarda eylemsizliğin” oluşmasına neden olan analizler (Çayan, 2002) derken sınıf yönelimli analizlerin sıkı bir eleştirisini yapmaktadır.

Türkiye’deki sermaye birikim dinamiği ve bu dinamiğe içkin gelişmeler genellikle göz ardı edildiği için sermaye birikim sürecinde biçimlenen nesnel sınıfsal konumlar da göz ardı edilmiştir. Sermaye birikiminin belirli bir aşamaya geldiği 1980’ler, dünya kapitalizmi ile bütünleşme istek ve zorunluluğunun daha bir öne çıktığı yıllardır. Bu istek ve zorunluluğun temelinde ülkede sermayenin toplam sosyal döngüsünün büyük ölçüde tamamlanmış olmasıdır. Bağımlı bir sosyal formasyonda, bunun anlamı sermayenin sosyal döngüsünün ülke içi birikiminin belirli bir aşamaya ulaşmasıdır. Artık az sayıda bireysel sermaye için dünya ölçeğinde işleyen sermaye birikim sürecine katılmak temel amaç olmuştur (Ercan,2002). Bu amacın yerine getirilme süreci olarak tanımlayacağımız son yirmi yıl, verili sınıf ilişkilerinin önemli değişimler geçirmesine yol açmıştır. Değişimi tanımlayan temel özellik ise sadece sermaye ile emek arasındaki sınıflar arası çelişkilerin yoğunlaşması değil, sınıf içi çatışmaların da artması olmuştur. Bu gelişmeleri tanımlayan temel mekanizma, ülkede kapitalizmin gelişmesi iken, anlamaya ve dönüştürmeye yönelik analizlerde yine sermaye birikimi ve sınıf yönelimli analizlere pek fazla referans verilmemiştir. Uzun erimli sermaye birikim dinamiklerinden hareketle analiz yapma yerine, 1990’lı yıllarda anti-emperyalist ve kalkınmacı analizler yeniden ve daha bir güç kazanarak gündemi belirlemeye başlamıştır. bu tarz analizler milliyetçi, kalkınmacı, anti-küreselleşmeci ve ulusalcı kavramlarla besleniyorlar. Sınıfsal konumların daha bir belirginleştiği ve sınıfsal çatışmaların arttığı bir dönemde, sınıf gerçekliğinden kaçışın daha bir yoğunluk kazanması tuhaf bir durum olsa gerek. Oldukça farklı söylemlerle biçimlenen bu analizlerde, yukarıda işaret ettiğimiz 1930’ların, 1960’ların söylemleri tekrar edilmektedir. D.Perinçek’in şu sözleri sınıftan kaçışa iyi bir örnek teşkil ediyor:

“Türkiye’nin önündeki büyük iş, kurulmakta olan Süper nato-Mafya-Tarikat iktidarını milleti seferber ederek yıkmak, Milli Devletimizi devam ettirme kararını yeniden hayata geçirecek ve Türkiye’yi Avrupa Kapısında çözülmekten kurtaracak bir Milli Hükümet kurmaktır. Bu görevi yerine getirmek için milletimizin en büyük kuvvet kaynağı, bize Atatürk önderliğinde gerçekleştirdiğimiz devrimden kalan büyük manevi mirastır”(Perinçek,2002).

Yine aynı eğilimin yayınlarından Teori dergisinde yer alan analizler, yukarıda verdiğimiz daha derinlikli erken dönem çözümlemelerin nasıl karikatürüze edildiğini gösteriyor:

“Ezilen ülkeler, kapitalizmin yeterince gelişmediği, üretimde toplumsallaşmanın esas hale gelmediği, işçi sınıfının nicel ve nitel olarak zayıf olduğu ülkelerdir....... Bu ülkeler aynı zamanda sistemin zayıf halkalarıdır..... İlk adım; ülkede üretici güçleri geliştirecek, sanayileşmeyi ve modernleşmeyi sağlayacak, ulusal pazarı bütünleştirecek, eğitimi, bilimi, teknolojiyi kültürel yaşamı geliştirecek ulusal, demokratik bir devrimdir” (Akküçük,2002).

Kapitalizmin sürekli değişim halindeki varoluşunu ve bu varoluşu dinamik kılan sınıfları göz önüne almayınca, sınıflar yerini halk, ulus ve milliyetçiliğe bırakacaktır:

“Bugün bütün dünya da iki farklı milliyetçilik vardır. Bunlar kısaca şöyle tanımlayabiliriz:
Gerici milliyetçilik: Sömürgeci, emperyalist, ırkçı, fetihçi milliyetçilik. ..... Devrimci milliyetçilik: Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın öncülüğünü yaptığı antiemperyalist, halkçı, başka uluslara karşı saldırgan olmayan, aksine onlarla eşitlik ve kardeşliği savunan, Kemalizmin Altı Ok’unda tanımlanan milliyetçilik” (Akküçük, 2002).

Anti-emperyalist söylemi öne çıkaran ve bu söylemi Atatürkçülük çerçevesinde milliyetçi bir doğrultuda gerçekleştiren başka bir çevre ise Türk Solu grubudur.

“Atatürk’ün ortaya koyduğu ilkeler bugün de sol için temel mücadele konularıdır. Sömürgecilik saldırısıyla aşağılanan onun milliyetçiliğidir. Özelleştirme saldırısıyla yıkılan onun devletçiliğidir. IMF politikalarıyla üzerine çullanılan onun halkçılığıdır. Gericilik saldırısıyla yok edilmek istenen onun laikliğidir. Sahte bir Atatürkçülükle halktan saklanan onun devrimciliğidir. Sonuçta ortadan kaldırılmış olan onun kurduğu cumhuriyettir (Türk Solu, 2002).

Yukarıda tanımladığımız farklı sınıftan kaçış hallerini eklektik bir şekilde içinde taşıyan grup için milliyetçilik belirleyici bir yer tutuyor:

“TÜRKSOLU, Batı uygarlığına karşı mücadele ederken milliyetçilik bayrağını yükseltir. Ezen ulusların emekçileri ile ezilen ulusları birleştiren enternasyonalist bir bağ yoktur. Bu tür istekler ancak bir hayal olabilir. ….. Ezilen uluslar, emperyalizme karşı ulus olarak mücadele ederler ve bu mücadelede milliyetçi olmak işin doğası ve doğrusudur. Ezilen ulusların ezen ulusların emekçilerinden bir beklentisi olamaz….. Bugün emperyalistler ezilen uluslara karşı enternasyonal bir haçlı saldırısı düzenlemektedirler. Bu saldırı ezilen uluslar içinde sol kompradorlar yaratarak ilerlemektedir. Sol kompradorların azınlıklar yaratma çabası ile emperyalistlerin ulusları bölme çabası başbaşa yürümekte ve topluca milliyetçiliğe karşı savaş vermektedirler. TÜRKSOLU bu savaşta hem emperyalistlere hem de onların sol kompradorlarına karşı milliyetçi mücadelenin önderliğini yürütür” (Türk Solu, 2002)

Yukarıda sınıftan kaçışın iki uç örneğini verdik, fakat bu iki eğilimi tanımlayan özellikler farklı yoğunluklarda da olsa neredeyse tüm muhalif oluşumlarda bulunan özelliklerdir.

Diğer yandan ‘anlama’ yönelimli akademik muhalif oluşumlar içinde de yukarıda ifade edilen eğilimlerin farklı dozlarda bulunduğunu işaret etmemiz gerekiyor. Özellikle kalkınmacı bir eğilimin görüldüğü bu yaklaşımlarda, kalkınmacılık bir ulusal ‘iyi’ tanımı çerçevesinde analiz ediliyor. Kapitalizmin Türkiye’deki tarihini ve bu tarih içinde biçimlenen nesnel sınıfsal konumları ve çelişkileri işaret etmeden, fetişleştirilmiş bir kalkınma kavramı dolayında analizler yapılıyor. Daha çok akademinin teknik donanımı ile amprisizmin bileşimi çerçevesinde açığa çıkan bu çalışmalar, dönüştürme mantığıyla hareket eden muhalif politik oluşumların söylemini güçlendirici imkanlar sunmaktadır.24

“Azgelişmiş ülkede, toplumun kendi mukadderatına hākim kılan, maddi refahı sürekli arttıran ve bütün topluma yayan bir kalkınma sürecini başlatmak için, kalkınmacı bir siyasi iktidarın zuhur etmesi ve ülkenin dünya iktisadi sisteminin kısıtlamalarından huruç etmesi gerekmektedir” (Somel, 2000: 103, vurgular bana ait).

Diğer yandan E.Yeldan ‘iktisadi kalkınma’nın gelişmekte olan ülkeler için bir olanak olduğunu ifade etmektedir. Kalkınma iki küreselleşmeci dönem arasında biçimlenmiştir.25 Bu dönemde bir kalkınma felsefesi ve bu felsefeye uygun olarak “ulus devlet aygıtına da yeni iktisadi görevler” yüklenmiştir”. Kalkınmacı bir anlayışla devlet, üretici, yatırımcı ve düzenleyici işlevlerle donatılmıştır. E.Yeldan’a göre;

“[Y]eni küreselleşme dalgası altında devlet artık yatırımcı ve/veya üretici niteliğinden arındırılacak ve toplumsal gelir dağılımını –sermaye lehine- düzenleme işlemini sürdürmeye devam edecektir” (Yeldan, 2002a:25).

Bu alıntıda ifade edilen, devletin sermaye lehine düzenleme işlevini sürdürmesi vurgusu, kalkınmacı dönemde devletin ‘nötr’ olduğuna ilişkin bir örtük varsayımı içeriyor. Diğer yandan aynı çalışmada “devlet aygıtının sınıfsal” olduğu ifade edilecektir. Bu çelişkili ifadelerin kaynağında kalkınmacı eğilimin yattığını belirtmemiz gerekiyor. Geç kapitalistleşen ülkelerin içe yönelik sermaye birikiminin gerçekleştiği dönemdeki (1930-1970) düzenlemeleri/uygulamaları olumlayan, ama kapitalizmin dünya ölçeğinde belirleyici olduğu dönemde gerçekleşen sermaye birikim tarzı/uygulamalarına sıcak bakmayan bir analizle karşı karşıya olduğumuzu söylememiz gerekiyor.

Kalkınma kavramının da nötr bir olgu olarak tanımlandığını söyleyebiliriz. E.Yeldan kalkınmayı

“uluslararası işbölümünde daha yüksek bir konuma ulaşma ve yaşam kalitesinin yükselmesi şeklinde” tanımlanmıştır (Yeldan,2002a:25).

E.Yeldan’la yapılan bir söyleşide kalkınma ile sosyalizm arasında bağlantı şöyle kurulmuştur.

“Sol, her şeyden önce kalkınmacı bir perspektiftir. Ve bu kalkınma, büyüme perspektifi, her şeyden önce sosyal adalet eksenlidir” (Yeldan,2002b:10).

Aynı söyleşide devletin taraf olması gerektiği işaret edilirken, devlet ve kalkınma arasındaki bağlantının yönü:

“Devlet taraf olmalı, üretken sanayiden, üretken sermayeden yana taraf olmalı” şeklinde ifade edilmiştir (Yeldan, 2002b:12).

E.Yeldan’ın kalkınma ve devlete ilişkin vurguları ile kapitalizm ve kapitalizmin küreselleşmesine ilişkin analizlerinde tam anlamıyla bir sınıftan kaçış olduğnu söylemek haksızlık olacaktır. Türkiye ekonomisine yönelik detaylı ve anlamlı çalışmasının girişinde çalışmanın “sermaye birikimi ve sınıfsal çatışmaları göz ardı eden” genel eğilime karşı yazıldığı belirtilmiştir (Yeldan,2000,10).

Fakat son dönem Türkiye ekonomisine ilişkin muhalif analizlerde belirleyici olan ve sınıf olgusunun analize içkin olmamasına yol açan en az iki etken olduğunu ve bu iki etkenin de E.Yeldan’ın çalışmalarına içkin olduğunu ifade etmemiz gerekiyor.26

Kapitalizmin 1970’lerden itibaren içine girdiği yeni aşamayı tanımlarken genellikle Keynesyen sol literatür kaynaklı bir “hastalıklı durum” analizi yapılıyor. Hastalıklı durum için “gazino kapitalizmi” tanımlaması yapılıyor. Gazino kapitalizmi:

“özü itibarıyle spekülatif niteliklere dayanan ve reel yatırım davranışlarından ziyade, rantiyer tipi girişimleri besleyen” bir duruma atfen kullanılmıştır”(Yeldan,2002).



Gazino kapitalizmini tanımlayan temel özellik spekülatif para hareketleridir. Spekülatif sermaye hareketlerinin kendi başına bir neden olarak analiz edilmesi, kapitalizme içkin olan bir dizi tarihsel ve yapısal özelliğin gözardı edilmesine neden olur. Oysa spekülatif sermaye dünya ölçeğinde aşırı sermaye birikiminin ve buna bağlı olarak artan bireysel sermayeler arası rekabetin sonucunda önem kazanmıştır. Sermaye birikiminin krize girdiği her dönemde, para-sermayenin önem kazandığını görüyoruz.27 1970’li yıllarda açığa çıkan kriz, aşırı üretim ve aşırı sermaye birikiminin muazzam boyutlara ulaştığı bir zaman diliminde gerçekleştiği ölçüde, para-sermaye çok daha özel bir dizi işlev yüklenmiştir. Ama sıkça söylendiği gibi bu durum ne arizi bir durumdur, ne de üretken sermayeden kopuk başı boş bir spekülatif sermaye yaratmıştır. Sermaye birikimin tarihsel yapısal kümülatif sonuçları, değerin kendini yeniden üretemediği durumda hayali sermaye formasyonunun gelişmesine neden olmuştur.28 Bu aşamada sermayenin toplam sosyal döngüsünün dünya ölçeğinde yeniden, yeni işlevleri doğrultusunda kurumsal bir düzeneğe yöneldiğini görüyoruz. Yeni düzeneğin oluşumunda emek ile sermaye ve her kriz döneminde olduğu gibi daha çok sermaye ile sermaye arasındaki çelişkiler yoğunlaşarak artmıştır. Yaşanan çelişkili süreç, kapitalizmin küreselleşmesidir. Bu aşamayı kapitalizmin diğer dönemlerinden ayırdeden temel özellik, geç kapitalist ülkelerin ülke olarak değil, bireysel sermayeler aracılığıyla dünya ölçeğinde gerçekleşen sermaye birikim sürecine katılma isteği ve zorunluluğunu yaşamasıdır. Bu aşamada emperyalizm ile küreselleşme kavramları birbirleri ile karşılaştırılacak kavramlar değildir. Küreselleşme kapitalizmi tanımlayan sermaye birikiminin ulaştığı bir aşamayı ifade ediyor. Yani küreselleşme bir “durumu” tanımlarken, emperyalizm bir ilişkiyi tarif ediyor. Bu ilişkiyi, ilişkiye taraf olanların eşitsiz donanımlara sahip olması belirliyor. Küreselleşme kavramı veya gerçeği bu anlamda emperyalizmi içerir, yoksa ona karşı gelen ya da bu ilişkiyi ortadan kaldıran bir gerçeklik değildir. Egemen sermayeler (sadece erken kapitalist sermayeler değil geç kapitalistleşen sermayeler) arası ilişkiler, şimdi artık dünya ölçeğinde bir dizi iç içe geçmiş ilişkiler ağı oluşturmuştur. İç içe geçmiş bu ilişkiler ağı, acımasız bir rekabeti meydana getirirken, aynı zamanda oyun için yeni kurallar da üretmektedir. Yeni kurallar, sınıfsal konumların yeniden belirlenmesine neden olmakta ve çatışmaları hızlandırmaktadır. Sınıfsal çatışmaları ise dünya ölçeğinde sermaye birikimini tanımlayan genel eğilimler belirlemektedir. Tüm bu gelişmeler, kalkınmacı yönelim ve stratejileri geçersiz kılmıştır. Bu ise günümüzdeki muhalif söylemlerin, sınıf yönelimli analiz yapmalarını engelleyen ikinci değişkendir. Kalkınmacı stratejilerin temel belirleyicisi olan, mekan bağımlı ilişkiler yani ulusal ittifaklar, sermayenin küreselleşen dinamiklerince iyice tahrip edilmiştir.29 Ulusal sınırlar dahilinde gerçekleştirilen ittifakların tahribatı sadece IMF, DB ya da çok uluslu şirketlerin doğrudan müdahalesi ile gerçekleşmemiştir. Tahribatın yoğunluğu, geç kapitalistleşen ülke sermayelerinin dünya ölçeğinde işleyen sürece eklemlenme istek ve zorunluluğu sonucunda daha çok artmıştır(Ercan,2002b). Bu anlamda, dünya ölçeğinde belirlenen oyunun kuralları kurumsal bir içerik kazandığı ölçüde, devletin sınıfsal içeriği çok daha belirginleşmektedir. Devlet sermayeler arası ilişkilerin uluslararasılaşma sürecini hızlandıran, ve her bir aşamada bu ilişkilerin kurumsal bir içerik kazanmasına yol açan bir işleve büründüğünde, devlete kalkınmacı bir içerik nasıl kazandırılacaktır? Özellikle üretken sermaye donanımının gelişmesini sağlayacak kalkınmacı bir devlet, bu işlevi nasıl gerçekleştirecektir? Bu soruların cevaplanması ancak kalkınma kavramının fetişleştirilmiş tanımından kurtarılması ile olası hale gelecektir.

f-Sınıfların Ölümü

Kapitalist gelişmenin ulaştığı aşamada işbölümünun muazzam gelişmesi, son yıllarda sınıftan kaçışın yeni biçimini oluşturuyor. İşbölümü ya da kapitalizmin yeteri kadar gelişmediği dönemlerde ‘sınıfların” henüz olmadığı yönündeki iddialara benzer şekilde günümüzde kapitalist gelişmenin belirli bir noktaya ulaştığı aşamada da “sınıf” olgusunun ya da “işçi sınıfının” öldüğü ilan edilecektir. J.Pakulski ve M.Waters’ın “Death of Class” adlı kitapları bu anlamda en çok referans alan çalışma olmuştur. Çalışmalarının temel çıkış noktası toplumsal farklılaşmanın / karmaşıklığın arttığı bir dönemde, toplumu iki ya da üç sınıfa ayırmanın geçerliliğini kaybettiği yönündedir. Bu iddiayı desteklemek üzere yazarlar son yıllarda sınıf analizinde gerçekleştirilen sınıflamaları işaret ediyorlar. Toplumsal ilişkilerin aşırı kompleks bir biçim aldığı günümüz koşullarında, sınıf analizlerinde toplumun üç mü, yedi mi yoksa yirmi sınıftan mı oluştuğu yönünde tartışmalar yapılmaya başlanmıştır. Yazarlara göre kapitalist ekonomide ekonomik ilişkiler, artık merkezi konumdan tamamen uzaklaşmıştır. Mülkiyet ve üretim temelli deterministik ilişkiler eski önemini hızla kaybetmiştir. Bu gelişmeler, sadece eski endüstriyel sınıfları ortadan kaldırmamış fakat “sınıf mekanizmasını” da radikal bir şekilde çözmüştür. Temel sosyal işbölümü olarak ortaya atılan yaşam tarzı, tüketim ve değerler etrafında biçimlenen bu yeni durum “post-sınıf” olarak tanımlanıyor. Yazarlara göre fiziksel sermaye önemini kaybetmiştir, ve artık belirleyici olan beşeri sermayedir (Pakulski ve Waters, 1996). Sınıfın öldüğüne ilişkin bu haber bilineceği gibi ‘tüketim toplumu’, ‘bilgi toplumu’, ‘ağ toplumu’ kavramlaştırmalarıyla desteklenmiştir. Son yirmi yılda çok sayıda çalışmaya konu olan bu düşünceler, dünya ölçeğinde tüketilen sınıftan kaçma halleri olmuştur. Türk sermayesinin dünya piyasasına açıldığı yıllar, aynı zamanda liberal-piyasa yönelimli düşüncelerin serpilip geliştiği yıllardır. Liberal-piyasa yönelimli düşünceleri doğal olarak bu düşünceleri hızla ithal etmeye başlamışlardır. Bu konuda çok fazla örnek vermeye gerek görmüyoruz. Bu alanda oldukça yetkin olan bir isimden bir alıntıyla egemen düşünceyi özetleyebiliriz:

“Çağdaş dünyada, “kol gücünün” sömürülmesi üzerine bina edilen “sanayi devrimi” bitti. Yeni bir dönem açıldı. Buna “bilgi toplumu” ya da “sanayi sonrası toplum” diyoruz. Emek bu dönemde “en yüce eğer” olmaktan çıktı. Toplumları dönüştürmeye aday ilerici partilerin yerini “teknoloji” aldı. En devrimci işlevi teknoloji görmeye başladı”(M. Altan’dan aktaran Savran, 1993:9).

M.Altan’ın işaret ettiği bu düşüncenin sadece düşünce olarak kalmadığını belirtmemiz gerekiyor. Hazırlanan bir dizi yasanın gerekçesinde artık dünyanın değiştiği ve gerçekleşen değişimlere ayak uydurulması gerektiği belirtiliyor.30

İşbölümü sonucu açığa çıkan yeni konum ve durumlardan hareket eden bir başka “sınıftan kaçış” ise ‘sosyalizm arayışı’ kapsamında gerçekleştirilecektir. Özellikle Ö.Laçiner tarafından ve Birikim dergisi çevresinde öne sürülen bu analizlerde, ‘kafa emeği’ ile ‘kol emeği’ ayrımı belirleyici değişken olarak tanımlanmıştır.

“[E]zici çoğunluğu kol emekçiliği statüsünde olan “alttaki”lerin hem burjuvazi tarafından temsil edilen “girişimcilik” işlevinin, hem de zihni emek düzeyi tarafından temsil edilen “yenilik, keşif ve yaratıcılık” işlevinin sahip oldukları “değiştirme” özelliği karşısında eşitsiz konumları tam bir çaresizlikle malüldür” (Laçiner,2000,36).

Kapitalizmin yarattığı eşitsizliklerin sonucu artık bir sınıf olarak bile adlandırılmayan kol emeği ile çalışanlar yani altakiler her türlü dönüştürücü donanımdan yoksun olanlari ifade etmek için kullanılmaktadır.

“Nitekim bilgi ve teknolojinin her ileri adımı üretim düzeyinde işçilerin işlevlerinin daha da daralmasına yol açıyor” (Laçiner,2000,43).

Solu yeniden tanımlama amacıyla gerçekleştirilen bir çalışmasında A.İnsel’de tamamen yeni bir ‘devrim çağında” yaşadığımızı ifade edecektir.

“Bilginin üretilmesi, biriktirilmesi ve dolaşımı konusunda hızla ilerleyen bu devrim, yaratıcılığın kendini ifade edeceği alanları değiştiriyor” (İnsel,2000,46).

belirlemesini yapıldıktan sonra, sınıf temelli analizlerden kaçış için önemli dayanak olan bir açıklamaya yöneliyor:

“Emek başlıbaşına bir değer değildir… Ama bu gün yaratıcılık alanı, maddi üretime, bedensel emeğe veya ücretli emeğe indirgenmeyecek biçimde genişlemiştir” açıklamasında bulunacaktır” (İnsel,2000,46).

Dönüşümü sağlama için “alttakilerin” hiç bir olanağı kalmamıştır. Aslında bu analizlerde utangaç bir “bilgi toplumu” ya da “endüstri sonrası toplumu” analizi yapıldığını belirtmemiz gerekiyor.

g-Farklılık selinden sivil toplum kavramına

1980’lerde biçimlenen sivil toplum kavramlaştırması, Türkiye’de sınıftan kaçışın önemli bir diğer kaynağı olmuştur. Sınıftan kaçış hallerinin (devlet-toplum, devlet-fert ya da Doğu-Batı ikilemlerine dayalı analizler) bir yada birden fazla bileşenini içinde barındıran bir dizi yeni teorik çerçeve geliştirilmiştir. Bu dönemde sivil toplum kavramının etkin bir söyleme dönüşmesinin iki önemli kaynağı vardır.

Sivil toplum kavramının gündemde belirleyici bir biçim almasının ilk kaynağı 1980 yılında gerçekleştirilen askeri darbedir. Darbenin devlet tarafından, topluma karşı yapıldığına dair görüşler, devletin karşısında toplumu güçlü kılacak teorik açılımların önemini vurgu yapmış oluyor.31 İkinci kaynak ise dünya ölçeğinde Marksist teoride açığa çıkan kopuşlarıda içeren öz-eleştirel süreç olmuştur.

Dünya düzeyinde kapitalizmin 1970’lerden itibaren önemli değişiklikler geçirmesi, E.Laclau’nun ifade tarzı ile kapitalist toplumlarda açığa çıkan “farklılık seli”:

“faillerin kimliğinin ve homojenliğinin bir yanılsama olduğunu, yeni her toplumsal öznenin esas olarak merkezini yitirmiş (decentred) olduğunu, kimliğininde yalnızca değişen konumsallıkların istikrarsız eklemlenmesinden ibaret olduğunu gösterdiğinde, bu toplumsal faillerin bizzat kendi kimlikleri de giderek daha fazla “sorgulanmasına neden oldu” (Laclau, 1985:31).

Farklılık seli, vulger Marksist analizlerde sıkça ifade edilen toplumun zamanla çok daha homojen iki sınıftan ibaret olacağı düşüncesini önemli ölçüde geçersiz kılacaktır. Diğer yandan aynı farklılık seli, işçi sınıfının kendi içinde bir çok açıdan farklılaşmasına neden olacaktır (Burawoy ve Wright, 2000: 14). Bu iki değişken beraberinde Marksizmin teorik açıdan sorgulanmasına yol açacaktır. Sorgulama Marksist teorinin bilgi kuramsal temellerine yöneliktir. Son dönem analizlerde sosyal bilimci, iki seçim arasında karar vermeye zorlanıyor. Seçim aşırı determizm ile determinizmden mutlak özgürleşme arasında yapılacaktır. Biraz daha açık ifade ededeck olursak, seçim politik ve ideolojik olguları sınıfsal çıkara yani ekonomik düzeye bağlayarak analiz etme ile politik ve ideolojik düzeylerin kendilerine özgü olgular olarak analiz edilmesi arasında yapılacaktır. Post-Marksistler seçimlerini ikinci tercihler doğrultusunda gerçekleştiriyorlar. Bu konuda öncü isimlerden olan Hindess’in ifadesi anlamlı:

“Belirli bir çatışmaya ve çatışmayı oluşturan güçlere yakından baktığımızda, birbiriyle çatışan güçlerin kelimenin tam anlamıyla sınıflar olmadığını görürüz. Sınıflar yerine partileri ya da buna benzer yapılarla karşılaşırız” (Hindess’ten aktaran Kiely, 1995,89).

Bu sorgulama ‘yapısal içsel bütünlüğü olan bir gerçekliğin’ mümkün olmadığını E.Laclau’nun tanımıyla “toplumun imkansızlığına” ilişkin bir dizi teorik açılıma olanak tanır. ‘Toplumun imkansızlığı’ vurgusu, olgusal olarak tekil konumları ifade eden farklılıklar üzerinde ve dahası bu konumların belirsiz ve öznel konumlarını işaret etmek önem kazanacaktır. Değişim bilgi-kuramsal bir içeriğe sahip. Nesnel ve yapısal-ilişkisel gerçeklikten, öznel olumsal-bilinmezciliğe geçişi sağlayacak bir bilgi-kuramsal kopuş gerçekleşmiştir. Kopuşun bizim açımızdan önemi, nesnel sınıf gerçekliğinin farklılıklar seline bırakılarak analiz nesnesinden çıkarılmasıdır. Laclau analizinde sınıf gerçekliğinin aslında ‘geçmişe’ özgü bir kavraam olduğunu işaret edecektir;

“Marx’daki “sınıf” nosyonu bir bütün olarak 19. yüzyılda çok berrak olan toplumsal kimliklere büyük ölçüde tekabül eden bie sentezdir. Ancak bu sentez bugün anti-kapitalist mücadele mantığını ve modelini anlamada eskisi kadar yardımcı olmamaktadır.”(Laclau,1989,26).

Toplumsal kimlikler ‘berraklığını” kaybedince yani farklılıklar artığında “politik özneler de nesnel toplumsal ilişkilere ya da çıkarlara dayanmayan sadece ideolojik-politik düzeyde oluşan birlikler olarak” analiz edilecektir (Savran,1990-91:111). Laclau ve Mouffe, “bütünleşmiş ve homojen bir kolektif irade gibi yanıltıcı” bir beklenti yerine;

“Radikal, özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasi için mücadelede yararlı olabileceğini düşündüğümüz bir hegemonya kavramı inşa etmemiz Marksizm içinde oluşturulmuş belli söylemsel biçimlerin ve sezgilerin geliştirilmesi, bazılarınınsa engellenmesi ya da ayıklanması yoluyla olmuştur” (Laclau ve Mouffe, 1992,11).

Laclau ve Mouffe ve diğer post-Marksistlerin teorik düzlemde gerçekleştirdikleri ayıklama ve geliştirme etkinlikleri ideoloji ve politikanın her türlü sınıfsal dayanaktan kopararak toplumsal alana taşınmasına neden olacaktır. Toplumsal olan birbirine indirgenemez konumların çoğulluğu ile tanımlandığı andan itibaren yeniden çoğullukların bütünsel olmayan var oluşu ile onun karşısında konumlanan devlet arasındaki uzlaşmaz konumlar öne kazanacaktır. Bu uzlaşmaz konumlamalar ise, bizi yeniden sınıftan kaçış için önemli bir uğrak olan sivil toplum kavramlaştırmasına götürecektir. Sivil toplum, devletin dışında özgürlükler alanı olarak tanımlanacaktır (Wood,1995;242) Devlet dışında devlete rağmen bu özgürlük alanı, çoğulluğu içerecek bir demokrasinin gerekliliğini işaret edecektir. Çünkü artık sorun, devlet ile birey arasındaki çelişki ve bu çelişkinin aşılması için bireyin hak ve özgürlüklerin tanınma sorundur. Sivil toplum kavramı yer yer oldukça radikal söylemler içerse bile, ulaşılan noktada bulunan çözüm liberal demokrasinin sınırlarını genişletmek olarak tanımlanmıştır:

“Solun görevi Liberal Demokratik ideolojiyi redetmek değil, tersine onu radikal ve çoğul bir demokrasi doğrultusunda derinleştirmek ve geliştirmek olabilir” (Laclau ve Mouffe, 1992,217).

Determinist ve indirgemeci Marksist analizleri Marksizme eşitleyen düşünürler, determinist ve indirgemeci konumlardan uzaklaşmaya çalıştıkları oranda gerçeklikten uzaklaşmışlardır. Gerçeklikten uzaklaşma, gerçekliği olanca çeşitliliği ile analiz nesnesine dönüştürme biçiminde gerçekleşmiştir. Yani gerçekliğin açığa çıkan görünümleri, indirgemecilik ve determinizme düşmeme adına analiz düzeyine taşındığı ölçüde, sisteme ilişkin temel yapısal özellikler, analiz dışında bırakılmıştır. 1970’lerin dünyasının aslında bir farklılıklar seli yarattığının kabul edilmesi gerekir. Kapitalizmin değdiği noktayı kendine benzeten işleyişi, 1970’li yıllarda farklılıklar yaratarak güçlenme biçimi almıştır. Yani farklılıklar keşfedilmeye ve dahası üretilmeye başlanmıştır(Ercan,2000a). Ama bizzat bu farklılık selini yaratan mekanizmayı işaret etmeden, sadece farklılıklar selini anlamamız mümkün görünmüyor. Farklılık selini yaratan sermayenin genişleme, farklılaşma ve derinleşme eğilimleridir.

Althusser’in ifadesi ile kaba determinizmden kaçılırken, ahlaki İdealizme (Althusser,1976:27) ya da Wood’un değimi ile “maddeci kaba sınıfsal çıkarlardan” kaçarken “evrensel insan değerlerine” yönelinmiştir. Yani sivil toplum kavramı temel referans noktası olmuştur. Bu konuda bir başka çalışmasında L.Althusser açık bir şekilde:

“Marx’ta önemli olan şey, gerçektende ne ekonomik tavırların bu (soyut) betimlenişi’dir, ne de homooeconomus miti içindeki sözüm ona kuruluşu’dur; bu dünyanın”anatomisi” ve bu “anatominin” değişimlerinin diyalektiğidir. Bu nedenle “sivil toplum” kavramı (bireysel ekonomik davranışların ve bunların ideolojik kökenlerin dünyası) Marx’ta ortadan kalkar”(Althusser,2002:135).

Uluslararasılaşma sürecine devletin güç siyaseti ile giren Türkiye için sivil toplum kavramı bir çok anlamda önem taşıyordu.

“Özellikle de, uzun yıllar boyu askeri diktatörlükler altında yaşamış olan toplumlar, sivil toplum kurma projesinin bu muğlaklaşmış anlamı için uygun topraklardı: Bu ülkelerde solun bir bölümü, askeri diktatörlüklerin baskıcı devletleri karşısında sivil toplumun, piyasa mekanizmasına dayanan bireysel özgürlüklerini savunmayı üstlendi” (Savran, 1987:10).

Türkiye’de hızla kabul edilen sivil toplum kavramı, aslında yukarıda işaret ettiğimiz ‘merkez-çevre’ analizlerinin daha güçlü bir içerik kazanmasına yol açmıştır. Devlete karşı toplumun güçlenmesi için sivil toplumun güçlenmesi yönündeki ısrarlı vurgular, oldukça farklı biçimler altında gerçekleşmiştir. Sol liberalizm olarak tanımlanan geniş bir kesimin de övgü ile karşılaştığı T.Özal’ın politikaları bu anlamda önem taşıyor. T.Özal şunları söylemiştir:

“1980’li yıllar ise bütün dünyada “ortak bir kanatler bütününden” yani, devletçi doktrinlerde, “yeni bir bütüne” devletçilik karşıtı mücadeleye girişildiği yıllardır. Bu yıllar aynı zamanda kitleler çağının sona erdiği yıllardır. .... Bireye bağımsızlığının iadesi demek, kitleyi birey karşısında üstün kılan anlayışın, yani devleti bireyin karşısında üstün kılan anlayışın, ortadan kalkması demektir.”(Özal,1993:16).

T.Özal tüm bu gelişmelere ulaşmanın temelinde “demokrasi ile el ele gelişen serbest piyasa ekonomi sisteminin”yattığını belirtmiştir. T.Özal’da cisimleşen iktidar çevrenin merkezi ele geçirmesi olarak tanımlanacaktır. T.Özal’ın serbest piyasa temelli sivi toplum anlayışı, liberal yada liberal sol olarak tanımlanan bir kesimin desteğini de almıştır. H.Özdemir “pazar ekonomisinden yanayım. KİT’lerin özelleştirilmesinden yanayım” diyecektir. Diğer yandan sivil toplum mücadelesi için tüm enerjisini harcayan M.Altan durumu şu şekilde ifade etmiştir:

“Türkiye’yi 1923’ten sonra garnizona benzetmeye yönelik bir resmi ideoloji var. Tek tip isteyen, bunun bunun olmasına çalışan bir resmi ideoloji. Bunun içinde Kemalizm sivil topluma karşıdır..... Şimdi Türkiye, Turgut Özal’ın atılımı, serbest piyasanın emeklemesi, dünya şartlarının iyice değişmesiyle bu dar elbiseden kurtulmaya çalışıyor”(Altan,1993:56)..

Sivil toplumun güçlenmesini sağladığı için piyasa yönelimli uygulamaları savunan yada piyasayı geliştirdiği için sivil toplumu savunan ve sol liberal kesim (A.S.Akat, Ş.Alpay, S.Gürsel,M:Tuncay)32 açısından gelişmeler umut vericidir. A.S.Akat bir görüşmede “Türkiye’de sivil toplum gerçekten inanılmaz bir hızla güçlenmektedir” açıklamasını yapacaktır. Akat’a göre:

“devlet kesimde sivil toplum düşmanlığı sürüyor... [Ama] en hareketli alan iş alemdir. Maddi olanakları vardır; iş aleminin Türkiye satında örgütlenme hızıma bakın; mantar gibi iş adamları dernekleri çıkıyor”(Akat,1993:127).

Sivil toplum kavramının sıkça kullanıldığı 1980 ve sonrası yıllar diğer yandan emek ile sermaye arasındaki çelişkilerin muazzam boyutlara vardığı yıllar olmuştur. Uluslararasılaşmak isteyen sermaye, uluslararası düzeyde rekabet edebilmek için sahip olması gereken sermaye donanımını kazanmak üzere, hemen hem tüm birikim mekanizmalarını devreye sokmuştur. Tüm bu mekanizmaların işlerlik kazanmasını sağlayan bizzat devlettir. Yani sınıflar arası ve sınıf içi çelişkilerin yoğunlaştığı bir aşamada, sivil toplum kavramlaştırılması ile devlet-toplum ve devlet- birey çelişkileri öne çıkmıştır/çıkarılmıştır. Yani sınıftan kaçış için devletin bir aktör olarak tanımlanması yeniden belirleyici hale gelmiştir. Bu aşamada dönüştürücü mantık, yine anlama mantığının önüne geçiyor. Piyasa mekanizmasına sermaye birikiminin ulaştığı aşamaya uygun biçimde işlerlik kazandırılmak istendiği bir dönemde, ‘piyasa temelli sivil toplum analizleri’ yaşanan çelişkili sürecin anlaşılmasını önlediği ölçüde, önemli bir meşruluk kaynağı olmuştur.

Türkiye gerçeğini analiz etmede sınıftan kaçışın önemli bir diğer kaynağı “globallleşme” ile ‘sivil toplum’ vurgusu ekseninde sorunların analiz edilmesi olmuştur.33 Bu analizlerin temel kavramları küreselleşme, kimlik, sivil toplum, demokrasi ve liberalizmdir.

“Globalleşmenin özellikle devlet egemenliği söyleminin zemini olan devlet ile toplumun birlikteliği varsayımını kırması ve belirszilik durumunu toplumsal ilişkiler içinde yaygınlaştırması, ve sonuçta vatandaşlık, ulusal kimlik, sosyal sınıf gibi belirlilik ölçütlerinin yıkılması, kültürel kimlik ve buna bağlı milliyetçilik ve laiklik sorunlarının ortaya çıkmasına katkıda bulunmakta”(Keyman,1999:47).

Globalleşmeyi tanımlayan dinamikler in belirleyici olduğu 1990’lı yıllar da “Türkiye’de devlet/parti ve partiler-arası ilişkilerle sınırlandırılmış siyasal mekanın artık toplumsal dinamiklere ve hızla değişen toplumsal yapının taleplerine yanıt veremez bir duruma düşmesine sahne olduğu” belirtilmiştir (Keyman, 1999:198). Globalleşmenin belirleyiciliğinde açığa çıkan sorunların çözümü için başvuru kaynağı Laclau ve Mouffe’un radikal demokrasi projesi olacaktır. Radikal demokrasi “liberal demokrasinin yaşadığımız geç/post modern duruma göre yeniden-kurulması gereksinimi vurgulayarak, “demokrasiyi demokratikleştirmeyi amaçlayan bir kurumsal girişim” olarak tanımlanacaktır (Keyman,1999:11).

Bir dizi ithal kavramla Türkiye gerçeğini analiz eden bu yaklaşımlar özellikle 1990’ların ikinci yarısında oldukça taraftar topladığını işaret etmemiz gerekiyor. Özellikle günlük gazetelerin genişçe yer ayırdığı bu tarz analizler, demokrasi, farklılık, kimlik vurgularının yanı başında toplumsal kesimler arası çelişkilerin artmaısna bağlı olarak son zamanlarda belirli bir güç kaybına uğrayarak akademianın sınırlı dünyasına çekilme eğilimine girmiştir. Özünde liberal bilgi kuramına temelde bağlı olan bu söylem ve analizlerin genel kabul görmesinin, hem de belirli bir muhaliflik atfedilerek kabul görmesinin tarihsel olarak sınıftan kaçma eğilimlerinin yarattığı ortamla ilişkili olduğunu söylememiz gerekiyor.

Sınıftan kaçışın 1980’lerden sonra güçlenmesine neden olan bir diğer analiz ve açıklama tarzı ‘yeni bir sol tahayyül’ geliştirmenin olanaklarını araştıran bir kesimde buluyoruz.34 Bu grubu tanımlayan temel yönelim “sınıf temelli analizlerin” indirgemeci, kaba ve ekonomist olduğu yönündeki vurgular olacaktır. Zaten sol “özellikle de ekonomi-politiğin alanına giren bahislerde” bir yenilgi yaşamıştır(Laçiner,2000:17). Bu yenilginin temelinde ise “insan yerine sınıf ve toplum kavramının” konulmasıdır:

Bu yapılırken gerçi “işçi sınıfının kurtuluşu” veya bunun dolayımında “toplumun kurtuluşu” kavramları, insanın kurtuluşu kavramının karşısına ona alternatif olarak öne sürülmüyor, onun içerdiği, onun ön şartı olduğu varsayılıyordu, ama bu arada kurtuluş kavramının içeriği ciddi bir bozulmaya uğruyordu”(Laçiner,2000,22)

A.İnsel Solu Yeniden Tanımlamak adlı çalışmasında sınıf olgusundan hareketle yapılan analizleri tanımlamak için “sol popülizm” kavramını kullanır. Aslında oldukça talihsiz ve zorlama tanımlamaları içeren bu çalışmada sınıf gerçekliğini işaret eden çalışmalar A.İnsel’e göre;

“Eziliyor olmanın, yoksulluğun kendinde özel bir erdem olduğuna, bu konumdaki insanların değerlerinin, dünya görüşlerinin ve ifade ettikleri istemlerin bir üstünlük olduğuna” inanmayla eşdeğer tutulmakta” (İnsel, 2000: 41).

A.İnsel’e göre, sanayi işçisine değer atfetme Sanayi Devrimi’nin doğal bir sonucuydu. Ama artık zaman değişti. “Özgürlükçü sol”a kaynaklık eden gelişmeler yani 20.yüzyılda ikinci Sanayi Devrimi gerçekleşti. Bu değişimle birlikte:

“Giderek daha fazla sermaye kullanımı ve giderek daha az doğrudan emek kullanımı sanayiye egemen oldu. Sanayi işçilerinin çalışan nüfus içindeki oranı da, buna bağlı olarak azaldı… Ama yaratıcılık alanı, maddi üretime, bedensel emeğe veya ücretli emeğe indirgenmeyecek biçimde genişlemiştir. Özgürlükçü sosyalizm için ücretli emek yaratıcı gücün tek ve ulvi simgesi değildir ”(İnsel,2000,45).

Yukarıda Hindess’ten yaptığımız alıntıyı çağrıştıran bir alıntı:

“Özellikle, <> sözünü bir amentü gibi kullanma alışkanlığını sorgulamak gerekli. Devrimci özne olarak varsayılan sınıfın ... kim ve neredeolduğuyla ilgili somut bir tassavurla birleşmediğinde, bu amentüyü tekrarlamak hurafecilik ve ondan öte, munafıklık oluyor”(Bora,2000:78).

T.Bora “sınıftan kaçış ithamına” karşı geliştirdiği “sınıfa kaçış” vurgusunda hareket noktası Laçiner ve İnsel’e göre daha sağlıklı referanslarla gerçekleşiyor. Ama sınıftan kaçış için işaret ettiği dönüşümlerin bizzat kendisi sınıfları işaret ediyor. Suçlamak için kullanılan “sınıfa kaçış” Bora’nın icra ettiği bir eylemlilik haline dönüyor. Sorun sınıfların ortadan kalması değil, sınıfsal konumların derinleşmesi ve genişlemesidir. Bora’nın değimi ile “sınıf çelişkisinin hayat sathına yayılmasıdır.” Süreç A.Negri’nin Marx’a atfen kullandığı kapitalizmin toplumsal gerçekliği gerçek anlamda boyundurluğu altına alma sürecidir. Hiç kuşkusuz sınıfsal konumlar bu değişim sürecinden etkilenmiştir, ve hiç kuşkusuz bu değişimi işaret etmeyen analizler problemlidir. Değişimin yönü sınıfsal konumları pekiştirirken, sınıfsal konumları analizlerden uzak tutacak kavramlaştırmalara yönelmek dahada sorumludur.35

Burada örnek verdiğimiz her üç yazarda “sınıf kavramını” sadece ve sadece eleştirdikleri ekonomist ve indirgemeci bir çerçeveden ele alıp analiz ediyorlar. Burada bilgi-kuramsal bir hata ile karşı karşıyayız. Gerçekliği analiz etmede yetersiz kaldığı düşünülen “geleneksel” ya da “popülist sol”, sınıf gerçekliğini ekonomiye indirgedikleri için mi eleştirilmekte. Yani teorik analizleri mi gerçeğe uymuyor? Yoksa 2.Sanayi Devrimi ile bir gerçeklik olmaktan çıkan “sınıf” olgusunu işaret ettikleri için mi hatalılar? Var olan bir şeyin analizi mi yapılamıyor, yok olan bir şey mi analiz ediliyor? Aslında A.İnsel ve Ö.Laçiner’in post-endüstri kuramlarını “utangaç” bir şekilde yeniden ürettiklerini yukarıda ifade etmiştik. Bu utangaç konumdan hareketle genellikle emeğin farklılaşan konumları işaret ediliyor (kafa ile kol emeği ayrışması) ama nedense bu ayrışmanın temel mekanizması olan sermaye birikimi ve “sermaye sahipliğinden” hemen hemen hiç bahsedilmiyor. Aslında kapitalizmin çelişkili var oluşunu işaret etmek kaba ve gereksiz görülüyor, bunun yerine yine dönüşüm mantığından hareketle sosyalizm “insanlığın kurtuluşuna” indirgeniyor (Wood, 1992). Althusser’in ifadesi ile kaba determinizmden kaçılırken, ahlaki idealizme düşülmüştür.


Yüklə 275,03 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin