Burada söz gene kesildi.
B. de La Mole sözünü kesene dönüp yüksekten bir tavırla ve tatlı bir sesle :
— Siz Bayım, dedi, siz alınmayın pek, kelime ağrınıza gitti ise de, Devlet bütçesinden kırk bin frank ve özel ödenekten aldığınız seksen bin frank para yutuyorsunuz.
«Peki, Bayım, beni madem yokuşa sürüyorsunuz, örnek diye korkmadan sizi ele alıyorum. Ermiş Louis'nin ardından Haçlı akınlarına katılan atalarınız gibi, sizin de bize, bu yüz yirmi bin frank paraya karşılık, hiç değilse bir alay, bir bölük, daha ne diyeyim! dövüşmeğe hazır, kutsal dâvaya inanmış, hayata ve ölüme umursamayan, elli kişilik bir yarım bölük çıkarmanız gerek. Ne çare ki sizin pek pek bir sürü uşağınız var, ihtilâl koparsa, ilkin bu uşaklar ot tıkayacaktır canınıza.»
«Bizler her ilde sadık beş yüz kişilik bir kuvvet yaratmadıkça, Baylar, kralın tahtı, mihrap, soyluluk yok olup gidebilir yarın; ama ben sadık derken, yalnız her yiğit Fransız gibi değil, aynı zamanda İspanyol gibi inatçı da olmak gerektiğini söylüyorum.»
Bu birliğin yarısı bizim oğullarımızdan, yeğenlerimizden, uzun sözün kısası gerçek soylulardan kurulabilecektir.
397
Bunlardan herbirinin yanında, 1815 yılındaki olaylar yeniden patlak verirse yakasına üç renkli bayrağı temsil eden kurdelâyı takmağa hazır, geveze birer küçük burjuva değil, .ama Cathelineau gibi temiz yürekli ve dürüst bir candan köylü bulunacaktır; asilzademiz ona düşüncelerini aşılayacak, gerekirse sütkardeşi olacaktır onun. Yeter ki içimizden herbiri il başına böyle sadık beş yüz kişilik küçük birlik kurmak için kendi gelirinin beşte birini gözden çıkarsın. İşte o zaman yabancı bir kuşatmaya güvenebiliriz. Yabancı asker her ilde beş yüz dost asker bulacağına emin olmadı mı, hiçbir zaman tâ Dijon'a kadar uzanamıyacaktır.»
«Yabancı krallar kendilerine Fransa'nın kapılarını açmak için silâhlara sarılmağa hazır yirmi bin asilzadenin sözünü ederseniz dinleyeceklerdir sizi ancak. Bu iş güç, diyeceksiniz; Baylar, kellemiz buna bağlıdır. Basın özgürlüğü ile bizim asilzade olarak yaşayabilmemiz arasında, öldüresiye bir savaş var. Ya dokumacı, köylü olursunuz, ya da sarılırsınız silâha. İsterseniz korkak olan ama aptal olmayın, açın
gözlerinizi.»
«İhtilâlcilerin sözünü kullanarak diyoruz size, Silâh başına; o zaman krallık saltanatından ödü kopacak, kendi memleketinden üç yüz fersah ötelere uzanacak olan, soylu bir GUSTAVE - ADOLPHE çıkacak, ve size Gustave'm pro-testan hükümdarlar uğruna yapmış olduğu şeyi yapacaktır. Harekete geçmeden önce boyuna konuşmağa devam etmek mi istiyorsunuz? Elli yıl sonra Avrupa'da artık sadece cumhurbaşkanları olacak, bir kral bile kalmayacaktır. Hem de şu KIRAL gibi beş harfle birlikte rahipler ve asilzadeler silinip gideceklerdir ortadan. Artık miskin çoğunluk'a yaltaklık eden adaylardan başka birşey görmüyorum.»
«Fransa'nın şimdi herkesçe tanınan ve sevilen, gözde bir generali olmadığını, ordunun ise sadece krallık tahtı ile kili-sehin yararına düzenlenmiş bulunduğunu, bütün eski kumandanların emekliye çıkarıldığını, oysa her Prusya ve Avusturya alayının savaş yüzü görmüş elli asteğmenden kurulduğunu boşuna söylüyorsunuz.»
«Orta tabakadan iki yüz bin delikanlı can atıyor savaşa...»
Ağırbaşlı bir adam boğuk bir sesle :
398
— Acı gerçekleri bırak, dedi.
Bu adam besbelli kilisenin ileri gelen kişilerindendi,. çünkü B. de La Mole kızmak şöyle dursun tatlı tatlı gülümsedi, bu gülümseyiş te Julien için büyük bir işaret oldu.
— Acı gerçekleri bırakalım bir yana, kısa keselim, Baylar: Kangren olmuş bir bacağının kesilmesi gereken bir ad.am cerraha: «Bu hasta bacak sapsağlamdır» derse saygısızlık olur. Baylar, deyimi bağışlayın, soylu dük de •*• de bizim cerrahımızdır (123).
Julien: «Büyük söz işte en sonu söylendi, diye düşündü;, demek bu akşam... şehrine doğru yola çıkacağım.))
BÖLÜM XXIII PAPAZLAR, ORMANLAR, ÖZGÜRLÜK
Her canlının ilk yassı, kendini korumak, yaşamaktır. Baldıran ekiyorsunuz da sonra başak vermesini görmek istiyorsunuz!
MACHIAVEL Ağırbaşlı adam devam ediyordu; birşeyler bildiği görülüyordu; Julien'in pek içini açan, tatlı ve gösterişten uzak. bir anlatışla, şu büyük gerçekleri ortaya döküyordu :
1° İngiltere'nin bizim dâvamıza harcayacak bir tek lirası yoktur; tutum ve Hume orada baştacı edilmiştir artık (124), Erenler bize para vermez, B. Brougham ise alay edecektir bizimle (125).
2° İngiliz parası olmadan, Avrupa krallarından bir iki savaştan fazlasını beklemek imkânsızdır; iki savaş ise küçük, burjuva sınıfını ortadan kaldırmağa yetmez.
3° Fransa'da silâhlı bir parti kurmalı, yoksa Avrupa'da-ki krallıkla yönetilen devlet bu iki savaşı da göze alamaz.
Size gerçek olarak teklif etmeği göze aldığım dördüncü nokta da şu :
Fransa'da papazlar olmadan silâhlı bir parti kurmak imkânsızdır. Size bunu göğsümü gere gere söylüyorum, çünkü ispat edeceğim bunu size, Baylar, Kiliseye herşeyi vermek gerekir.
399
1° Çünkü gece gündüz işinin başında bulunan kilise, sınırlarımızdan üç yüz fersah ötedeki fırtınalardan uzak yalayan çok yetkili insanlardan ilham almaktadır...
Ev sahibi:
— Ah! Roma, Roma! diye bağırdı. Kardinal göğsünü kabarta kabarta :
— Evet, Bayım, Roma! diye devam etti. Sizin gençliğinizde moda sayılan az çok kurnazca şakalar ne olursa olsun ben, 1830 yılında, gözümü kırpmadan diyebilirim ki papazlar sınıfı, Roma'dan ilham alan sınıf, küçük halka sözünü geçiren tek sınıftır.
«Elli bin papaz başlarının bildirdikleri günde aynı sözleri tekrarlıyor ve halk, eninde sonunda, asker yetiştiren halk, kibarlar âleminin bütün mısralarmdan daha çok papazların sözünün etkisinde kalacaktır... (işin böyle kişiliğe dökülüşü mırıltılara yol açtı.)
Kardinal sesini daha yükselterek :
— Papazlar sınıfının sizinkinden üstün bir gücü vardır, •diye devam etti; şu ana dâva, Fransa'da silâhlı bir parti kurma dâvası uğruna attığımız her adım, bizim tarafımızdan atılmıştır. Burada olup bitenler var... Vendee'ye seksen b:n tüfeği kim gönderdi?... Dahası, daha nicesi.»
«Kilise ormanlarına kavuşmadıkça (126), elinden hiçbir şey gelmez. Daha ilk savaşta, maliye bal" ını memurlarına an-cat papazlara para kaldığını bildirir. Doğrusunu söylemek ^gerekirse Fransa, dine inanmaz, ama savaşı sever. Her kim ona savaş fırsatını verirse, halkın iyice gözüne girer, çünkü savaşmak demek, çapulcu ağzı ile söylersek, cizvitleri açlıktan öldürmek demektir; savaşmak, bu burnu büyük canavarları, Fransız'ları, yabancı millet kuşatmasından kurtarmak demektir.»
Kardinal öfkeli öfkeli dinlenmiştir... — B. de Nersal'in bakanlıktan çekilmesi gerek, dedi adı herkesi boşuna kızdırıyor (127).
Bu söz üzerine, herkes ayağa kalktı ve hep bir ağızdan "konuştu. Julien: «Beni gene bitişik odaya dehleyecekler», diye düşündü; ama kurnaz başkan bile Julien'in varlığını ve orada oluşunu unutup gitmişti.
Bütün gözler Julien'in tanıdığı bir adamı arıyordu. Bu
adam B. le dük de Retz'in balosunda görmüş olduğu, ilk bakan, B. de Nerval idi.
Gazetelerin Kurultay'dan söz açarlarken dedikleri gibi, kargaşalık göğü tuttu. Ancak bir çeyrek saat sonra sessizlik oldu biraz.
O zaman B. de Nerval ayağa kalktı ve bir havari süsü takınarak garip bir sesle :
— Size bakanlığa dört elle sarılmadığımı söyleyecek değilim hiç, dedi.
«Baylar, yüzüme vurup duruyorlar ki adım, birçok mutedili de bize düşman ederek jakobinlerin kuvvetlerini bir kat daha arttırıyormuş. Artık bakanlıktan memnuniyetle çekilirdim; ama Hak yolunda yürüyenler az da değildir.» Kardinale dik dik bakarak :
— Ama, diye ekledi, bir işim var benim. Tanrı bana: «Ya kafanı bir darağacına verir, ya da Fransa'da krallığı yeni baştan kurar, Kurultaylar! XV. Louis zamanındaki parlâmento haline sokarsın» dedi. Böyle dedi, Baylar, bu işi yapacağım.
Sustu, yerine oturdu, ortalığı artık derin bir sessizlik sardı.
Julien: «işte iyi bir oyuncu», diye düşündü. İnsanları olduklarından fazla zeki sandığından, her zaman olduğu gibi, işte gene yanılıyordu. Bu kadar coşkun bir akşamın tartışmalarından ve hele tartışmanın içtenliğinden coşan B. de Nerval, o an kendi kutsal işine inanıyordu. Bu adamın korkunç bir cesareti vardı, ama duyguları yoktu.
Şu güzel sözden, bu işi yapacağım sözünden sonra ortalığı saran sessizlik anında saat gece yarısını vurdu. Julien saatin çalmışında bir biçim üstünlük ve bir biçim ölüm havası olduğunu gördü. Heyecanlanmıştı.
Tartışma az sonra gitgide çoğalan bir keskinlik, hele inanılmazcasma duru bir hava içinde başladı gene. Julien kimi anlar: «Bu adamlar beni zehirletecek, diye düşünüyordu; bir halk çocuğu karşısında nasıl da konuşulur böyle şeyler?»
Saat ikiyi çalarken hâlâ konuşuluyordu. Evin sahibi çoktan uykuya dalmıştı; B. de La Mole mumları tazeletmek için çıngırağı çalmak zorunda kalmıştı. B. de Nerval, bakan, ya-
nındaki bir aynadan Julien'in yüzünü iyice incelemeği ihmaL etmeden, bir kırk beşte çıkıp gitmişti. Çıkıp gidişi ile herkesin yüreğine su serpilmişti.
Mumlar yenilenirken, yelekli adam pek alçak sesle ya-
nmdakine :
— Allah bilir bu adam gidip krala neler diyecek? dedi. Bizi müthiş gülünç durma düşürebilir ve yarınımızı mahvedebilir.
«Doğrusunu söylemek gerekirse onun buraya gelmesinde, pek az görülen yüzsüzlük ve hattâ kendini beğenmişlik var. Bakanlığa geçmeden önce gelirdi buraya; ama para (128) herşeyi değiştirir, bir insanın bütün çıkarlarını boğar bunu sezmiş olmalı.»
Bakan daha yeni çıkmıştı ki, Bonaparte'm generali gözlerini yummuştu. O anda hastalığından, yaralarından söz açtı, saatini çıkarıp baktı ve sonra kalkıp gitti.
Yelekli adam :
— îki gözüm önüme aksın ki, dedi, general bakanın peşinden gidiyor; burada bulunduğundan dolayı kalkıp özür dileyecek, bizi yönettiğini ileri sürecektir.
Yarı uykulu uşaklar mumların yenilenmesini bitrdikle-
rinde başkan :
— Baylar, dedi, birbirimizi inandırmağı bir yana bırakalım da, karar verelim artık. Kırk sekiz saat sonra yabancı yerlerdeki dostlarımızın gözleri önünde bulunacak olan notanın içinde ne olacağını düşünelim. Bakanlardan söz açıldı. B. de Nerval bizi bırakıp gittiğine göre çekinmeden artık şunu söyleyebiliriz ki, bakanlar nemize gerek? onları kendimize boyun eğdireceğiz.
Kardinal ince bir gülümseyişle onayladı. Genç Agde piskoposu pek derin bağnazlığın o engin ve smır tanımaz coşkunluğu içinde:
— Bence, durumumuzu özetlemekten daha kolay hiçbir
şey olamaz, dedi.
O zamana kadar susmuştu; Julien'in ilkin tatlı ve durgun gibi görmüş olduğu bakışı, bir saatlik bir tartışmadan sonra, alevlenmişti. Ruhu şimdi Vezüv'ün lâvı gibi taşıyordu...
F: 2&
— 1806 yılından 1814 yılma kadar, İngiltere yalnız bir hata işledi, dedi, bu hata Napoleon'a karşı açıkça ve özel olarak harekete geçmemektir. Bu adam dukalıklar ve mabeyincilikler dağıttıktan, tahtı yeniden kurduktan sonra, Tan-rı'nm kendisine vermiş olduğu kutsal iş sona ermişti; yıkılıp gitmekten başka bir işe yaramazdı artık o. Kutsal Yazılar zalimlerin hakkından gelmenin yolunu bize şurada iyice öğretiyor. (Burada bir yığın Lâtince sözler yumurtladı.)»
«Bugün ise, Baylar, yıkılıp gitmesi gereken artık bir insan değil, Paris'tir bu. Bütün Fransa Paris'i taklit ediyor. Her il başına beş yüz adamımızı silâhlandırmak neye yarar? Korkunç ve üstelik te sonu gelmez teşebbüs. Sırh Paris'e ait olan bir işe Fransa'yı karıştırmak neye yarar? Gazeteleri ve salonları ile Paris yalnız kötülüğü yapmıştır, yeni Babil kalkmalıdır ortadan.»
«Ya din ya Paris, bir son vermeli buna. Bu felâket tahtın yararlarına da uygun düşer. Paris, Bonaparte zamanında neden diklenmeği göze alamadı? Bunu Saint-Roche topuna sorunuz...
Saat ancak sabahın üçünde Julien B. de La Mole ile çıktı...
Marki utanıyordu ve yorgundu. Julien'le konuşurken sesinde, ilk olarak, yalvarış vardı. Tesadüf eseri tanık olduğu zorlu çalışmaları, bu sözü söyledi, bir daha ağzına almaması için söz vermesini rica ediyordu.
— Yabancı memleketteki dostumuza bunlardan ancak bizim genç erenleri tanımak için ciddî israr ederse söz açın. Devlet'in yıkılmasından onlara ne? Kardinal olurlar, sonra da sığınırlar Roma'ya. Bizler ise, şatolarımızda, köylüler tarafından kılıçtan geçirilmiş oluruz.
Julien tarafından yazılmış, yirmi altı sahifelik öz tutanağa göre markinin yeniden kaleme aldığı gizli nota, saat ancak dört kırk beşte tamamlandı.
Marki:
— Ölesiye yoruldum, dedi, bu sonuna doğru açıklıktan uzaklaşan şu noktada da olduğu gibi görülüyor; ben hayatımda bu kadar beğenmiyerek bir iş yapmış değilim.
Sonra :
403
— Haydi, dostum, diye ekledi, gidip siz de birkaç saat dinlenin, kaçırmasmlar korkusu ile, sizi kendi elimle kilitleyeceğim odanıza.
Ertesi gün, marki Julien'i Paris'ten oldukça uzak bir şatoya götürdü. Burada Julien'in papaz oldukları yargısına vardığı, garip konuklar buldular. Delikanlıya uydurma bir ad taşıyan ama şimdiye dek anlamadığı yolculuğun gerçek yüzünü artık gösteren bir pasaport verdiler. Tek başına bir arabaya bindi.
Marki onun hafızasından yana şu kadarcık olsun kaygu. etmiyordu, Julien gizli notayı birçok kez ezbere okumuştu, fakat bu notanın ele geçmesinden çok korkuyordu.
Salondan ayrılacağı sıra, delikanlıya, dost dost:
— Hele sırf zaman öldürmek için yolculuk eden bir kendini beğenmiş insan gibi olunuz yalnız, dedi.
Yolculuk tez ve pek acı oldu. Julien markinin daha gözünden uzaklaşır uzaklaşmaz, yalnız Mathilde'in hakaretini düşünmek için gizli notayı da, üzerine yüklendiği işi de unutup gitmişti.
Metz'den birkaç fersah ötedeki bir köye varılınca, menzil müfettişi gelip ona hazırda at bulunmadığını söyledi. Saat akşamın altısı idi; Julien, müthiş üzülmüş delikanlı, yemek istedi. Kapı önünde dolaştı, böyle dolaşıp ederken de, sezmeden, ahırların avlusuna vardı. Ahırlarda at yoktu.
Julien içinden: «Bu adamın hali gene de garipti, diyordu; beni faltaşı gibi açılmış gözle süzüyordu.»
Görüldüğü gibi, kendisine söylenen herşeye, açıktan açığa inanmamağa başlıyordu. Yemekten sonra sıvışıp gitmeyi tasarlıyordu, buraları hakkında hep birşey öğrenmek, gidip mutfak ocağında ısınmak üzere odasından çıktı. Orada sig-nor Geronimo'yu, ünlü şarkıcıyı bulunca sevincinin artık sınırı yoktu.
Ocağın yanma koydurmuş olduğu bir koltuğa yerleşmiş Napoli'li, bağıra bağıra dert yanıyor ve tek başına, açık ağızla çevresini kuşatan yirmi Alman köylüsünden de çok gürültü ederek, konuşuyordu.
Julien'e:
— Bu adamlar beni mahvediyor, diye bağırdı, yarın Ma-
404
yence'da şarkı söylemeğe söz vermiştir. Beni dinlemek üzere yedi hükümdar gelmiş oraya (129). Anlamlı bir sesle :
— Ama gidip azıcık hava alalım, diye ekledi.
Yolda yüz adım yürüdüler ve işitilmiş olmanın imkânsızlığı sınırına geldikten sonra Julien'e :
— Ne dümen çevirdiğimi biliyor musunuz? dedi; bu menzil müfettişi domuzun biridir. Dolaşıp dururken bir serserinin eline yirmi «sous sıkıştırdım da bana herşeyi anlattı. Köyün öte başındaki bir ahırda on iki at varmış. Adam bir haberci arabasını geciktirmek istiyormuş.
Julien masum bir tavırla :
— Doğru mu? dedi.
İşin içindeki kastı anlamak kolaydı, buradan gitmek gerekiyordu: İşte Geronimo ile dostu bunu bir türlü başaramadılar. Şarkıcı en sonunda:
— Sabahı bekliyelim, dedi, bizden huylanıyorlar. Ya sizinle ya da benimle bir alıp verecekleri var belki. Yarın sabah şöyle güzel bir kahvaltı ısmarlarız; onlar kahvaltıyı hazırlarken de kalkıp dolaşmağa gider, kaçarız, atlar kiralarız ve bundan sonraki menzile ulaşırız.
Julien Geronimo'nun belki de kendisini yakalamak üzere görevlendirilmiş olabileceğini düşünerek:
— Ya eşyalarınız? diye sordu.
Akşam yemeğini yemek ve yatmak gerekti. Julien daha yeni dalmıştı ki, odasında, hem de hiç çekinmeden konuşan iki kişinin sesi ile sıçrayarak uyandı.
Menzil müfettişini, elinde bir hırsız feneri tutan adamı tanıdı. Işık Julien'in odasına çıkartmış olduğu araba sandığına doğru yönelmişti. Menzil müfettişinin yanında açık sandığı rahat rahat didik didik eden bir adam vardı. Julien onun elbisesinin yalnız kara ve çok sıkı olan kollarını görüyordu.
İçinden: «Bir papaz cübbesi bu» dedi ve yastığının altına sokmuş olduğu iki küçük tabancayı usulca çıkardı.
Menzil müfettişi:
— Uyanır diye korkmayın, bay rahip, diyordu. Onlara verilen şarap kendi elinizle hazırlamış olduğunuz şaraptandı.
Rahip :
405
— Hiçbir kâğıt parçası bulamıyorum, diye karşılık verdi. Tomarla çamaşır, kokular, kremler, öte-beri şeyler var; bu zamane çocuğu, zevkine düşkün bir genç olmalı. Haberi götüren zahir öteki olacak, İtalyan ağzı ile konuşarak çalım
satan öteki.
Bu adamlar yolculuk elbisesinin ceplerini karıştırmak üzere Julien'e sokuldular. Delikanlı hırsız diye bunları temizlemeği kafasına iyice koymuştu. Fakat hiçbir şey bu işin sonu kadar tehlikeli olmazdı. Heveslenmişti iyice. Kendi kendine: «Sadece bir aptallık etmiş olurum, dedi. Üzerime aldığım işi suya düşürürüm sonra.» Elbisesini karıştırıdıktan
sonra, rahip:
— Bunda diplomat olacak yüz yok, dedi.
Uzaklaştı ve uzaklaştığına da iyi etti.
Julien içinden: «Yatağıma el sürseydi, hali duman olurdu! diyordu; beni bal gibi bıçaklamağa gelebilirdi, buna dayanamazdım işte.»
Rahip başını çevirdi. Julien gözlerini hafiften açtı; aman ne şaşırdı! rahip Castanede'di bu! Doğrusunu söylemek gerekirse, iki adam hemen hemen alçak sesle konuşmağa kalktıkları halde, daha başlangıçtı, seslerden birini, tanır gibi olmuştu sanki, Julien dünyayı en alçak adamların birinden kurtarmak için ölçüye gelmez bir arzuya kapıldı...
— Ya yüklendiğim iş! dedi içinden.
Rahiple yardakçısı çıkıp gittiler. Bir çeyrek saat sonra, Julien uyanıyormuş gibi yaptı. Bütün hanı ayağa kaldırdı ve
uyandırdı.
— Zehirlendim, diye bağırıyordu, müthiş sancı çekiyorum!
Geronimo'nun yardımına koşmak için yol arıyordu. Onu
şaraba katümış afyon ruhu ile ölü durumda buldu.
Böylesi şakadan ödü kopan Julien, akşam yemeğinde Paris'terj getirdiği çikolatayı yemişti. Yola koyulmağa karar verdirmek üzere Geronimo'yu azıcık olsun uyandırmağı başaramadı.
Şarkıcı:
— Bütün Napoli ülkesini bağışlasalar bana, diyordu,
şu an gene de tatlı uykumu bırakmam.
— Ya yedi hükümdar!
406
— Beklesinler.
Julien bir başına yola çıktı ve hiçbir belâya uğramadan büyük adamın yanma vardı. Bir görüşme yapabilmek için öğleye kadar boşuna uğraşıp durdu. Bereket ki dük, saat dört, sularına doğru, hava almak istemişti. Julien onun konaktan; yürüyerek çıktığını gördü, yanına yaklaşmakta ve sadaka dilenmekte tereddüt etmedi. Büyük kişinin iki adım yanına yaklaşınca, cebinden marki de La Mole'ün saatinizi çıkardı, caka satarak bu saati gösterdi. Ona bakılmadan: «Beni uzaktan izleyin» dendi.
Dük buradan bir çekrek saat ötede, küçük bir «Cafe hauss» a acele acele girdi (130). Julien işte böylece bu yürekler acısı hanın bir odasında düke kalkıp dört sahifelik notasını ezbere okumak şerefine erdi. Bitirince kendisine: «Bir daha okuyun ama daha ağır ağır söyleyin» dendi.
Prens notlar aldı. İlk menzile yayan gidin. Eşyalarınızı ve arabanızı burada bırakın. Ne yapıp edip Strasbourg'a varın, ayın yirmi ikisinde de (o gün ayın onu idi) öğleyin sa4 ay yarımda gene bu Cafe-hauss'ta bulunun. Buradan ancak, yarını saat sonra çıkın. Sükût!
Julien'in duyduğu biricik sözler bunlar oldu. Bu sözler en derin hayranlıkla düke bağlanmasına yetti. İçinden: »Demek ki, diye düşündü işler böyle yürüyormuş, bu büyük Devlet adamı, üç gün önceki tutkulu gevezeleri işitseydi ne-derdi?»
Julien iki günde Strasboug'a vardı, burada yapacak hiç bir işi olmadığını sanıyordu. Yolculuğunu bir hayli uzattı. «Şu hınzır rahip Castanede beni tanıdı ise, izimi kolayca kaybedecek insan değildir... Hele benimle alay etmekten, işimi suya düşürmekten ne kadar zevk alacaktır!»
Bütün kuzey sınırında, rahipler kurulunun polis başkanı sayılan rahip Castanede, bereket, onu tanımamıştı. Hele. Strasbourg cizvitleri, müthiş açıkgöz oldukları halde, göğsünde nişanı ve mavi redingotu ile, kendini pek beğenmiş bir genç subayı andıran Julien'i kollamayı bile hiç düşünmediler.
407
BÖLÜM XXIV
STRASBOURG
Ey füsun! senden aşkın bütün gücü, bedbaht olmamın da bütün gücü var. Onun büyü saçan zevkleri, tatlı sevinçleridir, yalnız senin dünyanın dışında. Uyuduğunu görürken dilim varmaz şöyle demeğe: «O melek güzelliği ve tatlı zaafları ile, benimdir yalnız! Tanrı'nın kendi gücü ile, bir erkek gönlünü büyü-lesin diye yarattığı gibi şimdi düşmüştür işte elime.»
SCHILLER'in Ağıtı.
Strasbourg'da sekiz gün geçirmek zorunda kalan Julien askerî zaferler ve vatana bağlılık düşünceleri ile gönlünü eğlendirmeğe çalışıyordu. Yoksa tutkun muydu? Hiçbir şey bilmiyor, yalnız acı çeken ruhunda hayalinin olduğu gibi mutluluğunun da mutlak hâkiminin Mathilde olduğunu duyuyordu. Umutsuzluğun üstesinden gelebilmek için yaratı-lışmdaki olanca güce ihtiyacı vardı. Bn, de La Mole ile bir ilintisi bulunmayan şeyi düşünmek elinde değildi. Yükselme tutkusunu gururlu o sudan başarılar bir zamanlar Bn. de Renal'in kendisinde uyandırmış olduğu duyguları unutturdu. Mathilde ise aklını başından almıştı; geleceğin her yönünde ama her yönünde bu kızı görüyordu.
Bu gelecekte, Julien, her bakımdan başarı noksanlığı görüyordu. Verrieres'de o kadar kendini beğenmiş, o kadar burnu büyük olan yaratık, şimdi gülünç bir alçak gönüllülüğe düşmüştü.
Daha üç gün önce rahip Castanede'i seve seve öldürebilirdi, oysa şimdi, Strasbourg'da, çocuğun biri kalkıp onunla kavga çıkarmış olsa, hak verirdi çocuğa. Hayatında karşılaşmış olduğu hasımları, düşmanları düşündükçe, kendisinin, Julien'in haksız olduğunu kabul ediyordu hep.
Çünkü, eskiden ona geleceği hep pek parlak başarılarla dolu gösteren bu güçlü hayali amansız düşman kesilmişti de ondan.
Yolculuk hayatının mutlak yalnızlığı bu karamsar imgelemin bask".sini çoğaltıyordu. Nasıl gömü sayılmaz bir dost! Julien: «Yok canım, diyordu, bir kalp var mı benim için çarpan? Hem bir dostum da olsa, şerefim ölünceye dek susmamı buyurmuyor mu bana?»
Kehl dolaylarında atla dolaşıyordu acılı acılı; burası Rhin kıyısında, Desoix ve Gouvion Saint-Cyr'ce ölmezleşti-rilmiş bir ilçedir (131). Bir Alman köylüsü ona derecikleri, yolları, bu büyük kumandanların kahramanlığının bir ad bıraktığı Rhin üzerindeki adacıkları gösteriyordu. Julien, sol eliyle atı yönetirken, sağ eliyle de tutup mareşal Saint-Cyr'-in Memoires'larını süsleyen o güzelim haritayı açmış bakıyordu. Sevinçli bir ünleyiş başını kaldırttı.
Bu prens Korasoff idi, birkaç ay önce kendisine yüksek bönlüğün ilk kurallarını göstermiş olan, o Londra'lı dosttu. Bu büyük sanata gönülden bağlı, bir gece önce Strasbourg'a gelmiş, bir saat önce de Kehl'e varmış olan, hayatında 1796 yılı kuşatması hakkında tek satır yazı ile okumamış bulunan Korasoff, Julien'e, herşeyi anlatmağa başladı. Alman köylüsü ona şaşkın şaşkın bakıyordu; çünkü prensin yaptığı korkunç yanlışlıkları anlayacak kadar Fransızca biliyordu. Julien ise köylü gibi düşünmüyor, bu yakışıklı delikanlıya hayran hayran bakıyor, ata binişine imreniyordu.
İçinden: «Ne mutlu kişi! diyordu. Pantolonu pek yakışmış; saçları da ne hoş kesilmiş öyle! Tanrı'm! ben de böyle olsaydım, üç gün sevdikten sonra, bana hor bakmazdı belki Mathilde.»
Prens Kehl kuşatmasını anlatıp bitirdikten sonra Julien'e:
— Sizde bir Trappe manastırında yaşayan rahip yüzü var, dedi, size Londra'da öğütlediğim ciddiyetin bu kadarını bırakın. Gamlı görünmek iyi etki yaratmaz; insan içi sıkkın gibi durmalı. Kederli iseniz, sizde yarım kalan birşey, sizi başarıya götürememiş olan birşey var sanırlar artık.
«Kendini aşağı göstermemektir bu. Oysa, içiniz sıkkın gibi durursanız, asıl hoşunuza gitmek için boşuna uğraşıp
409
duran insan küçük düşer. Dostum, artık yanılmanın ne denli, ama ne denli korkunj olduğunu anlıyorsunuz.
Julieh kendilerini açık ağızla dinleyen köylüye bir «ecu» iırîattı (132). Prens :
Dostları ilə paylaş: |