Son yıllarda sözlü kültür ile yazılı kültür arasında derin farklar olduğu, sözlü kültürün yazılı kültürü derinden etkilediği keşfedilmiştir.
Son yıllarda sözlü kültür ile yazılı kültür arasında derin farklar olduğu, sözlü kültürün yazılı kültürü derinden etkilediği keşfedilmiştir.
Homo Sapiens 30.000-50.000 yıldan beri varlığını sürdürmektedir. Bu süreç içinde önce sözlü, sonra yazılı ve en sonunda elektronik kültürle tanışmıştır. Günümüzde dünya üzerindeki topluluklar üç kültürü bir arada yaşarken, yazıyla hiç tanışmamış, hatta televizyon dahi görmemiş topluluklar mevcuttur.
İletişim araçlarının gelişimine göre kültürü sınıflayan bazı düşünürlere göre insanlık tarihinde birbirini izleyen dört farklı kültür vardır: Sözlü kültür, yazılı kültürü (yazıyı kullanan kültür), tipografi kültürü (bilgiyi basılı kitap yolu ile aktaran kültür) ve elektrik-elektronik medya kültürü (bilgilerin radyo TV gibi araçlarla aktarılması).
McLuhan’dan Ong’a, Innis’den Havelock’a kadar iletişim alanındaki sorunlarla ilgilenen bazı düşünürler, medyanın, insanların düşünüş biçimlerini ve bunun sonucu olarak doğrudan ya da dolaylı olarak içinde yaşadıkları toplumu etkilediği görüşünü savunmuşlardır. Batı merkezli görüşü yansıtan bu bilim insanlarına göre zaman içinde birbirini izleyen üç temel devrimle karşılaşılmaktadır: Eski Yunan’da fonetik alfabenin bulunuşu (MÖ. 7. yüzyıl), Gutenberg Devrimi (15. yüzyıl) ve elektrik-elektronik devrimi (telgraf ve daha sonra radyo ile televizyonun bulunması). Jan Asmann gibi düşünürler ise ilk devrimin Eski Yunan’da değil, Sümer ve Mısır’da yazının bulunuşu olduğunu belirterek, fonetik alfabenin dışında şekil yazısı ve çivi yazısını da önemli görürler. Bu derste de bu son yaklaşım kabul edilmekte ve yazılı kültür kavramı ile, yazının buluşundan sonra yaşanan kültür kast edilmektedir.
McLuhan’dan Ong’a, Innis’den Havelock’a kadar iletişim alanındaki sorunlarla ilgilenen bazı düşünürler, medyanın, insanların düşünüş biçimlerini ve bunun sonucu olarak doğrudan ya da dolaylı olarak içinde yaşadıkları toplumu etkilediği görüşünü savunmuşlardır. Batı merkezli görüşü yansıtan bu bilim insanlarına göre zaman içinde birbirini izleyen üç temel devrimle karşılaşılmaktadır: Eski Yunan’da fonetik alfabenin bulunuşu (MÖ. 7. yüzyıl), Gutenberg Devrimi (15. yüzyıl) ve elektrik-elektronik devrimi (telgraf ve daha sonra radyo ile televizyonun bulunması). Jan Asmann gibi düşünürler ise ilk devrimin Eski Yunan’da değil, Sümer ve Mısır’da yazının bulunuşu olduğunu belirterek, fonetik alfabenin dışında şekil yazısı ve çivi yazısını da önemli görürler. Bu derste de bu son yaklaşım kabul edilmekte ve yazılı kültür kavramı ile, yazının buluşundan sonra yaşanan kültür kast edilmektedir.
İnsanlık tarihindeki iletişim devrimlerini incelediğimizde dikkat çekici olan, yazının bulunuşundan matbaanın bulunuşuna kadar binlerce yıl geçmesine karşın, matbaanın icadından elektrik-elektronik medyanın kullanılmaya başlamasına kadar geçen sürenin 400 yıl gibi kısa bir süre olmasıdır.
İnsanlık tarihindeki iletişim devrimlerini incelediğimizde dikkat çekici olan, yazının bulunuşundan matbaanın bulunuşuna kadar binlerce yıl geçmesine karşın, matbaanın icadından elektrik-elektronik medyanın kullanılmaya başlamasına kadar geçen sürenin 400 yıl gibi kısa bir süre olmasıdır.
Sözlü, yazılı ve elektronik kültür ne demektir? Bunların özellikleri nelerdir? İnsan ve toplum yaşamında ne anlam ifade etmektedir? Yazı ve söz belleğimizi nasıl etkiler? Toplumlar nasıl hatırlar/ Sözlü kültür-sözlü tarih ilişkisi nedir? Bir sözlü tarih nasıl yapılır? Bu derste, bu soruların yanıtlarını hem teorik hem de uygulama düzeyinde yanıtlanmaya çalışılmaktadır. Derste, sözlü kültür-yazılı kültür üzerinde fazla durulacak, elektronik kültür görece az işlenecektir. Daha sonra sözlü tarih konusuna geçilecektir. Bir sözlü tarih projesiyle yaşlı insanların belleklerinden, onların deneyimleri, tanık oldukları olaylar, kişiler, yazılı tarihte gözükmeyen, ya da gözükse bile belirsiz olgular gün yüzüne çıkarılmaya çalışılacaktır.
Sözlü ve yazılı kültür arasındaki ayrım, ilk olarak ancak elektronik çağda kavranmaya başlamıştır. Elektronik iletişim araçlarıyla matbaa arasında bazı farklar sezinlenmiş, bu ise aynı ayrımın bir benzerinin söz ile yazı arasında da olabileceğini düşündürtmüştür (Ong, 2003: 15).
Sözlü ve yazılı kültür arasındaki ayrım, ilk olarak ancak elektronik çağda kavranmaya başlamıştır. Elektronik iletişim araçlarıyla matbaa arasında bazı farklar sezinlenmiş, bu ise aynı ayrımın bir benzerinin söz ile yazı arasında da olabileceğini düşündürtmüştür (Ong, 2003: 15).
Ong, sözlü kültürü, elektronik kültürden ayırmak için, birincil sözlü kültür ve ikincil sözlü kültür kavramlarını kullanır. Birincil sözlü kültür, yazıyla hiç tanışmamış toplumların kültürüdür. Bu toplumlar sadece sözlü düşünür, konuşur, hatırlar ve bildiklerini ancak sözlü gelenek aracılığıyla aktarır. Yazılı kültür, yazıyla tanışmış, onu içselleştirmiş ve artık belleği yazıyla harekete geçen, hatırlayan toplumların kültürüdür.
İkincil sözlü kültür, elektronik kültürdür. Telgrafın icadından sonra iletişimin elektronik iletişim araçlarıyla dolayımlanması sonucunda çıkmıştır. Telgraf, telefon, radyo ve televizyon ile Ong’un 1982’de yazdığı kitabında değinmediği İnternete özgü kültürdür elektronik kültür.
İkincil sözlü kültür, elektronik kültürdür. Telgrafın icadından sonra iletişimin elektronik iletişim araçlarıyla dolayımlanması sonucunda çıkmıştır. Telgraf, telefon, radyo ve televizyon ile Ong’un 1982’de yazdığı kitabında değinmediği İnternete özgü kültürdür elektronik kültür.
Sözlü kültür konusu niçin son yıllarda dikkat çekmeye başlamıştır? Çünkü sözlü kültür çağını yaşayan, yazıyla ya da elektronik kültürle tanışmamış, tanışsa bile yazıyı yeterince içselleştirmemiş insanların sözlü kültürün farkına varması pek mümkün değildir. O, içinde yaşadığı kültürün sözlü kültür olduğunu ve onun özelliklerini bilemez, çünkü kültürü içten yaşamaktadır.
Oysa bir olgunun analitik incelenmesi için, o olguya bir miktar mesafelenmek, ona dışarıdan bakmak gerekir. Bu ise, insanın yazılı kültürü yaşamasıyla mümkün olur. Yazılı kültür evresinde insanın hatırlama, konuşma, analitik düşünme, soyutlama süreçleri farklı işler. Böylece sözlü kültür de incelenebilir. Dolayısıyla
Oysa bir olgunun analitik incelenmesi için, o olguya bir miktar mesafelenmek, ona dışarıdan bakmak gerekir. Bu ise, insanın yazılı kültürü yaşamasıyla mümkün olur. Yazılı kültür evresinde insanın hatırlama, konuşma, analitik düşünme, soyutlama süreçleri farklı işler. Böylece sözlü kültür de incelenebilir. Dolayısıyla
“olayların veya önerilen gerçeklerin soyut, dizimsel, sınıflandırıcı ve açıklayıcı bir çözümlemesi, okuma-yazma bilmeden gerçekleşemez. Yazıdan habersiz birincil sözlü kültürde yaşayan insanlar, pek çok şey öğrenebilirler, nitekim oldukça bilgiç ve bilgedirler; fakat “inceleme” yapamazlar” (Ong, 2003: 27).
Sözlü kültürün özelliklerini daha somut anlayabilmek açısından Sovyet psikolog Alexander Luria’nın 1930’ların başlarında Özbekistan ve Kırgızistan’ın bazı ücra bölgelerindeki araştırmalarına bakmak gerekir. Çalışma, İngilizceye ancak yetmişlerde çevrilmiştir.
Sözlü kültürün özelliklerini daha somut anlayabilmek açısından Sovyet psikolog Alexander Luria’nın 1930’ların başlarında Özbekistan ve Kırgızistan’ın bazı ücra bölgelerindeki araştırmalarına bakmak gerekir. Çalışma, İngilizceye ancak yetmişlerde çevrilmiştir.
Bu çalışmanın verileri okuryazar olmayan ya da çok az okuma-yazma bilen köylülerden elde edilmiştir. Çalışmada basit deneyler vardır. Örneğin daire, kare, üçgen gibi soyut ve kategorik isimler köylüler tarafından kullanılamamıştır. Luria bu şekilleri gösterdiğinde, köylüler onları gibi sözcüğüyle ilişkilendirerek adlandırmıştır.
Örneğin dikdörtgene kapı gibi, kareye pencere gibi, daire tabağa benziyor, tekerleğe benziyor gibi ifadeler kullanmışlardır. Bu geometrik şekiller, köylüler nazarında tadılamayacağına göre, var da olamazdı. Daire, ancak somut bir hale bürünebilir, tekerlek, ay olarak karşımıza çıkabilir (Sanders, 1999: 34).
Örneğin dikdörtgene kapı gibi, kareye pencere gibi, daire tabağa benziyor, tekerleğe benziyor gibi ifadeler kullanmışlardır. Bu geometrik şekiller, köylüler nazarında tadılamayacağına göre, var da olamazdı. Daire, ancak somut bir hale bürünebilir, tekerlek, ay olarak karşımıza çıkabilir (Sanders, 1999: 34).
Bu düşünce biçimi işlevseldir, yani duruma göredir. Örneğin Luria bir başka deneyinde köylülere, üç aynı kategoriye ait dört nesneden benzer olanları tek bir grup altında toplamasını ister. Nesneler, çekiç, testere, kütük ve el baltasıdır.
Normalde alet olan çekiç, testere ve el baltasının bir grupta toplanması gerekmektedir, ancak köylüler işlevsel düşündükleri için böyle yapamazlar. Kütüğü diğer nesnelerden ayrı düşünmemişlerdir çünkü kütük de diğer nesneler gibi yaşamlarının bir parçasıdır. Kütük olmadan alet ne işe yarar diye düşünmüşlerdir. Az çok okuryazar olan köylüler ise kategorik ayrım yapmaya meyilli olmalarına karşın yine de duruma göre yapılan ayrım öne çıkmıştır (Ong, 2003: 68-9).
Normalde alet olan çekiç, testere ve el baltasının bir grupta toplanması gerekmektedir, ancak köylüler işlevsel düşündükleri için böyle yapamazlar. Kütüğü diğer nesnelerden ayrı düşünmemişlerdir çünkü kütük de diğer nesneler gibi yaşamlarının bir parçasıdır. Kütük olmadan alet ne işe yarar diye düşünmüşlerdir. Az çok okuryazar olan köylüler ise kategorik ayrım yapmaya meyilli olmalarına karşın yine de duruma göre yapılan ayrım öne çıkmıştır (Ong, 2003: 68-9).
Luria, okuryazar olmayan köylülerde “eleştirel” düşüncenin bazı özelliklerini bulmuştur. Buna göre gerçek deneyimden koparılmış mantıksal çıkarımlarda bulunmak köylülere göre anlamsızdır. Deneklere şu soru soruldu: “Kuzeyde karların olduğu yerde bütün ayılar beyazdır. Novaya Zembla kuzeydedir. Orada ayılar ne renktir?” Deneklerden birinin verdiği yanıt bütün grubu tanımlayan tipik bir cevap oldu: “Bilmem. Ben kara ayısı gördüm. Başka ayı görmedim… her yerin ayısı başkadır.” (Sanders, 1999: 36). Dolayısıyla bu denek, yanıtları sadece kendi bildiği dünyada aramaktadır. Onun için tek gerçek dünya burasıdır, kafasında düşsel bir dünya yoktur.
Luria, okuryazar olmayan köylülerde “eleştirel” düşüncenin bazı özelliklerini bulmuştur. Buna göre gerçek deneyimden koparılmış mantıksal çıkarımlarda bulunmak köylülere göre anlamsızdır. Deneklere şu soru soruldu: “Kuzeyde karların olduğu yerde bütün ayılar beyazdır. Novaya Zembla kuzeydedir. Orada ayılar ne renktir?” Deneklerden birinin verdiği yanıt bütün grubu tanımlayan tipik bir cevap oldu: “Bilmem. Ben kara ayısı gördüm. Başka ayı görmedim… her yerin ayısı başkadır.” (Sanders, 1999: 36). Dolayısıyla bu denek, yanıtları sadece kendi bildiği dünyada aramaktadır. Onun için tek gerçek dünya burasıdır, kafasında düşsel bir dünya yoktur.
Mantık yoluyla çıkarımlarda bulunmak yazılı kültürün başarabileceği bir iştir. Ayının rengi ancak ayı görülünce anlaşılır. Gerçek yaşamda kutup ayısının rengi düşünülmez. Ancak az okur-yazar olan bir işçi az da olsa kategorik düşünmeye geçmiş ve “Sizin sözlerinize bakılırsa, tüm ayıların beyaz olması gerek” biçiminde yanıt verebilmiştir. Bir başka soru şöyledir: “Değerli madenler paslanmaz. Altın, değerli bir madendir. Paslanır mı paslanmaz mı?” Sorulara verilen yanıtlar “Acaba değerli madenler paslanır mı, paslanmaz mı? Altın paslanır mı paslanmaz mı?” ya da “Değerli madenler paslanır. Değerli altın paslanır.” gibi olmuştur (Ong, 2003: 69-70).
Mantık yoluyla çıkarımlarda bulunmak yazılı kültürün başarabileceği bir iştir. Ayının rengi ancak ayı görülünce anlaşılır. Gerçek yaşamda kutup ayısının rengi düşünülmez. Ancak az okur-yazar olan bir işçi az da olsa kategorik düşünmeye geçmiş ve “Sizin sözlerinize bakılırsa, tüm ayıların beyaz olması gerek” biçiminde yanıt verebilmiştir. Bir başka soru şöyledir: “Değerli madenler paslanmaz. Altın, değerli bir madendir. Paslanır mı paslanmaz mı?” Sorulara verilen yanıtlar “Acaba değerli madenler paslanır mı, paslanmaz mı? Altın paslanır mı paslanmaz mı?” ya da “Değerli madenler paslanır. Değerli altın paslanır.” gibi olmuştur (Ong, 2003: 69-70).
Luria’nın araştırmasında en somut nesnenin bile tanımlanmasına karşı çıkılmıştır. Örneğin “ağaç nedir?” sorusuna “Ne gerek var ki?” Herkes ağaç nedir bilir, benim söylememe hacet yok” diye yanıt verilmiştir.
Luria’nın araştırmasında en somut nesnenin bile tanımlanmasına karşı çıkılmıştır. Örneğin “ağaç nedir?” sorusuna “Ne gerek var ki?” Herkes ağaç nedir bilir, benim söylememe hacet yok” diye yanıt verilmiştir.
Ayrıca Luria’nın deney yaptığı köylüler kendilerini tahlilde de zorluk çekmişlerdir. Örneğin birisine huyunu suyunu sorar; “Sen nasıl bir insansın? İyi niteliklerin, yetersiz tarafların nedir? Kendini nasıl tarif edersin?” “Buraya Uç-Urgan’an geldim, çok yoksuldum. Şimdi evliyim, çocuklarım var.” “Halinden memnun musun, yoksa başka türlü olmak ister miydin?” “Biraz daha toprağım olsa iyi olurdu, buğday ekerdim.” “İnsanlar çeşit çeşit. Kimi sinirli, kiminin de belleği zayıf. Sen nasıl birisin?” “Biz terbiyeliyiz … kötü olsak kimse bizi saymazdı.”
Bu deneyde Luria’nın soruları okuryazar bellekleri içindir. Sözlü kültürü yaşayan insanlara bu tür çözümlemeli sorular ve yanıtları, metinsel düşünmeye alışık bizim gibi insanlar için mantıklı değildir.
Bu deneyde Luria’nın soruları okuryazar bellekleri içindir. Sözlü kültürü yaşayan insanlara bu tür çözümlemeli sorular ve yanıtları, metinsel düşünmeye alışık bizim gibi insanlar için mantıklı değildir.
Sözlü kültürün diğer özellikleri şunlardır (Baldini, 2000: 10-17; Ong, 2003: 53-66).
a) Kulak en önemli organdır: Sözlü kültürde işitme duyusu en önemli organken, yazılı kültür ve elektronik kültürde görme daha önemlidir. Bunun nedeni sözlü kültürde insanların konuşma ve dinleme temelli iletişim kurmalarıdır. Buna karşın yazılı ve görsel kültürde görerek okuma ve izleme görme duyusunu geliştirmiştir.
b) Yan cümle yerine ekleme: Sözlü kültürde yan cümle yerine genellikle “ve” bağlayıcıyla cümleler birbirine eklenir. Yazılı söylem sözlü söylemden daha ayrıntılı ve sabit dilbilgisi kuralları geliştirmiştir; çünkü yazıda “anlamın verilebilmesi” dilin düzenlenişine bağlıdır. Sözlü ortamdaki canlılık yazıda olmadığı için “anlamın belirlenmesinde” ifadeler çok önemlidir. Bu nedenle yazılı ifadeler eklemeli yapıdadır.
b) Yan cümle yerine ekleme: Sözlü kültürde yan cümle yerine genellikle “ve” bağlayıcıyla cümleler birbirine eklenir. Yazılı söylem sözlü söylemden daha ayrıntılı ve sabit dilbilgisi kuralları geliştirmiştir; çünkü yazıda “anlamın verilebilmesi” dilin düzenlenişine bağlıdır. Sözlü ortamdaki canlılık yazıda olmadığı için “anlamın belirlenmesinde” ifadeler çok önemlidir. Bu nedenle yazılı ifadeler eklemeli yapıdadır.
c) Çözümleme yerine kümeleme: Bu özellik, belleği güçlendirmek için kalıplardan yararlanmakla yakından bağlantılıdır. Söze dayalı düşünce ve anlatım unsurları tek başına pek bir anlam taşımaz; eş veya karşıt anlamlı terimler, deyişler ve cümlecikler kümelenince tanımlayıcı söz niteliği kazanır. “Ulu çınar”, “denizler kaplanı”, “kederli prenses” gibi kalıplar nesilden nesile aktarılır, bunlar parçalanmamalıdır, çünkü kalıplar binbir güçlükle oluşturulmuştur. Kalıpların korunduğu tek yer insan aklıdır.
ç) Bol tekrarlı ya da “bereketli”: Düşüncenin sürekliliğe ihtiyacı vardır. Yazı, zihnin dışında bir sürekliliği sağlar. Oysa sözlü kültürde sesler ağızdan çıktığı anda kaybolur. Bu nedenle zihnin, konuşulanlara da fazla odaklanması gerekir. Konuşan ise ağdalı bir dil ve bol tekrarlar kullanarak odak noktası olmaya çalışır. Bu, özellikle kitleye yönelik hitaplar daha çok gözlenen bir durumdur. Akustik sorunlar gibi nedenler konuşmacıyı bol tekrar yapmaya yöneltir.
ç) Bol tekrarlı ya da “bereketli”: Düşüncenin sürekliliğe ihtiyacı vardır. Yazı, zihnin dışında bir sürekliliği sağlar. Oysa sözlü kültürde sesler ağızdan çıktığı anda kaybolur. Bu nedenle zihnin, konuşulanlara da fazla odaklanması gerekir. Konuşan ise ağdalı bir dil ve bol tekrarlar kullanarak odak noktası olmaya çalışır. Bu, özellikle kitleye yönelik hitaplar daha çok gözlenen bir durumdur. Akustik sorunlar gibi nedenler konuşmacıyı bol tekrar yapmaya yöneltir.
d) Tutucu ve geleneksel: Sözlü kültürde yinelenmeyen bir kavram, yüksek sesle tekrarlanmayan sesler unutulduğu için, toplum büyük güçlükle öğrenmiş olduğu kavramları, kalıpları korumak ister. Bu ise yeni ifadelere, gelişmelere kapalı tutucu bir toplum anlamına gelir.
Aslında sözlü kültürde de özgün yaratıcılık vardır. Ancak anlatının özgünlüğü, yeni öykü uydurmaya değil, anlatım süresince dinleyiciyle kurulan iletişimin niteliğine bağlıdır.
Aslında sözlü kültürde de özgün yaratıcılık vardır. Ancak anlatının özgünlüğü, yeni öykü uydurmaya değil, anlatım süresince dinleyiciyle kurulan iletişimin niteliğine bağlıdır.
e) Sözlü kültür taşkın ve katılımlıdır: Günümüz insanı konserde ya da sinemada olabildiğince sessiz ve sakin tavır takınır. Gösteri bittiğinde onayını ya da eleştirisini ölçülü bir biçimde dile getirir. Sözlü kültür insanının ise böyle nesnel veya mesafeli tavır takınması olanaksızdır. Onlar, gösteriyle özdeşleşir ve duygularını coşkunluğuyla gösterirler.
f) Mücadeleci eda: Yazı, bilgi sahibini bilinenden ayırırken, sözlü gelenekte bilgi mücadele alanının içindedir. Atasözleri, bilmeceler yarışmacı hava içinde dile getirilir. Söz düelloları yapılır. Dünyanın tüm sözlü toplumlarında rastlanan karşılıklı yerme oyununa “taşlama” denir. Aşıkların atışmaları, Karagöz-Hacivat’ın söz yoluyla birbirlerini yenme mücadeleleri, mücadeleci edanın örnekleri arasında yer alır. Günümüzde pazar yerlerindeki pazarlıklar da bu bağlamda değerlendirilebilir. Sözlü kültürde her türlü sözlü iletişim doğrudan ağızdan çıkan sesin devinimine bağlı olduğu için bütün ağırlık insan ilişkilerindedir.
f) Mücadeleci eda: Yazı, bilgi sahibini bilinenden ayırırken, sözlü gelenekte bilgi mücadele alanının içindedir. Atasözleri, bilmeceler yarışmacı hava içinde dile getirilir. Söz düelloları yapılır. Dünyanın tüm sözlü toplumlarında rastlanan karşılıklı yerme oyununa “taşlama” denir. Aşıkların atışmaları, Karagöz-Hacivat’ın söz yoluyla birbirlerini yenme mücadeleleri, mücadeleci edanın örnekleri arasında yer alır. Günümüzde pazar yerlerindeki pazarlıklar da bu bağlamda değerlendirilebilir. Sözlü kültürde her türlü sözlü iletişim doğrudan ağızdan çıkan sesin devinimine bağlı olduğu için bütün ağırlık insan ilişkilerindedir.
g) Değişmeyen ortam dengesi: Matbaa kültüründe bir sözcüğün değişik anlamlarını gösteren sözlüklerle, anlamını kaybetmiş, eskimiş, bugünle ilgisi olmayan, anlam değişimine uğramış sözcüklerin anlamsal uyuşmazlıkları görülebilir. Oysa sözlü kültürde sözlük yoktur ve anlam uyuşmazlığı çok azdır. Sözcüklerin anlamı, “anlamın anında onanmasıyla” iç içe geçer. Sözcükler gerçek yaşam ortamından ayrılamaz. Bu ortamda jest ve mimikler anlama katkı yapar. Ozanlar, belleğine her geleni değil, dinleyenin bilmek istediği geçmişi anlatır. Ozanlar, yeni koşullara, yeni dinleyicilere uyarlar.
g) Değişmeyen ortam dengesi: Matbaa kültüründe bir sözcüğün değişik anlamlarını gösteren sözlüklerle, anlamını kaybetmiş, eskimiş, bugünle ilgisi olmayan, anlam değişimine uğramış sözcüklerin anlamsal uyuşmazlıkları görülebilir. Oysa sözlü kültürde sözlük yoktur ve anlam uyuşmazlığı çok azdır. Sözcüklerin anlamı, “anlamın anında onanmasıyla” iç içe geçer. Sözcükler gerçek yaşam ortamından ayrılamaz. Bu ortamda jest ve mimikler anlama katkı yapar. Ozanlar, belleğine her geleni değil, dinleyenin bilmek istediği geçmişi anlatır. Ozanlar, yeni koşullara, yeni dinleyicilere uyarlar.